5 Temmuz 2020 Pazar

Yeni Abdülhamitçilik ve İttihatçılık - Merdan Yanardağ / BİRGÜN

Siyasal İslamcı hareketin günümüzde örgütlü iktidar gücü durumundaki AKP, kurulduğu günden beri, “Yeni Abdülhamitçilik” diye ifade edebileceğimiz bir ideolojik-siyasal hat üzerinden ilerliyor. AKP iktidarının başından itibaren Sultan II. Abdülhamit, islamcı hareket için, tarihsel ve ideolojik bir referans alanı ve çıkış noktası olarak alınıyor. Bu anlayış, topluma yerleştirilmeye ve yeni bir kurucu mit, bir anlamda Mustafa Kemal’in karşısına konulacak yeni bir “kurucu ata” olarak tasarlanıyor.

Bu nedenle Abdülhamit tartışması, kimilerinin sandığı gibi suni bir gündem üzerinden gelişen her hangi bir atışma değildir. Geçmişe ilişkin fantastik bir tartışma hiç değildir. Bu kavga, günümüze ve geleceğimize ilişkin yakıcı bir çatışmadır. Bu bakımdan, sanılandan çok daha önemlidir. Çünkü Türkiye, bir anlamda tam da bu tartışmanın ima ettiği tarihsel bir kavşakta duruyor.

Geçen haftaki ilk yazımda da belirttiğim gibi, bugün toplumun önündeki ikilem şudur; ülke, ya Abdülhamit’in temsil ettiği yöne gidecek ya da Osmanlı-Türk aydınlanmasının bir devamı olan Cumhuriyet devriminin işaret ettiği yolda ilerleyecek. Birinci yol, islamo-faşist bir Ortaçağ karanlığına, ikinci yol ise sosyalizme kadar uzanan –o aşamaya taşımak bize, daha çok da tarihsel ve toplumsal koşullara bağlıdır- bir aydınlığa açılır. Ne yazık ki, toplum yüz yıl sonra yeniden böyle bir tarihsel tercihle karşı karşıyadır.

Ortada Cumhuriyeti (ondan geriye ne kaldıysa) imha ederek yeni bir rejim kurma girişimi var. Bu siyasal hareket de tarihsel ve ideolojik referans noktası olarak 2. Abdulhamit’i alıyor. Durumun önemi de burada. Henüz bilgileri, görgüleri, müktesabatları, donanımları, insan kaynakları ve tarihsel birikimleri yetmediği için başarılı olamadılar. Ancak, iddialarından vaz geçmiş görünmedikleri gibi, bu hedef için her şeyi yapmaya da hazırlar.

Çünkü, bu tarihsel fırsatın bir daha ellerine geçmeyeceğinin farkındalar. En kötü olasılıkla, Cumhuriyetin başlangıç ve kurucu ilkeleriyle kendi islami rejim hedefleri arasında bir ortalama almaya çalışıyorlar. Bunu yapmadan ve kalıcı hale getirmeden gitmek niyetinde de değiller. Sonuç olarak, önümüzde kuruluş süreci tamamlanmayan rüküş bir siyasal ve kültürel düzen var.

Ancak, Abdülhamit, İslamcıların tarihte referans alabileceği, siyaseten ve ahlaken en kirli ve en sorunlu isimdir. Çünkü, sadece aydınlanma ve modernleşme yanlılarının değil, Ali Suavi ve Mehmet Akif Ersoy gibi Müslüman/İslamcı aydınların bile şiddetle karşı çıktığı, onlara da zulüm uygulayan bir zalimdir. Yeni rejimin referansı yapılmak istenen Abdülhamit, Mustafa Kemal’i bile tam 4 kez tutuklatıp aylarca zindanlara atan sultandır.

Abdülhamit, Osmanlı’nın meşruti monarşiyi kurarak çağı yakalama girişimlerini 33 yıl boyunca despotik bir rejimle (istibdat) engelleyen; bu toprakların modern anlamda ilk anayasasını askıya alan; Osmanlı-Türk aydınlanmasının öncülerinden Mithat Paşa’yı önce Taif’e (Arabistan) sürüp, sonra orada boğduran; Namık Kemal gibi binlerce yurtsever aydını sürgünlere gönderen, zindanlara atan, onbinlerce muhalife kan kusturan zorbadır.

Yıldız Sarayı’nda oturan despotun zulmü kendi halkınaydı. Değilse, Batılı sömürgeci ülkelerin ve onların İstanbul’daki büyükelçilerin elinde oyuncağa dönüşmüş durumdaydı. Öyle ki; Abdülhamit, Düyun-i Umumiye İdaresi’nin kurulması ile imparatorluğun ekonomisini ve maliyesini emperyalist devletlere teslim eden, ülkenin yarı sömürge haline gelmesine yol açan bir işbirlikçiydi. Abdülhamit döneminde, Osmanlı İmparatorluğu 1 milyon 592 bin kilometre kare (yani bugünkü Türkiye yüz ölçümünün iki katından fazla) toprak kaybededen ilk sultandı.

* * *

Peki, nasıl oluyor da böyle bir despot sultan, bu ölçüde ağır ve sorunlu bir tarihi bağaja sahip olduğu halde İslamcı hareketin hedeflediği yeni rejimin kurucu atası ve tarihsel referans kaynağı haline getirilmek isteniyor? Bunun birkaç nedeni var; birincisi ve en önemlisi, Abdülhamit’in tarihte halife unvanını etkin bir şetilde kullanan ve islam dinini siyasal bir araç haline getiren ilk sultan olmasıdır. İkincisi ise, Cumhuriyet öncesi yakın tarihte, ondan daha güçlü bir siyasal füğür (sultan) yoktur. Diğer sultanların tümü silik ve güçsüzdür.

Halifelik, Osmanlı’nın dağılma / çözülme döneminde Müslüman tebaayı elde tutabilmek için kullarılmaya başlanmış bir dinsel-siyasal ünvandır. Özetle; Abdülhamit, halife ünvanını açıkça kullanan ve islamı siyasallaştırarak bir yönetim enstürmanı haline getiren ilk padişahtır. Mesele budur. Örneğin, Yavuz Sultan Selim bile, halife ünvanını hiç kullanmamışır. (Yavuz halifeliği değil, halifeyi İstanbul’a getirmiştir.)

Diğer taraftan, AKP kurucu kadroları ağırlıklı olarak, islamcı-faşist bir ideolojiyi inşaa eden şair-yazar Necip Fazıl Kısakürek çizgisinden geliyor. İşte, Abdülhamit’I günceleyen ve onu bir kurucu ata olarak yeniden kurgulayan kişi de Necip Fazıl’dır.

Abdülhamit, sıraladığımız özellikleri ve “icraatları”nın yanı sıra, Osmanlı’da iki kez Meclis kapatan, tarihimizin ilk anayasasını kaldıran, 1909’da (31 Mart Vakası) seçilmiş Meclis-i Mebusan hükümetine karşı –ki o Meclis Misak-ı Milli’yi ilan edecek meclisti- Taksim Topçu Kışlası’nda üslenen alaylı subaylar ve Volkan gazetesi çevresinde toplanan şeriatçıların desteğiyle darbe yaptıran bir hükümdardır. Bu toprakların ilk darbecisidir. Diğer bir ifadeyle bu toprakların ilk darbecileri islamcılardır.

JÖNTÜRKLER 6 İTTİHATÇILAR VE 1908 DEVRİMİ

Modern çağda gerçekte bu ülkede tarihsel bakımdan ileriye doğru ilk büyük toplumsal ve siyasal atılım 1908’de gerçekleştirilmiştir. Kuşkusuz 1908 Hürriyet devrimi, sosyalistlerinin de tarihsel müktesabatlarının bir parçasıdır. Çünkü, İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği 22 Temmuz 1908 tarihi tam anlamıyla demokratik bir devrime işaret eder. Kemalist tarihçiler bu tarihsel atılımın önemini azaltmak için ‘devrim’ değil, ‘ikinci meşrutiyet’ kavramını kullanmayı özellikle tercih etmiş ve bu deyim yerleşmiştir.

