Bakan 'hızlı' diyor ama ihracatta toparlanma yavaş - SOL

Temmuz ayı ihracat rakamları önceki gün Ticaret Bakanı tarafından açıklandı. Bakan “tüm zamanların en yüksek Temmuz ihracatı” gibi değerlendirmelerle ihracatın “hızla toparlandığı”na dikkat çekti. Ancak özellikle otomotiv gibi ihracat açısından sürükleyici sektörlerde aylık bazda yüksek oranlı daralmanın sürdüğü görülüyor.

Temmuz ayı ihracat rakamları Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan tarafından açıklandı. Pekcan, açıklamasında ihracatta “hızlı bir toparlanma” olduğunu, 2020’nin aylık en yüksek ihracat düzeyine ulaşıldığını söyledi. Bakan ayrıca tüm zamanların “en yüksek” ikinci Temmuz ayı ihracatının görüldüğünü, altın hariç ihracatın ithalatı karşılama oranının ise yüzde 93,9 ile 2020’nin en yüksek düzey olduğunu da vurguladı. “En yüksek” değerlendirmeleri bir yana ihracat rakamları, pek de hızlı bir toparlanmaya işaret etmiyor.

Temmuz ayında ihracat, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 6 civarında geriledi. Ocak-Temmuz toplam ihracatı da yüzde 13,5 azaldı. Otomotiv, ana metal, kimya gibi sektörlerde Temmuz ayında ihracat düştü. Ocak-Temmuz toplamında ise ana ihracatçı sektörlerden tekstil-giyimde yüzde 56, otomotivde yüzde 29 ihracat kaybı var. Ülke bazında bakıldığında da Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya pazarlarında Temmuz ayında ihracat gerilemesi devam etti. Avrupa ülkelerinde Ocak-Temmuz dönemi ihracat kaybı yüzde 20’ye yakın.

Haziran toparlanması yanıltıcı

İhracatta hem pazar ülkelerde hem de Türkiye’de pandemi nedeniyle verilen üretim aralarının sona ermesine, “normalleşme” sürecine bağlı olarak Nisan ve Mayıs aylarında görülen derin gerilemelerde iyileşme söz konusu. Ancak Temmuz ayında otomotivde ihracat gerilemesi yüzde 24’ü geçerken, özellikle ana pazar Avrupa’da gerileme devam ediyor.

İhracat Nisan ve Mayıs aylarında önceki yılın aynı aylarına göre yüzde 41 civarında daraldı. Haziran’da ihracat, sevkiyatı gerçekleşemeyen stoklar, ertelenmiş talep, baz etkisi (önceki yıl bayram tatilinin Haziran ayına denk gelmesi) gibi etkenlerle yüzde 16 civarında arttı. Otomotivdeki yüzde 8 civarındaki gerileme haricinde hemen tüm ana sektörlerde ihracat arttı. Temmuz’da Haziran performansının gerisine düşüldü, önceki yılın aynı ayına göre ihracat yüzde 6 civarında geriledi. Otomotiv, kimya, ana metal, makine gibi sektörlerde ihracat düştü.

Otomotiv sektörü, olağan dönemlerde yüzde 18’lik payla en fazla ihracat yapılan sektör. Nisan-Mayıs’ta yüzde 77 ve yüzde 56 ile ihracatı en çok düşen sektör oldu. Haziran’da yukarıda sözü edilen etkenlerle yüzde 8’e düşen gerileme, Temmuz’da yeniden artarak yüzde 24’ü geçti. Ağustos ayı için ilan edilen yıllık rutin bakım araları dikkate alındığında otomotiv ihracatında gerilemenin süreceği görülüyor.

Ana pazarlar yavaş toparlanıyor

En büyük 10 pazara yapılan ihracat, ABD ve Rusya hariç, Temmuz ayında önceki yılın aynı dönemine göre geriledi. En büyük pazar Almanya’da gerileme yüzde 4 civarında olurken İtalya, Hollanda gibi ülkelerde söz konusu oran yüzde 20 civarında oldu.

Ocak-Temmuz’da Avrupa ülkelerine yapılan toplam ihracat yüzde 20 civarında geriledi. Yüzde 12 ile en düşük gerileme Almanya’ya yapılan ihracatta gerçekleşirken, pandemiden en çok etkilenen İtalya, İspanya gibi ülkelerde yüzde 25-30 civarı gerileme söz konusu.

Almanya başta olmak üzere Avrupa ekonomilerine ilişkin beklentiler ihracattaki toparlanmanın yılın kalanında da çok hızlı olmayacağını, ilk 7 aydaki kaybın tamamen telafi edilemeyeceğini gösteriyor. Sonbaharda salgında ikinci bir dalga yaşanmaması durumunda bile yıllık ihracat daralmasının yüzde 10’a yaklaşması olası. Yurtiçi talepteki artışla ihracat kaybının telafisi de hem iş ve gelir kayıpları nedeniyle hem de otomotiv, tekstil-giyim sektörlerinde ihracat-yurtiçi tüketim kompozisyonunun tam uyumlu olmaması nedeniyle mümkün değil.

Altın dahil ya da hariç ihracatın ithalatı karşılama oranının artıyor olması, ithalatın ihracattan daha fazla daralmasından kaynaklanıyor. Petrol fiyatlarının hala geçen yılın altında olması toplam enerji ithalatı faturasının geçen yıldan düşük olmasına yol açıyor. Pandemiyle birlikte derinleşen kriz koşullarında zorunlu ara malı ithalatı haricinde ithalat baskılanmış durumda. İhracatın düşmeye devam ettiği, ülkenin toplam döviz gelirlerinin azaldığı koşullarda ihracatın ithalatı karşılama oranındaki artışın etkisi çok sınırlı.

‘Pembe tablo’ cüretinin kaynakları

Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan ve Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın çizmeye çalıştığı gibi bir pembe tablodan söz etmek mümkün değil. Turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlandığı, ihracatta önemli bir gerilemenin yaşandığı, iç talebin zayıf olduğu bir tabloda Merkez Bankası’nın yılın ikinci çeyreği için öngördüğü yüzde 10’luk daralmanın, üçüncü ve dördüncü çeyreklerde biraz düşse de süreceği görülüyor.

Siyasi iktidarın pembe tablo çizme cüretinin bir dizi kaynağı var. Avrupa başta olmak üzere dünyanın kalanına ilişkin beklentiler özel olarak etkili. Daralmaların kaynakları, yapısı, oranların daha farklı anlamlar taşıması bir yana, Almanya’nın yüzde 10’a yakın daralmasının beklendiği bir dünyada siyasi iktidar yüzde 7,5-8 gibi Türkiye ölçeğinde bir ekonomi için aslında çok derin sayılması gereken bir daralmayı “hafif” bir sonuç olarak sunmaya hazırlanıyor. Bu eksende muhalif iktisatçıların bir bölümünün sorumsuzca ve teknik olarak da akılsızca dile getirdikleri yüzde 25-30’luk daralma beklentilerinin de özel katkısı bulunduğunu söylemek mümkün.

SOL

İşçi olmaktan gurur duymak - Mustafa Tozkoparan’ın anısına… - Alpaslan Savaş / SOL


Yaşamında iki şeyden özellikle gurur duyardı. Birincisi işçi olmaktı. Mustafa mücadele eden örgütlü bir işçiydi. Bununla gurur duymayacaktı da neyle duyacaktı? Bir de komünist olmaktan gurur duyardı. Yani partisinden. TKP, onun kimliğiydi. Gerisi laf.

Günlerdir telefonumuz her çaldığında “kötü haber geldi” diye yerimizden fırlayıp duruyorduk.

İki hafta sürdü.

Telefonda “kalbi yetmedi” dediler.

Kafasının içindeki kanama kapatmıştı tüm yaşam algılarını ama o yoğun bakımda direnip duruyordu.

On beş gün sürdü bu direniş.

On beş uzun gün. Yirmi dört çarpı on beş uzun saat. Bir hayat.

Yenildi mi?

Hiç sanmıyorum.

Bu on beş günlük direniş biraz da inattı. Kendisi de inattı.

Yaşarken neyse yoğun bakımda da o! Niye yenilmiş olsun ki?

İki büyük termik santralde on altı yıl kaynakçı olarak çalışmak, üstüne bir o kadar bakır fabrikasında dökümcülük yapmak…
Mustafa’nın on beş günlük yoğun bakım inadı, bu otuz beş yıllık işçilik hayatına benziyor.

Hızlı yaşadığından değil, direnerek yaşadığından.

Bir de o kadar yıl kaynak gazına, erimiş bakır dumanına direnmek her babayiğidin harcı değil. İnadı inattı, ondan…

Sigaraya olan tutkusu da bu inattan zannedilir.

Değildi.

Adı gibi bildiği ama belki de yenik düştüğü tek büyük zaafıydı. Günde beş demlik çaya bana mısın demezdi ama keşke her bir bardağın yanında birer dal cigaraya o el gitmeseydi.

İnadı inattı gerçekten.

Öyle olmasa Sarkuysan’ın ikinci vardiyasından çıkıp, gecenin bir yarısı Darıca Çınar’ın altında etrafına topladığı işçilere nasıl sömürüldüklerini anlatıp durmazdı. Evine gider yatardı.

O ikinci vardiya en sevdiği vardiyasıydı. Çınar altında çayın da siyasetin de bol olduğu vardiya oydu.

İnat dediğime bakmayın. Aslı bildiğin emekti. İlmek ilmek örmek yani. Bıkmadan usanmadan sınıfı anlatmak. Her seferinde aynı coşkuyla partili olmanın öneminden bahsetmek.

Emek harcamadan olmayacağının kanıtıdır Mustafa.

Fabrika işçiliğinin finali MESS grevi oldu. Çayırova Boru işçilerini Sarkuysan’ın önünden alıp Kroman işçilerine katıldıktan sonra köprünün üstünde yürürken çekilmiş fotoğrafını çok sevdiği doğrudur. O fotoğrafın, Gebze’de açılacak işçi lokalinin duvarına çok yakışacağı da…

O bölgede kapısında dolaşmadığı, içinde en az bir işçiyle görüşmediği fabrika kalmış mıdır?

İnatçı dediğimi devrimciliği diye anlayın.

Legrand’ın kapısında işten atılan kadın işçi yoldaşıyla nöbet tuttuysa, sarı sendikanın paralı adamlarının cirit attığı Bosal’da tezgahların arasında işçilere cesaret verdiyse, vincin tepesine çıkmış Mutaş işçilerine destek olmak için aşağıda sabaha kadar beklediyse, bir gün bir fabrikanın kapısında sendikasının bildirilerini dağıtıp, başka bir gün organize sanayi girişinde partisinin afişlemesi yaptıysa bu nedenledir.

Her birini gururla anlatırdı.

Ama yaşamında iki şeyden özellikle gurur duyardı.

Birincisi işçi olmaktı. “Ben bir işçiyim ve bununla gurur duyuyorum”. Bu cümleyi fabrikada Mustafa’dan duymayan amir kalmış mıdır, bilmiyorum. Mustafa mücadele eden örgütlü bir işçiydi. Bununla gurur duymayacaktı da neyle duyacaktı?

Bir de komünist olmaktan gurur duyardı. Yani partisinden. TKP, onun kimliğiydi. Gerisi laf.

Erken oldu. Sanki hep bir demlik çayımız daha vardı birlikte içilecek.

On beş uzun gün. Yirmi dört çarpı on beş uzun saat. Elli altı yıla sığan onurlu bir hayat.

Anısı önünde saygıyla…

Alpaslan Savaş / SOL

CHP'nin 'ince' sorunu: Muharrem İnce iki yıl önce ne demişti, şimdi ne diyor? - SOL

Son günlerde Muharrem İnce'nin CHP'den ayrılıp yeni bir parti kuracağıyla ilgili iddiaların sayısı arttı. CHP'nin İnce meselesi zaten hiç kapanmamıştı ancak konu daha çok parti içi mücadele olarak ele alınıyordu. İnce de bunu ısrarla vurguluyor, CHP'nin dışına çıkmak, ayrı bir parti kurmak gibi bir düşüncesi olmadığını vurguluyordu. Ancak bu sefer öyle olmadı.



25 Temmuz'daki CHP'nin son kurultayı partide Kılıçdaroğlu dışında bir iktidar alternatifinin şimdilik kalmadığını göstermiş oldu. Tek adayla yapılan genel başkanlık seçiminde Kılıçdaroğlu oyların neredeyse tamamını almayı başardı. Muharrem İnce bu sefer aday olma gibi bir çabaya hiç girmedi. Fazla açıklama yapmadı, sessizce kurultayı izledi.

İktidar medyası CHP içinde çıkacak bir tartışmayı hevesle bekler ve cesaretlendirirken, Muharrem İnce'nin 2018'deki genel başkanı adaylığı sırasında yaptığı konuşmalar ve bugüne kadarki performansı ülke siyasetinde gölgesi kendinden büyük, içeriği belirsiz tartışmaların kapıda olduğunu gösterdi.

'15 Eylül'de kurulacak'

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer 31 Temmuz tarihli köşesinde İnce'nin yeni bir parti kuracağını iddia etti. Konu o günden bu yana tartışılmaya devam ediyor. Bayer yazısında "CHP’den cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin kurultaydaki gelişmelerden sonra arkadaşlarıyla bir durum değerlendirmesi yaptığı, bunun sonucunda ‘esas’ CHP ilkelerine bağlı bir parti kurulması kararı aldıkları öğrenildi. İnce’ye yakın bir isim ‘partinin kuruluşunun 15 Eylül’de açıklanacağını’ söyledi. Partinin kuruluşunun Hakkâri’de ilan edileceği de bir başka bilgi olarak belirtiliyor." ifadelerine yer verdi.

Bayer yazısında “Nasıl bir parti” sorusuna “Atatürkçü, laik, ortanın solu, milli değerlere bağlı bir parti... CHP’nin yapamadıklarını yapacak bir parti... Üç-beş oy için kendi ideolojisinden ödün vermeyen Atatürkçü bir parti...” yanıtının verildiğini yazdı. 

Hürriyet 'gazlıyor'

Hürriyet yazarlarının İnce gündemini çok hevesle takip ettiği, İnce'ye cesaret verici yazılar kaleme aldığı görülüyor.

İnce'nin Ayasofya'nın tekrar camiiye dönüştürüldüğü gün Sultanahmet Meydanı'nda namaz kılarak ortayolcu bir tutum takınmasını başarılı bir siyasi manevra olarak gören Ahmet Hakan dünkü yazısında, yeni parti kurulması konusunda da İnce'ye cesaret verdi. Hakan'a göre İnce "Gazetecilerin sevdiği türden bir politikacıdır. Her dem tazedir... Her dem yeni şeyler söyler... Her dem açık konuşur... Her demşeffaftır... Her dem öfkesini de mutluluğunu da yansıtmaktan çekinmez... Her demyeni haberlerin öznesi olabilir... Her dem dikkat çekecek bir şeyler bulmasını becerir..." Hakan'a göre İnce için bardağı taşıran son damla kurultayda en arkalara oturtulmuş olması olmuş.

Bir diğer Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi ise İnce ekibinin anketler yaptırdığını, bunlardan tabandan yeni bir oluşum talebi olduğu sonucu çıktığını iddia etti. Selvi şöyle yazdı: "İnce’nin parti kurma konusunu artık gündemine aldığı konuşuluyor, bayramdan sonra ekibini toplayıp kararını netleştirmesi bekleniyor. Yakın kurmaylarına 'Kurultaydan sonra çok talep alıyorum' dediği söyleniyor. Muharrem İnce’ye yakın ekibin potansiyeli belirlemek için iki ayrı kamuoyu araştırma şirketine anket yaptırdığı ifade ediliyor. 'Muharrem İnce parti kursa oy verir misiniz' sorusuna yüzde 7 ve yüzde 9.5 oranında 'evet' yanıtı verildiği belirtiliyor."

Selvi ve diğerlerinin yazılarında İnce'nin CHP'nin AKP eskileriyle ittifak politikalarını eleştirdiği belirtildi ancak İnce'nin henüz bu yönde bir açıklaması olmadı. 

'Yeni yüzlerle, yeni parti kuracağım'

Konuyla ilgili en ayrıntılı yazıyı Sözcü Yazarı Saygı Öztürk yazdı. Öztürk dün yayınlanan yazısında İnce'nin yakın ekibinden bir isimle yaptığı konuşmayı aktardı. Konuşmada İnce'nin yakınındaki ismin, İnce'nin cevaplarını aktardığı belirtildi. Yazıya göre İnce "yeni parti kuracağım" "yılbaşına kadar kurmuş olacağız" "yerel seçim sonuçları Kılıçdaroğlu'nun ya da CHP'nin değil, Kürtler ve adayların başarısı" "Hakkımdaki iftiraların kaynağı genel merkez, beni partimden soğuttular" "CHP'yi bölmek, parçalamak parlementer sistemde olur. 50 + 1'de, bir bölen olmaz ki. Ne kadar çoklu yapı olursa, o kadar iyi olur ve seçime katılım da artar" "açıklamayı kadroyu kurduktan sonra yapacağım"

Öztürk CNN Türk'e yaptığı açıklamada İnce'nin memnuniyetsiz CHP'lilerden oy alabileceğini, ama aynı zamanda sağ tabandan da İnce'ye oy kayabileceğini söyledi. 

'Üçüncü ittifak mı?'

Habertürk yazarı Muharrem Sarıkaya ise konuyla ilgili yazısında İnce'nin CHP'den kopması durumunda bundan sonra yeni kurulacak yapılarla mevcut ittifak bloğunun yanyana gelmesinin mümkün olamayacağını söyledi ve şöyle dedi: 

"Her ne kadar parlamenter sistemde olmadığı için 'Bir bölen hareketi olmaz' diye bakılıyor ama unutulmasın ki CHP'nin bünyesinden bugüne kadarki her kopuş ağır travmalara yol açtı. Onun için kopma sonrasında, ittifak kapsamı içinden yeniden buluşma zeminini de kalmaz, bir araya gelmek isteseniz de olmaz. Hele ki bu yapının içinde bugünden ağır eleştiri getirdikleriniz de olacaksa… Yani, 'AKP iktidarının önceki yıllarda ülkeye verdiği zararlardan sorumlu olanların (Davutoğlu ve Babacan) yeniden umut haline getirilmesi kabul edilemez' dediğiniz insanlarla ittifak içinde buluşmanın da olanağı kalmaz… Ayrıca yeni oluşumun, AK Parti’ye karşı daha katı mücadele vereceğini de belirmişseniz, bunun da anlamı açık, demek ki Cumhur İttifakı içinde de olmayacaksınız…"

İki yıldır ortada yok

CHP kurultayında partinin politikasına dair en esaslı eleştiri İlhan Cihaner'den gelmişti. Partinin sağcılaştığını, ittifak politikasının da bu sağcılaşma üzerine şekillendiğini dile getiren Cihaner CHP'nin sol bir parti olması gerektiğini belirtmişti. 

İnce'ninse parti politikalarının esasına dair bütünlüklü bir eleştirisinin olup olmadığı, varsa ne olduğu henüz tam ortaya çıkmış değil. 

2018'deki kurultayda genel başkanlık adaylığı sırasında yaptığı konuşmada İnce esas olarak "CHP'ye iktidar vaat eden" bir konuşma yapmış ve mevcut parti yönetimini iktidara gelemediği için başarısızlıkla suçlamıştı. Bunun dışında Kılıçdaroğlu yönetimini parti içi demokrasiyi hayata geçirmemekle eleştirmişti. Ancak parti merkezinin politik tercihlerinin esasına dair sistemli bir eleştiri getirmemişti.

Türkiye böyle bir eleştiriyi aradan geçen zaman zarfında da İnce'den göremedi. Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde popülaritesi artan ancak aynı hızla bu popülerliği kaybeden İnce 2 yıllık zaman zarfından özel bir politik varlık göstermedi. Şimdi bazı köşe yazılarında altı çizilen siyasi ayrımlar henüz İnce tarafından doğrulanmış görünmüyor. 

Ancak daha önce benzer süreçlerde hızla açıklama yapıp CHP içinde kalacağı vurgusu yapan İnce'nin şimdi sadece "karar aldığımda açıklama yapacağım" türünden beyanlar vermesi tartışmaların da sürmesine neden oluyor. 

Bahçeli'den İnce yorumu 

MHP lideri Devlet Bahçeli Muharrem İnce ekseninde dönen yeni parti iddialarını şöyle değerlendirdi: "CHP’de sular durulmaz, nitekim kaynayan tencere kapak tutmaz. 

CHP hiziplerin, farklı ideolojik akımların, fuzuli politik akıntıların baskısı altında. 

Sayın İnce parti kurar mı kurmaz mı bilemem, ama bildiğim bir şey var, CHP’yi saat gibi kuranlar, sabırla kurgulayanlar, Türkiye’nin karşısına kurşun asker gibi dikenler boş durmuyor. 

Siyasi akıl gayri milli olunca bu CHP’nin başına gelmedik de kalmaz. Sayın Muharrem İnce, ince ince siyasi hedeflerini dokuyor, bu da CHP yönetiminin kanına dokunuyor. 

37.Olağan Büyük Kurultay bir fırsattı, belki de bu fırsat kapısı ardına kadar açıldı. CHP, vaki geleneğiyle vahim gerçeği arasında kalmanın ağır sıkıntısını yaşıyor. 

Bana göre kökünden ve tarihinden kopan hiçbir sosyal ve siyasal oluşum çok yaşamaz. 

CHP iktidar hedefini falan bırakıp, girdiği tünelde karşısından gelen tehlikeli ışığa kafa yormalıdır. Bu ışık kurtuluş değil, şiddetli çarpışmadır, dağılmadır, parçalanmadır."


SOL

Çetin Tekindor 75 yaşında - Ayşegül Yüksel / Cumhuriyet

Yukarıda okuduğunuz başlığı, Çetin Tekindor’un yaşlandığını değil, yılların nasıl da çabuk geçtiğini göstermek için kullandım. Evet, Devlet Tiyatroları’nın Cüneyt Gökçer’le başlayan “yakışıklı jönler” zincirine 1970’lerde eklenen ünlü oyuncu bu unvanı aynı zamanda “önemli rollerin güçlü yorumcusu” olarak da taşımaktaydı. 

1980’lerde iki kişilik “Rita’nın Şarkısı” oyununda Derya Baykal ile paylaştığı sahnede 35 yaşında genç bir profesördü. 2000’li yıllarda aynı rolü bu kez Tülay Günal’ın karşısında yorumlarken ise kıdemli bir akademisyenin rahatlığını taşıyordu. Sanat yaşamı boyunca tüm rollerini o dönemdeki yaşının getirdiği erdemleri kullanarak değerlendirdiği rahatça söylenebilir.

Tekindor’u -henüz eleştirmenliğe başlamamışken- ilk kez 1971’de Jean Anouilh’in “Becket”inde izlemiştim. Daha sonra Oscar Wilde’ın “Yelpaze” (1977), Maksim Gorki’nin “Güneşin Çocukları” (1978) oyunlarındaki yorumlarını anımsıyorum. Farklı rollerde farklı duruşlar sergileyen, sözünü sesine, hareketini görüntüsüne yakıştıran, sahnede çırpınmadan, kan ter içinde kalmadan devinebilen bir oyuncu olarak girmişti belleğime.

Zor oyunlarda zorlu yorumlar

Ancak, içinde nasıl bir “sahne insanı” dinamosu barındırdığını 1978’de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen Ulrich Plenzdorf’un “Genç Werther’in Yeni Acıları” oyunundaki soluk kesici yorumuyla gördüm. Enerjisini alabildiğince yoğun biçimde kullanırken bile aşırıya kaçmıyor, oyuncu kişi dengelerinin denetimini her an korumasına karşın rolünü son derece doğal bir akış yaratarak değerlendirebiliyordu. Tekindor’un disiplin anlayışına ve duyarlı çalışma alışkanlıklarına ilişkin bir de anım var: Yaşamım boyunca yaptığım tek tiyatro çevirisi olan John Arden’ın “Musgrave’in Dansı” oyununun dev kadrolu Ankara DT (1980) yapımı sırasında katıldığım bir provada, rolü gereği trampet çalması gereken Hirst adlı karakteri canlandıran sanatçının, başka bir sahnenin tartışıldığı iki saat boyunca, uzak bir köşede hiç durmaksızın trampet çalıştığına tanık olmuştum.

Tekindor, kariyerinin doruğunu 1986’da Edward Albee’nin “Kim Korkar Hain Kurttan” oyunu ile yakaladı. Bir ABD üniversitesindeki -“sıradan” olmayı seçmiş- öğretim üyesinin karısıyla (Ayten Gökçer) paylaştığı bunalımı, oyunu ülkemizde ilk kez sunan Kent Oyuncuları yapımındaki Müşfik Kenter yorumuna denk bir incelikle yorumlayan Tekindor, artık “ustalar” arasındaydı…

1989’da Memet Baydur’un “Cumhuriyet Kızı” oyununda, Ankara DT’nin birçok değerli erkek oyuncusuyla birlikte bir kez daha “üniversite profesörü” (bu kez 1402 sayılı yasayla işlerinden atılıp “ansiklopedi yazarlığı”na soyunan akademisyenlerden biri) olarak sahneye çıkan Tekindor, birçok oyunun ardından 1999’da Yücel Erten’in sahnelediği Elisabeth Hauptmann-Bertolt Brecht’in “Mutlu Son” oyununda -gangster tiplemesi yaptığıparlak bir komedi oyunculuğuyla bir kez daha seyircisini büyülüyordu. Sahneye çıkmayı İstanbul DT ve Adana DT’de, emekli olana dek sürecekti…

40’ı aşkın oyunda -tarih oyunlarından trajedilere, klasik ve modern komediye uzanan bir çizgide- birçok karakteri canlandıran, pek çok ödüle değer bulunan sanatçı, yalnızca Devlet Tiyatroları’ndaki çalışmalarıyla kalsa, çoğunlukla yalnızca tiyatroseverlerin gönlünde taht kuracak ve öylece yaşayıp gidecekti.

Sinema, diziler ve ‘seslendirme’

Ne ki çok kanallı televizyon kanallarının gündeme gelmesiyle parlak bir uğraş durumuna gelen “seslendirme sanatçılığı” Tekindor’u -henüz yüzü herkesçe tanınmasa da- sesiyle Türkiye çapında tanınan bir kişi yaptı. Tekindor “McMillan ve Karısı dizisinde dedektif McMillan’ın sesiydi artık. Seslendirmedeki yıllar süren başarısı bir ara sahnedeki performansını olumsuz yönde etkiler bile olmuştu. (Bu arada, sanatçının Ankara Devlet Konservatuvarı ve Bilkent Üniversitesi’nde uzun süre “sahne ve diksiyon” dersleri verdiğini de unutmayalım.)

Aynı dönemde televizyon dizileri ve filmlerle gündeme gelen Tekindor, 15 dolayında sinema filmi, 25 dolayında da televizyon dizisi çevirerek ülke çapında kucaklanan bir sanatçı konumuna geldi. 2005’te Çağan Irmak’ın yaptığı “Babam ve Oğlum” filmiyle sinemada “unutulmazlar” arasına girdi. 2016-17 yıllarında -Uluç Bayraktar’ın yönettiği- parlak televizyon dizisi “İçerde”nin “mafya babası” kebapçı Celal’ini ölümsüz bir karaktere dönüştüren de Çetin Tekindor oldu.

Tiyatro sahnesi, film ve dizi setleri, efendice duruşu, çalışma disiplini, titizliği ve duru, yalın oyunculuğuyla, geçen yılları yok sayan bu yaman oyuncunun yeni yorumlarını bekliyor. 75. yaşı kutlu olsun.

Ayşegül Yüksel / Cumhuriyet

Kemal Tahir'in hayaleti - Oğuz Oyan / SOL

Tahir esasen bir romancı/edebiyatçı olmaktan ziyade bir siyasi ideologdur. Başka deyişle romancılığı, didaktik siyasi kişiliğinin gölgesindedir. Ancak bunu doğrudan kendi yapmaz, tarih tezlerini roman karakterlerine verdirdiği siyasi vaazlar üzerinden açınlar.



Geçen hafta 28 Temmuz tarihli yazımın sonunda, izleyen yazımda yani 2 Ağustos tarihli Birgün Pazar'da Kemal Tahir konusuna değineceğimi söylemiştim. CHP'nin "ikinci yüzyıl bildirgesi" ve "yeni devletçilik" eleştirisinden yer kalmadı, giremedim. Bu arada aynı ekte değerli Güray Öz bu konuya değindi. Sevgili Barış Doster de 1 Ağustos'ta Cumhuriyet'te yazdı. Birdenbire bu K. Tahir ilgisinin doğmasının nedeni, CHP liderinin, eksenine "devletçiliği" aldığı makalesinde (Cumhuriyet Gaz. 19 Temmuz 2020) K. Tahir'e ve "Devlet Ana" romanına gönderme yaparak yazıya başlamasıydı. Cumhuriyet Gazetesi de, birinci sayfadan iri puntolarla gördüğü bu yazıyı "Devlet Ana vakti" manşetiyle duyurmaktaydı.

Aslında CHP'de bu K. Tahir ilgisi yeni değildir. Bülent Ecevit, siyasette yıldızının parladığı 1960'lı yıllardan itibaren K.Tahir'in siyasi/tarihi savlarına ilgi duymuştur. Bu ilginin, gene K. Tahirin etkilerini alan İdris Küçükömer'in bakış açılarının etkisiyle daha da arttığı söylenebilir. Ecevit'in CHP'nin kuruluş dönemiyle ilgili bazı hesaplaşmalar içine girmesi, kendini/siyasetini "buyurgan", "ceberrut" devlet tipinin karşı kutbuna yerleştirmeye özen göstermesi bunun uzantısındadır.

***

K. Marx, bir üretim tarzı olarak tanımlamakta güçlük çektiği, içini dolduramadığı, dolayısıyla ham bıraktığı Asya Üretim Tarzı'nı (AÜT), "Doğu despotizmi" gibi üstyapı kurumlarına başvurarak anlaşılır kılmaya çalışmıştı. Ancak yetersizliklerini aşamadığı bu girişimini olgun dönemlerinde sürdürmemişti (Bkz. O. Oyan, Feodalizmden Kapitalizme, Osmanlı'dan Türkiye'ye, Yordam yn. 2016). Bununla birlikte, AÜT üzerinde tartışmalar 1950 sonrasındaki 30 yılda dünyada epey canlılık kazanmıştır. Türkiye'de bu tartışmalar K. Tahir'in etkisiyle 1960'ların ikinci yarısında yaygınlaşmıştır. K. Tahir, Marx'tan işine yarayan "Doğu despotizmi" gibi kavramları alarak Osmanlı'ya ve sonrasında erken Cumhuriyet dönemine oldukça serbest bir biçimde uygulamaya çalışmıştır. "Oldukça serbest bir biçimde" olmasının nedeni, düşüncelerini bir bilimsel makale titizliği içinde vazetmekten ziyade (muhtemelen bu kulvara giremeyeceğinden), romanları ve roman karakterleri üzerinden ve dönemin aydınlarını doğrudan etkilemek üzerinden yaymaya çalışmıştır.

Türkiye'de AÜT'ü Osmanlı'ya uygulayarak belirli bir kuramsal/pratik çerçeve kazandırma çabasının ilk temsilcisi olan Sencer Divitçioğlu da bunu açıkça söyler: "Benim Asya Üretim Tarzı'na yönelmemi, hatta konuyu fark etmemi sağlayan Kemal Tahir'di. Ben Asya Üretim Tarzı'nın ilk çalışmasını 1966'da yaptım. Benden önce de bunu yazan çizen olmadığına göre, ben de konuyu ondan duyduğuma göre, bu konuda harekete geçilmesini sağlayan Kemal Tahir'dir". (İ. Ekinci, H. Güldağ, yayına hazırlayanlar, Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 86-90).

Kuşkusuz K. Tahir'den etkilenen siyasetçi ve aydınlar burada saydıklarımızla sınırlı değildir. Burada ilginç olan, bir edebiyatçının romanları üzerinden bunca siyasi etkiye sahip olabilecek bir ortamı/bir ideolojik vakumu hazır bulabilmiş olmasıdır. Bunun arkasındaki nedenlerden biri 1960'lara kadar marksist eserlerin Türkiye'de basılamamış olması ve 1980'lere kadar da önemli tarih eserlerinin Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır. Bir diğer nedeni ise, kendi tarihçilerimizin Osmanlı toplumunu "kendine kendine benzer/kendine özgü" (=sui generis) türünden bir tanım dışında algılamak istememeleri olmuştur.  Çünkü bizim büyük tarihçilerimiz Osmanlı Devleti'ni feodal olamayacak kadar "gelişmiş" görmeye meyletmişler ve feodalizmi de sadece toprak soyluları arasındaki tâbiyet ilişkilerine indirgemişlerdir. Böylece K. Tahirler için çok mümbit bir ortam yaratılmıştır.

K. Tahir esasen bir romancı/edebiyatçı olmaktan ziyade bir siyasi ideologdur. Başka deyişle romancılığı, didaktik siyasi kişiliğinin gölgesindedir. Ancak bunu doğrudan kendi yapmaz, tarih tezlerini roman karakterlerine verdirdiği siyasi vaazlar üzerinden açınlar. Bazen bir kurumu (örneğin Köy Enstitülerini) eleştirmek için yazar (Bozkırdaki Çekirdek romanı) bazen belirli siyasi kişilikleri veya siyasi olguları/hareketleri kendine göre yermek için. Önemli tarihi çarpıtmalara yol açmış olmak ve bir dönemin aydın ve okurlarının kafalarını önemli ölçüde karıştırmış olmak bakımından oynadığı rolü olumlu kabul etmemiz mümkün değildir.

***

Dolayısıyla, CHP liderliğinin Parti'nin devletçilik ilkesinin içini boşaltmak için yeniden K. Tahir'e başvuruyor olmasını -her ne kadar bunda bir ayrıntıya girilmemiş olsa da- hayırhah bir gelişme olarak göremiyoruz. Esasen CHP liderinin "sosyal devlet devletçiliği" ile K. Tahir'in savlarının dolaysız bir ilişkisini kurmak zordur. Kurabilmek için, kavramın tersinden bakmak gerekir: K. Tahir için CHP devletçiliği, özellikle tek parti dönemi bakımından, ekonomi alanıyla da sınırlı olmamak üzere, buyurgan/üstten bakan bir "ceberrut" devletçiliktir. CHP, kendi devletçilik ilke ve tarihi pratiğinin içini boşaltırken Kemal Tahir'e gönderme yaparak, şimdiki devletçiliğinin sosyal ve halkçı özellikleri bakımından "müdahaleci devletçilikle" ilgisinin olmadığını ima etmiş olmaktadır. Bunun için gene Ecevit yardıma çağrılmaktadır: Ecevit'in 1961 sonunda, YÖN Dergisi'ni çıkaranların çıkış bildirgesine yönelttiği eleştirileri içeren mektubundan şu pasajlar aktarılmaktadır: "...Önemli olan devlet işletmeciliğine her türlü özel teşebbüs imkânını köstekleyici ve teşebbüs ruhunu baltalayıcı avantajlar sağlamak değildir; önemli olan, devlet işletmeciliğine teşebbüs ruhunu, özel teşebbüse de devlet işletmeciliğinin toplumsal sorumluluğunu kazandırmaktadır". (Cumhuriyet Gazetesi, 19 Temmuz 2020). Burjuvazinin kaygılarını gidermek çabası sanki hiç bitmeyecektir!

Bununla da sınırlı değil. Bugünkü CHP yönetimi, Ecevit ile birlikte CHP'ye nüfuz etmiş bulunan K. Tahir etkisini adeta yeniden canlandırmak isterken öyle ayrıntılı bir felsefi tartışma açarak değil (bunu bir ölçüde Ecevit yapmıştı), şu kaygılardan hareket ediyor: Güncel CHP'yi yeniden biçimlendirirken Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki tarihsel köklerinin "aşırı" veya "devri geçmiş" bulduğu kimi ilke ve uygulamalarından arındırmak, dolayısıyla bu alanda tartışma veya geçmişini savunma mecburiyetinde kalmadan sağ partilerle ittifaklarını geliştirmek istiyor. Zaten "sosyal devlet devletçiliği" gibi türlü çeşit düzen siyasetinin benimseyebileceği içeriksiz bir kavram öneriyor olduktan sonra böyle bir savunmacı pozisyon hâlâ gerekli miydi sorusu elbette sorulabilir.

Ancak bize göre herşey 37. Kurultay'a endeksli değildi. CHP'nin mevcut siyasi/ideolojik konumlanmasının yeni bir Programa ihtiyacı var. Bu Programda "devletçilik" ilkesinin alacağı şekil şimdiden belirginleşti. Onun kadar önemli mesele yürürlükteki 2008 Programındaki "laiklik" ilkesinin değiştirilmesi olacaktır. Mevcut Programda (s.15-16) bu ilkenin çerçevesi çizilirken, "Devletin ve kurumlarının, toplumun, hukukun ve eğitimin laik olması, asla ödün vermeyeceğimiz temel kuraldır" denilmektedir. 

Gerçekten öyle mi?

Oğuz Oyan / SOL

Ayasofya ve İstanbul Sözleşmesi'nden sonra padişah aklama operasyonu: Vahdettin'i aklamaya çalışanlar haindir! - SOL

Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamıştı. Kurtuluş Savaşını yapanlar onu bir hain olarak görüyordu. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bir İngiliz gemisiyle Malta adasına kaçtı. Mezarı Türkiye'de olmayan tek Osmanlı padişahı. Ülkeyi mülkü sanıyordu, dolayısıyla ihanet edecek bir vatanı da yoktu. Ama vatanı olup da Vahdettin'i aklamaya çalışanlar tartışmasız haindir…



Ayasofya Müzesinin ibadete açılması ve İstanbul Sözleşmesinin hedefe konulmasının ardından şimdi de Vahdettin’in mezarı Türkiye’ye getirilsin açıklaması yapıldı.

Yeniden Refah Partisi kurucular kurulu üyesi ve Genel Başkan Fatih Erbakan'ın Başdanışmanı “Osmanlı torunu” Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, son Osmanlı Sultanı Vahdeddin’in mezarının Şam’da olduğunu hatırlatarak; “Vahdeddin Han Şam’da yatıyor. Biz onun ülkemize getirilmesini istiyoruz. Çünkü bir padişah başka bir ülkede yatmamalı. Bunun önlemini almalıyız. O yüzden en kısa zamanda Vahdeddin Han’ın mezarının getirilmesi gerekir” dedi.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin en tartışmalı padişahlardan biri. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bir İngiliz gemisiyle Malta adasına kaçtı. Mezarı Türkiye'de olmayan tek Osmanlı padişahı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamış ve Millî Mücadeleyi engellemek için elinden geleni yapmıştı. Kurtuluş Savaşı zafere yaklaşırken Vahdettin de bir hain olarak görülmeye başlanmıştı.

Kurtuluş Savaşı zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922'de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını iki maddelik bir kanun ile ilan etti. 17 Kasım sabahı Vahdeddin, küçük oğlu Mehmed Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı'ndan bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya kaçtı. 1926'da San Remo'da öldü. Cenazesi Türkiye hükûmeti tarafından kabul edilmedi ve Şam'a getirilerek Sultan Selim Camii kabristanına gömüldü.

Gönüllü İngiliz ajanı

Vahdettin ve adamları Kurtuluş Savaşı boyunca işgalcilerle iyi ilişkiler kurdu ve Kurtuluş Savaşını engellemek için canla başla çalıştı. Adamlarından Sait Molla, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusuydu. Molla, bu derneği İngilizlere yaranmak için İngilizlerin de teşvikiyle Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarmaya karar verdiği sırada kurmuştu. Ülke işgal altındaydı ve yaranmaya çalıştığı İngilizler de işgalciydi. İşgale karşı Büyük Sultanahmet Mitinginin yapıldığı gün belediye reislerine telgraf çekip, kurduğu cemiyeti yeni mahalli şubeler açmak suretiyle desteklemelerini istedi. 1921’de Kurtuluş Savaşı yeni bir ülkenin tohumlarını atarken o hala İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kongrelerini yapmakla meşguldü.

Sait Molla, bütün bunları Padişah Mehmed Vahdettin adına yapıyordu. Yeni İstanbul gazetesini ve İngiliz Muhipleri Cemiyetini Sultanın inayetiyle kurmuştu. Vahdettin’in İngilizleri dostluğuna ikna etmek için kullandığı sıradan bir şarlatandı yani. Said Molla’nın çabalarının bu işe yetmeyeceğini anlayınca yeni bir proje hazırladı. Damat Ferit projeyi Padişah adına 30 Mart 1919 tarihinde İngiliz Yüksek Komiserine sundu. Projeye göre İngiltere lüzum gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edebilecekti. Osmanlı Bakanlıklarına ve hatta valiliklere İngiliz müsteşarlar atanacaktı. Seçimler İngiltere’nin denetiminde yapılacak, maliyeyi İngilizler denetleyecekti. Fakat nasıl olacaksa Sultan, imparatorluğun dış politikasını yönetmekte özgür olacaktı.

Köşkünde ölümü beklerken padişah oldu 

1918’de, ülke 10 yıllık uzun iç-dış savaştan paramparça çıkarken büyük umutlarla tahta oturtulmuştu. Duyduğunda “Ben bu makam için hazırlanmadım” diye mırıldandı. Kendisine biat edilmek için yola koyulduğunda bastonunu unuttuğunu fark etti, “Bu bir felaket” diye dövünmeye başladı. Bütün saltanatı felaketlerle geçti ama gözleri önünde bir ülkenin yitip gitmesine bastonunu unuttuğu anki kadar tepki vermedi. bastonları ülkesinden daha değerliydi.

Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Kemalistler Anadolu içlerinde denetimi sağlamak üzereydi. Üzerine bir de Damat Ferit kabinesinin düşüşü gelince paniğe kapıldı. Son bir hamleyle İngilizlerden güvenliğinin sağlanmasını, tahtından düşürülmesine engel olunmasını “rica” etti. İngiliz belgeleri Yıldız’da titreye titreye oturduğunu not ediyor. Sonrasında malum, bir İngiliz gemisiyle Malta Adası’na doğru yola çıktı. Çabaları ancak bu kadarına yetmişti. Vapur limandan ayrıldığında Vahdettin de tarihten silinmişti.

SOL

Jandarmadaki tasfiyeleri bir de ben anlatayım - Müyesser Yıldız / ODATV

İçişleri Bakanlığı’nda “FETÖ itirafçılarının” göreve getirildiğine dikkat çeken AKP’li eski milletvekili Mehmet Metiner acaba bu meseleye de el atar mı ki?!..


Emperyalizm ve maşası “FETÖ”nün hayallerinden birisi, jandarmanın TSK’dan koparılıp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıydı.

“Allah’ın lütfu” diye nitelendirilen 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra bu da süratle hayata geçirildi. Böylece halkla doğrudan teması olan bu en yaygın teşkilat da tümüyle iktidarın kontrol ve tasarrufuna geçti. Halkımız jandarmayı hala asker zannetse de TSK ile hiçbir bağı, bağlantısı kalmadı.

Malum, geçtiğimiz günlerde sadece 45 dakikalık YAŞ toplantısı ile TSK’daki terfi, uzatma ve emekliliklere karar verildi. Hemen ardından jandarmadaki atamalara ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlandı.

Birkaç gazete ve yazar dışında ne YAŞ kararları ne de jandarmadaki tayinler üzerinde duran oldu. Ha tapu kadastro atamaları, ha asker atamaları bir farkı kalmadı. “Ne güzel işte, askeri vesayet bitti. Artık bunlar kimseyi ilgilendirmiyor” denebilir. Denebilir; de keşke bu coğrafyada yaşamasak ve de 5 cephede birden savaş durumunda olmasak!..

YAŞ toplantısından önce Yeni Şafak Ankara Haber Müdürü Hüseyin Likoğlu, “FETÖ’nün geride kalan kriptolarıyla YAŞ öncesi 15 Temmuz gecesi direnen subayları hedef almaya başladığını, kendinden olmayanlar hakkında isimsiz ihbar mektupları ve ispiyonculukla disiplin soruşturması açmak istediğini” yazmıştı.

Bu satırlardan sonra en azından “15 Temmuz ve Suriye Kahramanı” olduğu anlatılan İsmail Metin Temel ile Zekai Aksakallı’nın neden emekli edildiğini sorması, sorgulaması gerekmez miydi?

Aynı ilgisizlik jandarma tayinlerinde de gösterildi. Muhalif medya 15 Temmuz’da Jandarma Genel Komutanlığı’nda çatışmaya girip darbecileri engelleyen komutanların tasfiye edildiğine dikkat çekti. Kimdi bu komutanlar? Balyoz kumpasında 3 yıl hapis yatan Tümgeneral Ahmet Hacıoğlu ile Tuğgeneral Ali Demir’di. Haberde 2017’den itibaren jandarmadan tasfiye edilen diğer bazı Balyoz kumpası mağdurları ile 15 Temmuz’da direnen bazı komutanların isimleri de hatırlatıldı.

İktidarı destekleyen Yeni Şafak gazetesi, “FETÖ mağduru komutana görev” başlığı ile Tümgeneral Hüseyin Kurtoğlu’nun Van Asayiş Kolordu Komutanlığı’na atanmasını ön plana çıkardı. Haberde Kurtoğlu’nun İstanbul İl Jandarma Komutanı iken “FETÖ kumpasına” maruz kaldığı ve terfisinin engellendiği vurgulandı. Peki Kurtoğlu’nun yeni atamadan önceki görevi neydi? Nedense belirtilme ihtiyacı duyulmamıştı!..

KARARGAHTA KİM VAR?

Kendilerinin terfi ve görevlendirmelerine geçmiş yazılarımda da yer vermiştim; ancak şimdi bu 3 ismin safahatını detaylı olarak anlatayım.

Evet, Ahmet Hacıoğlu 15 Temmuz’un önemli isimlerindendi. Canlı yaşadım, 16 Temmuz sabahı Jandarma’da çatışmanın sürdüğünü haber alıp Hacıoğlu’nu aradım. Arkadan silah sesleri gelirken, “Merak etme, iyiyim” deyip telefonu kapattı.

Hacıoğlu, Jandarma Genel Komutanlığı’ndaki görevinden sonra Bursa İl Jandarma Komutanlığı’na atandı. Oradan karargaha gelmesi beklenirken Erzurum Bölge Komutanı yapıldı. Geçen yıl, “Tamam, bu defa Ankara’ya döner” denirken Şırnak Jandarma Bölge Komutanlığı’na verildi.

İNŞALLAH MÜSEBBİBİ BEN DEĞİLİMDİR

İktidarın bizlere bakışını bildiğimden, zarar görmemeleri için Balyoz’dan yatıp göreve dönenleri düğün veya ölüm gibi çok özel durumlar haricinde aramamaya dikkat ettim.

Hacıoğlu ile de son görüşmem, daha doğrusu mesajlaşmam, oğlunun düğünü vesilesiyle oldu.

Düşünün; Anayasa Mahkemesi önündeki 45 günlük Adalet Nobeti’nden sonra mahkumiyet kararları bozulmuş ve bu haberi de Hacıoğlu’nun eşi ve oğluyla birlikteyken almışım. Sonra Mamak Cezaevi’ne gitmişiz, oğlu tulum çalarak hepimizi coşturmuş.

İşte Şırnak Bölge Komutanı olduktan kısa bir süre sonra Hacıoğlu’nun Ankara’da oğlunun düğününü yaptığını duydum. Davet edilmemiştim. Edilsem bile kesinlikle gitmezdim de, ancak insan haliyle bekliyor. Bunun üzerine bir sitem mesajı gönderdim. O da, “Abla, sen bizim başımızın tacısın” mealinde bir cevap verdi.

Bunu niye mi anlatıyorum?

Balyoz kumpası mağduru bir komutan… 15 Temmuz’da aslanlar gibi çatışmış… Daha geçen yıl Şırnak’a atanmış… Bunları geçtim, Karadenizli olduğu için iktidardakiler tarafından da benimsenip sevilen biri. Ama emekliliğe sevk ediliyor.

Malum, gözaltındayken cep telefonumdaki mesajlar üzerinden soruşturma konusuyla hiçbir ilgisi bulunmayan sorular yönelttiler.

Öncesinde de İçişleri Bakanı Soylu, telefon görüşmelerimden haberdar olduğu izlenimini veren açıklamalar yaptı ve gazeteci yazar Faruk Bildirici’nin sorusu üzerine de bunu yalanlayamadı, biliyorsunuz.

İşte bunları alt alta koyunca Hacıoğlu’nun bana cevabi mesajının da Bakan Soylu’ya sunulmuş olabileceğini düşündüm.

İnşallah bu başarılı komutanın ipinin çekilmesinin müsebbibi ben değilimdir demekle yetinip Ali Demir’e geçeyim.

Onu da Balyoz kumpasından Mamak’ta yatarken cezaevi ziyaretine gittiğimde tanıdım. Hakkında çok bilgim ve kendisiyle samimiyetim de yoktu; ama bende bıraktığı izlenim, iyi bir istihbaratçı olduğuydu.

15 Temmuz’dan hemen sonra İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’na atanması kararlaştırıldı. Ancak bizzat Erdoğan’ın müdahalesi ile İstanbul’a Hüseyin Kurtoğlu verilince Ali Demir Diyarbakır’a gönderildi. İki yıl burada PKK’lı teröristlerle mücadele etti. Ardından Bakü Büyükelçiliği’ne müşavir yapıldı.

Bu yıl Ankara’ya, karargahta bir göreve atanacağı bekleniyordu; ancak emekli edildi.

Anlaşılan o ki Hacıoğlu gibi Demir’in de karargaha girmesini istemeyen birileri varmış!..

TASFİYE Mİ JANDARMA KOMUTANLIĞI’NA HAZIRLIK MI?

Van Asayiş Kolordu Komutanlığı’na atanan Hüseyin Kurtoğlu’na gelirsek; evet, Yeni Şafak’ın kurguladığı gibi “FETÖ kumpasına” maruz kaldı; ancak dönemin Başbakanı Erdoğan, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur’un bizzat takip edip aklanmasını sağladığı dosya da sadece onunki oldu.

Yukarıda da belirttim. 15 Temmuz’dan sonra İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’na verildi. Ardından komutanlık içinde komutanlık haline getirilen personel temininin ana merkezi olan Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığı’na atandı.

Görev süresinin bitiminde karargahta bir göreve veya Ankara dışına atanması gerekirken Akademi’de kalmaya devam etti.

Peki bu yıl Van’a gönderilmesini nasıl yorumlamalı? Akademi’deki yapılanma tamamlandı, Kurtoğlu’na da ihtiyaç kalmadı denebilir. Ancak bana geleceğin Jandarma Genel Komutanı olması kararlaştırıldı da Doğu görevi engelini aşmak için gönderildi gibi geliyor.

TASFİYELER İÇİN DOĞRU SORU NE?

Son 3 yıldır Balyoz kumpası mağduru ve “FETÖ” ile mücadelenin öncü isimlerinin kademe kademe tasfiyesi ilginç değil mi?

İyi, güzel; herkes “15 Temmuz’un kahramanlarının tasfiye edildiğini” yazıyor, söylüyor da bu tasfiyelerin neden yapıldığını ve yerlerine kimlerin getirildiğini niçin sormuyor?

AKP’li bir ismin itiraf ettiği gibi, dün “Atatürkçülere karşı FETÖ’cüleri kullananlar” geçen 3 yılda da “FETÖ’cülere” karşı onları mı kullandı?.. “FETÖ” ile mücadele bitti mi?..

İçişleri Bakanlığı’nda “FETÖ itirafçılarının” göreve getirildiğine dikkat çeken AKP’li eski milletvekili Mehmet Metiner acaba bu meseleye de el atar mı ki?!..

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

Müyesser Yıldız / Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu / G4 Blok

ODATV

Eusebio Leal: Fatih değildi, tarihçiydi - N. GÖKSUN ÖZHAN / SOL

Ayasofya’nın kılıçlı törenlerle “yeniden fethedildiği” şu günlerde, kültür mirasımıza nasıl sahip çıkabileceğimiz konusunda ilham verici bir deneyimden söz etmek istiyoruz sizlere. Yazık ki bundan bugün söz etmemize vesile olan, Havana’da kırk senedir iddialı bir restorasyon projesine önderlik eden Kübalı tarihçi Eusebio Leal’in ölüm haberi.


Küba, Türkiye’yle ve Anadolu’yla kıyaslanınca çok genç bir tarihe sahip. Ancak fırtınalı ve zengin bir tarih bu. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünya’ya ilk kez 1492’de ayak bastı. Kendilerine “conquistador” (fatih) diyen bu ilk Avrupalıların başlattığı soykırım yüzünden, Karayiplerdeki yerli nüfustan ve onların kültüründen günümüze pek az şey kaldı. Karayiplerin en büyük adası Küba, önce Amerika coğrafyasından yağmalanan zenginliğin biriktirilip Avrupa’ya götürüldüğü zengin bir liman, sonrasında köle emeğine dayalı plantasyon ekonomisinin en önemli merkezlerinden biri, 20. yüzyıldan itibaren Amerikan sermayesinin ve mafyasının arka bahçesi ve 1959’dan bu yana ise sosyalist bir devriminin beşiği oldu. 

Beş yüzyıl boyunca, birbirine benzemez insan topluluklarının yolu zoraki veya gönüllü olarak bu adaya düştü. Küba kültürü, birbiriyle çelişen unsurların kimi zaman oldukça eklektik bir biçimde iç içe geçtiği bir cümbüş haline geldi. Öyle ki, Küba edebiyatının önemli isimlerinden Alejo Carpentier, Aydınlanma Çağı romanında Karayiplerin bu kültür mirasını överken, iki okyanus arasında kalan bu denizi yeni çağın Akdeniz’i olarak tarif ediyordu:

Etrafa dağıldıktan uzun zaman sonra, kayıp kabilelerin soyundan gelenler, şivelerini ve yüz hatlarını birbirlerine karıştırmak, bozunmak, yeniden oluşmak, birbirlerine karışmak […] durmaksızın yeni tipler, yeni şiveler ortaya çıkarmak üzere burada, bu Karayip Akdenizi’nde tekrar buluşmuşlardı.

“Şehir Tarihi Ofisi”, Küba’da sosyalist devrimin tesis ettiği kurumlardan biri değil. Havana Şehir Tarihi Ofisi, 1938’de kuruldu. İspanya’dan bağımsızlığını kazanan ada, 1902’den itibaren ABD güdümündeki “sözde” bir cumhuriyetle idare edilmeye başlanmıştı. “Yeni sömürgecilik” diye de anılan bu dönemde teşkilatlanan her kurum gibi, Havana Şehir Tarihi Ofisi de ABD sisteminin Küba’daki bir yansıması ve uzantısıydı. Şehrin kültür mirasını araştırmak ve korumakla görevlendirilen bu kurumun ilk yöneticisi, bir hukukçu olan Dr. Emilio Roig de Leuchsenring idi. Roig’in ölümünün ardından 1967’de bu göreve getirilecek olan Eusebio Leal Spengler ise, o sıralar sadece 25 yaşındaydı ve henüz üniversite mezunu bile değildi.

Alaylı bir tarihçi

Eusebio Leal, devrimin gerçekleştiği 1959’da Havana Belediyesi’nde çalışmaya başlamıştı. Bir gün, Havana’nın oldukça bakımsız durumundaki tarihi merkezinde (Eski Havana) yürütülen bir asfaltlama çalışmasında, parçalanan asfaltın altından beklenmedik bir şey yüzünü gösterdi: Ahşap parke kaplı bir cadde. Leal, bunun önemli bir arkeolojik kalıntı olabileceğini savundu. Zira ünlü doğabilimci ve gezgin Alexander von Humboldt, Havana’ya dair tanıklıklarında böyle bir caddeden söz etmekteydi. Genç belediye işçisi, asfalt silindirinin önüne yatarak kalıntıların yeniden örtülmesine engel oldu. Şehir efsanelerine konu olan tarihi yol, Leal’in bu çabaları sayesinde günışığına çıkarıldı. Leal daha sonra, bu yolun hemen arkasında yer alan tarihi sömürge valiliği binasının restore edilerek şehir müzesine dönüştürülmesinde de görev aldı. 

Bu süreçte sivrilen Leal, dönemin birçok iddialı devrimcisi gibi Fidel Castro ile tanışma şansı bulmakta gecikmedi. Kısa süre sonra Havana Şehir Tarihi Ofisi’nin yöneticiliğine atanan Leal, izleyen yıllarda çok daha iddialı bir projeyi gündeme getirecekti: Bakımsızlığın ve nemli iklimin etkisiyle günbegün ufalanan, kayıp gitmekte olan Eski Havana’yı kurtarmak! 

Havana yoksullarının harap malikaneleri

Eusebio Leal Havana’nın kültür mirasını yönetmekle görevlendirildiğinde, Küba Devrimi gerçekleşeli henüz sekiz yıl olmuştu. Devrim, kır ile kent arasındaki muazzam eşitsizlikler nedeniyle enerjisinin çoğunu kırlara yöneltmek zorunda kalmıştı. Başlatılan kapsamlı kırsal kalkınma hamlesi toprak reformunu, ulusal çapta bir okuryazarlık seferberliğini, yol inşası gibi bayındırlık çalışmalarını, kırsal bölgelerde çalışacak sağlıkçıların ve eğitimcilerin yetiştirilmesini ve çoğunluğu toprak tabanlı evlerde susuz, elektriksiz yaşayan köylülerin sağlıklı konutlara kavuşturulmasını kapsıyordu. Devrimin önceliklerinden biri olan konut reformu, şüphesiz kent nüfusunu da kapsıyordu. Konut reformunun 1959 Şubatında başlatılan ve bir yıla yayılan ilk etabıyla evsizliğin ve kiracılığın son bulması, mevcut konut stokunun kamulaştırılıp çok uzun vadede ödenecek krediler karşılığında yoksul ailelere tahsis edilmesi ve toplu konutlardan oluşan modern banliyö semtleri oluşturulması hedefleniyordu. 

1953 sayımına göre ülkedeki konutların yüzde 47’si harap veya kötü durumda sınıflandırılmıştı. Kırsaldaki konutların yüzde 75'i kötü durumdaydı. Başkent Havana’daysa, işçi sınıfından aileler toplam hane gelirinin 4’te birini kiraya harcıyordu. Evsahibini koruyan yasalar yüzünden, kirasını ödeyemeyenlerin ivedilikle sokağa atılmaları sıklıkla karşılaşılan bir manzaraydı. 

Havana’nın bir diğer önemli sorunu, tarihi binalardaki bakımsız ve sağlıksız konutlardı. Havana’nın tarih merkezi gözden düşmüş ve onlarca yıldır ihmal edilmişti. Meclis binası (El Capitolio), başkanlık sarayı ve bunların etrafındaki parklar bir nebze bakımlıysa da, bunları çevreleyen Eski Havana bölgesi için aynını söylemek mümkün değildi. Zenginler yüzyılın başı itibariyle burayı terk ederek şehrin batısındaki Vedado, Miramar gibi yeni gelişim bölgelerinde yaptırdıkları müstakil evlere, apartmanlara taşınmışlardı. Bir zamanların gösterişli konakları, küçük odacıklara bölünerek işçi sınıfı ailelere kiralanmaktaydı. Geçmişte zengin ailelerin hizmetkarlarıyla yaşaması için tasarlanmış olan konakların her bir odası bir aileye kiralanmış, yoksul kiracılar binaların bakımına hiçbir kaynak ayıramadıkları gibi haddinden fazla yük bindirilen binaların çürüyüşü daha da hızlanmıştı. “Solar” adı verilen bu binalar Havana’nın tarihi merkezindeki konutların yüzde 45’ini oluşturmaktaydı. 23 Aralık 1959’da çıkarılan 691 sayılı yasayla, aşırı dar gelirli kesime kiralanan harap durumdaki binaların devlet tarafından satın alınacağı ilan edildi. Bu binalarda kalanlar, daha sağlıklı konutlara yerleştirilene dek kira ödemeden oturma ve kullanma hakkına sahip oldular. Bu hak mirasla devredilemiyordu ancak belirli bir süre boyunca o konutta ikamet eden çocuklar doğal olarak hakkın sürdürücüsü oluyorlardı.

Ücretsiz oturma hakkı verilen bu tarihi binaların bakımının da devlet tarafından üstlenmesinin gerekeceği, çok geçmeden ortaya çıktı. Fakat ABD’nin giderek ağırlaşan bir ekonomik abluka ile nefessiz bırakmaya çalıştığı Küba’da, bu işe ayrılacak yeterli kaynak yoktu. İşte Eusebio Leal’in önderliği, burada devreye girdi. Fidel ile yakın bir dostluk geliştiren Leal, Havana’ya dair iddialı projeleri konusunda onu ikna etmeyi başardı. İkinci Beş Yıllık Plan’da (1981-1985) Havana ilinin bölgesel kalkınması için turizm stratejik bir faaliyet olarak öne çıkarıldı.  Aynı yıl, Leal’in öncülüğünde, Havana’nın tarihi merkezindeki anıt niteliğindeki binaların önceliklendirilmiş bir proje çerçevesinde restore edilmesini ve turistik bir kalkınma bölgesi olarak değerlendirilmesini öngören bir plan devreye sokuldu.  1982’de UNESCO’nun Eski Havana’yı Dünya Mirası listesine dahil etmesi, restorasyon işlemlerinin aslına uygun ve doğru bir şekilde yapılmasını daha fazla güvence altına aldı ve dolaylı yollarla bu iş için ek finansman sağladı.

Kendini finanse eden restorasyon

Havana’nın tarihi mirasını ayağa kaldırma projesi, ironik bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve Küba ekonomisinin ağır bir krize girdiği “Özel Dönem” sırasında şaha kalktı. 30 Ekim 1993 tarihli 143 Sayılı KHK ile, Şehir Tarihi Ofisi’ne bazı olağanüstü yetkiler verilerek bu kurumun hem restorasyon bölgesindeki konutlara ilişkin tasarruf sahibi olması hem de kendi kamu şirketlerini kurarak özerk bir ekonomi geliştirmesi mümkün kılındı. 1994 yılı itibariyle tarihi merkezin restorasyonuna dair iddialı bir master plan devreye sokuldu. Projenin en önemli özelliklerinden biri, restorasyon sürecinin zaman içinde bölgede geliştirilen turizm faaliyetleriyle kendi kendini finanse eder hale gelmesiydi. Havana Şehir Tarihi Ofisi, restore ederek kullanıma kazandırdığı tarihi binaların bazılarını otel ve restoran olarak işletiyor, bu sayede kendi finansman kaynaklarını oluşturabiliyordu.

Projenin bir diğer önemli özelliğiyse, dünyanın başka yerlerinde görülen soylulaştırma (gentrifikasyon) örneklerinin aksine tarihi merkezin sakinlerinin yaşadıkları muhitten uzaklaştırılmamalarıydı. Restore edilen tarihi binaların sakinleri geçici olarak misafirhanelere yerleştirilirken, restorasyon tamamlanınca binaya geri dönebiliyorlardı. Binada aşırı bir yoğunluk varsa, en uzun süredir o binada yaşayan ailelere, işyeri yakında olan kamu çalışanlarına ve yaşlı, engelli hasta bireyler içeren ailelere öncelik veriliyordu. Mahallelilerin içinde yaşadıkları tarihi dokuyu yakından tanımaları ve ona sahip çıkmaları için Şehir Tarihi Ofisi okullar başta olmak üzere diğer kamu kurumlarıyla birçok ortak etkinlik düzenliyordu. 

Küba’nın ilk camisi orada açıldı

Eski Havana’da restore edilen binaların bir bölümüyse, Küba ile dost halkların kültürel ilişkilerini geliştirmeyi hedefleyen kültür merkezlerine tahsis edildi: Afrika Evi, Asya Evi, Meksika Evi, Venezuela Evi… Bu kültür merkezlerinden biri de Arap Evi’ydi. Çoğunluğunu yabancı diplomatlar ile Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelerek Küba’da burslu öğrenim gören öğrencilerin oluşturduğu Havana’nın Müslüman cemaati için, burada bir mescit de kuruldu. AKP’nin 2015 yılında Küba’da cami yaptırma gündemiyle ortaya çıkmasından çok önce bu mescit ibadete açılmıştı.

“Irkımızdan öte kültürümüz melezdir ve bununla gurur duyuyoruz” diyen Eusebio Leal, ömrünü bu zenginliği gelecek kuşakların da tanıyabilmesine adadı. Abluka altındaki Küba halkının kültür varlıklarına sahip çıkma konusunda gösterdiği çaba, bugün kimliğinden gurur duyarak bu saldırganlığa karşı direncini ayakta tutabiliyor olmasında tartışılmaz bir role sahip. Boşuna söylemiyoruz; İstanbul’un tarihi yapısı Ayasofya’nın ucuz hesaplara malzeme edildiği bu günlerde Küba’dan alacağımız gerçekten önemli bir ders var.

N. GÖKSUN ÖZHAN / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...