7’lik depremi iki şişe su bir düdükle beklemek -Semra Kardeşoğlu-
İstanbul depremini bekliyoruz. İki şişe su, bir bisküvi, bir düdükle. Oysa düdüğü enkazdan ses vermek için değil enkaz hiç olmasın diye hemen şimdi kullanmalı.
Önce küçük küçük sonra sıçratan bir sarsıntıydı. Ne yaptık peki deprem anında? Kendi deneyimlerimiz ve görüp, duyduklarımıza bir göz atalım.
1) Her nerede olunursa olsun, hızla ‘deprem anında ne yapmamız gerekiyordu’ bunu hatırlamaya çalıştık. Ne var ki o kadar kolay olmadı. Yaşam üçgeni, cenin pozisyonu neydi? Kirişin yanında mı yoksa altında mı duracaktık? Masanın altına mı girecektik?
2) Üst kat, alt kat, orta kat fark etmedi, hemen herkes ilk fırsatta sokağa fırladı. Ne var ki sokak binadan daha tehlikeli gibiydi. Yan yana sıra sıra dizilmiş binaların biri olması diğeri yıkılır endişesi daha çok gerilim yarattı.
3) Açık bir alan aradık. Metrelerce yürüdük. Risksiz bir küçük alan dâhi bulamadık.
4) Yakınlarımızı aradık telefon düşmedi, internetten yazdık ulaşmadı.
5) Bulabilen kendini parka attı. Parklar dolup taştı.
6) “Gündüz neyse de gece güvenli olur” denilerek parklara, otoban kenarlarına derme çatma çadırlar kuruldu. Orada sabahlandı.
7) Gece açılan camilere, spor salonlarına gidildi.
8) Evinin sağlam olduğu düşünülen anne babanın eşin dostun yanına giderek bir gece konaklandı.
9) Okullar tatil edildi iki gün, üniversiteler de.
10) Ve sonra dönüldü evlere çaresiz. Parkta ne kadar kalınabilir. Evde hemen deprem çantaları kontrol edildi. Yoksa satın alındı. İki şişe su, bir bisküvi, bir düdük. Beklenen 7 üzeri depreme karşı bizim minik minnacık silahlarımız.
Öyle derin, öyle çaresiz, öyle yoksul iki şişe su yan yana uzanmış yatıyor şimdi başucumuzda. Daha 6.2’de yerimizden zor kıpırdamışken. Topla tüfekle gelen koca bir orduya karşı bir çakıyla karşı durmaya çalışanların hüzün veren çaresizliği gibi.
BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
Peki bu akşam ne olacak? Hava da soğudu. Parkta yatılmaz. Mecbur eve dönülecek. Telefonun şarjı tam olsun denilecek, yastık altına düdük konulacak. Odasında henüz yatmaya alıştırdığımız evlat yanımıza alınacak… “Çatlak varmış ama kolonda değilmiş” denilecek. “Bizim bina yapılırken zeminden böyle kocaman kocaman kayalar çıkmış” diye anlatılacak.
Oysa bugünden itibaren yapılacak ne çok şey var.
•23 yıldır elinde imkân olanların gereğini yapmadığını bilmek.
•Rant silindirinden canını zor kurtarmış birkaç metrekarelik parkın yan yana durabildiğimiz son kara parçası olduğunu hatırlamak.
•Şu andan itibaren kentte tek bir çivi bile çakmanın insanlık suçu olduğunu bilmek.
•Kentsel dönüşümün şu anki haliyle umut vermediğini görmek (Kentsel dönüşümün neden en çok Kadıköy’de olduğuna bakmak. Dönüşüm denilerek, üç damla yağmurun düşeceği birkaç metrekarelik apartman bahçeleri ve balkonların satışa sürüldüğünü görmek.
•Bir depremde aramızdan kaçının öleceğini bilmeden ille de kanal yapacağım diyenlere “dur” demek için hemen şimdi harekete geçmeyi düşünmek.
Öyleyse hemen şimdi o düdüğü alıp ses verme vakti. Deprem olduktan sonra değil olmadan önce seslenme vakti. Karanlık enkazlara “Sesimi duyan var mı?” çağrısını karanlık enkazlara değil önce gökyüzüne savurmak. O düdüklerin sesi bir araya geldiğinde görün bakın nasıl sarsar bu kenti.
/././
Halkı borç batağındaki yoksul ülke nasıl 1’inci olur?-Orhan Sarıbal-
Hitler'in Propaganda Bakanı Goebbels "Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkar" demişti. Rakamlar yalan söylemez ama en iyi yalanı da rakamlara söyletirsiniz. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Dünyanın 7’nci, Avrupa’nın 1’inci büyük tarım üreticisiyiz” açıklamasını yaptı ama…
Sofrasına et girmeyen, buğdayı ithal eden, çiftçisi borç batağında olan bir ülke nasıl birinci olur?
Rakamlarla konuşuyorsanız önce tarımda üretimi artırabildiniz mi, halkın sofrasındaki ekmeği büyütebildiniz mi, ona cevap vermeniz gerekir.
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı ise Türkiye'nin tarımsal hasılada Avrupa'da birinci sırada, dünyada ise ilk 10 ülke arasında olduğunu belirtiyor. İkisi de eksik bilgi veriyor, çünkü Dünya Bankası tarımda ilk 10 ülke arasında yer alan Japonya, ABD’nin 2022 yılına ilişkin tarımsal hasıla verilerini henüz yayınlamadı. Aslında bu tür karşılaştırmalar yapılırken tarım arazilerinin genişliği ve sektördeki istihdam gibi unsurlar dikkate alınmadan yapılan değerlendirmeler sağlıklı değil. Kaldı ki böyle bir kıyaslamaya girilecekse, Türkiye'nin tarımda üst sıralarda yer alması yeni bir durum değil. Örneğin, 2000 yılında da dünya genelinde sekizinci sıradaydı.
HALK EKMEĞİ NEDEN PAHALI YİYOR?
Dünyada tarımda şu sıradayız, bu sıradayız demek yerine, önce tarımda üretimi artırabildiniz mi halkın sofrasındaki ekmeği büyütebildiniz mi, ona cevap vermeniz gerekir. 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde kişi başı buğday üretimi kriz ortamına rağmen 295 kilogramdı. Aradan geçen 22 yılda bu miktar 52 kilo azalarak 243 kilograma geriledi. Şimdi halkın neden ekmeği pahalıya yediğini anlayabildiniz mi? Rusya ve Ukrayna’dan buğday ithal edip un ihracatında zirvede olmakla övünmek marifet değil.
TÜRKİYE HUBUBAT, YAĞLI TOHUMLAR VE BİTKİSEL YAĞLARDA DIŞA BAĞIMLI
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “tarımı dış ticaret fazlası verdiğimiz çok nadir sektörlerden bir tanesi” olarak değerlendiriyor. Türkiye, stratejik öneme sahip tarım ürünlerinde özellikle hububat, yağlı tohumlar ve bitkisel yağlarda giderek artan bir şekilde dışa bağımlı hale gelmektedir. Dışa bağımlılığın artması, ülkeyi küresel piyasalardaki fiyat dalgalanmalarına karşı daha hassas hale getirmektedir.
2024 yılı itibarıyla Genel Ticaret Sistemi (GTS) verilerine göre, ihracat 261,9 milyar dolar seviyesinde gerçekleşirken, ithalat 344,2 milyar dolara ulaştı. Bu durum, dış ticaret dengesinde 82,2 milyar dolarlık bir açık oluşmasına neden oldu. Aynı dönemde, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 76,1 olarak kaydedildi.
2002 yılından bu yana ekonomik faaliyetler bazında değerlendirildiğinde, tarıma dayalı dış ticarette her geçen yıl açık daha da artmaktadır. Son 22 yıllık süreçte biriken verilere bakıldığında, toplamda yaklaşık 53 milyar dolarlık bir dış ticaret açığı verildiği görülmektedir.
2002-2024 yılları arasında, Standart Uluslararası Ticaret Sınıflaması (SITC Rev.4) verilerine göre Türkiye'nin tarımsal ürün ticareti incelendiğinde, toplam 386 milyar dolarlık ihracata karşılık 372 milyar dolarlık ithalat gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu durum, 22 yıllık dönemde 13 milyar dolarlık ihracat fazlası olduğunu göstermektedir.
Ancak, yalnızca dış ticaret dengesine odaklanmak, tarım sektöründeki yapısal değişimleri anlamak için yeterli değildir. Hangi tarımsal ürün gruplarının ihracatta ağırlık kazandığı ve zaman içinde bu kompozisyonda nasıl bir değişim yaşandığı önemlidir. Özellikle hangi ürünlerde ithalatın arttığı ve bunun yerli üretimle ilişkisi incelenmelidir. Türkiye'nin geçmişte tarımsal hammadde ihraç ederken, son yıllarda işlenmiş gıda ürünlerindeki ihracat performansının değişip değişmediği analiz edilmelidir.
TARIMDA ÇALIŞANLARIN TOPLAM İSTİHDAMDAKİ PAYI DÜŞÜYOR
Bakan Şimşek’e göre, Türkiye ekonomisinde tarım sektörü yüzde 5,6'lık bir paya sahip. Öncelikle AKP iktidara geldiğinde 2002 yılında tarımın Türkiye ekonomisindeki payının yüzde 10,2 olduğunu, AKP’nin aradan geçen 22 yılda tarımın payını 5,6’ya düşürdüğünü belirtelim. Yani tarımın milli gelir pastasından aldığı pay giderek küçülüyor. Öte yandan AKP iktidara geldiğinde 2002 yılında tarımda çalışanların toplam istihdamdaki payı yüzde 35 iken, günümüzde yüzde 14.8’e geriledi. 20 puanlık bu azalmanın arka planında çiftçilerimizin yoksullaştırılması yatıyor. Şimşek’in çok sevdiği Dünya Bankası rakamlarına bakalım: Avrupa’nın en büyük tarım alanlarından birine sahip olan ve tarımsal hasıla bakımından Avrupa birinciliğini elinde tutan Türkiye’de, çiftçimizin Avrupalı meslektaşlarına karşı rekabet gücüne baktığımızda son derece zayıf olduğunu görüyoruz.
Bir çiftçi 2023 yılında milli gelirden Almanya’da yaklaşık 46 bin Dolar, Fransa’da 26 bin Dolar, İspanya’da 21 bin Dolar, İtalya’da 18 bin Dolar pay alırken, Türkiye’de ise payı 5.400 Dolar civarındadır Türkiye’de kişi başı tarımsal katma değer Almanya'nın 8,5 kat, Fransa'nın 5 kat gerisindedir.
TARIM ALANLARI 26 MİLYON DEKAR AZALDI
Bu dönemde hak ettiği desteği alamayan, ürettiğinden para kazanamayan küçük ölçekli işletmeler için tarım, geçimlerini sağlayacak bir ekonomik faaliyet olmaktan çıkmış; yoksullaşan çiftçiler tarımdan kopmuş, tarlalar ve meralar boş kalmıştır. 2002 yılında toplam ekili-dikili alan 266 milyon dekar iken günümüzde 240 milyon dekara düşmüş, yani 26 milyon dekar tarım alanı çiftçiler tarafından boş bırakılmıştır. Çiftçi kayıt sistemine (ÇKS) kayıtlı çiftçi sayısı 2.8 milyondan 2.2 milyona düşmüştür.
TARIMSAL DESTEKLEME VERİLMESİ GEREKENİN BEŞTE BİRİ KADAR
2006 yılında kabul edilen Tarım Kanunu'nun 21. maddesine göre, tarımsal desteklerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) içindeki payının en az yüzde 1 olması öngörülmektedir. Ancak, uygulamada bu hedef tutturulamamış, destekler genellikle GSYH'nin yüzde 0,5'inin altında kalmıştır. Son yıllarda ise bu oran daha da düşerek 2023 ve 2024 yıllarında yüzde 0,2 seviyelerine yani verilmesi gereken desteğin beşte birine kadar geriletilmiştir.
İKTİDARIN ÇİFTÇİLERE 884 MİLYAR TL BORCU VAR
Mehmet Şimşek tarımsal destekleme adına kafa karıştırmak için bazı rakamlar vermekte ve tarımsal desteklemeye ayrılan ödeneğin milli gelire oranının yüzde 1.15 olduğunu iddia etmektedir. Bakanlığının hazırladığı 2025 yılı merkezi yönetim bütçesinde tarımsal destekleme ödemeleri için 135 milyar TL ayrıldığı belirtilmektedir. Bu da Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın yüzde 0,22’si anlamına gelmektedir. 2007-2024 yıllarını kapsayan dönemde Tarım Kanunu’nun 21. maddesine göre GSYH’nin yüzde 1’inin tarımsal destek olarak verilmemesi nedeniyle iktidarın çiftçilere cari fiyatlarla 884 milyar TL borcu bulunmaktadır.
ÇİFTÇİLERİN BANKALARA OLAN BORÇLARI 936 MİLYAR TL’YE YÜKSELDİ
Bu durum, çiftçilerin giderek artan girdi maliyetleri karşısında yeterli devlet desteği alamamasına yol açmaktadır. Yetersiz destekler nedeniyle finansman ihtiyacını karşılayamayan üreticiler, banka kredilerine başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu da tarımsal üretimde borçluluk oranını artırmakta ve çiftçilerin finansal yükünü daha da ağırlaştırmaktadır. Son 20 yılda Türkiye'de tarım sektörünün finansman yapısında önemli dönüşümler yaşanmıştır.
2004 yılında çiftçilere sağlanan tarımsal destekler, sektörün banka borçlarının %58,4'ünü karşılarken 2024 itibarıyla bu oran %10,5 seviyesine gerilemiştir. Bu veriler, tarım sektörünün finansal ihtiyaçlarını karşılamada krediye olan bağımlılığının çarpıcı biçimde arttığını ortaya koymaktadır. Desteklerin borç stokuna oranındaki keskin düşüş, sektörün giderek daha fazla dış finansman kaynaklarına yöneldiğini göstermektedir. Nitekim Şubat 2005 itibariyle çiftçilerin bankalara olan borçları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 47 oranında artarak 936 milyar TL’ye yükselmiştir.
YOKSULLAR ETE VE SÜTE ULAŞAMIYOR
Saray iktidarı “tarım ülkesiyiz, dünyada ve Avrupa’da öndeyiz” masalını anlatırken yoksul, kırmızı et ve süt fiyatlarındaki aşırı artış nedeniyle bu gıdalara ulaşmakta zorluk yaşıyor.
üstelik sorunu çözmek için bir sürü strateji belgesi ve proje açıklanmasına; bu yoksul halkın 12 milyar doları Güney Amerika ve Avrupa ülkelerinden canlı hayvan ve kırmızı et ithalatı için akıtılmasına rağmen sorun çözülemedi.
Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, hayvan yetiştiricileri artan maliyetler karşısında yeterli kazancı sağlayamıyor ve bu nedenle hayvancılığı bırakmak zorunda kalıyorlar. Bu nedenle hayvan varlığı nüfus artış hızını karşılayamaz hale geliyor.
CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN'IN İTHALAT TALİMATINDAN SONRA ET FİYATLARI YÜZDE 32,5 ARTTI
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz Kasım ayında yaptığı açıklamada, vatandaşların kırmızı ete daha kolay ulaşabilmesi amacıyla Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’ya Uruguay ve Brezilya’dan büyükbaş hayvan ithalatı yapılması yönünde talimat verdiğini belirtmişti. Ancak aradan geçen 5 ay içinde et fiyatlarında gerileme yerine artış yaşandı. Ulusal Kırmızı Et Konseyi (UKON) verilerine göre, ithalat kararının alındığı 20 Kasım tarihinde yağsız dana kesim fiyatı kilogram başına 347 TL seviyesindeyken, günümüzde bu rakam 460 TL’ye ulaştı. Bu da belirtilen dönemde kesim fiyatlarında yaklaşık yüzde 32,5’lik bir artış yaşandığını ortaya koyuyor. Dünya genelinde enflasyon etkileri son zamanlarda azalma eğilimi gösterse de, Türkiye halen gıda enflasyonunun en yoğun yaşandığı ülkeler arasında yer almaktadır. TÜİK verilerine göre 2003’ten bu yana ortalama fiyatlar 25,7 kat, gıda fiyatları ise 38,2 kat arttı.
Bu faktörler bir araya geldiğinde, temel gıda maddelerinin fiyatlarında son yıllarda ciddi bir artış meydana geldi. Fiyatlardaki bu yükseliş, özellikle gelir seviyesi düşük kesimlerin dengeli ve sağlıklı beslenme imkânlarına erişimini büyük ölçüde zorlaştırıyor.
Tekrar hatırlatayım: Hitler'in Propaganda Bakanı Goebbels "Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkar" demişti. Rakamlar yalan söylemez ama en iyi yalanı da rakamlara söyletirsiniz.
Sofrada ekmek küçülmüş, çocuklar beslenme çantasına kuru ekmek koyuyorsa; çiftçi tarlasını değil, borcunu biçiyorsa; gerçek şudur: Bu ülkenin çiftçisi üretmiyor, hayatta kalmaya çalışıyor. AKP iktidarı, tarımı göz göre göre bitirmiştir.
Çiftçiyi ithalat mafyasına teslim etmiştir.
Bu bir tercih değil, bu bir ihanettir.
Orhan SARIBAL - Ziraat Mühendisi, CHP Milletvekili
***
İstanbul’u depreme hazırlayanlar Silivri koğuşlarında -Gözde Bedeloğlu-
***
Deprem nedeniyle kullanımda olan herhangi bir yapının yıkılmaması ve can kaybının yaşanmaması elbette sevindiriciydi. Ama en yakını iki yıl önceki 6 Şubat depremleri olmak üzere, bu konuda çok acı deneyimlere sahibiz. Yaşadığımız binaların dayanıklılığına güvenemiyor ya da olası bir felakette ihtiyaç duyduğumuz yardıma hızla kavuşamayacağımızdan korkuyoruz. Elbette haklı bir korku bu. Yıkıma ve can kaybına neden olmayan bu büyüklükteki bir deprem sonrasında bile yine GSM operatörleri iletişimi sağlamakta yetersiz kaldı, insanlar internet üzerinden haberleşebildi. Panik içinde kendini sokağa atanlar benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluşturdu. İstanbul’un sayılı kalmış açık alanları, parklar, yol kenarları evine girmekten korkanlarla dolup taştı. 16 milyonluk bir şehirde yıkıcı bir depremle karşı karşıya kalındığında yaşanabilecek kaosu söze dökmeye gerek yok, hepimiz tahmin edebiliyoruz. Buna, İstanbul’un gökyüzünü karartacak kadar şehri betona boğanların katkısı büyük. 2017 yılında ne demişti Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum.”
***
Bu itiraf, AKP’nin 2019 yılında İstanbul’un yönetimine bir kez daha talip olmasını engellemedi. Ama İstanbullular AKP adayı Binali Yıldırım’ın karşısına CHP’nin adayı olarak çıkan Ekrem İmamoğlu’nu seçti. Hem de iptal sebebi şaibeli olan bir tekrar seçimle ikinci kez kazandı. 2024 yerel seçimlerinde AKP, bugün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı koltuğunda oturan Murat Kurum’u aday gösterdiği İstanbul’da bir kez daha Ekrem İmamoğlu’na yenildi. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde, Erdoğan’ın karşısında kazanabilecek en güçlü aday olarak görülen İmamoğlu bugün, İstanbul’u depreme karşı hazırlayan İBB’deki uzman ekibiyle birlikte hapiste. İmamoğlu, 2019’da İstanbul’da gerçekleşen 5,8 büyüklüğündeki depremden sonra 2-3 Aralık’ta bir çalıştay düzenlemişti. Daha güvenli, afet dirençli ve yaşanabilir bir İstanbul için yol haritası oluşturmanın amaçlandığı İstanbul Deprem Çalıştayı’nda açılış konuşmasını yapan şehir plancısı, İBB Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı Dr. Tayfun Kahraman 2022 yılından beri tutuklu. Gezi Parkı eylemleri sebebiyle 18 yıl cezaya çarptırılan Kahraman’ın, üzerine Topçu Kışlası yapılıp yok edilmesin diye mücadele ettiği Gezi Parkı, dün kedini sokağa atan insanlara yuva oldu. Ancak polis orada da alışıldık pozisyonunu alarak, çadır kuranların çadırlarını kaldırttı.
***
Dr. Tayfun Kahraman’dan görevi devralan İBB İmar ve Şehircilik Daire Başkanı Gürkan Akgün de, Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası’na dönüştürülmesine karşı mücadele eden Taksim Dayanışması’nda yer alıyordu. Plan değişiklikleriyle kamusal alanları ranta açan ve bunu yaparken de doğaya zarar veren tüm projelere karşıydı. Kanal İstanbul’un bu projelerin en büyüğü olduğunu ve şehrin geleceği açısından çok tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Aynı kamusal alan vurgusuna İBB Miras kurucusu ve İBB Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Mahir Polat’da da rastlıyorduk. O da şehrin tarihi eser ve bahçelerinin kimsenin malı değil, tüm İstanbulluların olduğunun altını çiziyordu. Dün tam da dediği gibi oldu ve restore ettiği Kadıköy Gazhane, depremden sonra yurttaşların doğal toplanma alanına dönüştü. AKP ise, yıllar içinde, toplanma alanlarına alışveriş merkezi yapmayı tercih etti. Çeşitli sağlık sorunlarıyla boğuşan Polat, toplumdan yükselen büyük itirazlar neticesinde hapishaneden ev hapsine alındı. Avukatı aracılığıyla dün yayınladığı sosyal medya mesajında “Restore ettiğimiz tüm tarihi eserler tüm kamusal alanlar iyi günde de kötü günde de İstanbulluların bahçesidir” dedi. İşte dünkü deprem, İmamoğlu ile birlikte İstanbul’u depreme dayanıklı kent haline getirmeyi amaçlayan, alanında uzman kişiler hapisteyken yaşandı.
***
İmamoğlu ve ekibinin yolsuzluk iddiasıyla tutuklanması toplumun büyük bir kesiminde karşılık bulmadı. Çoğu insan bunun, Erdoğan’ın en güçlü rakibinin elenmesi amacıyla yapıldığı görüşünde. Dün bir kere daha kendini hatırlatan deprem, diğer olup bitenlerin dışında, herkes için en önemli gündem maddesi olduğunu kanıtladı. İnsanlar İstanbul’da korku içinde sığınabilcekleri bir açık alan ararken, Ankara Valiliği, Birinci Meclis’ten Anıtkabir’e yürümek isteyen halkın önünü polisle kesmeye çalışıyordu. Özgür Özel’in ‘yıkın’ sözü, Urfa Milletvekili Mahmut Tanal’ın bitmeyen enerjisi ve yurttaşların kararlılığıyla barikatlardan geçildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, deprem sonrası yaptığı açıklamada İstanbul'da depreme hazırlık konusunda acil adımlar atılması gerektiğini söyledi. Bu konudaki öncelikli muhatabı, yirmi beş yıl şehri yönetmiş ve deprem vergilerini çift şeritli yola yatıran AKP olmalı. Ayrıca, bilim insanlarının defaatle İstanbul’un felaketi olacağı konusunda uyardığı, Murat Kurum’un İBB adaylığı boyunca “halkın gündeminde yok” diyerek adını anmadığı Kanal İstanbul projesinin de, dün itibariyle gündemden hızla düşmesi gerekir. Zira kentte ne heba edilecek zaman ne de talan edilecek hâl kaldı.
/././
Erken seçim geliyor mu?-Berkant Gültekin-
Geçen hafta yaptığı açıklamayla İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına gerekçe yapılan soruşturmaya ilişkin tartışma yaratan mesajlar veren Devlet Bahçeli’nin şimdi de ülkeyi erken seçime götüreceği iddiası ortaya atıldı.
İddianın sahibi, 2020’de Bahçeli “Davası tekrar değerlendirilmeli” dedikten kısa bir süre sonra cezaevinden çıkan eski Zaman gazetesi yazarı Mümtazer Türköne. T24’ten Cansu Çamlıbel’in sorularını yanıtlayan Türköne’nin gündem olan değerlendirmesi özetle şöyle: “Erdoğan çözüm sürecini baltalayacak, yani çözüm sürecinin gelişmesini engelleyecek. Bahçeli de bunun üzerine Türkiye'yi erken seçime götürecek.”
Türköne şu sıralar “Bahçeli’ye yakın isim” kartvizitiyle hayli popüler. Özellikle son açılım süreci başladığından bu yana ne dediğine en çok bakılan isimlerden biri oldu. MHP ile kurumsal bir bağı olmasa da söylediklerinin Bahçeli’nin fikirlerini yansıttığı düşünülüyor. Kendisi de içeriden bir bilgi almadığını, “ülkücü militan” geçmişine referansla camiayı iyi bildiğinden verilen mesajları anladığını söylüyor.
Önceki gün söyleşinin yayınlanmasıyla birlikte erken seçim iddiası gündem olup MHP kanadından bir itiraz gelmeyince, Türköne’nin sözlerinin kıymeti daha da arttı. Pek çok kişi “Demek ki Bahçeli’nin aklındaki plan bu” diye düşünmeye başladı. Kısa zaman içinde Bahçeli’nin düdüğü çalıp ülkeyi erken seçim moduna sokacağı beklentisi yükseldi.
BAHÇELİ RÜZGÂRI KESTİ
Ancak dün Bahçeli’den gelen açıklama rüzgârı kesti. MHP lideri, “Erken seçim yalan ve yaygarasıyla partimizi tartışmaya yeltenen, küçücük akıllarıyla niyet okuyuculuğuna teşebbüs eden çürüklerin hevesleri boşunadır” dedi. Süreçle ilgili de PKK’nin kongresini toplayıp Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı çağrıya riayet ederek fesih işlemini tamamlamasının ve silahları Türkiye Cumhuriyeti’ne teslim etmesinin “uygun olduğunu” kaydetti. Özgür Özel için ise “Dingili kırmış, uçuruma savrulmuştur. Kaos ve kriz siyasetine hız vermiştir” ifadelerini kullandı.
Bahçeli bu açıklamasıyla yakın vadede erken seçim çağrısı yapmayacağını bir kez daha vurgulamış oldu. Daha önceki açıklamalarında da aynı noktadaydı. Ocak ayının son günlerinde partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Seçim beklentisi hayali bir beklentidir ve boşa kürek çekmektir. Seçim zamanında yapılacaktır. Türkiye sahipsiz değildir. Cumhurbaşkanlığı sistemi yaşayacak ve yaşatılacaktır” demişti.
Anlaşılıyor ki erken seçim konusunda Bahçeli’de henüz bir sapma yok. Ancak bu durum, Bahçeli’nin Erdoğan ile pürüzsüz bir ortaklık ilişkisi içinde olduğu anlamına gelmez. Cumhur İttifakı’nın içinde her konuda mutlak bir uyum olmadığı sır değil. İttifak bugüne kadar bir şekilde bu krizleri yöneterek yoluna devam etti. Bazı sorun başlıkları çözüldü, çözülemeyenler ise “dondurulmuş ihtilaflar” olarak rafa kaldırıldı.
Bahçeli’nin başlattığı ve yürütücüsü olduğu “açılım” süreci de ittifakın amaç ve yöntem konusunda homojen bir yaklaşıma sahip olamadığı konulardan biri. 1 Ekim’de süreç başladıktan ve 22 Ekim’de Bahçeli “Öcalan Meclise gelsin, konuşsun” çağrısı yaptıktan sonra Erdoğan, uzun süren ve şüphe uyandıran renk vermezliğini 27 Kasım’da “Bahçeli’nin tarihi çağrısı Cumhur İttifakı’nın ortak siyasi vizyonunu yansıtıyor” sözleriyle bozmuştu. Ancak yine de işler tarafları tatmin eden bir tempoda yürümedi.
Bahçeli, Erdoğan’ı sürece iştahlandırmak için iktidarını korumasının yolunun buradan geçtiğini dahi ima etti. Nitekim Erdoğan’ın 27 Kasım’daki konuşmasından 22 gün önce, “Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?” sözleriyle ortağına açık açık “Bunlar olmazsa sen bir daha seçilemezsin” mesajı vermişti.
Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken, 8 Aralık günü Suriye’de Esad düştü. Yönetimi cihatçı HTŞ devraldı. Ülkenin kuzeydoğusunda uzun süredir varlık gösteren Kürt güçlerinin kalıcı statü sahibi olacağı yeni bir denklemin şekilleneceği anlaşıldı. Emperyalizm eliyle İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliğini merkez alan, İran’ı çevreleme planını da içeren bir “Pax Americana/Amerikan Barışı”nı tesis etmek için kollar sıvandı.
Bahçeli’nin sözcülüğü ve hamleleriyle Türkiye’de örülen süreç de Suriye ve bölgedeki bu yeni konjonktürle bağlantılı. Bahçeli Türkiye’nin kendi içinde “Kürt sorununu halledip”, güvenlik doktrinini ve konseptini bu kurguya uygun şekilde regüle etmesini öneriyor. Nasıl ki Öcalan, PKK’nin Soğuk Savaş ortamında doğup büyüdüğünü ve bugün anlamını yitirdiğini söylüyorsa, Bahçeli de devletin Soğuk Savaş’ta izlediği stratejiyi aktüel şartlara uygun şekilde güncellemesi gerektiğini dile getiriyor. Retorik ve hamasetten ayıklandığında ortaya çıkan politik gerçek budur.
KART ARKA CEPTE
Süreç devam ederken Bahçeli rahatsızlık geçirdi. Uzun bir süre kameraların karşısına çıkmadı, kendisinden tek kare fotoğraf gelmedi. Ancak yaptığı telefon görüşmeleriyle süreç konusunda onun temsilcisi olduğu aklın ne denli ısrarcı olduğunu gösterdi. Erdoğan ve hükümet tarafı ise süreci ağırdan aldı, çok heveskâr bir imaj çizmedi. AKP, sürecin getirisi-götürüsü muhasebesinde kararsız kalırken, belki de rejim arka kapıdan “dış güçlerle” pazarlığa tutuşurken, Kürt siyaseti yürütmenin tereddütlü halinden sık sık şikâyet etti. Bununla birlikte sürece fiilen engel olunmadı; İmralı heyetinin ziyaretlerine zorluk çıkarılmadı.
Evet, en tepede bir akort sorunu var. Yine de tüm bunların Cumhur İttifakı’nı dağılma aşamasına getirdiği düşünülmemeli. Hâlâ tüketilecek krediler var. Bahçeli’nin öncelikli planı da erken seçim değil. O kart şimdilik arka cepte duruyor. Bahçeli önce, ittifakı koruyarak bu virajı Erdoğan ile almak istiyor. Düştüğü şerhler ve gidişata yönelik eleştirel çıkışları bunu sağlamak için. Ancak eğer burada bir mesafe alınamaz ve süreç Erdoğan’dan kaynaklı tıkanırsa, bu, ittifakın dondurup kenara koyabileceği türden bir uyumsuzluk olmaz. İşte bugün dillendirilen seçenekler o vakit gerçeğe dönüşebilir.
Muhalefetin yapacağı en büyük yanlış, iktidar bloku içindeki anlaşmazlıklardan medet uman bir çizgiye hapsolmaktır. 19 Mart hukuksuzluğundan sonra gelişen toplumsal muhalefet merkezli dinamizm, kısa vadede ortaya çıkardığı siyasal sonuçlarla mücadelenin nasıl bir hatta yürütülmesi gerektiğini gösterdi. CHP lideri Özel’in “Biz kendi önümüze tuttuğumuz ışıkla yürüyeceğiz” sözü bu açıdan olumlu. Rejim içindeki çatlakları derinleştirecek olan bir köşeye çekilip sahneyi izlemek değil, bizzat o sahnede kurucu bir rolle yer alabilmektir.
/././
Ulusal bayramın dinsel referansları -Şükrü Aslan-
23 Nisan ‘Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı’na konu olan TBMM’nin açılışında, dinsel referanslar oldukça baskındı. Zira ulusallığın, İslamiyet üzerinden tanımlandığı ve dolayısıyla dahili alanın buna göre düzenlendiği bir dönemdi. Yanı sıra pek çok ülkeden Müslüman göçmenlerin akınına uğrayan ülkede bazı devletlerle yapılan anlaşmalarda da, Müslümanlık vurgusu özel bir yer almıştı. Özetle dahili ve harici tüm politikalar Müslümanlığı esas alan bu düşünsel iklim üzerinden kurulmuştu.
1920 yılı ilk aylarında Kurucu Meclis için çalışmalar yapan Mustafa Kemal, Meclis’i oluşturacak vekillerin niteliklerini sıralarken ‘dini ve milli selahet sahibi olmaları’ gerektiğini ifade etmiş ve Müslüman olmayanların seçime iştirak ettirilmeyeceklerini belirtmişti. Sonradan Kurucu Meclis yerine Millet Meclisi oluştuğunda da, “Biz ittifakı cumhura her kuvvetten ziyade, selahiyet bahşeden İslamiyet esaslarını dikkate alarak Meclis-i Alinizi bütün millet işlerine doğrudan doğruya vazıüliyet tanımak taraftarıyız” diyerek Müslüman kimliğin altını yeniden çizmişti.
∗∗∗
Nihayet “Allah’ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra TBMM açılacaktır” denilen duyuruda da dini söylem tercih edilmişti. Açılış günü Cuma namazı kılındıktan sonra ‘uğur getirmesi için’, Hatm-i Şerif’in son bölümü okutulmuş ve Meclis’te konuşma kürsüsünün üzerine, Şura Suresi’nin 38. ayetinin yazılı olduğu bir levha konulmuştu. Yine bu politik iklim çerçevesinde, M. Kemal Meclis’te yaptığı konuşmada “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir” diyerek Müslümanlığın altını çizmişti. Buna uygun, din adamları yüzde 17 ile ilk TBMM’de önemli bir ağırlık oluşturmuşlardı.
Mustafa Kemal, Osmanlı’da olduğu gibi ulusu birleştiren temel unsurun, dilden çok din olduğunu başka konuşmalarda da vurgulamıştı. Mesela Meclis’in 14 Ağustos 1920 tarihli oturumunda: “Vakıa bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle bir milliyetçiyiz ki bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet, riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hotbinane ve mağrurane bir milliyetçilik değildir. Ve bahusus, biz İslam olduğumuz için, İslamiyet nokta-i nazarından, bizim ümmetçiliğimiz vardır ki; milliyetçiliğin çizmiş olduğu dar daireyi, na mütenahi bir sahaya nakleder” şeklinde ifadeler kullanmıştı. 1922 yılı, 6 Aralık günü Hakimiyeti Milliye, Yenigün ve Öğüt muhabirlerine verdiği demeçte de “Tanrı’nın izniyle milletimizin bağımsız ve hür yaşamıyla medeni milletler arasında yerini alması gecikmeyecektir” demiş ve ‘milletin her sınıf halkından ve İslam dünyasının en uzak köşelerinden bile kendisine teveccühün geldiğini’ vurgulamıştı.
∗∗∗
Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ideolojik yapısını hazırlayanlardan biri olan Ziya Gökalp’in “Ulus, ortak eğitim, ahlak, sosyalleşme ve estetiğe oturtulmuş, hep birlikte paylaşılan bir hars tarafından birleştirilmiş bireyler topluluğudur” tanımı da bu politik iklimle ilgiliydi. Gökalp’in yazılarındaki “hars” özellikle Müslüman kimliğine yapılan bir vurguydu.
Genel olarak bu dönem politikalarının pragmatik özellikler gösterdiği söylenebilir. Kozmopolit toplumsal yapıda denge oluşturabilmek ve uzun vadeli toplumsal destek sağlamak için Müslüman kimliği temel bir tercihti. 23 Nisan 1920’de ilk Meclis’in İslami söylem ve usullerle açılışına bu politik tercih damgasını vurmuştu.
Ancak ilerleyen yıllarda ulus tanımındaki Müslümanlık vurgusu yerini etnik kökene ve onun üzerinden yükselen dil birliğine bırakacaktı. Bu yeni dönemde milliyetçilik algısı, “Bir ırk yok olmak, yabancı ulus ve imparatorlukların etkisi altında kalmak istemiyorsa tek bir yolu vardır: dil’ini yaratmak” diyen Alman düşünür Fichte’nin izlerini taşıyordu. İlgili literatürde ‘ulus’ olmanın birinci koşulu, kendi dilini (lisanını) kurmaktı. Cumhuriyet’in ilanıyla Müslümanlığın giderek out, Türklüğün de in olması, temelde bu yeni tercihle ilgiliydi. Ne var ki bu da, her alanda etkileri hâlâ devam eden bambaşka ve ağır toplumsal maliyetler anlamına geliyordu.
/././
Süleyman Soylu’ya istihbarat zırhı!-İsmail Arı-
BirGün, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne “Eski İçişleri Bakanı Soylu, 'KİM' adlı uygulamayı kullanmaya devam ediyor mu?” diye sordu. Bir yıl sonra verilen yanıtta, “Sorunuz istihbari bilgi ve gizlilik kapsamında” denildi.
BirGün, 29 Nisan 2024’te Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) “Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ‘KİM’ diye adlandırılan uygulamayı kullanmaya devam ediyor mu?” sorusunu yöneltti. Soruya yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 2025 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanlığı tarafından yanıt verildi.
Emniyet’in yanıtında, Soylu ile alakalı sorunun “İstihbari bilgi olduğu” belirtilerek şu ifadelere yer verildi:
“4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun ‘İstihbarata ilişkin bilgi veya belgeler’ başlıklı 18 inci maddesinin birinci fıkrası gereği istihbarata ilişkin bilgi veya belgeler bilgi edinme kapsamı dışında bulunmaktadır… Başvuru metnindeki konular, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’ndaki gizlilik kapsamında olduğu için tesis edilebilecek herhangi bir işlem bulunmamakla birlikte talebiniz reddedilmiştir.”
SOYLU BÖYLE TANITMIŞTI
Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyası döneminde kamuoyu tarafından çok konuşulan “KİM” uygulamayla ilgili dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Yerli ve milli” tanımını yaparak “Whatsapp’tan daha kıymetli bir şeydir. Bunun her özelliği var” demişti.
Süleyman Soylu katıldığı programda sunucunu fotoğrafını çekerek 1.9 saniye içinde kimlik verilerine ulaşmıştı.
Soylu, "Bu devletin çok büyük güçleri var. Bu şu anda size gösterdiğim yüz binde biri" dedi. Ancak uygulama, kişisel verilerin işlenmesine yönelik ihlal barındırdığı iddiasıyla hukukçuların ve siyasetçilerin de tepkisine neden oldu.
***
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder