Nisan ayı işsizlik rakamları açıkladı - BİRGÜN

Türkiye İstatistik Kurumu Nisan ayında işsizliğin yüzde 12.8 olduğunu duyurdu.

TÜİK, nisan dönemine ait işsizlik rakamlarını açıkladı.

İşsizlik oranı yüzde 12,8 seviyesinde gerçekleşti

Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2020 yılı Nisan döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 427 bin kişi azalarak 3 milyon 775 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 0,2 puanlık azalış ile yüzde 12,8 seviyesinde gerçekleşti. Tarım dışı işsizlik oranı 0,1 puanlık azalış ile yüzde 14,9 oldu.

İstihdam edilenlerin sayısı 2020 yılı Nisan döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre 2 milyon 585 bin kişi azalarak 25 milyon 614 bin kişi, istihdam oranı ise 4,9 puanlık azalış ile yüzde 41,1 oldu.

Bu dönemde, istihdam edilenlerin sayısı tarım sektöründe 491 bin, sanayi sektöründe 209 bin, inşaat sektöründe 361 bin, hizmet sektöründe 1 milyon 524 bin kişi azaldı. İstihdam edilenlerin yüzde 17,5'i tarım, yüzde 20,9'u sanayi, yüzde 4,9'u inşaat, yüzde 56,7'si ise hizmet sektöründe yer aldı.

nisan-ayi-issizlik-rakamlari-acikladi-754923-1.

İŞGÜCÜNE KATILIM YÜZDE 47.2 OLDU

İşgücü 2020 yılı Nisan döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre 3 milyon 13 bin kişi azalarak 29 milyon 388 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 5,7 puanlık azalış ile yüzde 47,2 olarak gerçekleşti.

Nisan 2020 döneminde herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmadan çalışanların toplam çalışanlar içindeki payını gösteren kayıt dışı çalışanların oranı, bir önceki yılın aynı dönemine göre 5,5 puan azalarak yüzde 28,7 olarak gerçekleşti. Tarım dışı sektörde kayıt dışı çalışanların oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 5,8 puan azalarak yüzde 17,3 oldu.

15-64 yaş grubunda işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 0,2 puan azalışla yüzde 13,1, tarım dışı işsizlik oranı ise 0,1 puanlık azalışla yüzde 15,0 oldu. Bu yaş grubunda istihdam oranı 5,1 puanlık azalışla yüzde 45,5, işgücüne katılma oranı ise 6 puanlık azalışla yüzde 52,4 oldu.

15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 1,2 puanlık artışla yüzde 24,4, istihdam oranı ise 7 puan azalarak yüzde 26,1 oldu. Aynı dönemde işgücüne katılma oranı 8,6 puanlık azalışla yüzde 34,5 seviyesinde gerçekleşti. Ne eğitimde ne de istihdamda olanların oranı ise bir önceki yılın aynı dönemine göre 5,7 puanlık artışla yüzde 29,1 seviyesinde gerçekleşti.

nisan-ayi-issizlik-rakamlari-acikladi-754924-1.

Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı bir önceki döneme göre 0,7 puan artarak yüzde 13,8 oldu. İşsiz sayısı bir önceki döneme göre 76 bin kişi artarak 4 milyon 80 bin kişi olarak gerçekleşti.

Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı bir önceki döneme göre 1,6 puan azalarak yüzde 41,0 oldu. İstihdam edilenlerin sayısı 968 bin kişi azalarak 25 milyon 541 bin kişi olarak tahmin edildi.

nisan-ayi-issizlik-rakamlari-acikladi-754928-1.

Mevsim etkisinden arındırılmış işgücüne katılma oranı bir önceki döneme göre 1,5 puan azalarak yüzde 47,5 oldu. İşgücüne katılan sayısı 893 bin kişi azalarak 29 milyon 620 bin kişi olarak tahmin edildi.

Ekonomik faaliyete göre, mevsim etkilerinden arındırılmış istihdam, tarım sektöründe 34 bin kişi, sanayi sektöründe 164 bin kişi, inşaat sektöründe 123 bin kişi, hizmet sektöründe 647 bin kişi azaldı.

BİRGÜN

Korona sonrasında dünya: Hayalperest bir öneri - Korkut Boratav / SOL

Acemoğlu’nun tasarımı geleceği temizlemek özlemini içeriyor. Ama bugünkü bozuklukların kökenindeki katı çekirdeği, dünya sisteminin hegemonik, asimetrik ilişkilerini görmediği için de hayalperest kalıyor.

Daron Acemoğlu, Project Syndicate’te ilginç bir yazı yayımlamış (23 Haziran 2020). Başlığını, Büyük Borç Temizliği (“The Great Debt Cleanup”) olarak Türkçeleştirebiliriz.

“Yükselen ekonomiler”in 7,5 trilyon dolara ulaşan dış borçları, salgın nedeniyle daha da yükselecektir. Korona sonrasında bu borç yükü ödenebilecek mi? Ne yapmalı? Yazı, bu soruna yanıt arıyor. Türkiye’yi de kapsayan doğru, ama eksik tespitlerden hareket edip hayalperest bir öneriyle son buluyor. 

“Korona sonrası dünya…” tartışmalarını gözden geçiriyorum. Acemoğlu’nun yazısı da bu çerçeveye oturuyor. Değerlendirelim.

Doğru tespitler…

Yazı, şu soru ile başlıyor: “Uluslararası sermaye hareketleri, Güney coğrafyasında finansal kurumların gelişmesine  katkı yapmış; böylelikle yatırımları ve büyüme temposunu yükseltmiş midir?”

Bu soruyu olumlu yanıtlayan kimi finans çevreleri, kapsamlı “borç silme” operasyonlarına karşı çıkmaktadır. Uluslararası tahvil piyasalarının sağladığı “disiplini” zedeleyeceği için…

Acemoğlu, bu görüşe karşıdır. Aktarıyorum: “Uluslararası finansal akımların yatırımları ve büyümeyi desteklemesi değil, yükselen piyasalara çalkantı getirmesi daha olasıdır… Piyasa disiplininin, otokratları (‘autocrats’) ve popülistleri sermaye kaçışı tehdidi ile sınırlayacağı iddiası da yanlıştır. Uluslararası finans, otokratları frenlemek bir yana, onları desteklemektedir.

Acemoğlu finans kapitali neye dayanarak suçluyor? Baskıcı rejimlerin desteklenmesine ilişkin üç örnek vererek… 

Birinci örnek Güney Afrika ile ilgili: Bu ülkede “Başkan Zuma’nın hırsız (kleptokrat) hükümeti, ülkenin ekonomisini ve kurumlarını boşaltırken yabancı fon girişleri sürüyordu. Onu görevden uzaklaştıran, uluslararası piyasaların disiplini değil, kendi partisi (ANC) oldu.”

İkinci örnek, uluslararası finansın, yükselen piyasalarda yolsuzluğu beslemesiyle ilgilidir: Dev yatırım bankası Goldman Sachs, Malezya’da gerçekleşen 700 milyar dolarlık bir dolandırıcılığın suç ortağıdır.

Üçüncü örnek daha ayrıntılıdır, doğrudan doğruya Türkiye ile ilgilidir: “Erdoğan ülkesinin kurumlarına saldırınca, yatırımlar ve verim artışları geriledi; onu, yabancı yatırımcılar kurtardı. Para girişleri cari işlem açığını karşıladı; tökezleyen ekonomiye destek oldu. Erdoğan da bu sayede iktidarını pekiştirdi; parlamentoyu önemsizleştiren, mahkemeleri kendisine bağlayan bir başkanlık sistemi oluşturdu.” 

Acemoğlu, Türkiye’deki kötü gidişe, uluslararası piyasaların değil iç siyasetin son vereceğini düşünüyor ve geçen yıl büyük kentlerdeki belediye seçimlerini geleceğin habercisi olarak görüyor. 

Önemli eksikler

Daron Acemoğlu’nun, “uluslararası finans baskıcı rejimleri desteklemektedir” teşhisi doğrudur. Bu teşhisi desteklemek için verdiği üç örnek ise yetersizdir. 

Türkiye örneğine aşağıda değineceğim. Diğer iki örnek ise finans kapital / iç siyaset bağlantıları açısından temsilî değildir. Örnekleri değiştirirsek teşhisin de genişletilmesi gerekecektir. 

Bu lekeli sicile ilişkin en zengin örnekler Latin Amerika ile ilgilidir. Bu kıtayı 1973’ten itibaren finans kapitale sınırsız açan dönüşüm, bir dizi kanlı darbeyle başlatılmıştı. 

Demokrasiye dönüş, Latin Amerika’nın yarısında solcu (“pembe”) iktidarlara yol açtı. Birçoğu sonraki yıllarda, finans kapital, ABD devleti ve yerel burjuvazilerin ittifakına dayalı askerî/sivil darbelerle iktidardan uzaklaştırıldı. İki aşamalı bir sivil darbe sonunda on üç yıllık İşçi Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılması; faşist Bolsonaro’nun yönetime gelmesi son örnektir. Bu değişiklikleri, istisnasız her ülkede (finans sermayesinin kolektif iradesini yansıtan) borsaların coşkusu izledi.

Dünya sisteminin hegemonik gücü olan ABD’nin rolüne değindim. Sistemin üst-kurumlarını, başta IMF’yi dışlamak da imkânsızdır. Yıllar boyunca “Güney” hükümetlerine, sermaye hareketlerinde sınırsız serbestleşmeyi telkin etmekle kalmayan; bu adımı stand-by programlarının bir ön-koşulu yapan IMF değil midir?

Dolayısıyla Acemoğlu’nun “uluslararası finansın bugünlerdeki sicili anti-demokratiktir” teşhisi doğrudur; ama genişletilmesi  gerekir:

Finans kapital, çağdaş kapitalizmin ve emperyalizmin belirleyici bir öğesidir. Kapitalist dünya sisteminin hegemonik, asimetrik yapısı içinde herkesi, çevre ekonomilerini de etkilemekte; bu hegemonyaya uyum sağlamayan ülkelerde siyaseti anti-demokratik doğrultuda yönlendirmekte; bazen devlet gücü de kullanarak iktidar değişikliklerine katkı yapmaktadır.

Hayalperest bir borç silme tasarımı…

Korona dönemi ve sonrasının dış borçları için Acemoğlu’nun, basit, ancak uygulanması fiilen imkansız bir önerisi var. Aktarıyorum:

Bugünkü bozuk duruma son vermek için yozlaşmış rejimleri kapsamayan borç yapılandırma ve silme biçimlerini araştırmalıyız. Bunun için adil borç verme ilkelerini belirleyecek uluslararası, tarafsız bir kurum düşünülebilir.” 

Bu kurum, böylece, anti-demokratik, yozlaşmış hükümetleri peşinen cezalandıracaktır: “Borçlarınızı tümüyle ödeyeceksiniz!” 

Demokratik ülkelere ait borçlar ise ikiye ayrılıyor: Her ülkenin geçmişinde lekeli, karanlık dönemler olabilir. Bu dönemlerden devredilmiş “kirli borçlar” silinmelidir. Bunların silinmesi, finans sermaye için de ilerisi için uyarıcı olacaktır.

Geri kalan borçlar ise, zamana yayılarak yeniden yapılandırılabilir. Borç ödenmesinin ekonomik ve toplumsal yıkıma yol açabileceği bazı (herhalde en yoksul) ülkelerin borçları tümüyle silinebilir.

Gelelim Acemoğlu’nun değinmediği pratik sorunlara… 

Finans kapitali hizaya getirecek “uluslararası tarafsız kurum” nasıl oluşturulacak? İyimserliğin sınırı yoktur. “Uluslararası topluluk”, bir anlamda emperyalizmden hesap soracak yepyeni bir örgüt kuracak… Belki de var olanlara gidilir. En yakın aday Dünya Bankası’dır. Yıllardan beri Üçüncü Dünya’da yolsuzlukla mücadele konusunda çok deneyimlidir; ama Kamu-Özel Ortaklığı gibi kapkaççı kapitalizmi besleyen düzenlemelerin de mucididir. En azından ülkelere ilişkin siyasal gözlem birikimi zengindir. 

Dünya Bankası veya yepyeni bir Kurum… Görevlerinin başında borç silme uygulamalarından dışlanacak otokrat, yozlaşmış rejimleri tespit etmek yer alacak. Ülkeler (moda olan bir terimle) “demokrasi açığı” bakımından nasıl sınıflanacak? 

Sadece Türkiye’ye bakalım ve yanıtlamaya çalışalım.

Türkiye’nin kritik demokrasi açığı: Ne zaman aşıldı?

Önerdiği düzenlemeye göre Acemoğlu, bugünkü Türkiye’yi, “borç hafifletme uygulamalarında kabul edilebilir eşiği aşmış” bir ülke olarak görmektedir. 

AKP dönemi söz konusu olduğunda Türkiye, kritik “demokrasi açığı”na ne zaman ulaşmıştır? Yazıdaki ipucu, "Erdoğan’ın ülkesinin kurumlarına saldırısı” ifadesinde yer alıyor. Hangi kurumlar, hangi saldırı? İlk akla gelen TCMB özerkliğine saldırıdır. Neoliberal para politikalarını reddeden, 2017’den sonra olumsuz ekonomik sonuçlara yol açan bir dönem… 

Acemoğlu, “demokrasi açığını” neoliberal ekonomik ölçütlerin dışında da aramış olabilir. Yazıda yer alan “parlamentoyu önemsizleştiren, mahkemeleri kendisine bağlayan bir başkanlık sistemi” Türkiye için kritik eşiğin aşılması olarak yorumlanabilir. 2017 referandumu ile kesinleşen Anayasa değişikliği mi?

2017 son adım olabilir; ama 2010 Anayasa Referandumu’nun, bugünkü Başkanlık rejiminin ilk adımı olduğu, artık yaygın kabul görmektedir. 

Cumhuriyetçi çevreler daha köktencidir. Acemoğlu’nun katılacağını sanmam; ama onlara göre siyasal İslamcı bir programın demokrasiyle uzlaşması imkansızdır. Haklı olarak bu “rejim değiştirme” tasarımının 2007’deki Ergenekon kumpası ile açığa çıktığını; “demokrasi açığı” açısından kritik eşiğin en azından o tarihe taşınmasını önereceklerdir.

Bugünden geçmişe bakarak yanıtın ne kadar güç olacağını göstermeye çalıştım. Demokrasi kayıpları adım adım birikerek bugünkü ağır tabloyu oluşturmuştur. Sadece 2017’ye dönüş Türkiye’nin demokrasi sicilini aklayamaz.

Acemoğlu’nun tasarımı geleceği temizlemek özlemini içeriyor. Ama bugünkü bozuklukların kökenindeki katı çekirdeği, dünya sisteminin hegemonik, asimetrik ilişkilerini görmediği için de hayalperest kalıyor.

Korkut Boratav / SOL

AKP Türkiyesi’nden '10 Temmuz Dünya Hukuk Günü’ manzaraları…- SOL

Bugün Dünya 'Hukuk' Günü… AKP iktidarında yurttaşların sürekli olarak maruz kaldığı hukuksuzluklar, 10 Temmuz’un da bir kavga konusu haline gelmesine yol açarken, hukuksuz uygulamaların son hedefi savunma hakkının temsilcileri avukatlar ve barolar olmuş durumda. 10 Temmuz vesilesiyle AKP iktidarındaki hukuksuzlukların kısa bir dökümü hazırladık...

AKP iktidarının 2002 yılından bu yana en önemli özelliklerinden biri oldu hukuksuzluk. İktidara geldiği günden bu yana binlerce hukuksuz uygulamaya imza atan AKP, başta adalet olmak üzere, ekonomi, doğa, kültür ve daha nice başlıkta türlü hukuksuzluklara imza attı ve atmaya da devam ediyor.

Bu yıl 10 Temmuz’a büyük bir başka hukuksuzluk hazırlığıyla giriliyor.

Mahkemeleri ve yüksek yargıyı büyük oranda kendine yakın isimlere, cemaatlere ve tarikatlara teslim eden AKP, şimdi de savunma hakkını, avukatları ve baroları hedef alıyor.

Baroları bölen ve etkisizleştiren, kendi kontrolünde barolar yaratma hedefiyle hareket eden AKP, baroların tüm itirazları ve eylemlerine rağmen söz konusu düzenlemeyi Meclis gündemine getirdi ve madde madde kabul ettiriyor.

AKP iktidarındaki hukuksuzlukların son halkası olan bu düzenleme, AKP’nin iktidarı boyunca attığı diğer hukuksuzlukları da akıllara getiriyor…

İşte 10 Temmuz vesilesiyle kısa bir AKP hukuksuzlukları dökümü...

Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargah, Odatv, KCK…

AKP’nin Cemaat koalisyonunun devam ettiği sıralarda ülke gündemi davalar ve operasyonlarla belirleniyordu.

Cumhuriyetin tasfiyesi sürecine de denk gelen bu operasyonlara sahte, üretilmiş deliller ve “gizli tanıklar” damga vururken, bu operasyonlarda birçok muhalif tutuklanarak cezaevine konulmuş, o dönemde Erdoğan, bu operasyonu “temiz eller operasyonu” olarak tanımlamış ve kendisini davaların savcısı ilan etmişti.

Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargah, Odatv, KCK adıyla yapılan bu operasyonlar, AKP’nin Cemaat ile ortaklaşa imzasını taşıyordu.

12 Eylül referandumu

AKP’nin yüksek yargıyı ortağı Cemaat’e teslim ettiği tarih 12 Eylül 2010 referandumu olmuştu.

Bu referandumda Erdoğan’ın o dönemki ortağı Gülen, mezardaki insaları bile sandık başına çağırıyor, diğer yandan da Erdoğan, “hayır” diyenleri açık açık tehdit ediyordu.

AKP ile Cemaat ortak ürünü olan referandumda gerçekten de “ölülere bile oy kullandıran” ve türlü seçim usulsüzlüklerine imza atan iktidar, daha sonra yüksek yargıyı tamamen Cemaat’in kontrolüne bırakacaktı.

7 Şubat, MİT TIR’ları, 17-25 Aralık

Cemaat ortaklığıyla imza atılan Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargah, Odatv ve KCK gibi operasyonların ardından yüksek yargıyı Cemaat’e teslim eden AKP, bu hukuksuz adımları birlikte attığı Cemaat’le arasında “savaş” çıkınca da yine “hukuk” cephesinde karşı karşıya gelecekti ilk olarak.

Bu döneme 7 Şubat krizi, MİT TIR’ları, 17-25 Aralık gibi adımlar damga vururken, AKP’nin karşı yanıtı yüzlerce hakim ve savcıyı görevden almak oldu. Ancak görevden aldığı hakim ve savcının yerine göreve başlattığı isimlerin bile cemaatçi olduğunu gördü. Türkiye'de yargı baştan aşağı cemaat ve tarikatların oyuncağı haline getirilmişti.

‘Temizlik’ ve yargıdaki yeni tarikatlar

AKP’nin Cemaat’i yargıdan “temizleme” operasyonu sonrası yeni ittifakı bu kez başka tarikat ve cemaatler oldu. Bunlardan öne çıkanı Menzil tarikatı olurken, yargıda diğer cemaat ve tarikatlar da güç kazanmak için çeşitli adımlar atıyor.

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ü destekleyen Hakyolcular, Erdoğan'ın avukatlarının oluşturduğu 'İstanbul Grubu’ ve Pelikancılar da yargı içindeki güçlerden olurken, tüm bu kanatların çeşitli dönemlerde gerilim yaşadığı biliniyor.

Erdoğan'a yan bakan tutuklanıyor, mafyalara özel af düzenlemesi çıkıyor

Muhalif gazeteciler ve yurttaşlara yönelik cadı avı AKP iktidarının başından bu yana eksik olmazken, bu tutuklamalar son dönemde de aralıksız sürüyor. Meclis'te gündeme gelen bit MİT'çinin cenazesini haber yaptığı için 8 gazeteci tutuklanırken, Erdoğan'a hakaret iddiasıyla da yüzlerce yurttaş cezaevinde bulunuyor.

Tablo böyleyken Bahçeli'nin isteği üzerine bir çete liderine özel af düzenlemesi çıkarılırken, bu düzenlemeden yararlanan kadın katilleri de dışarı çıkarak kaldıkları yerden saldırılarına devam ediyor. Aynı düzenlemeden muhalif gazetecilerin yararlanmaması için ise son dakika düzenlemeleri çıkarılıyor.

Türkiye "10 Temmuz Dünya Hukuk Günü"nü bu özet tabloyla karşılıyor.

SOL

TARGEV Başkanı Sami Doğan: Tarımda çok acil planlı döneme geçilmeli - Miyase İlknur/Cumhuriyet

Covid-19 sürecinde dünyada tarım ürünleri ve suyun stratejik ürünler olduğu gerçeğinin bir kez daha görüldüğüne dikkat çeken Sami Doğan, planlı tarım politikaları uygulandığı dönemde kendi kendine yeter durumda olan Türkiye’nin, Özal’la başlayan, üreticiyi terbiye eden ithalat serüveni nedeniyle dışa bağımlı hale geldiğini belirtti. TARGEV Başkanı Sami Doğan, AKP döneminde de tarım Kanunu’nda tarım desteklerinin GSMH’nin en az yüzde 1’ i oranında olması hükmü bulunmasına rağmen 13 yıldır kanun hükmünün uygulanmadığını belirtti. Doğan, “İklim değişikliği senaryoları da göz önüne alınarak kısa, orta ve uzun dönemde tarımsal üretimi artırma yönünde planlama politikaları belirlenmeli" dedi.

Temelleri Cumhuriyetin kuruluş yıllarında atılan “Milli Tarım Politikası”nın Özallı yıllardan başlayarak terk edilmesinin sonucu olarak dışa bağımlı hale gelen ve tarımda kendi kendine yeten ülke konumunu kaybeden Türkiye’nin tarım politikasının yeniden revize edilmesi son günlerin en çok tartışılan konularından biri.

Dünyayı sarsan pandemi sürecinde pek çok ülkenin tarım ürünleri ihracatını kıstığı ve tarımda üretimi artırıcı politikaları masaya yatırdığı bu dönemde liberal ekenomiye geçiyle birlikte dışa bağımlı hale gelen Türk tarımının sorunlarını ve yeniden kendi kendine yeter duruma gelmesi konusunda atılması gereken adımları eski Ziraat Odası başkanlarından ve halen Tarımsal Gelişme Eğitim ve Sosyal Dayanışma Vakfı (TARGEV) Başkanı Sami Doğan’la konuştuk.

- Pandemi sonrasında tüm dünyada stratejik önemi haiz olduğu ortak kabul gören tarım bizde de tartışılıyor. Türkiye bir zamanlar kendi kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Hangi yanlış politikalar bizi bu hale getirdi?

Tarım, 83 milyon insanın beslenme gereksinmesini sağlaması, giderek payı azalmasına rağmen milli gelire, istihdama ve ihracata dolaylı ya da doğrudan katkı sağlaması ve sanayinin hammade ihtiyacını karşılaması gibi rolleri dikkate alındığında ülkemiz için çok önemli bir sektördür. Tahıl, tütün, pamuk ambarı olan Anadolu ne yazık ki artık bu ürünleri ithal eder hale gelmiştir.

Üretimin planlanması, yüksek girdi maliyetleri nedeniyle üretim yapmakta zorlanan çiftçinin tarımsal ürünleri üreticilerden satın alıp bir ölçüde pazar garantisi sağlayan kurum ve kuruluşlar Özal hükümetleri döneminde bilinçli olarak zarar ettirilerek, yok pahasına satılmıştır. Bu dönemde TSEK, YEM SANAYİ, EBK, plansız bir şekilde özelleştirilmiş, bunlara AKP hükümetleri döneminde de TZDK, Şeker Fabrikaları ve TEKEL eklenmiştir.

Diğer taraftan 5 Nisan 1994 Ekonomik tedbirleriyle, özellikle 90’ların ikinci yarısından sonra ürün alımlarında görevli Tariş, Antbirlik, Çukobirlik, Trakyabirlik, Fiskobirlik ve Taskobirlik gibi Tarım satış kooperatifleri birliklerine destekleme alım görevleri verilmediğinden devlet desteğinden yoksun kalmış ve piyasaları düzenleme görevlerini yapma olanakları ortadan kalkmıştır. Öte yandan kısmi özerkleşmeye karşın günümüzde olduğu gibi hükümetlerin yıllardır bu kooperatiflerin yönetimlerine müdahalesi sürmektedir.

TMO ve ÇAYKUR gibi kuruluşlar da özerk olmadıklarından popülist politikalardan ötürü verimli çalıştırılamamış ve tarımsal desteklemede günümüzde görevini yapamaz duruma getirilmişlerdir. Dolayısıyla ülkemizde ihmal edilen ve tutarlı tarım politikalarıyla desteklenmeyen tarım, en kötü durumda olan sektör haline gelmiştir. AKP döneminde de tarım kanununda tarım desteklerinin GSMH’nin en az yüzde 1’i oranında olması hükmü bulunmasına rağmen 13 yıldır kanun hükmü uygulanmıyor.

- Pandemi sonrasında bütün ülkeler gibi Türkiye de sanırım dersini aldı ve ithalatçı politikalara son verdi gibi. Bundan sonra ne yapmalı. Özellikle meyve sebze ve hububat üretiminde.

Risk ve belirsizliklere karşı üreticileri koruyacak daha rasyonel model olan Gelir Garanti Sistemi uygulamaya konmalı. Gıda arzının güvencesi için zorunlu buğday, bitkisel yağ, şekerpancarı et ve süt gibi ürünlerin üretimi artırılarak iç talep, yerli üretimle karşılanmalı ve zorunlu olmadıkça ithal edilmemeli. Dış piyasalarda rekabet üstünlüğümüz olan meyve, sebze ve kesme çiçek ile istihdama katkıda bulunacak katma değeri yüksek ürünlerin üretimi teşvik edilmeli. Sıfır faizli kredi desteği genişletilerek devam etmeli, sıfır kredi sağlayan Ziraat Bankası yanında Türkiye genelinde diğer ticari bankaların da sistem içerisine girmesi sağlanmalı.

Tarım sektörüne verilecek destek ve teşvikler 5 yıllık dönemleri kapsamalı, destek ve teşvik miktarları üreticinin planlama yapabilmesi için önceden açıklanmalı.

Tarım işletmelerinin büyük bir kısmı rasyonel üretim faaliyetlerine imkân tanımayacak şekilde küçük ve çok parçalı. İşletme ölçeklerinin geliştirilmesi için gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. Arazi pazarı geliştirilerek Arazi Ofisi Birimi kurulmalı.

EŞGÜDÜM ŞART

Agroekolojik bölgelere bağlı ürün desenlerinin belirlenmesi. Demokratik üretici örgütlenmesi desteklenmelidir. Tarımsal sanayilerin gelişmesi için uygun hammadde ve finansman imkânları sağlanmalı.

- Tarım sektöründe uzun vadeli politika ve stratejilerin belirlenerek sürdürülebilir üretimin yapılabilmesi için başta parsel tanıtım bilgileri olmak üzere, toprakların verim kabiliyetlerini, hangi ürünlerin ekildiğini, kullanılan girdileri ve diğer bilgilerin bulunduğu ve kayıt altına alındığı Tarım Bilgi Sistemi oluşturulmalı.

- Tarım ve Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ziraat Mühendisleri Odası, STK lar ve belediyeler eşgüdüm içinde çalışarak Arazi Kullanım Planları hazırlamalı. Şehir ve çevre planları, Arazi kullanım Planlarına göre yapılmalı.

ETİ HER KESİMİN SOFRASINA GETİRMEK MÜMKÜN

- Meralar azaldı ve bir de üstüne vergi geldi. Ucuz ete ulaşmak artık imkânsız mı ?

- Hayvancılığın geliştirilmesinde engel teşkil eden ve meraların yok olmasına neden olacak Büyükşehir Belediye Kanunu mutlaka yeniden düzenlenmeli.

- Hayvancılık işletmelerinin geçimlik düzeyden kurtarılarak, ekonomik işletmeler haline getirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda işletmelerin damızlık üretim yapmaları desteklenmeli. 4 Sığır popülasyonundaki kültür ve melez hayvan oranlarının en az yüzde 90 düzeyine getirilmesi gerekmektedir.

- Çiftçi ve yetiştiricilerin ihtiyaç duydukları krediyi yeterli miktarda ve istediği zamanda alabilmesini sağlayacak çiftçi bankası veya tarım bankası kurulmalı.

- Bitkisel ve hayvansal ürünlerde fiyatların etkileyen en önemli kalem üretim girdileridir. Özellikle kimyevi gübre ve karma yemde tedarik ve fiyatlandırılmasında devlet müdahalesinin gerekli olduğu anlaşılıyor.

- Aile çiftçiliği özendirilerek, ailelerin üretime katılması sağlanmalı. Otuz beş yaş altı insanların tarımsal üretime katılması için gereklidir. Ayrıca 35 yaş altında olup tarım sektöründe çalışan kadın ve erkeklerin sosyal güvenlik - sağlık ve emeklilik- primleri devlet tarafından ödenmeli.

- Bunlar uzun dönem içen yapılması gerekenler. Acil eylem planı olarak yapılması gerekenler neler?

- Covid -19 salgınının dolar kurunu yükseltmesi nedeniyle, üretim açığı olan ürünlerin, sanayi yemi girdileri ve gübre başta olmak üzere ithalata bağımlı girdilerin teminini sağlamak için, bu ürünlerde maliyet düşürücü etkin ticaret politikalarının uygunması.

- 2020 yılı mart ayı başından itibaren hızla artan döviz fiyatları dikkate alınarak, tarımsal girdi fiyatlarındaki KDV’nin yüzde 1’e düşürülerek girdi fiyatlarının sabit tutulmasına özen gösterip ürün maliyetlerinin makul bir seviyede tutulmasının sağlanması şart.

- 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı kanununda da gerekli değişiklikleri yapılarak amacı ne olursa olsun kesinlikle Mutlak Tarım Arazilerinin amaç dışı kullanımına izin verilmeyerek tarım arazilerinin korunması ve Covid -19 salgınını fırsat bilerek, Türkiye genelinde arazi kullanım planlaması yapılarak, ürün çeşitliliği ve üretimin sürekliliğini sağlayan tarımsal üretim planlamasına geçişi sağlayacak Tarım Parselleri oluşturacak toplulaştırma çalışmalarına ivedilikle geçilmesi gerekiyor.

- Mevcut tarım alanlarında kuraklığa dayanıklı bitki tür ve çeşitlerinin geliştirilmesi, ekim teknikleri ve toprak kullanım yönetimine yönelik araştırma çalışmalarına hemen başlanılmalı ve üniversite ve Tarım Bakanlığı’nda iklim değişikliği ile ilgili bağımsız birim oluşturulmalı.

- Bitki su tüketim ilişkileri dikkate alınarak sulamanın yapılması ve bilinçsiz su tüketiminin önüne geçilmesi gerekmektedir. Su havzaları ve su kaynakları korunarak, doğal yaşamı tehdit eden HES’ler durdurulmalı ve suyun ticarileştirilmesi engellenmeli.

TARIM, 35 YAŞ ALTI İÇİN CAZİP HALE GETİRİLMELİ

Tarımsal pazarlama ve piyasa mekanizmalarının güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda yasa çıkmasına rağmen bugüne kadar hiçbir faaliyeti olmayan vadeli işlemler piyasasının yani lisanslı depoculuğun mutlaka yaşama geçirilmesi gerekiyor.

AB ve DTÖ politika ve kriterleri dikkate alınarak destekleme araçlarının yeniden belirlenmesi ve müdahale ve destekleme işlevlerini yapabilecek şekilde Tarımsal Destekleme Kurumunun oluşturması. Tarım satış kooperatif birliklerine geçmişte olduğu gibi yeniden destekleme alım görevleri verilmelidir, TMO, ET ve SÜT Kurumu bu amaca uygun olarak geliştirilmeli.

Özellikle 2002 yılından sonra uygulanan destekleme politikalarında düzensizlik ve politikasızlık hâkim olduğu için üretici geleceğe yönelik plan yapamıyor. Sürekli değişiklikler üreticiyi üretimden koparıyor ve yapılan ödemelerde hem miktar az hem de zamansız. Bu nedenle tarımsal üretimi teşvik ve yönlendirici olamıyor. Aile çiftçiliği özendirilerek, ailelerin üretime katılması sağlanmalı. Bu özellikle 35 yaş altı insanların tarımsal üretime katılması için gerekli. Ayrıca 35 yaş altında olup tarım sektöründe çalışan kadın ve erkeklerin sosyal güvenlik primleri devlet tarafından ödenmeli.

Miyase İlknur/Cumhuriyet

Elektrikte şirketlere yüzde 62 indirim yapıldı, halka yansıtılmadı - SOL

EÜAŞ'ın dağıtım ve tedarik şirketlerine yıl başından beri yaptığı indirim oranı yüzde 62'ye ulaştı. Elektrik Mühendisleri Odası şirketler için böyle bir indirim yapılabiliyorken, halkın gözardı edilmesinin kamu yararı ilkesiyle bağdaşmadığını duyurdu.

Elektrik Üretim A.Ş.'nin dağıtım ve tedarik şirketlerine toptan satış birim fiyatlarında 2020 başından beri yaptığı indirim oranı yüzde 62'ye ulaştı.

Elektrik Mühendisleri Odası sözkonusu indirimlerin halka yansıtılmamasına tepki göstererek bu durumun kamu yararı ilkesiyle bağdaşmadığını açıkladı.

Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu'nca yapılan açıklamada "Şirketler için indirim yapılırken bu indirim vatandaşa yansıtılmamakta, 'elektriğe zam yapılmayacağını' müjde olarak sunan Bakanlık ikili politikalar izlemektedir. Kamu eliyle elektrik şirketleri sübvanse edilmekte, elektriği daha ucuza alan şirketler kârlarını artırmakta, milyarlarca dolara ulaşan borçlarını da bir anlamda kamu üstlenmektedir. Bugün yaşadığımız durumun ciddiyetinin anlaşılamadığını gösteren halktan ve toplumdan uzak bu yaklaşım, yurttaşın değil, elektrik şirketlerinin çıkarlarının korunduğunu açıkça ortaya koymaktadır" denildi.

"Şirketlere indirim var halka yok" başlıklı bir açıklama yapan Elektrik Mühendisleri Odası "EÜAŞ,  dağıtım ve tedarik şirketlerine yaptığı elektrik enerjisi toptan satış  birim fiyatlarında 2020'nin başından bu yana yüzde 62 oranında indirim yaparak, 1 Temmuz'dan itibaren 13,20 kr/kWh bedel belirledi" dedi.

Açıklamada Elektrik Üretim A.Ş.'nin (EÜAŞ) toptan satış tarifesinin Ekim-Aralık 2019 döneminde 34,86 kr/kWh iken, Ocak 2020'de 27,56 kr/kWh'e, Nisan 2020`de 22,83 kr/kWh'e indirildiği ve 1 Temmuz 2020'den itibaren de 13,20 kr/kWh olarak belirlendiği kaydedildi.

Sonuç olarak 2020`nin başından bu yana tarifede yapılan indirim oranının yüzde 62'ye ulaştığına ve bu indirimlerin Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) kararlarıyla tüketiciye yansıtılmadığına dikkat çeken Odadan yapılan açıklamada şu bilgilere yer verildi:

  • "Dağıtım şirketlerinin içinde bulunduğu ekonomik krize çözüm bu yöntemle bulunmuş görünmektedir. EÜAŞ'ın satışını yaptığı elektrik bedelleri indirilerek dağıtım şirketlerine  kar transferi sağlanmaktadır.
  • EÜAŞ'ın 2019 yılsonu itibarıyla toplam üretimi 59,3 Milyar kWh`dir. Önemli ölçüde amortismanları tamamlanmış olan bu işletmelerin üretim maliyetleri minimize olmuştur.
  • EÜAŞ kendi üretimi dışında, Yap-İşlet ve Yap-İşlet-Devret santrallarından, işletme hakkı devir santrallarından, yerli kömür yakıtlı santrallarından ve borsadan Enerji Piyasaları İşletme A.Ş. (EPİAŞ) üzerinden toplam 52.9 Milyar kWh elektrik enerjisi satın almıştır.
  • EÜAŞ kendi üretimiyle birlikte toplam 111.068.885 MWh enerji satışı yapmıştır.
  • EPİAŞ'tan satın alınan ve geri satışı yapılan elektrik enerjisi dışında tutulursa, Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) kayıpları ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) tüketimleri düşülürse, dağıtım şirketlerine ve elektrik perakende satış şirketlerine yapılan  satış toplamı 92.8 Milyar kWh'dir. Satışının yüzde 85'i bu iki gruba yapılmaktadır.
  • EÜAŞ Elektrik Piyasası Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği kapsamında yaptığı faaliyetleriyle fiyatları paçallayarak kamu yararına faaliyet yürütmektedir. Ancak uygulama bu şekilde yapılmamıştır.
  • Yılbaşından yana, bir yandan EÜAŞ tarafından, dağıtım şirketlerine ve tedarik şirketlerine yapılan satışlarda uygulanan fiyat sürekli aşağıya çekilirken, diğer yandan YEKDEM fiyatları yükseltilmiştir.
  • EPDK tarafından onaylanan ve 1 Temmuz 2020 tarihinden itibaren uygulanan elektrik tarifeleri, dağıtım bedeli dahil sanayi için 65,69 kr/kWh; ticarethaneler için 75,70 kr/kWh; meskenler 57,28 kr/kWh; şehit aileleri ve muharip malul gaziler için 27,47 kr/kWh; tarımsal sulama için 66,62 kr/kWh ve aydınlatma için 70,21 kr/kWh iken, EÜAŞ`ın dağıtım şirketlerine teknik ve teknik olmayan kayıp enerji satışları ile görevli tedarik şirketlerine elektriği 13,20 kr/kWh bedelle veriyor olması garip bir tezat oluşturmaktadır."

Koronavirüs salgını nedeniyle yurttaşların ekonomik açıdan büyük zorluklar yaşadığı bir dönemde, şirketler için böyle bir indirim yapılabiliyorken, halkın gözardı edilmesinin kamu yararı ilkesiyle bağdaşmadığının vurgulandığı açıklamada şöyle denildi:

'Kamu kaynakları sermaye için değil halkın yararına kullanılmalı'

  • "Bilindiği üzere Türkiye`nin tamamına yayılan salgın hastalık tehlikesi nedeniyle ülke çapında küçük ve orta ölçekli işletmeler büyük ölçüde tasfiye olmuş, yurttaşlar geçim kaynağını kaybetmiş, bir yandan sağlıkları için endişe ederken, diğer yandan maddi zorluklarla boğuşmak durumunda kalmışlardır.
  • Halkın sorunlarına çözüm üretmesini beklediği siyasi iktidar ise bırakın indirimi ya da faturaları ötelemeyi, "kıyasen fatura" gibi yöntemler peşine düşmüş ancak tepki üzerine geri adım atmıştır.
  • Şirketler için indirim yapılırken bu indirim vatandaşa yansıtılmamakta, 'elektriğe zam yapılmayacağını' müjde olarak sunan Bakanlık ikili politikalar izlemektedir. Kamu eliyle elektrik şirketleri sübvanse edilmekte, elektriği daha ucuza alan şirketler kârlarını artırmakta, milyarlarca dolara ulaşan borçlarını da bir anlamda kamu üstlenmektedir. Bugün yaşadığımız durumun ciddiyetinin anlaşılamadığını gösteren halktan ve toplumdan uzak bu yaklaşım, yurttaşın değil, elektrik şirketlerinin çıkarlarının korunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
  • Elektrik Mühendisleri Odası`nın (EMO) tüm itirazlarına rağmen bugüne dek enerji santrallarına satın alma garantileri verilmesi uygulamaları sürdürülmüş ve gerçekçi verilere dayanmadan yapılan plansız yatırımlar nedeniyle elektrik üretiminde arz fazlası meydana gelmiştir. Türkiye, sorunları çözmekten ziyade, soruna sorun katan, sorunu büyüten ve bu sorunlardan kendisine yeni imkanlar yaratmaya çalışan bir anlayışla yönetilmeye çalışılmaktadır.
  • Kamu kaynaklarının, sermaye çevreleri için değil, zor durumdaki halkın yararı için kullanılması gerektiğinin altını bir kez daha çiziyor, söz konusu indirimin tüm tüketicilerin faturalarına yansıtılmasını istiyoruz."
SOL

‘Z kuşağı’ ve ‘kapitalist gerçekçilik’ - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Bir klip “dislike” rekoru kırdı; “#oymoyyok” sinirleri bozdu. “Sosyal medyayı kapatacağız” korkuttu. Ancak “Z kuşağı” vardı, 2023 seçimlerinde bizi vakitlerden kurtaracaktı. Böylece “Z kuşağı”, bugün ilerlemeye devam eden “mevzi savaşı” içinde muhalefetin biteviye gerilemesinin getirdiği ağrılara katlanmayı kolaylaştıracak bir “fantezi” konumuna yükselmeye başladı.

‘Baby boomers’, ‘X,Y, Z’

Reklamcılık ve pazarlama sektörleri açısından 1980’lerden bu yana giderek önem kazanan “X, Y, Z kuşakları”, kapitalizmin 1970’lerde başlayan, kendini bir “talep yetersizliği” sorunu olarak da dışavuran yapısal kriziyle bağlantılı kavramlardır. Krizin içinde kitlesel işçi sınıfı, onun ücret ilişkisine dayanan homojen piyasalar, hızla dağılıyor, “kapitalizmin ruhu” değişiyor, reklamcılık sektörü “68 isyanının” sloganlarını ediniyor, kapitalizmin eskiyen biçimlerini bunlarla yıkarken (liberaller bu sayede özgürlükçü taklidi yapabildiler) yeni biçimlerini de bunlarla satıyordu.

Gençlik” de yeni bir piyasa ve yeni bir meta olarak önem kazandı. Advertising Age, Mac Kinsey and Company benzeri araştırma şirketleri tarafından birkaç yılda bir “gençlik”, tüketim eğilimleri açısından “X, Y, Z” kuşakları olarak yeniden tanımlanıyordu. Reklamcılık sektörü gençlere, metaları bu tanımları göz önüne alarak, yaşlanan kuşaklara da biteviye gençliklerini anımsatarak “pazarlamaya” çalışıyordu. Böylece iki yeni piyasa oluştu: Sık sık yenilenen bir gençlik piyasası ve sürekli genişleyen bir borçlandırma makinesine bağlanmış gençlik kültüne tutkun “yaşlanma korkusu” piyasası.

Bu “kuşak” analizleri “kapitalist gerçekçi” (kapitalist toplumun kalıcılığını veri alan) bir bakış açısıyla yapılıyor, bu “gerçekçilik” içinde, reklam kampanyaları kapitalizme gerekli öznellikleri üretiyordu.

Buradan hareketle denebilir ki bu “kuşak” tanımlamaları “kapitalist gerçekçilikten” kurtulmak isteyenler açısından, en azından yararsız, gerçekteyse “teorik gramerlerinin” tutarlılığını bozacak zararlı pratiklerdir.

Aslında bir ‘Z kuşağı’ var mı?

Bu “Z kuşağını” tanımlamaya çalışanlar, ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, kentlerden kentlere, hatta mahallelerden mahallelere değişen önemli farklara dikkat çekiyorlar. Gelir, eğitim düzeyleri, sınıfsal konumlar da önemli. “Z kuşağının” adalet, özgürlük arzularına, etik tutumlarına gelince, farklı tarihsel kültürel zemine (kapitalizmlere) sahip ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında, bu adalet, özgürlük etik kavramlarının içi farklı biçimde doldurulacağından bunlar da bir “Z Kuşağı” tanımlamaya yetmiyor.

Sanırım geriye bu “kuşağı” organlarına bağlayarak tüketmeye hazırlanan kâr makinesinin gözünün gördükleri kalıyor: Dijital teknolojiler, akıllı telefonlar, sosyal medya olmayan bir dünya bilmiyorlar; realiteyle dijital teknolojiler aracılığıyla ilişki kuruyorlar, ortalama dikkat yoğunlaştırma süreleri 12 ila 8 saniye dolayında. Öyleyse bunlara metalar kısa sloganlar ve imajlar ile dijital platformlar aracılığıyla ulaşmalıdır (memler, emojiler, GIF’ler önemlidir). Bu saptamalar doğruysa, “Z kuşağı”, her biri kısa sloganlardan, imajlardan oluşan bir dijital (Peter Sloterdijk’ın bir kavramını alırsak) “küre” içinde yaşayan gençlerden oluşuyor.

Kimi analistler, belki “Gezi olayı”nı düşünerek bu kuşağın büyük bir direniş potansiyeline sahip olduğuna inanıyorlar. İçinde yukarıda değinilen farklılıkları taşıyan bir “kuşak” neye karşı, nasıl direnecek? Dünyanın gittikçe karmaşıklaşan, türlü fantezilerle gizlenen sorunlarını anlamak, değiştirmeye başlamak için gereken kavramsal alet çantasını, teorik modelleri nasıl edinecek? Eğer meta satmıyorsak, önemli olan birilerinin “onları” anlaması değil, “onların” kendilerini anlamalarıdır. Çünkü bugünü “gençlik” bugün “yapacaktır”. Yarın, yeni bir gençliğindir.

Kapitalist devletin, 200 yıldır biçimi, rejimleri birçok kez değişti ama özü değişmedi. Siyasi faaliyetin özü de... Esas araştırılması gereken “kuşaklar” değil, yeni sınıf şekillenmelerinin, fiziki ve simgesel üretim araçlarının, ideolojilerin, genel olarak çalışanlar, özel olarak da “gençlik” üzerindeki etkileridir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Bizim İslamcılar neden ağlıyor? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Ağlamaktan sevinç duyacağına sevinçten ağla” diyor Shakespeare. Bizdeki İslamcılar ise ağlamaktan sevinç duyuyor. Kendi tırnaklarını dibinden kesse, onun sızısıyla karşısındakinin tırnaklarını söküyor. Fethullah Gülen; Sızıntı’nın birinci sayısına “ağlayan çocuk” fotoğrafı koydu, Pensilvanya’daki çiftliğinde “Kestane pazarındaki kulübem” diye söze başlayıp ağladı, sonunda bütün ülkeyi yaptıklarıyla ağlattı. Erdoğan; koltuk takımlı, bulaşık makineli, iş gören yardımcılı lüks koğuşta 4 ay hapis yattı, 20 yıldır o günleri hatırlatıp ağladı, karşı ses çıkaranı ise yıllarca zindanlarda çürüttü. Dünden bir “mağduriyet” hikâyesi bulup bugün gözyaşlarıyla zulmetmek bizdeki İslamcıların sıradan eylemi sanki.

Televizyonu açıyorum. Her zamanki gibi bağıran adamların sesi duyuluyor. Bir tanesi, bugün ne kadar doğru işler yapıldığını anlatmak için “annemiz orduevine giremiyordu” diyor. Eski dönem Türkiyesi’nin alışılmış eleştirisini yapıyor.

Eleştiren askere orduevi yasağı

Önümde son yıllarda üniformasını kaybetmiş iki askerin kitapları var.

Biri Ali Türkşen’in. Yıllarını AKP iktidarı destekli FETÖ kumpaslarıyla hapiste geçiren Türkşen, geçen günlerde “Asla Vazgeçme Asla” isimli kitabını çıkardı. Hapisten çıktığında neler hissettiğini anlattığı bölümü açıyorum:

Cezaevinde geçirdiğim süre içerisinde dönemin komuta kademesine karşı derin bir hayal kırıklığı yaşamıştım. (...) Üzgündüm, kırgındım, kızgındım. Birçoğunun FETÖ’cü olduğunu tahmin ettiğim sözde silah arkadaşlarımız terfi ettirilirken onay veren, bizlere de üvey evlat muamelesi yapan birçoklarıyla aynı çatı altında olmak istemiyordum. (...) Dönemin Genelkurmay Başkanı hapisten çıkar çıkmaz başlamak üzere orduevlerine giriş yasağı koymuştu.”

Türkşen, henüz cezaevinde iken OdaTV’de yazı yazmaya başlamıştı. Kumpaslar döneminde “elimizden bir şey gelmiyor” diyen komutanlarının, FETÖ ilişkileri bilinenleri terfi ettirmesini, onlar aleyhindeki soruşturmalara duvar örmesini eleştiriyordu. Orduevi yasağının sebebi buydu.

Ali Türkşen’e son durumu sordum. Cezaevinden çıkınca, 2014 yılında, Necdet Özel’in kararıyla, 3 yıl orduevlerine giriş yasağı almıştı. Özel’in çizgisini sürdüren Hulusi Akar hakkında da benzer eleştirilerde bulununca yasağın uzatıldığını söyledi.

Darbe öngörüsüne orduevi yasağı

Önümdeki ikinci kitap yine yıllarını kumpasla hapiste geçiren Mustafa Önsel’e ait. Yeni çıkan “Bellek” kitabı, Önsel’in OdaTV’deki yakın dönem analizlerinin derlemesini içeriyor. Önsel’in 15 Temmuz darbesinden sadece 5 ay önceki, 8 Şubat 2016 yazısının başlığı şöyle: “Cemaatçi cunta darbeye mi hazırlanıyor”.

Darbe öngörülerine rağmen komuta kademesinin üç maymunu oynamasına Önsel’in isyan ettiğini kitabın devamında görüyorsunuz. 20 Şubat 2016’da, Önsel’in yazdığı yazının başlığı şöyle: “Hulusi Akar’a çağrı: Yırt o gömleği”. Önsel; Akar’ın FETÖ karşısında etkisiz tavrını, kumpasların kritik isimlerinin Akar’ın en yakınından çıkmasını, FETÖ medyasında Akar’ın duruşunu öven ifadeleri eleştirdikten sonra şunları yazmış:

Gelin geçmişin üzerine bir sünger çekelim. ‘Birilerinin’ size biçtiği gömleği yırtın! Milli orduyu, bir ihanet şebekesinin altına sokmaya çalışan ve bu anlamda oldukça mesafe kat eden bu kanserli yapıyı bünyeden sökün atın!”

Önsel, darbeden sadece 5 ay önce, Hulusi Akar’a, FETÖ’nün biçtiği o gömleği yırtmasını önerdi de “peki, sonra ne oldu” diyorum. Yazının dipnotu dikkatimi çekiyor:

“Bu yazı üzerine mevcut Genelkurmay Başkanı’nın emriyle, gerekçesiz bir şekilde askeri tesislere girişim yasaklandı. Yangını işaret etmiştik. Ama hortumu tutan suyu bize sıkıyordu.

Doğru anladınız, onun da 15 Temmuz öncesinde Hulusi Akar’a darbe uyarıları yaptığı için orduevlerine girişi yasaklanmıştı.

Eşlere de yasak geldi

TSK’de yaşanan sürece isyan ederek istifasını veren Türker Ertürk’ün durumu da farklı değil. Onun da orduevlerine girişinin uzun süre yasaklı olduğunu biliyordum. Kitaplarda yazanlardan sonra arayıp sorduğumda anlattı. Kumpas esiri askerler için düzenlenen Sessiz Çığlık eylemlerine katılmış ve o dönemki komuta kademesini sert bir dille eleştirmişti. Bunun üzerine o da orduevi yasaklısı olmaktan kurtulamamıştı. Bugün neyse ki yasağı kalkmıştı.

Keşke sadece bu kadar olsaydı. 14 yaşındaki kızı üzerinden iğrenç bir şekilde hedef alınan Nusret Güner’den, FETÖ kumpaslarına karşı yazankonuşan Naci Beştepe’ye, kumpas dönemlerinde FETÖ’ye karşı açıklamalarıyla öne çıkan eski generaller Osman Özbek’ten Yaşar Müjdeci’ye kadar onlarca kişilik uzun bir liste önümüze çıkıyor.

Sadece askerler de değil...

Kumpasa uğrayan eşlerini savunmak için Vardiya Bizde Platformu’nu kurup eylemler yapan komutan eşlerinin bazılarına da orduevi yasağı konduğu görülüyor.

AYM, Genelkurmay’ı mahkûm etti

Çocuk yaşta üniformasını giydiği orduya hizmet edenlerin sadece görüşlerini söylediği için orduevine alınmaması yargıya da taşındı. Harbiye 79’lular Derneği’nin başkanlığını yapan emekli Albay Hüsnü Şimşek, Necdet Özel’in Balyoz kumpasına dair açıklamasını eleştirdiği için orduevi yasaklısı olmuştu. Şimşek 2013’ten 2018’e kadar, yani 5 yıl süren hukuk serüvenini sonunda kazandı. Anayasa Mahkemesi, Şimşek’in sözlerinin “eleştiri sınırları içerisinde ve ifade özgürlüğü kapsamında” olduğunu söyleyerek, Genelkurmay Başkanlığı’nın tavrını mahkûm etti. Şimşek’e tazminat ödenmesi kararlaştırıldı.

Bir zamanlar “orduevine girememek” denilince türbanı, sakalı, şortu konuşuyorduk. Ordu siyasetin göbeğine taşınınca bu kez “Necdet Özel’i eleştirmek”, “Hulusi Akar’ı eleştirmek”, “TSK’de FETÖ yapılanması olduğunu söylemek”, “kumpaslara isyan etmek” yasak gerekçesi oldu. Düğüne, yemeğe ya da eğlenceye gidemeyenler yerini haksız yere yıllarca hapiste tutulanların kapıdan çevrilmesine bıraktı.

Hangisi kötü tartışmıyorum bile. Orduevi restoranları olmasa da olurdu, yeter ki bunları hiç yaşamasaydık.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

MÜSİAD’ın 'MÜ'sü - Fatih Yaşlı / SOL

Dinselleşme, işçi sınıfının tevekkül etmesi için, sesini çıkarmaması için, greve gitmemesi için, sendikalı olmaması için, 'sapık ideolojilere' kapılmaması için, 'laik' olanıyla da 'dindar' olanıyla da Türkiye sermaye sınıfının elindeki en önemli araçtır ve tam da bu nedenle bugünkü iktidar bir sermaye projesi olarak ortaya çıkmıştır. 


Yakın zamanda yayınlanan Norveç yapımı “Ragnarok” adlı dizide Norveç’in küçük bir kasabasında ve günümüzde geçen fantastik bir hikâye anlatılır. 

Hikâye günümüzde geçmektedir ama kahramanlar İskandinav mitolojisinden fırlayıp gelmiştir: Bir tarafta “tanrılar” yani “iyiler”, diğer tarafta ise “devler” yani “kötüler” vardır ve iyilerle kötüler kıyasıya bir mücadele içerisindedir.

Ortada her ne kadar fantastik bir kurgu ve mitolojik kahramanlar varsa da, alt metin bütünüyle bugüne ve gerçekliğe dairdir ve bize başka bir şey söylemektedir. 

Binlerce yıldır yaşamlarını sürdüren “devler” günümüz dünyasında birer kapitalist olmuşlardır ve o devlerden birine ait olan şirket, variller dolusu atıklarıyla kasabanın içme suyunu kirletmekte, havasını zehirlemekte, buzların erimesine sebep olmakta,  insanları hastalandırmakta, çalışanlarını sağlıksız koşullarda çalıştırmakta ve tazminatlarını ödemeye yanaşmamaktadır. 

Ne Norveç’te yaşıyoruz ne de mitolojik bir hikâyenin içinde elbette ama şunu biliyoruz ki Norveç’te de Türkiye’de de benzer bir insanlık durumuna tanıklık ediyoruz, insanlık olarak kapitalizmin ve şirketler dünyasının bize yaşattıklarında ortaklaşıyoruz.

İşte çok değil, daha birkaç gün önce, Sakarya’daki bir havai fişek fabrikasında gerçekleşen patlamada resmi açıklamalara göre yedi işçi yaşamını yitirdi, yüzden fazla işçi ise yaralandı. 

Ve tıpkı Soma’da, Ermenek’te,  Torunlar’da olduğu gibi, bu patlama da bize bir kez daha Türkiye kapitalizminin işleyiş biçimini gösterdi, bir kez daha insan hayatının sermayenin ve şirketlerin çıkarları karşısındaki değersizliğini, önemsizliğini ortaya koydu.

Basında yer alan haberlere göre, şirketin sahibi MÜSİAD Sakarya Şube Başkanı bir işadamıydı; yani sadece sermayedar değildi, aynı zamanda “İslami burjuvazi”nin bir üyesiydi ve dolayısıyla ekstradan kayırılanlardandı. 

Şirket, geçmiş yıllarda yaşanan patlamalardan ve yaşanan işçi ölümlerinden dolayı kirli bir sicile sahip olsa da, zaman zaman isim de değiştirerek bir şekilde üretime devam etmişti. 

İşçilerin “bir yemek yiyip gidiyorlardı” demelerinden de anlaşıldığı üzere, sahici bir denetim söz konusu değildi. Fabrikada kaç işçinin kayıtdışı çalıştırıldığı, kaçının sigortasız ve göçmen işçi olduğu da bilinmiyordu.

Patlamadan birkaç gün önce, işçiler bir şeylerin yolunda gitmediğini, kullandıkları bazı malzemelerin ısındığını ve can güvenliği için tehdit arz ettiğini fark etmişler, gidip yöneticileri uyarmışlar ama kimse onları dinlememişti. 

Patlamanın hemen ardından Cumhurbaşkanı, önce işçileri, temsilcilerini ya da ailelerini değil, normal şartlarda “şüpheli” olarak görülmesi gereken şirket sahibini aradı. 

MÜSİAD Başkanı ve üyeleri, sonradan “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” olduğu ortaya çıkacak bir şekilde, şirket sahibine destek için Sakarya’ya gittiler ve burada bir yemekli toplantı düzenlediler.

Fonda son model lüks otomobillerin yer aldığı toplantı fotoğrafını sosyal medyadan paylaşmayı da ihmal etmediler ama gelen tepkiler üzerine paylaşımı kaldırmak zorunda kaldılar. 

Yemekli toplantıyı ayarladığı söylenen Hendek Belediyesi de yine gelen tepkiler üzerine, toplantıyla bir ilgisinin olmadığını açıkladı. 

Bu yazının yazıldığı saatlerde ise, çok bir şey çıkmayacağını geçmişte yaşananlar dolayısıyla bilsek de, nihayet şirketin iki ortağının yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alındığı yönündeki bilgiler ajanslara düşmeye başlamıştı.

Türkiye’de sermayenin çıkarlarıyla dinselleşmenin tarihsel olarak örtüştüğünü, dinselleşmenin bir sermaye projesi olduğunu, siyasal İslam’ın önünün düzen tarafından  “antikomünist bir panzehir” olarak açıldığını, sendikalı değil, tarikat, cemaat mensubu olan, greve değil camiye giden bir işçi sınıfı istendiğini, patronla işçinin aynı camide namaz kılmasının sınıf kavgasına bulunmuş en kestirme çözüm olduğunu mütemadiyen yazıp çiziyoruz. 

İşte MÜSİAD da bu çözümün bir parçası olarak ortaya çıktı, açılımı “Müstakil İşadamları ve Sanayiciler Derneği” olsa da, aslında herkes oradaki “MÜ”nün “Müstakil”in değil “Müslüman”ın kısaltması anlamına geldiğini biliyor. 

İsmi TÜSİAD’a nazire yaparcasına seçilen ve 1990 yılında kurulan MÜSİAD, esas olarak 12 Eylül sonrası palazlanan, tarikat, cemaat kökenli “yeşil sermaye” ile “Anadolu Kaplanları” olarak da adlandırılan taşra burjuvazisini temsil ediyor ve neoliberalizmle siyasal İslam’ın evliliğinin en sembolik kurumu olma niteliğini taşıyor. 

Hatırlayacaksınız, MÜSİAD şu aralar pandemi ya da doğal afet dönemlerinde bile üretimin kesintisiz bir şekilde devam edeceği “izole üretim üsleri” üzerinde çalışıyor ve işçileri toplama kampı benzeri fabrika kampüslerinde istihdam etme planları yapıyor. 

Bu aynı zamanda bir “devlet projesi”; çünkü iktidar Türkiye kapitalizminin krizden çıkışını Türkiye’yi bir ucuz emek cenneti yapmakta, emek rejimini “Çinleştirmek”te görüyor. 

Aynı MÜSİAD, Libya’ya da ellerini ovuşturarak bakıyor ve bu ülkedeki petrol ve inşaat üzerine kurulu kurtlar sofrasından kendisine bir pay çıkarabileceğini düşünüyor, yeni-Osmanlıcıkla sermayenin çıkarları Libya’da bir kez daha ortaklaşıyor. 

Doğru, MÜSİAD “zamanın ruhu”nu mükemmel bir şekilde temsil ediyor ama bu noktada “İslamcı sermaye”den bahsetmenin “seküler” ya da “laik” sermayeden bahsetmek anlamına gelmediğini görmek ve o büyük hataya, yani İslamcılığa karşı “laik sermaye”den, Koç’tan, Sabancı’dan medet umma hatasına düşmemek gerekiyor.

Yaşam tarzı itibariyle TÜSİAD üyeleriyle MÜSİAD üyeleri arasında, yani tek tek patronların yaşam tarzları arasında bir fark olabilir elbette; ancak bu, dinselleşme politikalarının gerisinde bir sınıf olarak sermayenin ve özellikle TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermayenin bulunduğu gerçeğini değiştirmez. 

Yani tek tek patronlar kendi özel hayatlarında istedikleri kadar “laik” ya da “seküler” olsunlar, bir sınıf olarak sermaye için önemli olan dinselleşmenin sınıf mücadelesi açısından, yani hem siyasal hem de toplumsal alanın dinselleştirilmesinin sermayenin çıkarları açısından taşıdığı önemdir. 

Dinselleşme, işçi sınıfının tevekkül etmesi için, sesini çıkarmaması için, greve gitmemesi için, sendikalı olmaması için, “sapık ideolojilere” kapılmaması için, “laik” olanıyla da “dindar” olanıyla da Türkiye sermaye sınıfının elindeki en önemli araçtır ve tam da bu nedenle bugünkü iktidar bir sermaye projesi olarak ortaya çıkmıştır.   

2020 Türkiye’sine gelindiğinde, neoliberalizmle İslamcılığın beraberliğinin topluma verebileceği tek şey ise kapitalizmin en vahşi versiyonlarından birinin Türkiye toplumunun bugününü ve yarınını çalması olmuştur: Ucuz emek, güvencesiz ve taşeron çalışma, iş cinayetleri, kıdem tazminatı gaspı, özelleştirilmiş emeklilik vs… 

Bugün Türkiye’de emeğin değeri ucuzladıkça toplum daha da yoksullaşmakta, emekçinin hayatı önemsizleştikçe insan hayatı da önemsizleşmekte, emek rejimi bir kölelik rejimine dönüştükçe siyasal ve toplumsal alanın tümünde de kölelik ve biat istenmekte, sömürü ve yoksulluk derinleştikçe dinselleşmenin ve baskının dozajı da artmaktadır.

Toplumun önüne kurtuluş adına sermayenin yeni projeleriyle dinselleşmenin yeni versiyonlarının konulduğu, “yeni” diye sunulanın ise aslında “eski”nin kılık değiştirmiş hali olduğu, halkın ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmeye çalışıldığı günümüz Türkiye’sinde, gerçek anlamda bir kurtuluş için gerçek anlamda “yeni” bir siyasete ihtiyaç vardır. 

O yeni siyaset aynı anda hem sermaye düzenine hem dinselleşmeye karşı çıktıkça, hem emek hem laiklik dedikçe, hem sermayenin hem de dinselleşmenin insan aklı üzerindeki vesayetine karşı çıktıkça, kurucu bir iradeyle topluma adil, eşit ve özgür bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterdikçe gerçek bir özne, gerçek bir güç haline gelecektir. 

“Yeni” tam olarak budur, aradığımız çıkış da, kurtuluş da esas olarak buradadır. 

Fatih Yaşlı / SOL

Öne Çıkan Yayın

Akaryakıta tarihi zam: Benzin ve motorin fiyatı rekor seviyede -T24-

Motorin ve benzine peş peşe gelen zamlar, akaryakıt fiyatlarını rekor seviyelere taşıdı. İran ve İsrail arasında artan gerilim, brent petrol...