10 Aralık 2020 Perşembe

Yargının telefonlarında dolaşan sır - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


 Emek, Galip, Deniz, İlk Adım, Tükenmez Kalem, Sokak Lambası...

Bunlar gazetelerin arkadaşlık köşelerine mektup yazanların rumuzları değil. Bir dönem FETÖ’nün, kumpaslarında kullandığı meşhur gizli tanıkların takma adları.

Savcılar; Gebze Dilovası’nda bir kooperatifte faaliyet gösteren eski sol örgüt itirafçısına, “Dilovası” adını bulmuşlardı. Kartal Aydos’ta işlediği cinayet nedeniyle, bir başkasına “Aydos” ismini koymuşlardı. Hanefi Avcı’yı da sanık yaptıkları Devrimci Karargâh kumpasında, “her şeyi bilen” gizli tanığı, “Son Tezgâh” rumuzuyla kaydettiler.

Bir zamanlar mafyanın Suskunluk-Omerta yasasını kırmak için başvurulan “gizli tanık” uygulamasını, FETÖ yargısı rezalete dönüştürüp sürdürdü. Mahkemeler; her önüne gelen suçlunun, husumetlisini suçladığı bir düzene kavuştu.

Yıllarca dağda Türk askerini katletmiş Şemdin Sakık’a, “Deniz” adını verip komutanların aleyhinde konuşturdular. Ablasını öldürüp, yeğenini fuhşa zorlayan Osman Yıldırım’ı, gizli tanık yapıp serbest bıraktılar. “Kıskaç” kod adlısı, bir sanığın eski eşinin sonraki kocasıydı, yani aslında “kıskanç”tı.

Gizli tanık Sultan’ın öyküsü

Gel zaman git zaman tablo değişti. Türkiye, engizisyon düzenini hatırlatan gizli tanık düzeninin eleştirisini yaptı. Televizyonlarda konuşuldu. Üzerine kitaplar yazıldı.

Ancak eski düzeni yeni araçlarla sürdürenler alışkanlıklarını bırakamadı. Önemli davalarda yine karşımıza çıktılar.

Üstelik...

Devir FETÖ ile mücadele devriydi. Bu konuda iktidarın da muhalefetin de bir tereddüdü yoktu. Yöntemler, seçimler, kişiler, tutumlar eleştirilse de aşağı yukarı herkes örgüte karşı tavır alıyordu. Buna rağmen FETÖ aleyhine açıklama yapacaklar, neden halen kimliklerini gizleme ihtiyacı duyuyordu? Ne gerek vardı buna?

Diyeceksiniz ki şimdi nereden çıktı bu gizli tanık bahsi?

Şöyle anlatayım...

Son dönemde medyada bir gizli tanık göze çarpıyor. Daha doğrusu çarpıyordu. Haberlerde görüyordum. Ona yargının verdiği isim: Sultan’dı.

Sultan, FETÖ’cü polis ve yargı mensuplarının, özellikle yurtdışı ilişkilerini deşifre ediyordu.

Örnek olsun, TRT’de açıklamalarını “ABD ile FETÖ işbirliğini gizli tanık belgeledi” başlığıyla okumuştum.

Birçok haberin kaynağı Sabah gazetesi onu överek “Zekeriya Öz ve Celal Kara ile internet üzerinden görüntülü konuşan gizli tanık Sultan” diye tanıtıyordu.

Aynı açıklamayı haberleştiren Yeni Şafak’ta “darbe girişiminin hemen ardından Ukrayna’da yapılan bir toplantının tutanağını da savcılığa verdi” satırlarını görmüştüm.

Yanlış anlamayın...

Hükümet medyasında okuduğum haberlerden şikâyet etmiyorum. Aksine, gerçekte kim bilmiyorum ama “gizli tanık Sultan” iyi ki konuşuyor. İyi ki ne biliyorsa anlatıyor. Keşke adıyla sanıyla çıksa, televizyonlarda konuşsa, hatta daha çok konuşsa diyorum.

Çünkü ne olduysa, “gizli tanık Sultan” haberleri medyada kayboldu.

FETÖ’ye sızıntı yapan başsavcı vekili

Aslında konu, benden önce yargı camiasının dikkatini çekmişti. Zira çeşitli telefon mesajlarıyla, herkes birbirine “gizli tanık Sultan”ın haber olmamış ifadesini gönderiyordu. Ama gelgelelim “Sultan nasıl kaka oldu”yu anlatmak pek kolay değildi.

Bana ulaştıran da aslında çok fazla bir şey söylemedi. “Oku anlayacaksın” diyordu kısacası.

Aslında önümdeki ifade, Sultan’ın ifadelerinden sadece biriydi. 16 Mart 2016 tarihliydi ama “daha önce söylediklerine ek yapmak istediğini” anlatarak başlıyordu.

İfadenin bütününü okuyunca Sultan’ın çok önemli isimler hakkında çok önemli iddialarda bulunduğunu anlıyorsunuz. Ancak bir bölümü var ki “işte neden bu” dedirtiyor:

Ö.O. isimli şahıs, himmet paralarının koordinesinin yanı sıra, İstanbul ili mütevellisinde de görev alan bir örgüt mensubudur. M.B. de yine himmet paralarının koordinasyonunun yanında, eski SSCB yapısındaki ülkelerde, buradaki örgüt toplantılarında ve sohbetlerde, kendisinin okul ve gençlik arkadaşı olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nda bir başsavcı vekilinin olduğu, kendisiyle ilgili dosyalara bu suretle ulaştığını, başına bir şey gelirse de bu şahıs tarafından da kollanacağını söylemektedir.”

Yani darbe girişimden sadece 4 ay önce verilen ifadede, hükümet medyasındaki haberlerden tanıdığımız gizli tanık, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekillerinden birinin FETÖ’ye bilgi sızdırdığını anlatıyor.

Meselenin daha ilginç bir yanı var. Sultan, ifadesine şöyle devam ediyor:

“Bu başsavcı vekilinin ismini ifademde geçmek istemiyorum. Ancak bu husus sizin tarafınızdan araştırılabilir.”

Öyle anlaşılıyor ki gizli tanık, o “kudretli savcı”dan korkuyor. Herkesle ilgili rahat rahat konuşurken, en önemli bilgiye sıra gelince üstünden atlamayı seçiyor.

O savcı şimdi nerede?

2015/127395 numaralı soruşturma dosyasında yer alan ifadede, gereği yapıldı mı bilmiyoruz. Yapıldıysa, o dönem İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekillerinden biri, FETÖ’ye dair bazı dosyaları örgüte sızdırdığı iddiasıyla soruşturuldu. Yok yapılmadıysa, eldeki istihbarata rağmen bu kritik bilgi yokmuş gibi davranıldı. Her iki durum da insanın kafasını karıştırıyor.

Bir gizli tanık ifadesiyle yıllarca tutuklu kalan insanların hikâyelerine bakıyorum. Bir de aynı savcılığı yıllarca yöneten isimlerden biri hakkındaki gizli tanık ifadesine...

Bir Sultan’la ilgili övgü haberlerini okuyorum. Bir de Sultan’ın verdiği en işe yarar bilginin üstünden nasıl atlandığını...

Bir İstanbul Grubu’na yakın isimlerle Adalet Bakanlığı arasındaki FETÖ atışmasını hatırlıyorum. Bir de Bakan Gül’ün bazılarının geçmişine yaptığı “aynı maklubeye kaşık sallayanlar” göndermesini...

Bir 2016 yılının mart ayında başsavcı vekili olanların listesini hatırlıyorum. Bir de o listedekilerden, sonradan başsavcı olanları, hatta Yargıtay’a atanıp Anayasa Mahkemesi’ne niyetlenenleri...

İçimden geçiriyorum...

Şu gizli tanıklar gizli tanık olalı, belki de ilk kez çok büyük bir balık tutacaktı.

Ona da izin vermediniz!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

58 yıllık çınara veda - Selda Güneysu / CUMHURİYET


 

1963 yılından bugüne 58 yıldır perdelerini aralıksız açan AST, tiyatrosuna veda etmek zorunda kaldı... Ancak o binada şimdi anılar kol geziyor...

Ankara’nın en işlek meydanlarından Kızılay’da, Ihlamur Sokak’ın köşesindeki Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) şimdilerde “gölgeler” konuşuyor. Bir 6 Aralık günü Asaf Çiyiltepe tarafından kurulan tiyatronun yine bir 6 Aralık günü boşalan sahnesinde, bir döneme damgasını vurmuş nice sanatçının replikleri, binanın önünden geçen Ankaralının kulağına fısıldıyor.

Uğur Mumcu’dan Faruk Erem’e, Yaşar Kemal’den Sabahattin Ali’ye değin pek çok yazarın oyunlarının sahnelendiği o salon, Ankaralının hafızasında artık hep o repliklerle hatırlanacak. Koronavirüs salgını en çok sanat camiasını vurdu. Ancak Türkiye’de sanat camiası bugüne değin salt salgınla mücadele etmedi. Özellikle tiyatro sanatı ne yazık ki günden güne eridi. Özel tiyatrolar perde açabilmek için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğini beklerken, aralarında AST gibi nice tiyatroya gereken destek yapılmadı.

Tiyatrocular, her zorluğa karşın AST’ı yaşatabilmek, perdelerini sonuna değin açabilmek için çabaladı. Çok değil, 2000’li yılların başında da AST’ın binası boşaltılmak istenmiş, yerine alışveriş merkezi veya otoparkın yapılması planlanmış ancak o zaman da sanatçılar, Ankaralılar ile el ele vererek “Tiyatromuza sahip çıkıyoruz” diyerek bu duruma engel olmuştu. Ancak artan ekonomik koşullar nedeniyle 6 Aralık 1963 yılında, Asaf Çiyiltepe ve arkadaşları tarafından “devrimci ve ilerici bir tiyatro olarak” kurulan AST, yine bir 6 Aralık günü boşaltıldı.

KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ...

Asaf Çiyiltepe, tiyatroyu kurduktan çok kısa bir süre sonra, 1967 yılındaki doğu turnesine giderken geçirdiği bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi. Bunun üzerine tiyatronun sanat yönetmenliğini Güner Sümer, Sümer’den sonra da Rutkay Aziz üstlendi. Rutkay Aziz, pek çok oyunun yönetmenliğine imza atarken, sahnede de Ankaralı ile buluştu.

O dönemlerde, çağdaş dünya klasiklerinden pek çok oyun sahnelendi AST’ta. Özellikle “Brecht-Gorki Tiyatrosu” kimliği kazandı. Genco Erkal, Ergin Orbey, Çetin Öner, Rutkay Aziz ve Yılmaz Onay gibi sanatçı ve yönetmenlerin yanında, Osman Şengezer ve Yücel Tanyeri gibi sahne tasarımcıları gibi Timur Selçuk gibi bestecilerin yolu da o sahneden geçti. 1971-1972 sezonunda Bertolt Brecht’in yazdığı, Yılmaz Onay’ın yönettiği “Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti” adlı oyunla, sıkıyönetim tarafından gözaltına alındı oyuncular. 1974-1975 sezonunda da AST Türk tiyatro tarihine deyim yerindeyse damga vurdu.

AST’ın oyuncuları, Maksim Gorki’nin aynı isimli romanından Bertolt Brecht’in oyunlaştırdığı “Ana” adlı oyunu Rutkay Aziz rejisi ile sahneye taşıdı. Ve bu oyunda dillendirilen “1 Mayıs Marşı”, seyircilerin oyundan çıkarken hep bir ağızdan söylemesiyle Türkiye’ye mal oldu. Bu marş bugün hâlâ her 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı’nda hep bir ağızdan söyleniyor. Ancak ne yazık ki tam 58 yıldır Uğur Mumcu’dan Faruk Erem’e, Yaşar Kemal’den Sabahattin Ali’ye değin pek çok yazarın oyunlarının sahnelendiği o salon, Ankaralının hafızasında artık hep o repliklerle, oyun müzikleriyle hatırlanacak bundan sonra.

‘AST YAŞASIN’

AST ile yolu kesişenlerden biri de tiyatro sanatçısı Genco Erkal. 1965 yılında Türkiye’nin ilk tek kişilik oyunu olan “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı oyunu ilk kez AST’ta oynadı Erkal. Erkal, o dönemi ve sahnenin kapatılmasını şu sözlerle değerlendiriyor: “AST salonu elden gitti dedikleri an yüreğim sıkıştı. Tiyatromuzun yakın tarihinin yüz akı, bunca önemli oyuncu, yazar, besteci ve yönetmene ev sahipliği yapmış bir salon bu kadar kolay gözden çıkarılabilir mi? 60 yıllık sanat hayatımın en verimli üç yılını orada yaşadım. 1965 yılında ülkemizin ilk tek kişilik oyunu olan Bir Delinin Hatıra Defteri’ni o salonda oynadım. Ardından ilk Brecht yorumum olan, Asaf Çiyiltepe’nin yönettiği Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi geldi.

O dönem AST’ın çok güçlü bir kadrosu vardı. Başrolünü Erkan Yücel’in oynadığı ‘Pazar Gezintisi’ni o kadroyla sahneledim. Son oyunum ise Orhan Duru’nun uyarladığı ‘Durdurun Dünyayı İnecek Var’dır. Ankara’nın sanat yaşamında o yıllar AST bir güneş gibi doğmuştur. Her oyunu olay olur, haftalık biletler çıktığında bir iki saat içinde tükenirdi. İstanbul’a turneye gittiğimizde, bir aylık biletlerin satışa çıkacağı gün 200 metrelik kuyruk oluştuğunu bilirim. Biletler maç bileti gibi karaborsaya düşerdi. Bu tiyatro salonu, restore edilerek mutlaka yaşatılmalıdır. Önümüzde çok güzel bir örnek var. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu aynı tehlikeyi yaşayan Kenter Tiyatrosu’na nasıl sahip çıkıp salonu kurtardıysa şimdi aynı görev Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne düşüyor. Zaten tiyatro binaları konusunda birçok yıkım sonucu aşırı derecede fakirleşmiş bulunuyoruz, bir de bu değerli yapıyı kaybetmeyelim. AST yaşasın.”

‘YÜZYILLARCA IŞIK TUTSUN’

AST’ta tam 25 yıl görev alan tiyatro sanatçısı Altan Erkekli de şunları söyledi: “1975 girişli birinci sınıf öğrencisiyken, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde, Sevgili Rutkay Aziz’in beni izleyip, Maksim Gorki’nin “Ana” adlı oyununda, “Pavel” rolüyle sahneye çıkardığı, o devlerle beraber AST’ta başlayan serüvenim, 25 yıl sahne üstü ve gerisindeki görevlerle devam etti. Beni var eden yerdir AST. Geniş kitlelerle buluşturup, ödüller almamı sağlayan yer... Emeği geçen herkese sonsuz teşekkür ediyorum. AST, Ankara’nın simgesidir. Türk tiyatrosunun simgesidir. Sahnesini elbette açık havada, çadır tiyatrosunda da sürdürür ama o bina Ankaralının kalbinde, tiyatroya gönül vermiş insanların yüreğinde yaşamalıdır. Bakanlık, yerel yönetimler, Ankara’nın önde gelen ticari kuruluşları, ortak akılla bir çözüm bularak o sahneyi yeniden Ankara’ya armağan etmelidir. Bu simgenin yüzyıllarca ışık tutmasını istiyorum.”

‘GÖRÜŞMELER DEVAM EDİYOR’

AST’ın salonunu kapatmasına belediyeler de sessiz kalmadı. Ankara Büyükşehir Belediyesi, bir yandan AST’ın yeniden salonuna kavuşması için yetkililer ve binanın sahibiyle görüşmelerini sürdürürken, diğer yandan salgın nedeniyle zor günler yaşayan diğer tiyatrolara da yardımcı olmaya çalışıyor. Belediye, bu kapsamda 37 tiyatronun oyunlarını da satın aldı. Oyunlar ABB TV’de sanatseverlerin beğenisine sunulacak.

‘DESTEĞE HAZIRIZ’

Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen de AST için her türlü desteği vermeye hazır olduklarını ifade etti. Taşdelen, “AST, hepimizin yetişmesinde etkisi olan bir kültür ve sanat mirası; bir aydınlanma köprüsüdür. Belediye olarak bizden talep edilen desteği vermeye hazırız. Benim ilk tiyatro izlediğim yerdir. Aziz Nesin’lerin, Uğur Mumcu’ların hiçbir yerde oynanmayan oyunlarının sahne aldığı yerdir. Orada sorun mal sahibi ile ilgili. Şu an Bilkent Sahne’ye taşındılar. Ancak biz AST’ın Ihlamur Sokak’ta perde açmaya devam etmesini istiyoruz” ifadelerini kullandı. Mersin Mezitli Belediye Başkanı Neşet Tarhan da “Biz AST’ı oyunlarını nisan-mayıs ayı gibi açmayı planladığımız kültür merkezimizde oynamaları için davet ediyoruz. Destek vermekten onur duyarız” dedi.

 Selda Güneysu / CUMHURİYET

Antik kentte durum içler acısı - SÖZCÜ

 Gaziantep'te mağara ve tapınaklarıyla görenleri hayran bırakan Dülük Antik Kenti'nde duvarlar yazı tahtasına çevrildi. Bölge sakinleri, antik kentin turizme kazandırılmasını istiyor.

Hititler, Medler, Asurlular, Persler ve İskender imparatorlukları arasında el değiştiren antik kent, barındırdığı eserler ve tarihi yapılarla pek çok medeniyetin bilgilerini bugüne aktarıyor.

Tapınak, tünel, mağara ve galeriler ile yeraltı şehrini andıran antik kentte duvarlar bilinçsiz kişiler tarafından yazı tahtasına dönüştürüldü. Duvarlara yazılar yazılıp, şekiller çizildi. Bu içler acısı görüntüleri görenler, tepki gösterdi.


Gaziantep Turizm Derneği Başkan Yardımcısı Tarık Aytekin, “Şu anda Anadolu’nun ilk bilinen ve bulunan ilk Mitras tapınağındayız. Burası Mitras inancının dünyada bilinen en büyük tapınaklarından bir tanesi, hatta en büyüğü diyebiliriz. 

Sadece Gaziantep’in değil, Türkiye’nin aynı zamanda dünya kültür mirasının en önemli öğelerinden bir tanesi ama durumu içler acısı” dedi.


“ALİ-AYŞE YAZILIYOR”

Aytekin, sözlerine şöyle devam etti:



9 Aralık 2020 Çarşamba

ÖĞRENEMEDİKLERİMİZ ÜZERİNE - Mülkiye Selim Tuncer (alıntı)


Sokaklarda çamurla oynanan ve düz duvarlara, ağaç tepelerine tırmanılan özgür bir çocukluğa denk gelmiştik.

Çamurdan evler yapan, henüz deprem, darbe nedir farkında olmayan çocuklardık.
Küçük tanrıcılık oyunlarımızda yine çamurdan küçücük kadın ve erkekler yaratan son yaratıcı çocuk kuşağı olduğumuz henüz bilinmiyordu.
Saklanbaç oynarken sokaklara su depolarının üzerine serilmiş halı altlarına ve ağaç kovuklarına ya da tepelerine saklanmayı bilen çocuklardık
Neyse ki umursanmadığımız aynı günlerde okumayı kara tahtalarda harflerle, hecelerle boğuşarak öğrenen son özgür kuşaktık.
Belki de o yüzden iyi konuşuyor ama iyi yarışamıyoruz.
Kırk yılda bir alınan ya da hediye gelen oyuncaklar kırılmasın diye özenle saklanırdı annelerimiz tarafından.
O yüzdendir çamura yatkınlığımız.
Henüz yeterince betonlaşmamış erken zamanlarımızda kendimizi yoğurabildiğimiz sokak oyunlarımızdan biriydi çamurla teşriki mesaimiz.
Çamuru sevdik, ama belki bu yüzden de çamur olmamaya çalıştık.
Çok geçmeden kısa şortlarımız ve bisikletlerimizle cirit attığımız haytalık mekanlarımız tanklarla doldu.
Biz ki henüz okumanın orta yerine varmadan, memleket sorunlarının yüzlerce ciltlik ansiklopedileri kafalarına indirilen erken siyasal çocuklardık.
Halkevlerinin ne olduğunu bilmeden oradaki çatık kaşlı ablalar ve ağabeyler hatırına elimize verilen gazeteleri bile satmışlığımız, bildirileri dağıtmışlığımız vardır.
Ama korkularımız bizden büyük olduğu içindir ki, sıkıyönetim ilanının ne anlama geldiğini bilecek denli derin bir sessizlikle karşıladık o derin karanlığı.
Sonra çay ve sigara verdik, sokağa çıkmamıza izin vermeyen asker ağabeylere.
Biz yasaklamayla da olsa evimizde çayımızı içerken onların çaysızlığı ve tütünsüzlüğü bizi bir yerlerden acıttı yine de.
Devrimci ağabeylerimiz bile en çok Orhan abimizin “işte sevgi işte aşk dilediğince al senin olsun” şarkısını da söylerdi o günlerde.
Ama o günlerde dilediğimizce alabildiğimiz sadece çatık kaşlar ve nedenini tam bilemediğimiz korkulardı.
Okumanın orta yerinde yani henüz 14-15 yaşlarında nedenini tam da bilemediğimiz polis aramalarına maruz kaldık.
Sonraları öğretmenlerimizin direnişine destek vererek kendimizi kahraman sınıfına dahil ediverdik.
Kapı önünde kimliksiz top oynamanın yasak olduğu günlerdeydik.
Aranan çantalarımızdan anamızın koydugu bir elma ile oyun oynamak için sokaktan topladıgımız boş kibrit kutuları çıkardı.
Kafasına cumhuriyet ansiklopedileri ile vurulmuş bir kuşaktık.
Orta okul yaratıcılığımız Atatürk’ün Türk milleti için kurduğu cümleleri anlamlı bir kompozisyona uydurma çabasında geçti.
Liseli yıllarımızın kurtarılmış bağımsız kompozisyon günlerinde yazdıklarımız da zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlarla, en iyi hayat arkadaşı olarak fareleri seçen madencilere dairdi.
Aşkı sevgiyi ise hiç kimsenin farkına varmadığı bir şekilde gizli gizli okuduğumuz romanlardan, özellikle Rus klasiklerinden öğrendik.
O yüzdendir 'tutunamaz'lığımız.
Biz gerçeklikten kovalanan ve sığınak olarak romanları bulan bir kuşaktık.
Okumanın yüksek yerlerine geldiğimizde her gün yoklandık listelerle.
Derslerimiz kalabalıktı ama bizler yalnızdık nedense.
Çok sınanıyor az öğreniyorduk.
Çatık kaşlardan hazzetmediğimizden olsa gerek, işaret parmağını gözümüze hizalayan her gruptan uzak durmaya gayret gösterdik.
Onlar hep bir şeyler söylüyor ama dinlemiyorlardı.
Biz de onlarla uzun uzadıya çok konuşmaya niyetlendik ama kavgadan konuşmaya fırsat olmadı.
Erken yaşlarda öldüler, suskunluğumuz belki de bu yüzdendir.
Bu eziyetli kırılma hali zamanla koca bir suskunluğa dönüştü.
Aşk bizim için özgürlüktü ama ne acıdır ki aşk her yerden de sürgün edilmişti.
Bir şeye bağlanmanın ne demek olduğunu bilmedik ve kendimizle uğraştık en çok.
İdeolojimiz oldu sandık, hapse girecek ya da uğruna ölünecek davamız var diye düşündük, bir gün deprem oldu, anladık ki o da yoktu.
Bu yüzden hep suçlandık ve hep tek ayak üzerinde tutulduk hayatta.
Bize aşkı öğretmediler, biz sürünerek ögrendik.
Ögretmeyenlere önce kızdık, alay ettik onlarla.
Sonra yaşayıp ögrendik, yazıklandık bütün kızmalarımıza.
Daha sonra da anladık ki, aşkı bilmeyen öğretemez.
Sözü olmayan konuşamaz.
Biz çamurla büyümüştük korktuğumuz günlerde, kendi oyuncaklarımızla oynamayı öğrenmiştik.
Bu yüzdendir kuyruğumuzun dikliği, bu yüzdendir yenilmeyi de öğrenilmesi gerekenler arasına katmamız.
Biz testlerle de büyümedik.
Bu yüzdendir hala uzun cümleler kurabiliyoruz aşka ve hayata dair.
Her gün yenilenen oyuncaklarımız yoktu.
Bu yüzdendir kıymet bilmemiz.
Bu yüzdendir anı biriktirmeye yatkınlığımız.
Çamurdan insancıklar yarattık, bu yüzdendir insana şefkatimiz.
Sustuk ve farkında olmadan bizi ezen hafızalara sahip olduk.
Bu yüzdendir artık eylemsizliğimiz.
En kötüsü de bize romanların gerçek olmadığını söylemeyi unuttular.
Bu yüzdendir şaşkınlığımız.
Bize her şeye rağmen insana nefreti de öğretemediler ama.
Bu yüzdendir hala hayata bağlılığımız.
Evet dostlarım sadece bu yüzdendir.

Mehmet Selim Tuncer
Kasım/2005/İstanbul

Hükümetin hedefinde Mine Kırıkkanat var(1)+Mine Kırıkkanat belgelerini yayımladı(2) / ODATV

 


Hükümetin hedefinde Mine Kırıkkanat var(1)

Bakan Varank ile Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat arasında Twitter'da restleşme: Hodri meydan...

Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat ile Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank arasında sosyal medyada atışma yaşandı.

Mine Kırıkkanat Twitter hesabından Bakan Varank’a ilişkin bir haberi, “Gevrek gevrek güler tabii.” diyerek paylaştı.

Kırıkkanat’ın paylaştığı Sözcü’den Erdoğan Süzer’in haberine göre, 2 milyarlık yatırımla kurulan Filyos Endüstri Bölgesi’ni yönetecek şirket, ihale yapılmadan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın tek imzasıyla belirlendi. Bakan Mustafa Varank, başka talipli çıkmadığı için işi Tosyalı Holding'in şirketine verdiğini savundu. Ancak CHP Milletvekili Ünal Demirtaş, “Karabük Demir Çelik Fabrikası bu işe talipti. Kamuoyuna duyurulsaydı, başka talipliler de çıkardı. Milli projenin milletten gizlenerek 6 gün önce kurulmuş bir şirkete verilmesi kabul edilemez” dedi. Karadeniz'de bulunduğu iddia edilen doğalgazın lojistik üssü olacak Filyos limanının yönetiminin de Tosyalı Holdinge verileceği iddia ediliyor.

Bakan Mustafa Varank ise, açıklama yaparak haberdeki iddiaları yalanladı.

Mine Kırıkkanat’ın paylaşımı üzerine Mustafa Varank, Kırıkkanat’ın mesajını paylaşarak, “Kendilerine gazeteci diyen ama yaptıkları tek iş tetikçilik olan her müfteriyle mahkemede hesaplaşıyorum. Yalan söylemek, iftira atmak bu kadar kolay olmamalı.” diye yanıt verdi. Kırıkkanat ise Bakan Varank’ı etiketleyerek, “Hodri meydan, Sayın @varank ‘Tosyalı Filyos Endüstri Bölgesi Yönetici Anonim Şirketi’ ne zaman kuruldu” diye yazdı.

İşte Twitter’daki atışma ve Bakan Varank’ın habere ilişkin yaptığı açıklamanın tam metni:


 




Mine Kırıkkanat belgelerini yayımladı(2)

Kamuoyuna “İkinci Abdülhamit’in rüya projesi” olarak duyurulan Filyos Vadi Projesi’ne ait sır perdesi, CHP’li Ünal Demirtaş’ın ısrarlı soruları sonucu belgeleriyle aralandı…

CHP Zonguldak Milletvekili Ünal Demirtaş’ın Meclis konuşmasıyla gündeme gelen Filyos Vadi Projesi’ni kaplayan sır perdesi aralandı. Liman inşaatına verilen ihale bedelinin ödemede dörde katlandığı ve endüstri bölge işletmesinin tek bakan imzasıyla mazisi altı günlük bir şirkete verildiği ortaya çıktı.

Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine G. Kırıkkanat’ın haberine şöyle…

Yandaş medyanın “İkinci Abdülhamit’in rüya projesi” olarak duyurduğu, Zonguldak’ın Çaycuma ilçesindeki Filyos’ta 1990 hektarlık bir alan 1994’te Serbest Bölge ilan edildi. Alan kamulaştırmaları, 1998-99 yılları arasında yapıldı. AKP iktidarının ancak 2014’te başlattığı Filyos Vadisi Projesi’nin entegre üç ayağı var ve üç bakanlığın yetki alanına giriyor: Endüstri Bölgesi Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na, Liman yapılanması Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na, enerji ile lojistik üs oluşumu ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın Filyos Vadi Limanı inşaatı için açtığı ihale, 19 Mart 2014’te ihaleye katılan 15 kuruluş arasından, Bayburt Şirketler Grubu’na ait Şenbay Madencilik AŞ ve Özgün Yapı AŞ ortaklığına veriliyor.

Sadece yerel basına yansıyan ihale bedeli, 2018 yılında Zonguldak milletvekili Ünal Demirtaş’ın soru önergesine eski Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan’ın 10 Aralık 2018 tarihli yazılı cevabından öğreniliyor. Bakan Turhan, liman ihale bedelinin 537 milyon 888 bin TL olduğunu ve bedelin yüzde 67’sinin ödendiğini belirtiyor. Aradan iki yıl geçiyor.

Filyos liman ihalesini kazanan Bayburt grubu, inşaatı Kolin İnşaat AŞ’ye devrediyor. Ünal Demirtaş, milletvekili olduğu Zonguldak’ta şeffaflıktan uzak gelişmeler üzerine yine soru önergesi veriyor. Yeni Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, 13 Ekim 2020 tarih ve imzalı cevabında, bu kez liman inşaat bedeli 1 milyar 889 bin 988 TL’dir ve ödeneğin yüzde 92’si kullanılmıştır diyor!

Filyos Vadisi Projesi’nin liman inşaatı bedeli, eski bakandan yeni bakan’a ve yüklenici firmanın Bayburt’tan Kolin’e devir teslimi sırasında böylece dörde katlanmış oluyor. Filyos’ta Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın yetkisine verilen Endüstri Bölgesi, 2018’de bakan atanan Mustafa Varank’tan soruluyor.

2019 ortalarında, projenin en önemli ayağı olan Endüstri Bölgesi yönetim ve işletmesinin, ihale açılmadan, aynı zamanda Varlık Fonu yöneticisi olan Fuat Tosyalı’ya ait Tosyalı Holding’e verildiği ortaya çıkıyor. Bölgenin ihale bile açılmadan yerel olmayan bir gruba verilmesi, Zonguldak, Bartın, Karabük’te yerleşik ve bu işe talip olmak isteyen köklü şirketler arasında rahatsızlık yaratıyor.

Ünal Demirtaş, TBMM’de 16 Kasım 2020’de yapılan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçe müzakereleri sırasında bakanlığa konuyla ilgili bir soru önergesi daha veriyor. Önergeye aldığı cevapta, “Tek başvuru sahibi olan Tosyalı Filyos Endüstri Bölgesi Yönetici Anonim Şirketi, 17 Haziran 2019’da 69998 sayılı Bakan (Mustafa Varank) oluru ile Filyos Endüstri Bölgesi’nin yönetilmesi ve işletilmesinden sorumlu Yönetici Şirketi olarak atanmıştır” yazıyor.

Bölgeye özel tasarlandığı adından belli Tosyalı Filyos Endüstri Bölgesi Yönetici Anonim Şirketi’nin geçmişi araştırıldığında, İskenderun’a kayıtlı ticaret sicilinin 22 Mart 2019 tarihli Resmi Gazete’de geçerlik kazandığı ve kuruluşundan 6 gün sonra, 28 Mart’ta bakanlığa teklif yaptığı, iki buçuk ay sonra da tek bakan imzasıyla Filyos endüstri bölgesini aldığı anlaşılıyor.

VARANK HAKARET YAĞDIRDI

Zonguldak milletvekili Ünal Demirtaş’ın TBMM’deki konuşmasıyla, nihayet ulusal medyaya taşınan Filyos Vadi Projesi’ne ilişkin sırlar, Bakan Varank’ı çileden çıkardı. Varank, Twitter hesabından bir basın açıklaması yaptı. İhale bedeli ve tek imzalı atamalara kuşkulu yaklaşan bir kısım medya organını yalanı meslek edinmiş kara propaganda merkezleri; gazetecileri yalancı, alçak ve müfteri diye nitelediği açıklamayı “hiçbir yatırımcımızı yedirmeyiz” sözleriyle bitirdi.

ODATV

Tank Palet'in başına ne geldi? - Kadir Sev / SOL

 Bir devir işlemi gerçekleştirildiği kesin. Üstelik sanki sadece Fabrika değil, ASFAT A.Ş. de devredilmiş gibi.


Tank-Palet Fabrikasının başına neler geldiğini kimse bilmiyor. Kimi ipuçlarından yola çıkarak kestirimlerde bulunabiliyoruz yalnızca. Katar’a satıldığı söylentilerinin çıkması üzerine Tayyip Erdoğan, satış değildir; özelleştirme değildir; mülkiyeti bizdedir; 25 yıllığına işletme devridir, dedi. Oysa işletme devri de özelleştirme yöntemlerinden biri. Yollar, köprüler, hastanelerde de mülkiyet devredilmiyor.

Önümüzde resmi belge olarak, 20 Aralık 2018’de Resmi Gazetede yayımlanmış, daha sonra alınan başka bir kararla vazgeçildiği için geçerliliği kalmamış 481 sayılı Cumhurbaşkanı Kararından başka bir şey yok. Kararda, Milli Savunma Bakanlığı’nın Sakarya/Arifiye’deki Fabrikasının özelleştirme kapsamına alınması öngörülüyor. Özelleştirme kapsamından çıkarılmasına ilişkin kararı ise kimse görmedi; bunu Özelleştirme İdaresinin 2019 yılı Faaliyet Raporundan öğreniyoruz.

Kapsamdan çıkarılmış ama devretmekten vazgeçmemişler. Daha karmaşık, daha etkili ve daha kapsamlı yöntemlerle gerçekleştirecekleri anlaşılıyor.

Fabrikanın, 1105 sayılı bir Cumhurbaşkanı Kararıyla bedelsiz olarak ASFAT A.Ş’ne devredildiği ortaya çıktı. Bu karar da Resmi Gazetede yayımlanmadı. İşveren değişikliklerinden işçilerin bilgilendirilmesi gerekiyor. Kararı ellerine vermemişler ama bilgilendirmek zorundalar. Mecburen yüzlerine karşı okumuşlar. Sendika yöneticileri not almış ve basına sızdırmış. Devredildiğini onlardan öğrendik. Karar numarasından 10 - 15 Mayıs 2019 arasındaki bir tarihte imzalandığı anlaşılıyor.

ASFAT A.Ş. 20.11.2017 günlü 696 sayılı OHAL Kararnamesiyle değiştirilen 1325 sayılı Askeri Öğrenciler, Askeri Fabrikalar Yasasına eklenen Ek 12 maddesiyle verilen yetkiye dayanılarak 12 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. (KHK, 1.2.2018 günlü 7079 sayılı yasa olarak kabul edildi)

Özel hukuk kurallarınca yönetiliyor olsa da sonuçta Yasasında; “…sermayesinin tamamı Hazine ve Maliye Bakanlığı’na aittir” yazan bir kamu kuruluşu. Bununla kalsaydı özelleştirilmesinden söz edilemezdi.

Ancak bir devir işlemi gerçekleştirildiği kesin. Üstelik sanki sadece Fabrika değil, ASFAT A.Ş. de devredilmiş gibi. Oysa özel şirketlere Cumhurbaşkanı Kararıyla devredilmesi olanaksız. Kuruluş Yasasında sermayesinin tamamı Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ait olduğu yazılı bir kamu şirketinin devredilebilmesi-özelleştirilebilmesi için önce yasasının değiştirilmesi gerekir.

Devletin her kurumundan “hesap verilebilirlik…açıklık…saydamlık” fışkırdığı için bu sorunu nasıl çözdüklerini bilemiyoruz.

Şirketin bir biçimde devredildiğini anlıyoruz. Üstelik karşılığında para alınmadığı anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın sözlerinden, her kimse alıcının 50 milyon lira yatırım yapacağını ve böylelikle borcunu ödemiş sayılacağını da öğreniyoruz. İyi ticaret: Devletin 50 milyon liralık şirketini 25 yıl tepe tepe kullanasınız diye bedava veriyorlar, 50 milyon lira da siz yatırıyorsunuz, bu süre içinde kazandığınız sizin oluyor.

ASFAT kime kısmet olduysa MSB bünyesindeki 27 askeri fabrika; 3 askeri tersanenin olanaklarını, araç gerecini kullanmak yetkisine de sahip olacak: Yasada böyle yazıyor.

Devletten Devlete anlaşma yapmak yetkisi mi kullanılarak devredildi?

İnternet sitelerinde Şirketin, “Devletten devlete anlaşma yapmak” gibi bir yetkisi olduğu vurgulanıyor. 

Kamunun da olsa bir şirkete, Devletten devlete anlaşma yapmak yetkisi tanınmasını ve bunun nasıl gerçekleştirileceğini, yöntemlerinin neler olabileceğini açıklasalar çok iyi olur. Dünyada başka bir örneği yoktur sanırım. Herkes yararlanır.

Belki de yapılan işlemin devir değil; “devletten devlete doğrudan…” anlaşma yetkisine dayanarak işbirliği olduğunu söyleyeceklerdir. Kim bilir…

Cumhurbaşkanı Kararlarının yayımlanması gerekmiyor mu?

Cumhurbaşkanı kararlarıyla özelleştirmeler, acele kamulaştırmalar yapılıyor; ithalat rejimi kararları alınıyor; meraların-ormanların sınırları çiziliyor; üst düzey memurlar atanıyor. Bunların yasallık; resmi statü ve aleniyet kazanabilmesi için Resmi Gazetede yayımlanması gerekiyor. 2018 öncesinde yayımlanıyordu. Yeni düzende Yasa ve Yönetmelik gibi düzenlemeler dışındaki düzenlemelerin yayımlanıp yayımlanmayacağına Cumhurbaşkanı karar veriyor. Cumhurbaşkanı istemediğini yayımlatmıyor.

Oysa Resmi Gazete, bir Devletin belleğidir; güncesidir. Neler olduğu ve nelerin değiştirildiği Resmi Gazeteden öğrenilir.

1665 Cumhurbaşkanı Kararı yayımlanmadı

Öyle istisna falan değil, Kararların yarısından çoğunu yayımlamamışlar. Farklı bir numaralama yöntemi uygulandığı için üst düzey yönetici atama kararlarını bir yana bırakalım. 2020 Aralık ayında yayımlanan son kararın numarası 3.275. Resmi Gazete arşivini taradığınızda 1.610 Karar yayımlandığını görürsünüz. Demek ki yarısından çoğu yayımlanmamış.

ASFAT Kararı da onlardan biri olsa gerek…

Kadir Sev / SOL

Devlet malı deniz… - Kaan Sezyum / BİRGÜN


90’lı yıllarda çok popülerdi bu laf. ‘Devlet malı deniz, yemeyen keriz’ diye devam ederdi. Şimdiki iktidar sağ olsun, bitirdikçe bitirdi, yedirdikçe yedirdi, yedikçe yedi, yedi, yedi, doymadı, doymadı, şimdi dımdızlak kaldık.

Fırt dergisinde Arap Kadri vardı, donla ve yumurta topuklu ayakkabılarıyla dolaşırdı. Vallahi halk olarak Arap Kadri’ye bağladık. Tek farkımız Arap Kadri’nin alkol gibi bir alışkanlığı vardı. Artık 18 yıllık yeni iktidarımız sayesinde bu hafta sonu itibariyle nedense Ankara’dan başlayarak hafta sonu alkol de satışı yasaklanıyor. Hayırlara vesile olsun diyelim. İktidar düşündüyse vardır bir bildiği diyelim. Bunca zaman onlarca kez değiştirdikleri kamu ihale kanunundaki gibi aynı. Vardır bir bildikleri. Belki Katarlılar öyle istemiştir, belki hediye uçağın bi şeyidir… Tam bilemiyorum. Alkol içmeyen tayfanın alkol içene de karışması kadar bomboş bir iş yok zaten. Sorsan, kamu yararı diyecek. Boş kafanın kamuya yararını da gördük. Bomboş kafalar daha adını yazamayan, konuşamayan, iki lafı bir araya getiremeyen, her şeye sırf başındaki “Böyle yap” dediği için harfi harfine uyanlar için anlaması zor tabii.

Hal ve atmosfer böyle adaletsiz bir şekle girince yolsuzluk tayfa son 18 yılda iyice coştu haliyle. Geçiş garantili onlar bunlar, dolar üzerinden yapılan anlaşmalar, sıfırlanan KDV’ler ve daha bilemediğimiz nice nice yerli ve milli özkaynağın ona buna satılması, bitkilerin, hayvanların hayatlarına kast edilmesi, cinayetlerin, tacizlerin örtülmesi, beslenen cemaatler onlar bunlar derken ülke iyice sirk gibi bir yere döndü.

Sirk dediysem gerçekten bir sirk. Ankara’nın başına gelmiş en kötü şey olan fışkıye adam mesela. Oralara buralara zevksiz, anlamsız, manasız, herhangi bir alt metni olmayan, güncel sanat desen güncel bile olmayan saçma sapan heykeller, bitkiler, dinozorlar, saatler ve bir sürü anlamsız ışıklar yığdı. Ona rağmen hâlâ bir şeyler var, bütün bu çirkinliklere rağmen hâlâ bir umut var. Çünkü hayat var. Evet, sefiliz, fakiriz, evimizin her yerinde, her odasında hırsızlar dolaşıyor, sokakta, işte, yolda, uykumuzda bile cebimizden, cüzdanımızdan, vaktimizden, hayatımızdan çaldıkça çalıyorlar ama her şeye rağmen hayattayız. Hayatın olduğu yerde umut bitmiyor nedense. Hep daha kötüsüne alışa alışa geldiğimiz nokta bir yılda yüzde 20 küsur değer kaybeden para birimimiz, kaybolan yıllarımız, giden, solan gençliklerimiz, kaybettiğimiz arkadaşlarımız, dostlarımız, hiç tanımadığımız ama tanışsak seveceğimiz, anlaşabileceğimi insanlar…

Yıllar içinde herkesi birbirine düşman, sadece kendisine he diyeni yanına alan, parasını, arpasını, ayrıcalığını, hukuk önünde üstünlüğünü veren sistem artık ince ince ters dönüyor. Sistem hep dönüyordu zaten de kendi içinde dönüyordu. Bir dediği bir dediğini tutmayan, sürekli kendi sözlerini yalanlayan bir şizofren yolculuk içinde artık herkes uçurumun köşesinde. Herkes rampada… Kimsenin geleceği belli değil. Öylesine büyük ve organize bir yolsuzluk çemberi var ki, kimse çıkamıyor çemberden.

İnsanlığın, doğanın, hayatın ve gerçek adaletin bir yerlerde olduğuna inanan insanlar hayrına yaşıyoruz hâlâ. Gençlerimiz için, geleceğimiz için yaşıyoruz. Umarız güneşli günler de görürüz. Depremi var koronası var, osu var busu var. Hayatta kalmak da zor ama her şeye inat, yaşasın hayat. 

Kaan Sezyum / BİRGÜN