Gerçekte 1908 Devrimi, bazı bakımlardan 1923’ten daha ileri sonuçlar yaratmış, Cumhuriyet devrimini hazırlamıştır. Osmanlının devrimci anlamda ilk modernleşme hamlesidir. Padişahlık (mutlakiyet) sınırlanarak sembolik düzeye çekilmiş (meşruti monarşi), gerçek anlamda ilk meclis kurulmuş, çok partili düzene geçilmiş, serbest seçimler yapılmıştır. Dolayısıyla 1908 Türk demokrasisinin kuruluş yılı, İttihat ve Terakki Fırkası ise bu demokrasinin kurucusudur. 1908 Temmuz devriminden sonra laik eğitim kurumları oluşturulmuş, bu toprakların tarihinde ilk kez 1 Mayıs resmen “işçi bayramı” olarak kabul edilmiş (Cumhuriyet döneminde 1 Mayıs bahar bayramı idi), sendikaların kurulması sağlanmış, işçilere grev hakkı tanınmış, kültürel çoğulculuk esas alınmıştır.

Dahası sömürgeci sistem (milli iktisat politikaları ve kapitülasyonların kaldırılması gibi yollarla) yıkılmaya çalışılmıştır. Lenin ve Troçki de 1908'i bir burjuva demokratik devrim olarak değerlendirmekte ve bir çok yazasında Jöntürkleri selamlamaktadır. Çünkü tablo çok nettir; 1908 Devrimi’nin sloganları “özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik” tir. Bu ilke ve sloganlar Fransız Devrimi ile hemen hemen aynıdır.

Yani, 1908 Devrimi iddia edildiği gibi bir “saray darbesi” değildi. İmparatorluk, bir baştan bir başa, bazı tarihçiler tarafından “vergi ayaklanmaları” diye de ifade edilen halk ayaklanmalarıyla sarsılıyordu. Bu ayaklanmaların öncüleri Jöntürkler, yani İttitah-Terakki hareketiydi.

Burjuva anlamda, devrimci demokratik bir hareket olarak niteleyebileceğimiz İttihat ve Tarakki kadrolarının iktidarı, 5 milyon kilometre karelik Osmanlı ülkesinde büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Örneğin, İmparatorluğu oluşturan her millet kendi kimlikleriyle Meclis'te temsil ediliyordu.

Darbeci olanlar, ittihatçılar değil, şeriatçı-liberal ittifakıydı. Derviş Vahdettin’in Volkan gazetesi etrafında toplanan İslamcılar ile ‘ademi merkeziyetçi’ (yani liberal) Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın işbirliği sonucu (günümüzdeki islamcı,liberal ittifakına ne kadar benziyor) 31 Mart 1909’da Osmanlı’nın başkentine el koyanlardır.

* * *

Bu ülkenin iyi ve namuslu insanlarının, devrimcilerin, sosyalistlerin direniş iradesini ve özgüvenini yıkmak için uzun süredir sistematik bir kampanya yürütülüdü. Bu amaçla tarih yeniden kurgulanmak istendi. İslamcı, gerici ve liberal tezlerle yeni bir paradigma (değerler dizisi) oluşturulmak için, bir dizi siyasal ve adli kumpas kuruldu.

Bu toprakların tarihinde iyi, güzel, ilerici ve devrimci hangi değer varsa ona saldırdılar. Örneğin; Kontrgerilla tartışmaları sırasında bile, bu örgütün tarihi İttihat ve Terakki Fırkası’na kadar götürüldü. Oysa, İttihat ve Terakki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bütün kusurlarına karşın bu topraklardaki modern anlamda ilk devrimci örgütlenmeydi.

Faucault, “bağlamı olmayan gerçeklik yoktur” der. Bu söz metodolojik değeri olan çok önemli bir yaklaşımı ifade eder. Çünkü, tarih bugünden geçmişe doğru yazılır, ama bugünün kavramlarıyla o geçmiş açıklanamaz. Bu nedenle, Cumhuriyet Devrimi bahsinde de Jöntürkler tartışmasında da saldırılan şey ne Kemalizm ne de ittihatçılıktır, düşman oldukları şey devrimcilik fikridir.

Merdan Yanardağ / BİRGÜN

Bellini'nin tablosundaki fikrimce 'Veyis' olmalı - Mehmet Bozkurt / SOL

Venedikli ressam Gentile Bellini’in tablosunda, Fatih Mehmed’in karşısında görülen sakalsız genç irisi parlak yüzlü, düzgün burunlu, hokka ağızlı delikanlının kimliği çözülemedi. Bellini’nin tablosunda Fatih’in karşısında oturan meçhul delikanlı meçhul değildir. Veyis’tir.


Tartışılan Venedik’li ressam Gentile Bellini’nin tablosunun sanatsal yanı değil. Tartışılan, tabloda Fatih Mehmed’in karşısında görülen sakalsız genç irisi parlak yüzlü, düzgün burunlu, hokka ağızlı delikanlının kimliği: Kimdir, neyin nesidir? Soru bu. 

“Cem Sultan” diyenler var. İtiraz edip, “Yok canım o sırada Cem Konya’daydı, Cem olamaz, bu olsa olsa kimliği bilinmeyen bir saray görevlisidir” diyenler var. "Fatih’in gençlik resmi" diyenler olduğu gibi "kimliği bilinmeyen bir şehzade" diyenler de var. Velhasıl bir türlü çözülemedi genç irisi, parlak yüzlü, düzgün burunlu, hokka ağızlı delikanlının kimliği.

Benim fikrim bu delikanlının “Veyis” olduğu yönündedir.

Bu bir fikirdir. Fikir olunca savunmak zorunluluğu doğuyor ve Ahmet Cevdet Paşa’nın yardımına ihtiyaç duyuyorum. 

Başlıyorum: 

Ahmet Cevdet (ö.1895) Osmanlının ilk modern tarih yazıcısı olarak biliniyor. Çok sayıda eser vermiş. Bunlardan biri de İkinci Abdülhamid’in emriyle yazılmış olan Maruzat… İnternetten “PDF” olarak da okuyabileceğiniz bu kitapta Cevdet Paşa, Osmanlı ahalisinin geldiği yaşam zihniyetinin vaziyetine değiniyor ve özellikle Üçüncü Ahmed’le başlayan Lale Devri’nden sonra erkek taifesinin ilgi alanının yön değiştirdiğini öne sürüyor:

“…Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğancılık sanki yere battı… İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Ahmed zamanından beri devam eden Kağıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezıd Meydanı’nda arabalar işaret verme usulü başladı…” 

Yazının devamında, bir ara sadrazamlık da yapmış olan Ali ve Kamil Paşalar ile çok sayıda üst düzey devlet görevlisinin de “oğlancı” oldukları, bu eğilimlerinden Avrupalıların haberdar olmaması için çaba sarf ettikleri de var.

Benim anladığım, İkinci Murad’ın, Fatih’in babası, Farsçadan çevirttiği, “kışın oğlanlarla yatmayı” salık veren Kabusnamesi’nin “bestseller" olduğudur. Oğlancılığın Lale Devri’ne kadar en azından yöneticiler katında olağan sayılmasını buna bağlıyorum. “Kabusname”nin tavsiyelerine uyuluyor. Kadınlara ilgi Lale Devri’nden sonra başlıyor.

Sanırım buraya kadar yazının başlığının fikri alt yapısını hazırlamış bulunuyorum.

Fatih Mehmed’e geleceğim de arada hayırsız oğlu İkinci Bayezıd var.

“Hayırsız” dememin nedeni babasının ölümünden sonra sarayda, sadece Bellini’nin tablosuyla kalsa ne iyi, duvarlarda asılı ne varsa tablo ve benzeri şeyleri Avrupalı tüccarlara satılmak üzere pazara döktürüyor. Böylece Bellini’nin Fatih tablosunun Avrupa pazarlarına nasıl zuhur ettiğini öğrenmiş oluyoruz. Uydurmuyorum, Halil İnalcık’tan okuduklarımı aktarıyorum.1

Bayezıd’ın şehzadelik günlerinde her haltı yediği söyleniyor. Uyuşturucu, her türden işret alemi ve Sırp devşirmesi iç oğlanı Mustafa… Sonradan sadrazam olacak Koca Mustafa Paşa… Olağan sayılıyor.

Güzel, Bayezıd tahta oturduktan kısa bir süre sonra, nasıl oluyorsa oluyor birden ermişler sınıfına katılarak “hakiki Müslüman” oluyor. Sarayın duvarlarını sadeleştirmesinin nedeninin parasal gereksinim olmadığını da böylelikle öğrenmiş oluyoruz. "Hakiki Müslüman olarak günün 24 saati, yılın 365 günü, ömrümüzün sonuna kadar Müslümanca yaşamakla emrolunduk, zaman ve şartlar değişse de İslam’ın nas’ları değişmeyecek”tir hükmü icraata konulunca, canlı iki kişinin resmedildiği Fatih tablosu duvardan indirilerek Avrupa’nın yolunu tutuyor.

Bayezıd’ın Fatih tablosunu inancının gereği olarak sarayın dışına çıkarırken motivasyonunun Ebu Müslim’e ait olduğu söylenilen şu Hadis-i şerif olduğunu düşünüyor ve yerden göğe haklı buluyorum: “Kıyamet günü insanların en şiddetli azap görenleri, Allah Teala’nın yarattığı canlı varlıklara benzeterek resim yapanlardır…” Hiç kuşkusuz bu durumda Bayezıd’ın risk almamasını olağan karşılamak gerekiyor.

Evet, nihayet Fatih ve Veyis…

Önce şu: Tablodaki delikanlının aileden biri olabileceğini ileri sürmek, Osmanlı soyunun Engin Altan Düzyatan’dan geldiğini peşinen kabul etmek anlamına gelir ki bu da “Kurucu Osman” tezinin altüst olması demektir. Bunu ileri sürmemin nedeni genç irisi çocuğun burnudur. Bütün Osmanlı ailesinin baştan sona burunları gayet kemerliyken, lütfen bakar mısınız genç irisi çocuğun burnuna, hık demiş E.A .Düzyatan’dan düşmüş. 

Kısacası tablodaki delikanlının aileden biri olması genetik bilimine aykırıdır. Öte yandan Fatih Mehmed’in üç oğlundan Mustafa 1474’te zehirlenerek öldürülmüş, Cem tablonun yapıldığı tarihte (1480) Konya’da taht hesapları yapıyor, Bayezıd’a gelince Amasya’da afyondan başını kaldırıp Bellini’in karşısına geçesi değil. "Olmadı, tutturamadık, bu durumda Fatih’in kardeşlerinden biri olmalı” derseniz, onlar zaten Fatih’in bizzat kendisi tarafından her biri daha bebecikken “hal” edilmiş. Geriye ne kaldı?

Geriye Veyis kaldı:

“Avniya cün devlet el virdi ki mihman oldu yar/Fursatı fevt itme kim bin cana er zandur Veyis"

Fatih Mehmed’in “Avni” mahlasıyla yazdığı şiirden bu iki dizeyi Hilmi Yavuz şöyle tercüme etmiş: 

“Ey Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı kaçırma, zira Veyis bin cana bedeldir…”

Fikrimdir; Fatih Mehmed, hani, hazır Veyis de yanında ya Bellini’ye birlikte poz vermişlerdir.

Israrlıyım: Belli’nin tablosunda Fatih’in karşısında oturan meçhul delikanlı meçhul değildir. Veyis’tir.

Mehmet Bozkurt / SOL

  • 1.Osmanlı İmparatorluğu, Klasik Çağ

İmdat, Z kuşağı! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

14 yaşındaki bir çocuk, evi basılarak Erdoğan’a hakaretten gözaltına alındı. Fişek fabrikasında şimdilik 7 işçi ölümü var. Avukatların 4 Temmuz’da yapacakları miting, sözüm ona korona nedeniyle yasaklandı. İtiraz eden avukatlara direkt biber gazı sıkıldı. Bunun gibi canımızı sıkan pek çok olay var, kendimizi çaresiz, geleceksiz hissediyoruz. Bir Türkiye hikâyesiyle devam edelim.

Bir ev düşünün, tek göz oda. Tek göz odanın duvarları rutubetten kararmış. Odada tek bir pencere var, iki gözlü pencerenin bir gözü kalın bir kartonla kaplanmış, diğerinde silinse de temizlenmeyen bir cam var. Odanın bir yanında bir lavabo, bulaşık yıkama yeri niyetine. Hemen altında bir Aygaz tüpü, boş. Odadaki tek ses tüplü bir televizyonun cızırtılı sesi.

Kadınlı erkekli bir televizyon programı; bir adam karısını arıyor. Kadın sevgilisine kaçmış, sevgili de orada, koca çocuğuna DNA testi yaptırmış çocuk ne babadan ne sevgiliden. Koca nerede olduğu belli olmayan karısına yalvarıyor.” “Geri gel, her şeyi unutacağım.

En büyüğü 10 yaşında dört çocuk, ayaklarında yırtık çoraplar, üstlerinde başkalarının olduğu belli olan hırkalar, bir yer sofrasının çevresinde toplanmış annelerinin onlara birer dilim ekmek vermesini bekliyorlar. Anne kapının hemen önündeki giriş yerinde duruyor. Buradan çocukların onu görmesi mümkün değil ama o çocuklarını görüyor. Yüzlerinde derin bir açlık, annelerinin önüne koyacakları bir dilim ekmeği bekliyorlar. Uzun bir zamandır, ekmek dışında hiçbir şey yemediler. Arada sırada komşuların getirdiği tarhana çorbası dışında.

Televizyonda çok mutlu bir aile; anne-baba bir kız, bir oğlan, iki çocuk ve bir köpek. Günbatımında bir deniz kıyısında yürüyorlar. Altta beş yıldızlı bir tatil köyünün adı geçiyor.

Anne tek tek çocuklarının yüzlerine bakıyor. Onların ilk meme emişlerini anımsıyor, hele küçük oğlan nasıl da asılırdı memeye. Sonra usul usul büyümelerini, söyledikleri ilk “anne” sözcüğünü anımsıyor. Büyük oğlanın okula gideceği gün nasıl da heyecanlı olduğunu, ortancasının “ben de okula gideceğim” ağlamasını anımsıyor. Bir zamanlar ufak tefek işler bulan kocasının, bir bayram öncesi her çocuğa bir çift ayakkabı alacak parayı kazanınca, nasıl da sevindiklerini, çocukların ayakkabıyla uyuduklarını, ayakkabıları eskimesin diye, çamurlu tozlu yollarda nasıl da özenle yürüdüklerini anımsıyor.

Annenin bugün bir dilim ekmek bekleyen çocuklarına verecek ekmeği yok. İşsizlikten bunalan baba, sabahları erkenden evden çıkıp gidiyor, kahvede kim ona bir bardak çay ısmarlarsa onun masasında akşamı ediyor. Mahalledeki bakkal artık onu ve çocuklarını doyurmaktan bıktı. Küçük oğlan geçen gün kovalandı bakkaldan, bakkal onu çiklet çalarken yakalamıştı. Komşulara gidecek yüzü yok. Onlarda da ekmek azaldı, çoğu bir yıllık tarhanalarını şimdiden bitirdi.

Televizyonda ünlü bir manken çocuklarını kucağına almış, çocuk gelişimine pozitif etkileri olan bir yeni çıkmış bir ürünü tanıtıyor. Çocuklar sapsarı saçları, pembe beyaz yüzleriyle hiç durmadan gülüyorlar.

Anne çocuklarına bakıyor. Küçük dışında hiçbiri ağlamıyor, anne onların midelerinin kazındığını biliyor ama renk vermiyorlar, uslu uslu annelerini bekliyorlar, birazdan yanlarına gelir onlara birer dilim ekmekle dört tane zeytin mutlaka getirir. Anneleri onları asla aç koymaz. Öyle görmüşler, öyle bilirler.

Anne dalıp gidiyor, artık çocuklarını görmüyor, onların yerinde dört melek var şimdi, bir dilim ekmeğe ihtiyaçları olmayan, dans edip eğlenen, ölümsüz melekler. Onun çocukları birer melek artık, onları Tanrı’ya emanet etti, hiçbir şeyden korkmuyor artık, kapının yanında duran av tüfeğine uzanıyor eli, yüzünde bir garip gülümseme, çocuklarına, meleklerine son bir kez bakıp av tüfeğini kalbine doğru tutuyor ve eli hiç titremeden tetiği çekiyor.

Çocuklar tüfek sesiyle bir an birbirlerine bakıp kapıya doğru koşuyorlar, orada anneleri bir kan gölünün içinde yatıyor.

Ne yazık ki güzel ülkemizde bu hikâyeler öyle çok ki bir adım uzağımızda. Derin bir soluk alıp bu derin çaresizlikten nasıl kurtuluruz diye düşünmeye başlayabiliriz. Benim aklıma hep içinde yaşadığımız vahşi kapitalist düzenin tek bir şeyden anladığı geliyor. Onların canını tüketme alışkanlıklarımızı değiştirerek yakabiliriz. Yapılan araştırmalara göre Z kuşağının en büyük özelliği tüketim yapmamaları, markalara değer vermemeleri ve reklamlara kulak asmamaları. Öyleyse onların yolundan gitmeye başlayalım.Gençlik gelecektir sloganımız olsun! 


Ve çağıralım: Neredesin Z kuşağı? Ses ver.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


AKP’nin zenginlik masalı - OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

2003’te kişi başına düşen gelirde Türkiye’nin gerisinde olan Rusya, Romanya, Arjantin, Çin, Polonya gibi ülkeler AKP’li yıllarda Türkiye’yi geride bıraktı. 17 yıl önce kişi başına düşen gelirde en zengin 67’nci ülke olan Türkiye 2019’da 68’inci sırada. Bulgaristan ise ilk çeyreğin sonu itibariyle SSCB’den ayrıldığından bu yana ilk kez Türkiye’den daha zengin.


İktidarın gündemiyle halkın gündemi iki ayrı kulvarda ilerliyor. Geniş kesimler işsizlik, borç ve enflasyon gibi ekonomik sıkıntıların içinde. Bunun yanında halkın iktidar tabanının dışında kalan yarısı anti demokratik baskıyla karşı karşıya.

Buna karşın medyanın yüzde 90’ından fazlası doğrudan iktidarın kontrolünde. Bu durum iktidarın ajandasındaki yapay gündemlerin halkın gerçek gündemiymiş gibi dayatılmasına da neden oluyor. Bu medya gücü aynı zamanda Türkiye’nin küresel ekonomi içinde AKP döneminde sıçrama yaptığı gibi bir yanılmanın da önünü açıyor. Sürekli çarpıtılan ekonomik verilerin ve boş vaadlerin dinletildiği geniş kesimler küresel ekonomiye bir futbol ligi bakmaya başladı. 

Ülke ekonomisi uçuruma sürüklenirken, AKP medyası ilk 10’a ne zaman girileceğini tartışır oldu. Peki AKP’den önce küresel ekonomi içinde Türkiye’nin vaziyeti neydi, şimdi ne? Bunu Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerinden yola çıkarak derledik.

Borçla da büyünebiliyor

Bir ülkenin sınırları içinde 1 yılda elde edilen kâr, faiz, ücret ve rant gelirlerinin toplamına Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) deniyor. GSYH’deki yıllık artışlar ise ekonomik büyümeyi ifade ediyor. Dolayısıyla bir ülkede nüfusun artması, doğal olarak daha fazla insanın gelir yaratmasına ve ekonominin büyümesine neden oluyor. Türkiye’nin Avrupa’nın en hızlı büyüyen nüfusuna sahip ülkesi olması ekonomik büyümeyi tetikleyen önemli faktörlerden biri. 2002’deki 63 milyonluk nüfusun bugün 83 milyona çıkması hiçbir şey yaşanmasa dahi yaklaşık yüzde 20’lik büyümeye karşılık geliyor. Bunun yanında dışarıdan edinilen borçlar da günün sonunda yurtiçindeki birinin gelirine dönüştüğü için borçla büyümek de mümkün. Yani Türkiye’nin dış borcunun 2002’de 129,6 milyar dolardan bugünkü 431 milyar dolara yükselmesinin de büyüme üzerinde doğrudan etkileri bulunuyor.

Hesap neden dolarla yapılıyor?

Dünya ticaretinin yüzde 85’i Amerikan Doları cinsinden gerçekleşiyor. Ticaretin geri kalanında ise Avro, Japon Yeni, Çin Yuanı gibi rezerv para birimleri etkin. Bunun yanı sıra Türkiye, 1980’li yıllardan itibaren giderek artan tutarlarda ithalat ve ihracat yapan ve sermaye hareketlerinin serbest olduğu dışa açık bir ekonomi. Dolayısıyla ekonomik çarkları giderek daha fazla oranda dolarla döndürebiliyor. Bu yüzden ekonomik büyüklük de diğer ülkelerle kıyaslanırken genellikle kullanılan yöntem, GSYH’yi dolar cinsinden hesaplayarak karşılaştırma yapmak oluyor. Türkiye’nin 2019 yılı için GSYH’si 754 milyar dolar. Bu haliyle Türkiye dünyada 1 yılda en çok gelir elde eden 19’uncu ülke konumunda. (İlk 20 ülke tablodaki gibi). Ancak bu sıralamada ülkenin büyük nüfusu da etkili. Zira 1,5 milyarlık nüfusu olduğu tahmin edilen Hindistan yoksul bir ülke olmakla beraber dünyanın en büyük 5’inci ekonomisi. Türkiye ile aynı nüfusa sahip olan Almanya ise 3,7 trilyon dolarlık geliriyle dünyanın en büyük 4’üncü ekonomisi. Türkiye’nin ilk 10 içine girmesi için ise 1,7 trilyon dolarlık yıllık geliri olan Kanada’yı geçmesi gerekiyor.

Kişi başına gelirde 68’inci

Öte yandan ülkelerin refah seviyelerini karşılaştırırken daha prestijli kabul edilen gösterge tüm ülkenin yıllık geliri değil, kişi başına düşen yıllık gelir. Bunun için GSYH’yi o ülkenin nüfusuna bölmek gerekiyor. Türkiye’nin 754 milyar dolarlık toplam gelirine karşılık, 9 bin 127 dolarlık kişi başına düşen yıllık geliri bulunuyor. Bu haliyle toplam gelirde 19’uncu olan Türkiye, kişi başına gelirde 68’inci sırada. Öte yandan AKP’nin ilk iktidar yılı olan 2003’te Türkiye’nin toplam gelirdeki sıralaması 18’di.

AKP döneminde büyüdük mü?

2002 yılı sonunda iktidara gelen AKP 2001 yılından beri uygulanan IMF politikasını devraldı. 2002 yılıyla beraber büyümeye başlayan ülke 2003’te kişi başına gelirini 4 bin 643 dolara yükseltti. Ancak o yıldan bu yana ABD doları değer kaybetti. Üstelik Türkiye GSYH hesabında 2 kez revizyona gitti. 2005 yılında 576 milyar 322 milyon lira olarak hesaplanan GSYH, 2006’da revize edildi ve 2005 GSYH’si kağıt üzerinde 758 milyar 391 milyon liraya yükseldi. İkinci revizyon ise 2015’te yapıldı. 2015’te 1 trilyon 952 milyar lira olan GSYH yine kağıt üzerinde 2 trilyon 338 milyon liraya yükseltildi.

2003’te durum neydi?

Bu revizyonlardan önce 2003 yılında ülkenin kişi başına geliri 4 bin 643 dolardı. Bu haliyle Türkiye kişi başı gelirde dünyada 67’nci sıradaydı. (2005 revizyonundan sonraki yıl 2006’da 7 bin 278 dolarla 60’ıncı sıraya yükseldi) 2003 yılı için düşünüldüğünde gelişmekte olan bazı ülkelerin sıralaması şu şekilde: Çin 1293 dolarla 116’ıncı sırada, Mısır 1254 dolarla 117’nci sırada, Bulgaristan 2 bin 690 dolarla 87’nci sırada, Arjantin 3 bin 648 dolarla 74’üncü sırada, Brezilya 3 bin 91 dolarla 81'inci sırada, Güney Afrika 3 bin 772 dolarla 71’inci sırada.

2019’da durum ne oldu?

2003’ten 2019’a kadar dünyanın toplam GSYH’si 38,9 trilyon dolardan 85,9 trilyon dolara yükseldi. Dünyadaki para bolluğunun yarattığı bu finansal genişleme içinde Türkiye de borçlanarak büyüme trendini yakaladı. Ancak tüm dünya Türkiye’den daha hızlı büyüdü. Böylece AKP döneminde Türkiye’nin konumu yerinde saydı. 2003’te kişi başına düşen gelirde 67’nci olan Türkiye 2 adet büyük çaplı hesap revizyonuna ve dış borcun yüzde 234 artmasına rağmen 2019’da 68’inci sıraya geriledi. Ayrıca 1990 yılında Türkiye 48’inci sıradaydı. 2003’teki Türkiye’nin gerisinde olan pek çok ülke bugün Türkiye’nin önüne geçmiş durumda. 2003’te 116’ncı sırada olan Çin 2019’da 9 bin 608 dolarla artık Türkiye’nin önünde. 2003’te 81’inci sıradaki Brezilya 2019’da 8 bin 968 dolarla 73’üncü sırada. 17 sene önce 74’üncü sırada olan Arjantin, 11 bin 627 dolarla 2019’da 59’uncu sırada. 2003’te 2 bin 768 dolarla 86’ncı sıradaki Romanya 2019’da 12 bin 285 dolarla 57’nci sırada.

Bulgaristan da geçti

Türkiye’de yıllarca Bulgaristan’ın ne kadar yoksul olduğuna ilişkin haberler yapıldı. Gerçekten de Türkiye’nin 67’nci sırada olduğu 2003’te Bulgaristan 87’nci sıradaydı. Aradan yıllar geçti, 16 yılın ardında Türkiye’nin sıralaması 68’inciliğe gerilerken, Bulgaristan Türkiye’nin hemen arkasına 69’unculuğa oturdu. 2020’nin ilk çeyrek büyüme oranlarının açıklanmasıyla anlaşıldı ki, Bulgaristan SSCB’den ayrılmasından bu yana ilk kez Türkiye’yi kişi başına düşen gelirde geride bıraktı.
***
2019’da kişi başına düşen gelir*

1-Lüksemburg 114 bin 234 dolar
2-İsviçre 82 bin 950 dolar
3-Norveç 81 bin 695 dolar
4-İrlanda 76 bin 99 dolar
5-İzlanda 74 bin 278 dolar
6-Katar 70 bin 780 dolar
7-Singapur 64 bin 41 dolar
8-ABD 62 bin 606 dolar
9-Danimarka 60 bin 692 dolar
10-Avustralya 56 bin 352 dolar
28-Güney Kore 31 bin 346 dolar
39-Yunanistan 20 bin 408 dolar
54-Polonya 15 bin 431 dolar
57-Romanya 12 bin 285 dolar
59-Arjantin 11 bin 627 dolar
60-Rusya 11 bin 317 dolar
67-Çin 9 bin 608 dolar
68-Türkiye 9 bin 346 dolar**
69-Bulgaristan 9 bin 267 dolar
73- Brezilya 8 bin 968 dolar

*Kaynak: IMF 2019 küresel ekonomik görünüm raporu tahminleri.
**IMF tahmini 9 bin 346 dolarken, gerçekleşen 9 bin 127 dolar oldu.
***
2003’te kişi başına düşen gelir*

1-Lüksemburg 66 bin 58 dolar
2-Norveç 49 bin 776 dolar
3-İsviçre 48 bin 297 dolar
4-İrlanda 40 bin 921 dolar
5-Danimarka 40 bin 520 dolar
6-ABD 39 bin 532 dolar
7-İzlanda 38 bin 903 dolar
8-İsveç 36 bin 890 dolar
9-Katar 35 bin 644 dolar
10-Hollanda 35 bin 313 dolar
32-Yunanistan 18 bin 534 dolar
36-Güney Kore 14 bin 673 dolar
56-Polonya 5 bin 691 dolar
67-Türkiye 4 bin 643 dolar
74-Arjantin 3 bin 648 dolar
80-Rusya 3 bin 198 dolar
81-Brezilya 3 bin 91 dolar
86-Romanya 2 bin 768 dolar
87-Bulgaristan 2 bin 690 dolar
116-Çin Bin 293 dolar

Kaynak: IMF 2003 küresel ekonomik görünüm raporu tahminleri
***

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Hilal-i Ahmer - Orhan Gökdemir / SOL

Kızıllığı silindi, kaldı geride ışıksız bir ay. Değişmek için çırpınıyor kaderi… Yani, devrim gerek herkese!

Yıl 1995. Kuzey Irak'ta yardım malzemeleri dağıtan Kızılay aracına bir saldırı yapıldı. Duhok'a 10 kilometre uzaklıktaki bir benzin istasyonundaki saldırıda üç Kızılay görevlisinin yanı sıra dört Kuzey Iraklı ve aracı koruyan iki Peşmerge öldü, 25 kişi de yaralandı. Kuzey Irak kaynaklı haberler saldırının aynı bölgede yedi Kürt çobanın öldürülmesine misilleme olduğunu iddia ediyordu. Kızılay’a yapılan misilleme iddiası hepimize çok tuhaf gelmişti. 

Henüz Hürriyet gazetesi Ahmet Hakan felaketini yaşamamıştı. Arada haber verdiği de oluyordu yani. Kızılaycıların Ankara Kocatepe Camii’nde yapılan cenaze törenine çok sayıda MİT’çinin katıldığını yazınca anlaşıldı olayın aslının ne olduğu. Kızılaycılar gerçekte Kızılaycı değildi…

Yıl 2006. MİT’te görevli oldukları belirtilen iki kişi, içkili bir mekândan çıktıktan sonra Kızılay'da havaya ateş açtı. MİT'te Şube Müdürü olduğu öğrenilen B.S. ile yine MİT'te görevli memur B.K., gece saat 03.00 sıralarında bir gazinodan zilzurna çıkmışlar, Kızılay'da 8 el ateş ederek geceye renk katmışlardı. Menekşe Sokak'ta ateş etmeye devam eden iki istihbaratçı polisin uzun uğraşları sonucunda gözaltına alındı. Tabii durumlarının nezaketine binaen, mahkemeye sevk edilmeden serbest bırakıldı. Ama kimsenin aklına bu olayın haberini yapanları engellemek gelmedi. 

Eskiden, askeri vesayet varken ve henüz ileri demokrasiye geçmemişken bu tür haberleri rahatça yazabiliyorduk. Haberi yazanlara, yayınlayanlara soruşturma yapmak, dava açmak gelmiyordu kimsenin aklına. 2014'te, niyeyse, değiştirdiler durumu. Yazmayı yasakladılar. Malumunuzdur, bizim Barışları da o yasaya dayanarak tutup içeri tıktılar. 

Nereden nereye geldiğimizi şöyle açıklayayım. Hem MİT hem Emniyet üzerine çok sert sayılabilecek iki kitap kaleme aldım. İkisine de davalar açıldı ama bu davalar kişisel şikayetler üzerine açılmış davalardı. Kamu, “sen nasıl böyle şeyler yazarsın” demedi. Dedim ya, o zamanlar askeri vesayet vardı.

***

Neyse, bugünkü mevzumuz MİT değil Kızılay zaten. Bu kurumun MİT’le yolu sık sık kesiştiği için MİT’e de geçerken değinmiş olduk. Başka kesişmeler de var uzun tarihinde. Mesela Suriye’de Beyaz Baretliler (The White Helmets) adlı karanlık örgütle…

Bu sözde insani yardım örgütü, emperyalist merkezlerce karanlık operasyonları gerçekleştirmesi için kuruldu. Kahramanlarından biri Körfez’in petrol monarşileri için paralı asker olarak çalışan, eski Britanya subayı ve MI6 ajanı James Le Mesurier’di. Le Mesurier, bir takım “Suriyelilere” Türkiye’de eğitim verdi ve Suriye’yi parçalamaya çalışan “muhaliflere” destek vermek üzere Suriye’ye geri gönderdi. Zaten adamımız “The White Helmets” adlı örgütü de İstanbul’da kurmuştu. Çok faaldi, 2016 Haziranında Kraliçe’den Suriye’deki faaliyetleri nedeniyle özel nişan da aldı. "Arabistanlı Lawrence"ın Suriyeli versiyonudur. 

İşte Suriye’ye demokrasi götürmek için canla başla çalışan bu arkadaş, ABD ve İngiltere hükumetleri adına Suriye’de eğitim programları da düzenliyordu. Tabii program yine Türkiye üzerinden yürütülüyordu. Hatta AKUT’un da yardımıyla 20 kişilik bir ekibe kurs verilmiş, bir savunma ekibi yaratılmıştı. Sonra devreye Kızılay girdi. “Ak” Baretliler artık Kızılay’ın himayesinde çalışacaktı. Kızılay Basın Müşavirliği’nden Selahattin Bostan, 15 Ağustos 2016 ‘da “The White Helmets grubu, Suriye’de insan hayatının korunması için çaba gösteren önemli bir insani yardım kuruluşudur” demiş ve iş birliği iddialarını kabul etmişti. Şükür ki kuruluşun “El Kaide Örgütüyle bağı olduğuna değin” ellerine herhangi bir bilgi ve belge geçmemişti. Beyaz Baretliler’in baretleri hep beyaz kalmıştı! Bu olayın da MİT’in görüş alanında gerçekleştiğini tahmin etmişsinizdir. 

Hatırlatalım tablo tamamlansın: Suriyeli Lawrence’ımız geçen yıl Beyoğlu’nun bir sokağında ölü bulundu. Evinin penceresinden veya balkonundan düşmüş, ölmüştü.

Tuhaf zamanların olaylarıdır. Anlatılanlar şizofren bir hayatın kanıtlarıdır. Kimse göründüğü gibi değildir, kimse yaptığı işi yapmamaktadır. Kızılay dahil! 

***

Eski adı Hilal-i Ahmer. “Kızıl Ay”ın Arapça-Osmanlıca versiyonu bu. 22 Ağustos 1864’te Cenevre’de 12 devletin katılımı ile düzenlenen toplantıda Uluslararası Kızılhaç’ın kurulmasına karar verilmiş. Bir yıl sonra Osmanlı da katılmak istemiş organizasyona. Ancak Osmanlı Sultanı kuruluşun simgesi olan “haç” işaretinden işkillenmiş. Batıdaki işlerin de dışında kalmamak istiyormuş fakat. 1867 yılında Mekteb-i Tıbbiye hocası Dr. Abdullah Bey, Paris'te toplanan ilk Kızılhaç kongresine delege olarak gönderilmiş. 

Abdullah Bey, yetkilileri “yerli ve milli” bir organizasyon oluşturmaya ikna etmiş. Mekteb-i Tıbbiye Nazırı Marko Paşa başkanlığında “Mecruhin ve Marza-yı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti” kurulmuş. Kızılay’ın başlangıcıdır. 

Cemiyetin başkanı Marko Paşa tanıdık geldi değil mi? Asıl adı Marko Apostolidis. Paşa hastalarını sabırla dinler, bir tür psikoterapi yaparmış. E haliyle halk arasında ünlenmiş. Derdini anlatmaya fazlasıyla teşne olanlara söylenen “derdini Marko Paşa’ya anlat” sözü de oradan türemiş. Sebahattin Ali ve Aziz Nesin vaktiyle devlet tarafından sık sık kapatılan ve her defasında yeniden açmayı başardıkları dergilerine de “Marko Paşa” adını vermişlerdi. Tabii devlet dinlemedi, onu da kapattı. “Malum Paşa”dan bir öncekidir. Lafı uzatmayalım, Kızılay’ın kızıl ayı da bizim Marko Paşa’nın icadıdır. 

Haç sorununu bu şekilde halleden cemiyet, 14 Nisan 1877’de resmen kuruldu. Aynı yıl anayasayı askıya alan ve meşrutiyet yerine otokratik bir yönetime geçiş yapan Abdülhamit tarafından rafa kaldırıldı. Bir daha ayağa kalkması ancak II. Meşrutiyet ile mümkün oldu. Varlığını “Hürriyet”e borçlu kurumlarımızdan biridir. Cumhuriyette Kızılay oldu, varsa tek kızıllığı o tarihtendir!

***

12 Eylül düzenin bütünüyle çürüdüğünü ortaya çıkarmıştı. Galiba Kızılay’ın çürümeye başlamasının miladı da o darbe. Türk Hava Kurumu ve Çocuk Esirgeme Kurumu ile birlikte Cuntanın kapatmadığı üç dernekten biriydi. Generaller, kapatmak yerine bu derneği devletin yurt dışı operasyonlarının bir parçası haline getirdi. Kızılay artık eski Kızılay değildi.

***

Peki “neydi” diye soruyorsanız onu da söyleyeyim. Kızılay üyesi ve eski şube başkanı Çetin Yavuz 25 Ekim 2016'da Güroymak Cumhuriyet Başsavcılığı'na Kızılay yetkilileri hakkında "Görevi kötüye Kullanma" iddiası ile suç duyurusunda bulundu. Derneğin halktan topladığı bağışları iktidar yandaşı vakıf ve organizasyonlara aktardığını öyle öğrendik. Son başkanı da o vakıflardan birinden, yolsuzluk iddiaları ve kayyımdan sıyrılarak kuruma yatay geçiş yapmıştı zaten. 

Kızılay, Elazığ depreminden sonra hem başkanının halktan 10 lira istemesi, hem de Ensar Vakfı'na yapılan usulsüz bağışa aracılık etmesi ile yeniden gündeme geldi. Ankara'da belediye şirketi iken özelleştirilip yandaş bir patrona zimmetlenen "Başkentgaz" 2017'de Kızılay'a 8 milyon dolarlık bağış yapmış, paranın 75 bin dolarını Kızılay almış, kalan 7 milyon 925 bin dolar iktidarın himayesindeki Ensar Vakfı'na aktarılmıştı. 

Halkın parasını yandaş vakfa aktarmak ve vergiden kaçmak için plan yaptıkları anlaşılıyordu. Mevzuata göre, Kızılay'a yapılan bağışların yüzde 100'ü vergiden muaftı. Böylece hem yandaş vakfa yandaş şirket üzerinden para aktarılmış oluyor hem de vergiden kaçılmış olunuyordu. Kızılay Başkanı, "Vergi kaçırmak yok, vergiden kaçınma var. Bu ikisi farklı şeyler" diye açıkladı olayı. Hastaya, yaralıya, düşküne yardım için kurulmuş bir dernek, karmaşık organizasyonların içinde kaybolup gitmiş, tarihinden “kaçınmış”tı…

Hakkını yemeyelim, Kızılay'daki usulsüzlük iddiaları 1990’lı yıllardan bu yana gündemde. O dönemde 20 yıl süreyle kuruma başkanlık yapan Kemal Demir ve dönemin Kızılay yöneticileri, fahiş maaşlar, usulsüz alımlar, lükse dayalı tüketim vb. nedenlerle soruşturmalar geçirmişti. İddialar aynı minvalde devam ediyor. Dolarla kiralanan yalılar, on binlerle ifade eden maaşlar, milyonlarla ifade edilen yolsuzluklar, adam kayırmalar, yardım paralarıyla alınan lüks cipler, yüz binlerce liraya dekore edilen makam odaları iddiaları havada uçuşuyor. Ve bu iddialarla ilgili tek bir soruşturma, araştırma, dava yok. 

2005 yılında Muğla Fethiye Kızılay şubesine, Kızılay Genel Merkezi tarafından müfettiş gönderildi. Müfettiş yaptığı denetimde 29 bin TL'lik yolsuzluk yapıldığı tespit etti. Yolsuzluğun çoğu uygunsuz telefon hatlarından porno dinlemek için yapılmıştı. Dönemin Kızılay Şube Başkanı kurumun saygınlığını düşünerek faturaları ödediğini açıkladı. “Nasıl” diye sordu gazeteciler. “Kimsesiz Çocuklara Yardım Fonu”ndan diye cevapladı…. Böyle bir aymazlık, böyle bir çürümüşlüktür.

***

Bakın şimdi bu tarihe. Halkımızın, aydınlarımızın emeğiyle, alın teriyle yaratılmış bir kurumun parça parça çürüyüşünü göreceksiniz. Ülkenin muktedirleri, çürüterek ayakta kalabileceklerini gördüler. Çürüttüler. AKP çürümüş olanı aldı, hayat öpücüğü verdi. Çürümüş zombiler dolaşıyor o yüzden ortalıkta. Her adımda ülkeyi, insanlarını kemiriyorlar. Çürütüyorlar. Ülke tarihinin hazin hikayesidir.

Kızıllığı silindi, kaldı geride ışıksız bir ay. Değişmek için çırpınıyor kaderi… Yani, devrim gerek herkese!

Orhan Gökdemir / SOL

Işığın peşinde bir kadın: Marie Sklodowska – Curie - Bilim ve Aydınlanma / SOL

Marie’nin insanların ona ihtiyacı olduğunda, asla onları yalnız bırakmayacak kişiliği, mücadele dolu yıllar içinde oluşmuştur. O, insanın kendi başına bir hiç olduğunu bilir ve kolektif yaşanan tarihin dışında kalmaması gerektiğini düşünür.

Marie Sklodowska – Curie Çarlık Rusyası’nın sömürgesi haline gelmiş Polonya’da 7 Kasım 1867 ayaklanmalarının içine doğar. Aydın fikirlere sahip iki öğretmenin beş çocuğundan en küçüğüdür. Bu dönemde ayaklanmalar bastırılsa da Çarlık'tan kurtuluş, bu ev dâhil gizli saklı köşelerde konuşulmaya devam edecek, çocuklar da bu ortamda büyüyecektir.

Marie bütün eğitimin Rusça olduğu Polonya okullarında okurken ülkesinin esaretine öfkelenir, Çar’ın hükümranlığında yaşamaya karşı olan arkadaşlarıyla öğretmenleriyle duygudaşlık geliştirir, ama bunlar onun okulunu çok başarılı olarak bitirmesine engel olmaz. Hayatına büyük etkisi olan bir diğer olay ise daha küçük yaştayken annesini kaybetmesidir. Marie zamanla insanlar ve uluslar için zalim olabilen bir tanrının varlığını sorgulamaya başlar.

Mezun olduğunda çoğu öğrenci gibi özel ders vermeye başlayan Marie, aynı zamanda gizlice kurulan “Gezici Üniversite”deki üniversite hocalarının derslerini takip eder ve bu yeraltı faaliyetlerinde başka kadınlara, gençlere ve çocuklara okuma yazma öğretmek, kitap okumak için gönüllü olur. Ülkesinin içinde bulunduğu koşullar ve halkına karşı duyduğu sorumluluk Marie’nin yurtseverlik duygularını besler.

Ancak “Gezici Üniversite” Marie için kuvvetli bir derinleşme sağlayamamaktadır. Polonya’da kadınların üniversiteye alınmaması sebebiyle Marie Paris’te okumak ister ve ablasıyla bir anlaşma yaparlar. Anlaşmaya göre ablası Bronya, Paris’te okurken Marie öğretmenlik yapacak ve ablasına maddi destek verecek sonra da Marie okumaya gidince ablası ona destek verecektir. Sonunda Marie, 24 yaşına geldiğinde Sorbonne’da okumaya başlayabilir.

Paris’te uzun ve yoğun bir şekilde çalıştığı yıllar sonunda Marie başarıyla üniversiteyi bitirir. Ama üniversiteden mezun olduğunda ne yapacağı belirsizdir. Polonya’ya dönüp öğretmenlik yapmayı istemektedir, fakat Fransa’da kalması bilimsel araştırmalara devam edebilmesinin tek yoludur. O sıralarda karşılaştığı Pierre Curie, sade bir yaşam süren ve bilimsel çalışma titizliği olan Marie’ye aşık olur. Marie bir süre taşıdığı hislerle yüzleşmese de sonunda bu tutkuya kendisini bırakır. En azından kızlarına böyle anlatır.

Marie ve Pierre için birlikte geçirilen yıllar boyunca yürütülen araştırmalar, akılla süzülen tartışmalar, bisiklet gezilerinde dahi eksik olmayan sohbetler sevgilerini derinleştiren bir yaşam yaratır. Ancak bu üretken, mütevazı birliktelik 1906 yılında Pierre Curie’nin şansız bir şekilde at arabasının altında kalıp ölmesiyle son bulur.

Radyoaktivitenin keşfi

1896 yılında Henri Becquerel'in uranyum tuzlarının ışımasını tespit etmesi ve ardından yayınladığı makalesi mevcut teorilerle çelişiyor görünmekteydi. Ancak bu çelişki bilimcilere incelemek için pek çekici gelmiyordu. Marie ise doktora araştırması için bu ilginç ışınımın peşinden gitmeyi seçer, anlaşılması gerektiğini düşündüğü bir doğa olayıyla çarpışma cesaretini gösterir. Yokluklar içinde ahşap bir barakaya kurulan laboratuvarda ilk önce ışıma gözlemleri tekrarlanır ve Pierre’in ilerlettiği elektrik yükü ölçüm yöntemiyle uranyumun “iyonlaşma gücü” ölçülür. Sonuçlar yeni ve detaylı soruları doğurur. Işıma yeteneği olan madde neden sadece uranyum olsun ki? Neden bu bir atomik özellik olmasın? Toryumun da ışıdığını tespit eden Marie, bu ışıma olgusu için “radyoaktivite” adını öneriyor.

Hızlı ilerleyen süreçte Pierre’in ilgisi bütünüyle Marie’nin çalışmalarına kayar ve artık kimin, neyi, nasıl formüle ettiğinin pek ayırt edilemeyeceği keşif dönemi başlar. Araştırmalar için Bohemya Bölgesi’nde çıkarılan, uranyumu alınmış pekbilent minerali artığından bir ton kadar Paris laboratuvarına getirtilir. Bu atıkta kalan, kırıntı miktardaki ışıma yapan maddeyi ayırmak yıllar sürer.  Büyük oranda Marie bir kazan başında kararlılıkla, inatla balçığın içindeki maddeyi süzmek için çaba sarf eder. Emekler boşa gitmez, polonyum ve radyum maddeleri tespit edilir, maddelerin özellikleri ortaya çıkarılır. Bu ve daha sonraki çalışmalar iki Nobel Ödülü getirmiştir (1903 Fizik ve 1911 Kimya ödülleri). Böylece Marie bir kadın olarak Nobel ödülü alan ilk bilim insanı olmasının yanı sıra iki dalda birden, biri fizik biri kimya, iki Nobel ödülü alan ilk kişi olmuştur.

Bu maddelerin etkileri henüz bilinmiyorken ilk etkileri Curie çiftinin vücutlarında görülür, ama bu radyoaktif maddelerin etkileri de onlar için bir araştırma nesnesidir. Sonuç oldukça şaşırtıcıdır; radyum maddesi tümörleri ve kanser hücrelerini yok etmektedir. Radyumun tıp alanında tedavi edici olarak kullanılabilmesi, bu elementi çok değerli bir hale getirir ve insanlar Curie çiftinin radyumu elde etme yöntemini öğrenmek için tekliflerde bulunur. Çifte, bilimsel araştırmaları için patent alarak zengin olma seçeneği sunulmuştur. Marie ise düşüncesinde nettir: “Radyumun kimseyi zengin etmemesi gerekir. O bir elementtir, herkesin malıdır.”

Toplumsal hareketin içindeki bilimciler

Pierre 1906 yılında öldükten sonra Marie yalnız kalmayacaktır. Paris Üniversite'sinde Pierre’in kürsüsü, zaten ortak çalıştığı Marie’ye verilir. Ancak bu ilk kadın profesör Fransız Bilim Akademisi için üyelik yarışına sokulduğunda bir oyla üyeliği kaybeder; karşıtları bir kadını akademi üyesi olarak düşünemediklerini beyan ederler. Bu dönemde Marie'nin yanında hem kız kardeşleri hem Pierre'in kardeşi Jacques hem de düşünce ve eylem alanında ortaklaştıkları dostları bulunmaktadır. Einstein ara ara mektuplaştığı, birlikte gezilere çıktığı, benzer sürgünlüğü paylaştığı bir arkadaşıdır. Yine bir dönem aynı laboratuvarı paylaştıkları Pierre'in parlak öğrencisi Langevin ile birbirlerine karşı, insanlığa dair aynı ülküleri taşımaktan doğan büyük bir saygı ve sevgi beslerler. Paul Langevin Komün barikatlarında büyüyen bir işçi çocuğudur ve bir meslek lisesi mezunu olarak; ancak Pierre'in sınıfına kabul edilebilmiştir.

          Birinci Savaş sırasında Marie Curie'nin kullandığı bir röntgen arabası

Marie’nin insanların ona ihtiyacı olduğunda, asla onları yalnız bırakmayacak kişiliği, bu mücadele dolu yıllar içinde oluşmuştur. O, insanın kendi başına bir hiç olduğunu bilir ve kolektif yaşanan tarihin dışında kalmaması gerektiğini düşünür. Birinci Dünya Savaşı sırasında Marie laboratuvarını ardında bırakır; hastaneler ve gezici sağlık araçları için röntgen makinası toplamaya başlar. Aynı zamanda makinayı kullanan teknisyenleri yetiştirir; savaş hastanelerinde makine ile yaralı askerlerin röntgen çekimlerini ülkeyi karış karış gezerek yapar.

Savaş sonrası yıllarda Radyum Enstitüsü laboratuvarında kızı Irène ve diğer doktora öğrencileriyle birlikte çalışmalarına yeniden başlar. Bu sırada çeşitli üniversitelerden gelen istekler doğrultusunda bilimsel konferanslar vermek için yurtdışı gezilerine başlar, birçok ülkeyi ziyaret eder. Marie ülkesini de unutmaz ve Varşova’da bir radyum enstitüsünün kurulmasını sağlar.

Kendini bilimin ve insanlığın umutlu ışığına adamış Marie Sklodowska – Curie, 4 Temmuz 1934 günü tarihin kolektif hafızasında büyük bir iz bırakarak hayata gözlerini yumar.

Bilim ve Aydınlanma / SOL

Nazım, Münevver ve Iren...

Marie’nin Irène’den sonra ikinci asistanı ve kızının eşi olacak Frederic Joliot Curie 1925 yılında büyük aileye katılır. El ele insanlık adına yeni keşifler yapılacak, güncel toplumsal sorunlarla mücadele edilecek. Ve yapılanlar tüm dünyada yankılanmaya devam edecek...

Nazım ile Münevver’in mektuplaşmaları sırasında ajanslara bir haber düşer ve haber mektuba şöyle yansır:

“Iren Jolio Küri için ağladım bu akşam. Ne tuhaf, Iren deselerdi, Iren öldüğün zaman deselerdi, İstanbul'lu bir kadın hem de hiç tanımadığın, ağlayacak arkandan deselerdi, şaşardı. Kocası geldi aklıma, bir mektup yazsam, başsağlığı dilesem diye düşündüm. Adresini bilmiyorum ama Paris, Frederik Jolio Küri desem, gider miydi?”

Evet, muhtemelen mektup Frederic’in eline ulaşırdı. Çünkü Nazilere karşı direnişin başladığı yıllardan itibaren Paris'teki Direniş Cephesi öderliğini Frederic üstlenir. 1950'li yıllarda da Dünya Barış Konseyi’nin “nükleer silahların kullanılmamasına” yönelik başlattığı imza kampanyasında toplanan imzalar, Konsey Başkanı olan Frederic’e ulaştırılmaktadır. Dünyanın dört bir yanında 500 milyon imza Paris, Frederic Joliot Curie ismine gelmiştir.

İçte ve dışta neo-Abdülhamitçilik - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

Ufuk Ötesi okurları bilir, yıllardır iktidarın dış politikasını neo-Abdülhamitçilik olarak niteledik. Rusya’yla işbirliği yaparak kendisine alan açan, bunu ABD’yle pazarlığında kullanan, iki büyük kuvveti de AB’yle dengelemeye çalışan” bir siyaset bu…


Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit, benzer şekilde “büyük güçler dengesi” gözetmiş ve bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı toprak kaybetmişti…

Osmanlı topraklarının İttihat Terakki rejimi tarafından kaybedildiği propaganda edilir ama doğru değildir. Zira İttihat Terakki, II. Meşrutiyet’ten, yani 1908’den sonra iktidar olmuştur. II. Abdülhamit ise 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan II. Meşrutiyet’e kadar 1.6 milyon kilometrekare toprak kaybetmiştir.

Fransız Devrimi’nin milliyetçilik etkisinden başlayarak Osmanlı Devleti’nin sanayi devrimini yapamamasına ve tıkanan iktisadının toplumsal dinamizmi sınırlamasına kadar pek çok nedenle zaten o toprakların elde tutulması mümkün değildi. Elbette “doğru hatta geri çekilerek” I. Dünya Savaşı’nda daha az kayıplı sağlam bir mevzi tutulabilirdi…

Neyse, konumuz bu değil, tarihi süreçleri “keşke”lerle açıklamak da zaten bilimsel değil.

Padişaha RTÜK zırhı

Bu konuya şundan değiniyoruz: TELE1 TV Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, geçen günlerde canlı yayında II. Abdülhamit rejimini eleştirdi ve RTÜK Başkanı birkaç saat sonra TELE1 hakkında soruşturma başlattıklarını açıkladı!

Türkiye’de II. Abdülhamit’in eleştirilmesine bu set çekmeye çalışma çabası, dış politikada yaptığımız neo-Abdülhamit benzerliğinin, iç politikada da geçerli olduğunu gösteriyor…

RTÜK’ün, Merdan Yanardağ’ın Abdülhamit eleştirisi ve çağdaş ilahiyatçı Cemil Kılıç’ın Diyanet eleştirisi nedeniyle TELE1’e 5 gün kapatma ve para cezası vermesi, özetle Abdülhamit dönemi sansürcülüğünün güncel uygulamasıdır!

Yani iktidar, dış politikada olduğu gibi iç politika da neo-Abdülhamitçidir!

Devrim-karşıdevrim çatışması

Muhafazakârların ve siyasal İslamcıların II. Abdülhamitçiliği sıradan bir konu değildir. Abdülhamit’i savunmayı, İttihat Terakki devrimciliğinden başlayarak, onu içererek aşan Kemalist devrimciliğe karşı bir mücadele platformu olarak görürler…

Doğrudur; devrimcilik - karşıdevrimcilik çatışması fiiliyatta İttihat Terakki - Abdülhamit çatışmasıdır. Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı isyan eden İttihatçılar en sonunda onu tahtından indirmiş ve kapattığı Meclis’i yeniden açmıştır.

İşte bu mücadele sürmektedir: Cumhuriyet’i ve Kemalist Devrim’i kapatılması gereken bir parantez olarak nitelemeleri bundandır. Kapattıkları kurumları sıra sıra Abdülhamit, Hamit, Hamidiye isimleriyle açmalarından başlayarak TBMM’yi işlevsiz kılan başkanlık sistemine geçmelerine kadar hemen her politikaları bundandır.

Bu gerçeği görmeyerek kör İttihatçı düşmanlığı üzerinden AKP’ye yedek kuvvet olanların anlamadığı acı durum budur…

Mehmet Akif’in Abdülhamit’e bakışı

II. Abdülhamit’in “istibdat rejiminin” ne olduğunu şiirlerinde ve yazılarında en iyi resmedenlerin başında İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif gelmektedir…

Mehmet Akif, en hafifinden Abdülhamit’i Yıldız’daki baykuş diye, şeytanın ruhuna rahmet okutan melun diye, kızıl kâfir diye niteler…

Elbette siyasal İslamcılar açısından iyi bir dindar olan Mehmet Akif büyük oranda dokunulmazdır. Akif’e ve yazdıklarına karşı gelemedikleri için, onun sonradan bu fikrinden döndüğü yalanına başvurmuşlar, hatta onun adına Abdülhamit’e sahte övgü şiiri bile yazmışlardır! Yani “trollük” köklerinde var…

Ancak en kuvvetli sahtekârlıklar bile hakikatin üstünü örtemez, örtememiştir…

Tarihi kim yazacak?

İktidar açısından Abdülhamit’i savunmak ve ona eleştirilemez zırhı kazandırmaya çalışmak, kapsamlı bir politikadır ve doğrudan yeni rejim inşa hedefiyle ve o hedefe uygun yeni tarih yazımıyla ilgilidir…

TELE1 TV ve Halk TV’yi 5 gün kapatma kararları da, Cumhuriyet gazetesini kamu ilanlarını keserek cezalandırmaya çalışmaları da, OdaTV internet sitesini kapatmaları da, sosyal medyayı düzenleme adı altında muhalefetin sesini kesme çabaları da yeni bir tarih yapabilmeleri ve yazabilmeleri içindir…

Ancak yapamayacaklar! Tarihi elbette kazananlar ama “haklı olarak kazananlar” yapar!

Hem haklı değiller hem de kazanamayacaklar!

Tarihi özgürlükçüler yapacak ve yazacak!

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet