17 Aralık 2020 Perşembe

Asgari ücret gerçeği (I-II-III) - Doç.Dr. Aziz Çelik / Cumhuriyet


 
(ı) Ülkede 10 milyon civarında işçi gittikçe ortalama ücrete dönüşen asgari ücretle çalışıyor

Cumhuriyet, milyonlarca emekçinin kilitlendiği, asgari ücret hakkında merak edilen her şeyi yazıyor.

TARİHÇE VE EVRENSEL KURALLARI

Milyonlarca emekçi, aralık sonuna kadar belirlenecek gelecek yılın asgari ücret pazarlığının sonucuna kilitlendi. Geçtiğimiz günlerde DİSK tarafından yayımlanan Salgın Günlerinde Asgari Ücret Araştırmasını hazırlayan öğretim üyesi Doç. Dr. Aziz Çelik ile DİSKAR uzmanları Denizbeyazbulut ve Zeynep Kandaz gazetemiz için bu yazı dizisini kaleme aldı. Bu ayın ağırlıklı gündemi olan asgari ücret, yasal bakımdan işçilere ödenebilecek en düşük seviyeyi tanımlıyor. 

Asgari ücret, evrensel kabul görmüş temel sosyal insan haklarından biri. Çeşitli uluslararası sözleşme ve antlaşmalar asgari ücret hakkını güvence altına almıştır. 19. yüzyılın sonlarında uygulama örnekleri görülen asgari ücret, yüz yıldır evrensel olarak kabul edilmiş bir hak. Asgari ücreti uygulayan ilk ülke 1894’te Yeni Zelanda oldu. Ardından 1896’da Avustralya’nın Victoria Eyaleti’nde ve 1909’da İngiltere’de asgari ücret uygulamasını görüyoruz. 

Asgari ücret ABD’de 1900’lerin başlarında gündeme geldi ve eyalet düzeyinde kadın ve çocuklar için asgari ücret uygulamaları söz konusu oldu. Ancak ABD Yüksek Mahkemesi 1923’te asgari ücreti ABD Anayasası’na aykırı buldu ve iptal etti. 1938’de Roosevelt döneminde federal asgari ücret sistemi kabul edildi ve ABD Yüksek Mahkemesi 1941’de asgari ücreti anayasaya uygun buldu. 1 Ekim 1917’de Sovyet Devrimi’nin ikinci günü yayımlanan hükümet kararnamesi ile 8 saatlik işgünü ve asgari ücret kabul edildi. 

Türkiye asgari ücret uygulamasını 1936 İş Kanunu ile kabul etti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bağımsızlığını kazanan Hindistan ve Pakistan gibi ülkeler asgari ücret uygulaması başlattı. Ulusal düzeyde kapsayıcı asgari ücret uygulamaları ilk olarak Hollanda (1960), Fransa (1970) ve İspanya’da (1980) ortaya çıktı. 

Asgari ücret, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 1919’daki kuruluşundan bu yana önemli hedeflerinden biri oldu. ILO’nun kuruluşunda “her çalışana ülkesinin ve zamanın koşullarına göre makul bir yaşamı sürdürebilmesi için uygun bir ücret ödenmelidir” ilkesine yer verilmişti.

SOSYAL ŞARTA ÇEKİNCE

ILO 1928’de, 26 sayılı Asgari Ücretin Belirlenme Yöntemleri Sözleşmesi’ni kabul etti. Türkiye 26 sayılı Sözleşme’yi 1973 yılında onayladı. ILO 1970 yılında, 131 sayılı Asgari Ücret Tespit Sözleşmesi’ni kabul etti. 

131 sayılı Sözleşmeye göre, asgari ücretin tespitinde işçilerin ve ailelerinin ihtiyaçları, ülkedeki genel ücret seviyesi, hayat pahalılığı, sosyal güvenlik yardımları ve diğer sosyal grupların göreli yaşama standartları dikkate alınmalıdır. 

Türkiye 131 sayılı ILO Sözleşmesi’ni henüz onaylamadı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde “Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yolları ile de desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır” ilkesine yer verilmektedir. 

Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı ise ‘‘Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli adil bir ücret alma hakkı vardır’’ hükmünü içermektedir. Türkiye, tarafı olduğu Avrupa Sosyal Şartı’nın ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın bu hükmüne anlaşılmaz bir biçimde çekince koymuş ve onay dışı bırakmıştır.

Asgari ücretin tespitinde dünyada farklı yöntemler kullanılıyor. Ülkelerin çoğunda yasal-zorunlu bir asgari ücret sistemi varken, başta İskandinav ülkeleri olmak üzere kimi ülkelerde asgari ücrete ilişkin yasal zorunlu bir sistem yok. Bu ülkelerde asgari ücret ulusal veya sektörel düzeyde toplu iş sözleşmeleriyle belirleniyor. 

ILO tahminlerine göre asgari ücret uygulaması olan ülkelerin yüzde 90’ında yasal-zorunlu bir asgari ücret mekanizması varken, yüzde 10’unda asgari ücret düzeyi toplu iş sözleşmeleriyle belirleniyor. 

Bu ülkeler genellikle İskandinav ülkeleri. Asgari ücretin toplu iş sözleşmeleriyle belirlendiği sistemlerde teşmil (toplu iş sözleşmesinin sendika üyesi olmayan işçilere ve işyerlerine yaygınlaştırılması) yoluyla sendika üyesi olmayanlar da kapsama alınıyor.

1) Asgari ücretin belirlenmesinde dünyada üç temel yöntem uygulanıyor. Asgari ücretin doğrudan hükümet tarafından belirlenmesi, 

2) Asgari ücretin hükümet ve sosyal taraflar arasında müzakere veya danışma yoluyla belirlenmesi, 

3) Asgari ücretin ulusal veya sektörel toplu pazarlık yoluyla belirlenmesi

Asgari ücret ABD, Brezilya, Hollanda, Lüksemburg, Malta, İspanya, Yeni Zelanda ve Yunanistan’da hükümet tarafından tespit ediliyor. ABD’de federal düzeyde ve eyalet düzeyinde asgari ücret tespiti yapılıyor.

TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİM

Türkiye’de asgari ücret, 3008 sayılı ve 1936 tarihli İş Kanunu ile erken Cumhuriyet döneminde mevzuatımıza girdi. 3008 sayılı İş Yasası’nın 32. maddesi “İktisat vekâletince teklif edilecek işlerde işçi ücretlerinin en aşağı hadleri bir nizamname ile tespit edilir” hükmünü içeriyordu. Ancak bu nizamname (yönetmelik) bir türlü çıkarılmadı. 25 Ocak 1950 tarihinde İş Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle asgari ücret tespit yetkisi mahalli komisyonlara bırakıldı. 

1967’de kabul edilen 931 sayılı İş Kanunu ile mahalli komisyonlardan vazgeçildi ve merkezi bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyon asgari ücreti altı bölge esasına göre belirledi. 1475 sayılı İş Yasası’nda yer alan hükümlere göre asgari ücret merkezi bir asgari ücret komisyonu tarafında ülke çapında belirlenmeye başlandı. 1972 yılı asgari ücreti dört bölge esasına göre tespit edildi. 

1974 yılında bölgelere göre asgari ücret uygulamasından vazgeçilerek ulusal ölçekli tek bir asgari ücret tespit edildi. Ancak 1974-1989 arasında asgari ücret sanayi ve hizmetler ile tarım ve ormancılık için ayrı ayrı belirlendi. 

1989 yılında bu uygulamadan da vazgeçilerek asgari ücret ulusal düzeyde tek tip olarak saptanmaya başlandı. Öte yandan 1974 yılından başlayarak 16 yaş altı ve üstü için ayrı olarak saptanan asgari ücret 2014 yılından itibaren yaş ayrımı olmaksızın ulusal düzeyde ve bütün sektörler için tek tip belirlenmeye başlandı.

SAPTAMA, KÜRESEL NORMLARA AYKIRI

4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesine göre iş sözleşmesi ile çalışan ve İş Kanunu kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için ücretlerin asgari sınırları, en geç iki yılda bir Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca (yeni adıyla Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı) Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile belirlenir. Asgari ücret bölge ayrımı olmaksızın ulusal düzeyde, yaş ve sektör ayırımı yapmaksızın Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından tek tip olarak saptanıyor.

Komisyon kararları kesindir ve Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer. Komisyonun toplanma ve çalışma şekli ile asgari ücretlerin tespiti sırasında uygulanacak esaslar Asgari Ücret Tespit Yönetmeliği ile belirlenmiş durumda. 

Asgari Ücret Tespit Yönetmeliği’ne göre asgari ücret: “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti’’ şeklinde tanımlanıyor. 

Uluslararası normlara göre işçinin sadece kendisinin değil, ailesinin de (hanehalkının) asgari ücret tespitinde hesaba katılması gerekir. Yönetmelikteki tanımda işçinin ailesi asgari ücretin dışında bırakılmış. Dolayısıyla Türkiye’deki asgari ücret tespit yöntemi uluslararası standartlarla uyumsuzdur.

ÜCRET KOMİSYONU DEMOKRATİK DEĞİL

Türkiye’de asgari ücret üç taraflı bir mekanizma olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından belirleniyor. Komisyonda beş hükümet, beş işveren ve beş işçi temsilcisi yer alıyor. İşçi ve işveren temsilcileri en çok üyeye sahip üst işçi ve işveren örgütleri tarafından (işçi temsilcilerini Türk-İş ve işveren temsilcilerini ise TİSK) saptanıyor. 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısı günümüze kadar hep iş kanunları ile saptandı. Asgari ücret iş kanunları ile düzenlendiği için, bunu saptayacak komisyonun da İş Kanunu içinde yer alması kanun yapma tekniği ve yasama kalitesi açısından gereklidir. Ancak 2018’de sessiz sedasız bir biçimde Asgari Ücret Tespit Komisyonu ile ilgili önemli bir değişiklik yapıldı.

İŞÇİ 14 KEZ İTİRAZ ETTİ

2000 ve 2009 yıllarında işçi kesimi iki kez komisyon toplantılarına, 2019 yılında ise oylamaya katılmadı. 2000 ve 2009 yıllarında işçi kesimi iki kez komisyon toplantılarına katılmamıştır. 2019 yılında ise işçi kesimi oylamaya katılmadı. İşverenler ise sadece iki kez asgari ücret miktarına itiraz etti. 

İşveren kanadının 2000 yılından bu yana sadece 2 kez, buna karşılık işçi kanadının ise 14 kez asgari ücrete itiraz etmesi, asgari ücret tespit sürecinin kimin lehine işlediği konusunda oldukça açıklayıcı. Bu tablo asgari ücretin işçi tarafının görüşleri dikkate alınmadan saptandığının en büyük kanıtı.

KOMİSYON DA CUMHURBAŞKANLIĞI’NA BAĞLANDI

Asgari Ücret Tespit Komisyonu 10 Temmuz 2018’de yayımlanan 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile İş Kanunu’ndan çıkarılarak Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 522. maddesinin (f) bendi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içindeki idari kurul, konsey ve komisyonlar arasına alındı. 

Böylece komisyon doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış oldu. Bilindiği gibi Asgari Ücret Tespit Komisyonu 4857 sayılı İş Kanunu’nda açıkça düzenlenmişti ve bu nedenle konunun CBK ile düzenlenmesi anayasanın 104. maddesine göre mümkün değildi. 

Komisyonun Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmasında dolambaçlı bir yol izlendi. Önce 2 Temmuz 2018 tarih ve 700 sayılı KHK’nin 145. maddesi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na ilişkin İş Kanunu’nun 39. maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırıldı ve ardından komisyon 1 sayılı CBK ile düzenlendi.

TEK YETKİLİ

Komisyonun neden İş Kanunu sistematiği dışına çıkarıldığına ilişkin bir gerekçe kamuoyu ile paylaşılmadı. Bu konuda komisyonun işçi ve işveren taraflarının görüşü alınmadı. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine alınması Cumhurbaşkanı’nın tek başına komisyonun yapısını değiştirmesine olanak tanımaktadır. Komisyon, İş Kanunu kapsamında kalsaydı değişiklikler, TBMM tarafından kanunla yapılabilecekti. Oysa şimdi Komisyon’un yapısı Cumhurbaşkanı tarafından tek başına değiştirilebilecektir. 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu kararları oyçokluğu ile alınmakta ve kesin nitelik taşımaktadır. Komisyon kararlarına itiraz mümkün değildir. Dolayısıyla hükümet ve işveren tarafı aynı doğrultuda oy kullandığında işçi tarafı azınlıkta kalmaktadır. 2000-2019 arasında 20 kez yapılan asgari ücret görüşmelerinin sadece dördünde taraflar arasında uzlaşma sağlandı. 

İşçi tarafı 14 kez saptanan asgari ücrete itiraz ederken bu yıllara ilişkin asgari ücret düzeyi hükümet ve işveren tarafının işbirliği ile saptandı. Türkiye’de asgari ücret sosyal diyalog mekanizması ve taraflar arasında uzlaşma yoluyla değil hükümet-işveren blokunun çoğunluk kararıyla saptanıyor.

                                                               ***

(ıı) - Asgari ücretin dünyadaki pek çok ülkeye göre yüksek olduğu iddiası doğru değil.

Türkiye, Avrupa Birliği ülkeleri arasında nüfusuna oranla asgari ücretle çalışanların en yoğun olduğu ülke konumunda. Ancak alınan ücretlere bakıldığında yaman bir çelişki kendisini gösteriyor: Kapsamı geniş, miktarı düşük.

Asgari ücret ve civarında ücretlerle çalışanların çokluğu o ülke için asgari ücreti çok daha önemli hale getiriyor. Türkiye, Avrupa Birliği ülkeleri içinde en düşük asgari ücrete sahip ülkelerden biri olmanın yanında, asgari ücretle çalışanların oranının en yüksek olduğu ülke konumunda. 

Bu durum Türkiye’de asgari ücretin etkisini AB ülkelerine göre çok daha yaşamsal hale getiriyor. Eurofound verilerine göre 2017’de Avrupa Birliği üyesi ülkelerde asgari ücretin yüzde 10 altı ve yüzde 10 fazlası düzeyinde bir ücretle çalışanların oranı ortalama yüzde 9 düzeyinde. 

Türkiye’de ise asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında ücretle çalışanların oranı yüzde 57’dir. Böylece Türkiye’deki asgari ücretlilerin oranının AB ortalamasının 6 katından fazla olduğu görülüyor. Asgari ücret civarında ücret alanların oranının AB ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’ye göre oldukça düşük olduğu görülüyor. 

Asgari ücret civarında ücret alanların oranı Hollanda, Danimarka, Belçika ile İsveç’te yüzde 3 iken Avusturya, Yunanistan ile Çekya’da yüzde 4 ve İspanya, Slovenya, Almanya ile Finlandiya’da yüzde 5’tir. AB ülkeleri arasında asgari ücretlilerin en yoğun olarak yaşadığı üç ülke ise yüzde 21 ile Romanya ve yüzde 20 ile Macaristan ve Portekiz’dir.

AVRUPA’DA DİPTE

Asgari ücret konusunda ileri sürülen iddialardan biri Türkiye’de asgari ücretin dünyadaki pek çok ülkeye göre yüksek olduğu yönünde. Ancak bu değerlendirmeler Türkiye’nin asgari ücret gerçeğini yansıtmıyor. 2010-2020 arası asgari ücretin yıllık ortama değişimine bakıldığında Türkiye’nin Avrupa ülkeleri içinde en düşük asgari ücrete sahip dördüncü ülke oduğu görülüyor. 

Türkiye’den daha düşük asgari ücrete sahip ülkeler Sırbistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’tur. 2020 yılında AB ülkeleri içinde en yüksek asgari ücret aylık 2.142 Avro ile Lüksemburg’a ait. Asgari ücret İrlanda’da 1.707, Hollanda’da 1.680, Belçika’da 1.626, Almanya’da 1.584, İngiltere’de 1.583 ve Fransa’da 1.539 Avro’dur. İspanya 1.108 Avro asgari ücrete sahipken, Yunanistan 758, Portekiz 741, Polonya 583, Macaristan 452 ve Romanya 461 Avro asgari ücrete sahiptir. 

Böylece Türkiye’deki asgari ücret sadece Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi Avrupa Birliği’nin Güney ülkelerinden değil, Polonya, Romanya ve Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerinden de düşük. 2010-2020 asgari ücretleri dikkate alındığında bu yıllar arasında asgari ücret yıllık ortalama olarak İspanya’da yüzde 4.1, İngiltere’de yüzde 3.1, ABD’de yüzde 0.9 ve Slovenya’da yüzde 2.5 oranında arttı. Böylece 2010’da Türkiye’den daha düşük asgari ücrete sahip ülkeler 2020 yılında Türkiye’den çok daha yüksek asgari ücrete ulaştı. 

2010’da Türkiye’den düşük asgari ücrete sahip 12 ülke varken, 2020’de bu sayı 3’e düştü. Türkiye’de asgari ücret Avrupa ülkelerine göre diptedir. Ayrıca kasım ve aralık ayındaki güncel kur dikkate alındığında Türkiye’deki asgari ücretin Arnavutluk hariç Avrupa’daki en düşük asgari ücret olduğu açık.

CUMHURBAŞKANI MAAŞINA GÖRE DE EN DÜŞÜK ÜLKE

Bir ülkedeki en yüksek siyasal/idari görev başkanlık, cumhurbaşkanlığı veya başbakanlıktır. Bu nedenle hükümetin saptanmasında belirleyici olduğu en az ücret ile üst düzey hükümet yetkililerinin ücret/maaş arasındaki oran son derece anlamlıdır. Aylık cumhurbaşkanı veya başbakan maaşının en yüksek olduğu ülke 30.757 Avro ile ABD’dir. ABD’de asgari ücret ise 2020 yılı 2. döneminde aylık 1.122 Avro’dur. 

Bu durumda ABD’de cumhurbaşkanı/başbakan maaşı asgari ücretin 27,4 katı olmaktadır. Almanya, Çekya, Macaristan, Belçika, Slovakya, Estonya ve Letonya’da cumhurbaşkanı/başbakan maaşları asgari ücretin 16,2 ile 10 katı arasındadır. İrlanda, Polonya ve Slovenya’da ise cumhurbaşkanı/başbakan maaşları ile asgari ücret arasındaki fark 6 katın altında. 

Türkiye, cumhurbaşkanı maaşı ile asgari ücretin arasındaki farkın en fazla olduğu ülkedir. Türkiye’de aylık cumhurbaşkanı maaşı 11.570 Avro iken aylık asgari ücret 383 Avro’dur. Türkiye’de cumhurbaşkanı, asgari ücretin 30.2 katı daha fazla ücret elde ediyor.

3 MİLYON ÇALIŞAN ASGARİ ÜCRETTEN MAHRUM

Türkiye’de milyonlarca işçi asgari geçim için yetersiz olan asgari ücrete mahkûmken, milyonlarca işçi de asgari ücretten mahrumdur, asgari ücret dahi alamamaktadır. Giderek artan bir biçimde daha çok emekçi asgari ücrete yakın ücretlerle çalışır hale geliyor. Ülke çapında asgari ücretlileşme süreci hızlanıyor. Öte yandan yasal hakları olmasına rağmen milyonlarca işçi asgari ücretin altında, hatta yarısının bile altında çalışıyor. 

Türkiye’de ücret, maaş ve yevmiye ile çalışanların toplamı 19 milyon 536 bin civarındadır. TÜİK mikro verilerinde son ay içinde ücretlilerin esas işten elde ettikleri toplam net nakdi gelirleri de yer alıyor. Aylık ele geçen net gelire, dönemsel olarak elde edilen ikramiye, prim vb. gelirlerden aya düşen miktar dahil ediliyor. Türkiye’de ücretle çalışanların yüzde 17’si yaklaşık 3,3 milyon çalışan asgari ücretin altında bir ücretle çalışıyor. 

Asgari ücretin yarısından daha az ücretle çalışanlar ise 1 milyona yakın. Asgari ücret ve altında bir ücretle yaşamını sürdürmek zorunda olan işçilerin sayısı 7,5 milyon (işçi ve memurların yüzde 38,3’ü) civarında. TÜİK Hanehalkı İşgücü Araştırması, 2018 yıllık verileri, ücret düzeylerine göre işçi sayısı ve oranları DİSKAR tarafından TÜİK mikro verisinden yararlanılarak hesaplanan veriler tüm ücretli, maaşlı ve yevmiyelileri kapsıyor. 

Bunlara göre, asgari ücret civarında ücret alanlar da dahil edildiğinde (asgari ücretin altı ve yüzde 20 fazlası arası) 9.7 milyon işçi, bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakını asgari ücret civarı ve altında bir ücretle yaşamını sürdürüyor. Tüm ücretli çalışanların yüzde 64’ü ise (12.5 milyon) asgari ücretin altı ile asgari ücretin bir buçuk katı arasında bir ücret elde ediyor. 19.5 milyon işçi ve memurun 15,3 milyonu (yüzde 78,2) ise asgari ücretin altı ile en çok asgari ücretin iki katı arasında bir ücrete çalıştırılıyor. 

Asgari ücret tablosunun özel sektörde daha da kötüleştiği görülüyor. Türkiye’de 2018 itibarıyla özel sektörde çalışanların toplamı 15 milyon 174 bin. Asgari ücret altında çalışanların neredeyse tamamı beklendiği gibi özel sektörde yer alıyor. 3 milyon 335 bin olan asgari ücretin altında çalışanların 3.3 milyonu özel sektörde çalışıyor. Başka bir deyişle, özel sektör işçilerinin yüzde 21.7’si asgari ücrete erişemiyor. 

Özel sektör işçisinin yarısı asgari ücret ve altında ücretlerle çalışıyor. Özel sektörde asgari ücret ve altında ücretle çalışanların oranı yüzde 49 ve asgari ücret civarında (komşuluğunda) çalışanların oranı yüzde 62’dir. 9,5 milyona yakın özel sektör işçisi asgari ücretin yüzde 20’si ve altında ücretlerle çalışıyor.

KADIN EŞİT DEĞİL

Kadınların genel ücret ortalamasının altında ve erkeklerden daha düşük ücretlerle çalıştırıldıkları biliniyor. 5 asgari ücrete ilişkin veriler bu eşitsizliği daha çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Asgari ücretin altında ücret alanların oranı genelde yüzde 17 iken kadınlarda bu oran yüzde 25’i aşıyor. 

Asgari ücret ve altında ücret alanların oranı ise genelde yüzde 38 iken, kadınlarda yüzde 49’a yükseliyor. Yandaki grafiklerdeki ayrıntılar TÜİK Hanehalkı İşgücü Araştırması, 2018 yıllık verileri. Ücret düzeylerine göre kadın işçi ve ücretli sayısı ve oranları DİSK-AR tarafından TÜİK mikro verisinden yararlanılarak hesaplandı. Veriler ücretli, maaşlı ve yevmiyeli kadınları kapsıyor. 

Bu verilere göre kadınların yarısı asgari ücret ve daha altında ücretlerle çalışıyor. 5.9 milyon kadının yüzde 59.2’si asgari ücretin altı ile asgari ücretin yüzde 20 fazlası ücretler arasında çalışıyor. Asgari ücretin yarısından az bir ücretle çalışanların oranı ise genelde yüzde 4.9 iken kadınlarda bu oran yüzde 8’e yaklaşıyor. Özel sektörde çalışan 4,4 milyondan fazla kadın çok daha büyük bir ücret eşitsizliği ile yüz yüzedir. 

Özel sektörde asgari ücret altında çalışma genel olarak yüzde 21.7 iken, özel sektördeki kadın işçilerin yüzde 32.5’i asgari ücret altında ücretlerle çalıştırılıyor. Özel sektördeki kadın işçilerin yüzde 9.3’ü ise asgari ücretin yarısının da altında ücretle çalışmaya zorlanıyor. 

Özel sektörde asgari ücretin altı ile asgari ücretin yüzde 20 fazlası arasında çalışmak zorunda kalan kadın işçilerin oranı ise yüzde 76. Özel sektörde her dört kadından üçü asgari ücret civarında ve asgari ücret altında ücretle çalışıyor. Özel sektörde asgari ücretin yüzde 50 fazlası ve altında ücret alan kadınların sayısı ise 3.8 milyon civarında.

                                                           ***

(ııı) - Asgari ücret kişi başı milli gelire göre yüzde 42 eridi. Asgari ücretli, AKP iktidarı döneminde 15 Cumhuriyet altını kaybetti.

Özellikle 80 darbesi ile başlayan kayıplar ve AKP iktidarı ile zirve yapan gelirdeki erimeye ülkedeki vergi sisteminin adaletsizliği de eklenince, asgari ücretli kaçınılmaz bir yoksullaşma ile karşı karşıya kaldı. Yılın 122 günü vergiler için çalışan asgari ücretlinin, milli gelire göre kaybı yüzde 40’ı aştı.

Asgari ücret ile ortalama ücretler arasındaki makas daralmaya devam ediyor. TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2006-2019 sonuçlarına göre hesaplanan aylık ortalama ücret ve maaş geliri ile asgari ücret arasındaki makas giderek kapanıyor. Ortalama ücretler asgari ücrete yaklaşmaya devam ediyor. 2006 yılında aylık hanehalkı ferdi ücret ve maaş geliri asgari ücretin yaklaşık 2 katı iken, 2019’da ortalama ücret ve maaş geliri asgari ücretin 1.41 katına geriledi. 2006 yılında asgari ücret ortalama ücretin yüzde 50’ler seviyesinde iken 2019’da yüzde 71 seviyesine çıktı. Ortalama ücretler asgari ücretten daha az arttı ve giderek daha fazla işçi asgari ücrete yakın düzeylerde ücretlerle çalışmak zorunda kaldı.

ÜCRETE DE DARBE

Asgari ücretin kişi başına gelire oranı 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile birlikte hızla düşmeye başladı. Asgari ücretin kişi başına milli gelire oranı 1980’de sert bir düşüşle yüzde 55’e geriledi. Bir diğer ifadeyle asgari ücret kişi başına gelirin yüzde 45 altında gerçekleşti. Asgari ücretin milli gelir karşısındaki erimesi ANAP hükümetleri (1983-1991) döneminde de devam etti. Asgari ücret 1988 yılında kişi başına milli gelirin yüzde 49.9’una geriledi. Bahar eylemleri ve artan işçi hareketlerinin etkisiyle asgari ücret 1991 ve 1992 yıllarında bir yükseliş yaşadı. 12 Eylül 1980’den bugüne asgari ücretin kişi başına milli gelire göre en yüksek olduğu dönemler 1991-1993 arası yıllardır. 1998 yılında ise asgari ücret milli gelir karşısında en düşük düzeye (yüzde 42.3) geriledi. Asgari ücret AKP döneminde kişi başına milli gelire göre en düşük düzeylerde (yüzde 49-60 bandında) seyretti. 1978’de kişi başına milli gelirin yüzde 3.4 üzerinde olan asgari ücret aradan geçen 42 yılda kişi başına gelirin yüzde 42 altına düştü. Kuşkusuz bu durumun en önemli sebebi işçi sınıfının örgütlülüğünün ve toplusözleşme kapsamının yaygın olmasıydı. Bu gerilemenin anlamı asgari ücretle çalışanların göreli olarak yoksullaşmasıdır. Öte yandan asgari ücretle çalışanların oranının artması nedeniyle bu durum genel olarak ücret artışlarının da kişi başına milli gelir artışının çok altında kaldığını göstermektedir. Eğer asgari ücret kişi başına GSYH’ye paralel olarak artsaydı brüt asgari ücretin 2020 yılında 4.995 TL olması gerekirdi. Oysa aynı dönemde asgari ücret 2.943 TL olarak uygulandı.

KAYIPLAR ARTTI

Asgari ücret sadece döviz karşısında değil altın karşısında da dramatik ölçüde değer kaybetti. Merkez Bankası’nın yıllık ortalama Cumhuriyet altını fiyatlarına göre, 2003 yılında asgari ücretin yıllık tutarı ile 25 altın alınabilirken 2020’de yıllık net asgari ücretle sadece 10 Cumhuriyet altını alınabilmektedir. Asgari ücretten yapılan vergi ve diğer kesintiler asgari ücretin niteliği ile bağdaşmayacak kadar yüksektir. Brüt asgari ücretin dolaylı-dolaysız vergi ve diğer kesintileri dikkate aldığımızda işçinin eline brüt asgari ücretin sadece yüzde 66.6’sı net harcanabilir ücret olarak geçiyor. Brüt asgari ücretin yüzde 33.4’ü (983 TL) vergi ve diğer kesintilere gidiyor.

GELİR VERGİSİ KESİLİYOR

Brüt asgari ücret üzerinden 412.02 TL SGK işçi primi, 29.43 TL işsizlik sigortası primi ve 22.34 TL damga vergisi kesiliyor. Örneğin asgari ücretli bir işçi yılda 268.08 TL damga vergisi veriyor. 220.7 TL asgari geçim indirimi düşüldüğünde işçiden yapılan gelir vergisi kesintisi 154.5 TL olmaktadır. Brüt asgari ücretten yapılan doğrudan kesinti toplamı 618 TL’dir. Böylece AGİ dahil işçinin eline geçen net harcanabilir ücret 1.960 TL olmaktadır. Ancak AGİ, asgari ücretin bir parçası değildir. Geçmişteki vergi iadesi uygulaması kaldırıldığında getirilen bir uygulamadır. Geçmişte nasıl vergi iadesi asgari ücretin bir parçası değil ise bugün de AGİ asgari ücretin bir parçası olarak kabul edilemez. Ek olarak ödenmesi gerekir. İşçinin eline bu doğrudan kesintilerden sonra geçen miktardan ise en az 364 TL dolaylı vergi (tüketim vergileri, KDV, ÖTV vb.) kesilmektedir. Böylece doğrudan ve dolaylı vergiler ile prim kesintilerinin toplamı 982 TL olmaktadır. Bu kesinti toplamının brüt asgari ücrete oranı yüzde 33.4’tür. Bu durumda asgari ücretli bir işçi 365 günlük bir yılın 122 günü vergi ve kesintiler için çalışmış oluyor. Asgari ücretin toplam maliyetini dikkate aldığımızda ise vergi ve kesinti yükü daha da yükseliyor. Asgari ücretin vergi ve kesinti yükünü 2020 asgari ücreti üzerinden örnekleyelim. 2020 yılı için brüt asgari ücret 2.943 TL’dir. İşveren brüt asgari ücret üzerinden işçiler adına toplam 515 TL SGK ve işsizlik sigortası primi yatırmaktadır. Böylece asgari ücretin toplam maliyeti 3.458 TL olmaktadır. (Devlet işverenlere işçiler adına yatırdıkları bu sigorta payı için yüzde 5 indirim yapmaktadır. Aynı indirim işçilerin sigorta prim payı için uygulanmıyor.) İşverenler asgari ücreti 3.458 TL olarak kabul etmekte ve sendikalarla yürüttükleri pazarlıklarda asgari ücretin maliyetini esas almakta. Asgari ücretin toplam maliyetini esas aldığımızda ise kesinti toplamı 1.497 TL’ye çıkmakta. Tüm dolaylı-dolaysız vergi ve diğer kesintilerin asgari ücret maliyetine oranı ise yüzde 43.3 olmaktadır. Bu durumda asgari ücretin toplam maliyetinden hesap edersek, asgari ücretli bir işçi 365 günlük bir yılın 158 günü vergi ve diğer kesintiler için çalışmış olmaktadır.

DAHA ÇOK VERGİ ÖDÜYOR

Asgari ücretliden ve düşük gelirli işçilerden alınan vergi miktarı ilk vergi dilimi tarifesi düşük tutularak artırıldı. Bu nedenle asgari ücretliler yılın ikinci yarısında ikinci vergi dilimine girmeye başladılar. Oysa 2002 ve 2003 yıllarında ilk vergi dilimi tarifesi asgari ücretin 15-16 katı idi. AKP iktidarında vergi dilimi tarifeleri asgari ücret ve milli gelir artışından daha az artırıldı. Böylece 2020 yılında ilk vergi dilimi asgari ücretin 7.5 katına geriledi. İlk vergi dilimi tarifesi asgari ücret artışına paralel artsaydı şu anda 22.00 TL değil yaklaşık 44.000 TL olmalıydı. 2002 yılında gelir vergisi tarifesi brüt asgari ücretin 15 katı iken, günümüzde 7.5 katının altına indi. Böylece çalışanlar daha çok vergi ödemek zorunda kaldı. Vergi dilimlerine uygulanan tarifesinin sınırlı tutulması düşük ücretlilerden daha fazla vergi alınmasının yolunu açıyor.

AGİ, ÜCRETİN PARÇASI DEĞİL

Net asgari ücretin tutarı konusunda uzun zamandır bir karmaşa yaşanıyor. Bilindiği gibi 2008 yılına kadar ücretliler için vergi iadesi uygulaması söz konusuydu. Ücretliler belirli temel harcamaları için topladıkları fatura ve fişler karşılığında devletten vergi iadesi almaktaydı. Ancak vergi iadesi ücretin bir parçası değildi. Devlet tarafından yapılan bir ödemeydi. 1 Ocak 2008’de vergi iadesi uygulaması kaldırıldı ve bunun yerine Asgari Geçim İndirimi (AGİ) uygulaması başlatıldı. AGİ, işçinin medeni durum ve çocuk sayısına bağlı olarak farklılaşıyor. AGİ’nin dahil edilmesiyle net asgari ücret olduğundan yüksek gösterilmeye başlandı. Oysa AGİ işveren tarafından ödenmiyor ve ücret değil. Net asgari ücret işveren tarafından işçiye ödenen miktardır. AGİ ise devlet tarafından sağlanan bir destektir. 2020 itibarıyla AGİ hariç net asgari ücret 2.324 TL değil aslında 2.103,97 TL’dir. İşveren tarafından işçiye ödenen net asgari ücret budur. Diğeri bütçeden sağlanan kamusal bir destektir. AGİ’nin asgari ücret içinde gösterilmesi sonucunda asgari ücretin işverene maliyeti düşmektedir. 2008’de AGİ’nin asgari ücrete dahil edilmesiyle asgari ücret artışının sağlıklı olarak saptanması zorlaşmıştır. Çünkü daha önce vergi iadesi ücrete dahil edilmezken 2008 sonrası onun benzeri bir devlet desteği olan AGİ asgari ücrete eklenmeye başladı. Böylece iki ayrı asgari ücret serisi ortaya çıkmış oldu. Bu durum asgari ücretin görünenden fazla arttığı yanılgısına yol açtı.

Doç.Dr. Aziz Çelik / Cumhuriyet


KAYNAKLAR

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Asgari ücret istatistikleri.

Alfonso Arpaia, Pedro Cardoso, Aron Kiss Kristine Van Herck ve Anneleen Vandeplas (2017), Statutory Minimum Wages in the EU: Institutional Settings and Macroeconomic Implications, IZA – Institute of Labor Economics http://ftp.iza.org/pp124.pdf BİSAM, Açlık Yoksulluk Sınırı Araştırması, 17 Kasım 2020. http://www.birlesikmetalis.org/index.php/tr/guncel/basinaciklamasi/1599-bisam-10-20

British Library, “Timeline of the Russian Revolution” https://www.bl.uk/russian-revolution/articles/timeline-of-the-russian-revolution

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-mecliste-gazetecilerin-gundemeiliskin-sorularini-yanitladi2810

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2021 Yıllık Program.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2021-2023 Orta Vadeli Program.

Cumhurbaşkanlığı Strateji Bütçe Başkanlığı, Türkiye Ekonomisinde Haftalık Gelişmeler ve Genel Görünüm, 20 Kasım 2020. https://www.sbb.gov.tr/wpcontent/uploads/2020/11/Turkiye_Ekonomisinde_Haftalik_Gelismeler_ve_Genel_Gorunum-20112020.pdf

Çelik Aziz, “Pandemide geçim derdi ne olacak?” BirGün, 23 Kasım 2020.

DİSK-AR, Asgari Ücret Gerçeği 2019 Raporu, İstanbul: 2019

DİSK-AR, Covid-19 İşçileri Nasıl Etkiledi? 8 Temmuz 2020. http://arastirma.disk.org.tr/?p=515

DİSK-AR, Türkiye’de Kadın İşçi Gerçeği, 7 Mart 2018. http://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/08/8-mart-kadın-işçi-gerçeği-1.pdf DİSK-AR, Türkiye’de Ücret ve Gelirlerde Cinsiyet Uçu- rumu Araştırması, 18 Eylül 2020. http://arastir- ma.disk.org.tr/?p=4149

Eurofound (2020), Industrial relations: Minimum wa- ges in 2020: Annual review, Minimum wages in the EU series, Publications Office of the Europe- an Union.

Eurostat, Minimum wage statistics, 2020. https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php?title=File:Minimum_wages,_July_2010_and_

July_2020_(EUR_per_month_and_%25).png Gelir İdaresi Başkanlığı, Vergi Dilimi verileri, 2020.

Hazine ve Maliye Bakanlığı, BUMKO verileri, 2010-2020.

IG, Pay Check, https://www.ig.com/uk/forex/rese- arch/pay-check#/salary

ILO (2016), Minimum Wage Policy Guide.

ILO (2017), Minimum Wage Policy Guide.

Koray M., Çelik A. (2007), Avrupa Birliği ve Türkiye’de Sosyal Diyalog, İstanbul: Belediye-İş Yayınları. Milliyet, 6 Kasım 2020.

TCMB, Yıllık ABD Doları Döviz Kuru, 2008-2020.

TCMB, Yıllık Ortalama Cumhuriyet Altını Fiyatları, 2003-2020.

Trading Economics, China Minimum Monthly Wa- ges. https://tradingeconomics.com/china/mini- mum-wages TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz- Eylül- 2020, 30 Kasım 2020. TÜİK, Dönemsel Hesaplar İstatistikleri, 2020.

TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2019.

TÜİK, Hanehalkı İşgücü Araştırması, 2018.

TÜİK, Hanehalkı İşgücü Araştırması mikro veri seti, 2018.

16 Aralık 2020 Çarşamba

Nihal Atsız Parkı: Yeni normal - Fatih Yaşlı / SOL

Siyasetin dili öylesine sağcılaşmış durumda ki, Atsız gibi bir figür bile, siyasetin marjındaki yerinden alınıp merkeze taşınabiliyor. 

Yıl 1944, günlerden 3 Mayıs. Ankara Adliyesi’nin önünde bir kalabalık toplanmış. İçeride iki ismin, iki eski arkadaşın, Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın davası görülmektedir; dışarıdaki “Türkçü gençler” Atsız lehine sloganlar atıyor, komünizmi lanetliyorlar. 

Meselenin evveliyatını anlamamız için birkaç ay öncesine gitmemiz gerekiyor. Nihal Atsız, sahibi olduğu Orhun isimli dergide, önce Şubat, sonra da Mart aylarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazmıştır. Mektubun sahibine göre komünistler Türkiye’deki faaliyetlerini artırmakta ve devlet içerisinde hızla örgütlenmektedirler. Bu örgütlenmenin en yoğun olduğu yerlerden biri ise Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekâleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı’dır. 

Atsız’a göre devlet, koynunda “kızıl gözlü, sinsi ve zehirli” yılanlar beslemektedir ve bu yılanlar yarın “yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman, ilk işleri baltalama işlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar, bekledikleri kızıl sabahı Türkiye’ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir.” Şimdiden “toplu ve teşkilatlı” bir şekilde hareket eden komünistler “komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprübaşlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza” girişmişlerdir.

Atsız “komünist komplosu”na karşı devleti bu şekilde uyardıktan sonra, komünist olduklarını iddia ettiği bir isim listesi yayınlar ve Saraçoğlu’ndan bu isimleri görevden almalarını ister. Atsız’ın ihbar ettiği isimlerden biri olan Sabahattin Ali, Atsız’ı mahkemeye verir ve ilk duruşma 26 Nisan 1944’te görülür. İşte Atsız yanlısı kalabalık, ikinci duruşmanın görüldüğü 3 Mayıs’ta adliyenin önündeki eylemi yapacak, 9 Mayıs’ta ise Atsız Ali’ye hakaretten dört ay hapis cezasına çarptırılacak ve cezası ertelenecektir. 

Ancak Atsız’ın ve Atsız yanlıların hesaba katmadığı bir durum vardır. Devlet, Nazilerin yenilgisinin yaklaşmakta olduğunu görmüştür ve bu ise 2. Dünya Savaşı boyunca izlenen Nazi yanlısı ve Sovyet düşmanı politikadan çark edilmesini gerektirmektedir. Bu çark edişin sonuçlarından biri, başını Atsız’ın çektiği Sovyet düşmanlığını körükleyen Nazi sempatizanı çevrelerin tasfiyesi olacaktır; yani dönemin tek parti iktidarı, savaş sonrası Sovyetler Birliği ile arayı yeniden düzeltme hesapları adına Atsız ve arkadaşlarına yönelik siyasi bir operasyona girişecektir. 3 Mayıs’taki eylem de işin tuzu biberi olmuş, süreci hızlandırmıştır. 

18 Mayıs günü İçişleri Bakanlığı tarafından İstanbul İl Sıkıyönetim Komutanlığı’na “gereğinin yapılması” için gönderilen yazının ardından, aralarında Atsız’ın da olduğu 57 kişi gözaltına alınır ve 23’ü hakkında tutuklama kararı verilir. Bu 23 kişi, 7 Eylül 1944’te mahkeme karşısına çıkarılacak ve Türkiye’nin siyasal yaşamına “Irkçılık-Turancılık Davası” olarak geçecek olan dava böylece başlayacaktır.

7 Eylül 1944’ten 29 Mart 1945’e kadar yapılan atmış beş duruşmanın sonunda, tutuklu 23 kişiden, aralarında Atsız’ın da bulunduğu 10’una hapis cezası çıkacak, ancak karar temyiz mahkemesi tarafından bozulacak ve yeniden yargılamaya hükmedilecek, sanıklar da serbest kalacaktır. 

Yeniden yargılamada ise mahkeme bütün sanıkların beraatına, hem de “Türkiye’de ırkçılık yapmanın suç olmadığı” gerekçesiyle karar verecektir. Çünkü savaş bitmiş ve yeni bir savaş, yani Soğuk Savaş başlamış, Türkiye yönetici sınıfı hızla ABD’ye yanaşmış, Sovyetler Birliği ise savaş boyunca yaşananları unutmamış, dolayısıyla ilişkilerin kolay kolay düzelmeyeceği görülmüş, Turancıların cezalandırılması ihtiyacı da ortadan kalkmıştır. Zaten kısa süre sonra hem Atsız hem de diğer Turancılar, antikomünist birer Soğuk Savaş neferi olarak siyaset sahnesindeki yerlerini yeniden alacaklardır.   

Atsız ve Türkçü faşizm 

Peki “Irkçı-Turancı akım”ın baş ideoloğu payesini vermemiz gereken Atsız’ın fikirleri nelerdir, ırkçılık ve Turancılık Türkiye siyaseti açısından ne anlama gelmektedir? 

Bu soruları yanıtlayabilmemiz için öncelikle “ırkçı-Turancı” tabirinin “yetersizliği” üzerinde durmamız gerekiyor. Evet, bu davada yargılananlar kendilerinin ırkçı ve Turancı olduğunu kabul etmektedirler, ancak bu tabir olan biteni anlamak için yeterli değildir. Sonradan kitaplaştırılan doktora tezimde de ileri sürdüğüm üzere, bu akım ırkçı ve Turancıdır evet ama aynı zamanda faşizmin ve Nazizm’in birçok argümanını devşirip Türk milliyetçiliği ile sentezlemeye çalışmakta, Türk milliyetçiliğini faşist ideolojinin evrensel şeması içerisine yerleştirmek istemektedir. Dolayısıyla “Türkçü faşizm” adlandırması çok daha yerinde görünmektedir. 

Atsız’ın milliyetçiliği, “kafatasçı” olmaktan ziyade, Nazi ideolojisine uygun bir şekilde, kan ve soy esası üzerine kurulu bir milliyetçiliktir. Elindeki pergel benzeri bir araçla eve gelen misafirlerin kafataslarını ölçüp onlara Türk olup olmadıklarını söylemesi işin “mizah” kısmıdır, çünkü esas mesele kan ve soydur.  Atsız’a göre “millet”, dil, kültür, hukuk, vatandaşlık bağına değil, kan ve soya dayanır; sadece aynı kandan ve soydan gelenler aynı milletin, aynı ulusun üyesi olabilirler. Örneğin, Sibirya’da yaşayan bir Saka ya da Litvanya’da yaşayan bir Kıpçak hiç Türkçe bilmese dahi soy itibariyle Türk’tür, Türkiye’de yaşayan bir “zenci”nin ise Türkçeyi ne kadar iyi konuşursa konuşsun Türk sayılması mümkün değildir.

Atsız Türk olabilmenin hiyerarşisini, “kanı Türk olmak”, “dili Türk olmak”, “dileği Türk olmak” şeklinde sıralar ve kanı saf Türklerden oluşan bir milletin, melezleşmiş bir millete kıyasla çok daha kuvvetli olacağını, bir ülkenin güçlü olmasının yolunun kan ve soy itibariyle homojen bir nüfus yapısından geçtiğini söyler. Bu zırvaların hepsi ise Hitler’in Kavgam’ından devşirilmiştir.  

Atsız da Hitler’e ve bütün Nazi ideologlarına benzer bir şekilde, antisemitisttir. Yahudilerden “asırlardan beri sahtekârlık ve dolandırıcılıkla yaşayanlar” şeklinde bahseder ve aynı anda dünyaya gelen biri Türk diğeri Yahudi çocuğa aynı eğitim verilse, Yahudi dili öğretilse bile Türk çocuğunun yine doğru ve yiğit, Yahudi çocuğunun ise sahtekâr ve korkak olacağını iddia eder. 

Atsız’ın tarih okuması da Hitler gibi kan ve soy esası üzerine kuruludur. Milletler kanlarının saflığını korudukları sürece güçlü kalır, melezleştikçe zayıflarlar. Osmanlı İmparatorluğu da kanın saflığını koruyamadığı, melezleştiği, Arnavutlar ve Çerkezler gibi saf Türk olmayan yönetici ve komutanları yüksek makamlara getirdiği için yıkılmıştır.

Atsız, fikirlerinin Nazi Almanya’sından ithal olduğu fikrine şiddetle karşı çıkar ve her ne kadar bugünkü mahcup takipçileri inkâr etse de, gayet dürüst bir şekilde, sadece Yahudilere karşı olduğunu iddia ettiği Nazi ırkçılığından farklı olarak kendilerinin ırkçılığının “her millete karşı” olduğunu söyler. 

Atsız’a göre Türkçülerin “en kutlu hedefi Turan’dır” ve Turancı olmayan bir kimsenin Türkçü sayılması mümkün değildir. Turan ise sadece kültürel değil siyasi bir hedeftir, yani tüm Türklerin tek bir devlet çatısı altında birleşmesidir. 

Bunun olabilmesi için gençler ırkçı bir eğitim politikasıyla yetiştirilmeli, kız ve erkek çocukları ayrı okullarda okumalı, çocuklar ilkokuldan itibaren askeri bir eğitime tabi tutulmalıdır. Özellikle “küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkak”tır. Genç kızların görevi anneliğe, erkeklerin görevi ise savaşa hazırlanmaktır. Bu nedenle de “ilkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılarak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine alınmalı”dır. İdealindeki toplumu ise şu cümlelerle ortaya koyar: 

“Acaba bilhassa gençlerimizin ve bilhassa kızlarımızın zehirlenmesine engel olmak için bütün memlekette sinemalar kapatılsa, erkek ve kadın plajları ayrılsa, roman ve hikâyeler sansürden geçse ne olur? Demokrasi, hürriyet suya düşüp medeniyet yok mu olur?” 

Atsız, 1944 sonrası siyasetin içerisinde doğrudan yer almaz ama teorik üretimine devam eder. Ayrıca 1950’lerde çeşitli milliyetçi dernekler kurar, 1960’larda ise manevi talebesi Türkeş’in siyasete girmesinde aktif rol oynar ve CKMP’nin MHP’ye dönüşüm sürecini destekler. Ancak 60’ların sonunda, Soğuk Savaş konseptine uygun bir şekilde ve ABD’nin yönlendirmesiyle rotayı Türk-İslam sentezine doğru kaydıran Türkeş’le saf bir Türkçülük anlayışını savunan Atsız’ın arası açılır. Öyle ki ülkücü gençlere Atsız’ın kitaplarının okunması yasaklanır, Atsızcılar şiddet aracılığıyla, hatta cinayetlere de başvurularak MHP’den tasfiye edilir. Öyle ki, Atsız 11 Aralık 1975’te öldüğünde, Türkeş milliyetçilik konusunda kendisine bildiği her şeyi öğreten ustasının cenazesine dahi gitmeyecektir. 

Yeni normal 

Başakşehir’le Paris Saint Germain arasında geçen hafta oynanan Şampiyonlar Ligi karşılaşması esnasında maçın dördüncü hakeminin yardımcı antrenör Webo’ya “negro” diyerek yaptığı ırkçılığın yarattığı infiali hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz başka bir şey ise hadise sonrası büyük bir riyakârlık müsameresinin sergilenmiş olması. Öyle isimlerden öyle ırkçılık karşıtı mesajlar geldi ki o gün olaya dair, adeta Hitler de mezarından kalkıp “no to racism”, “ırkçılığa hayır” diye açıklama yapsa, şaşırtıcı olmayacaktı.  

Bunlardan ikisi, MHP ve İYİP, maçtan iki gün sonra, Atsız’ın ölüm yıldönümünde, anma mesajları yayınladı. MHP’nin mesajında “yüzde yüz Türk olduğun gün dünya senindir” denilirken, İYİP adına Akşener tarafından yapılan paylaşımda Atsız’dan “Türk milliyetçiliği fikrinin kıymetli temsilcilerinden, hislerimizin tercümanı” şeklinde söz ediliyordu. 

Ayrıca, bir süredir konuşulduğu üzere, İYİP’in talebiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Maltepe’deki bir parka Nihal Atsız ismini vermeyi kabul etmiş, İYİP de desteklerinden dolayı ülkücülükle son derece yakın bağları olduğunu bildiğimiz İmamoğlu’na teşekkür etmişti. 

Riyakârlık müsameresi tam olarak buradaydı işte:  İki gün önce ırkçılık karşıtlığı yapanların, iki gün sonra Atsız anmasında ortaklaşmasında, Atsız’ın adını bir parka vermekte uzlaşmalarında ve tüm bunların sıradan hadiseler olarak kabul edilmesinde, en ufak bir tepki uyandırmamasında, tüm bunları yapmakta politik ya da etik en ufak bir sakınca görülmemesinde. 

Peki bu müsamere, nasıl oluyor da böylesine pervasızca sergilenebiliyor, nedir bunun sırrı? 

Bu sorunun çok basit bir yanıtı vardı aslında: Türkiye’de siyaset, öylesine sağa çekmiş durumda ki, “Türkiye toplumu özü itibariyle sağcıdır” palavrası öylesine genel geçer bir doğru haline gelmiş durumda ki, siyasetin dili öylesine sağcılaşmış durumda ki, Atsız gibi bir figür bile, siyasetin marjındaki yerinden alınıp merkeze taşınabiliyor, taltif edilebiliyor ve bu taşıma ve taltif işlemi normalleştirilebiliyor, sıradanlaştırılabiliyor.   

Bu merkeze taşımanın, normalleştirmenin sonuçları üzerine kafa yormak gerekmiyor mu peki? “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” anlayışının Türkiye’yi nereye götürdüğü, AKP-sonrası Türkiye siyasetinin nasıl bir veçheye bürüneceği, siyasetin ve toplumun böylesine bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmasının sonuçları, örneğin böyle bir demokrasinin nasıl bir demokrasi olacağı üzerine düşünmek gerekmiyor mu? 

12 Eylül’ün ve 90’ların “solkırım” operasyonun ideolojik/politik boyutta devam ettiği, Türkiye’nin solsuzlaştırıldığı ve sağ bir toplumsal mühendislik projesi doğrultusunda dönüştürüldüğü, bunun da reel politik üzerinden, yani oy oranları, ittifaklar, seçmen kitlesi vs. üzerinden meşrulaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Hal böyle olunca, önceliğin “ne pahasına olursa olsun bu iktidardan kurtulmak” olduğu yönündeki iddianın vardığı yer eninde sonunda Türkiye’yi solsuzlaştırmak ve sağın başka versiyonlarına mahkûm etmek oluyor, Türkiye toplumuna sağın alternatifi olarak başka bir sağ gösteriliyor.  

Çok açık ki, iktidarıyla muhalefetiyle, Türkiye’ye içinde solun yerinin olmadığı bir “yeni normal” dayatılıyor, bu “yeni normal”e teslim olmamak, boyun eğmemek gerekiyor. 

Fatih Yaşlı / SOL 

Sporda yeni dayatma: Katarcı spor düzeni - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Son dönemde, sporun bir algı düzeltme hamlesi ve yumuşak güç aparatı olarak kullanımında artış görülürken; yeni bir ‘sportif paylaşım savaşının’ da kokusu geliyor. 

Katarcı spor düzeni, sporda himayeciliğin en yeni sürümü olarak öne çıkmış durumda. Son dönemde, sporun bir algı düzeltme hamlesi ve yumuşak güç aparatı olarak kullanımında artış görülürken; yeni bir ‘sportif paylaşım savaşının’ da kokusu geliyor.

Ülkedeki ‘katarizasyon’ olanca hızıyla devam ediyor. Öyle Katar deyip, geçmemek lazım. Katar iktidarı sadece politik ya da ekonomik arenada işlev gösteren bir ‘aile şirketi’ ya da petrol zengini bir ülkeyi anlatmıyor. Katar’ın son dönemdeki sportif ‘çok yönlülüğü’ ve spor yatırımları birçok ülkenin hem dikkatini çekiyor hem de Katar, diğer ülke sporlarına metastaz yapıyor, bulaşıyor.

Katarlıların sporu ya da ülkemizi çok sevdiklerinden yatırım yaptıkları falan yok. Bu bir işbirliği olmanın ötesinde başka sportif anlamlar da taşıyor çünkü. Burada ciddi bir ‘kazan-kazan’ durumu olduğu kadar, buna eşlik eden bir ticari para akışı aşikâr olsa da bu işin başka bir tarafına da odaklanmak gerekecek.

Hakikaten, Katar iktidarı spordan ne istiyor?

Son söyleyeceğimizi baştan hemen yazalım. Katar’ın petrol neticesinde sağladığı zenginlik ve ekonomik güç bir imaj tazeleme ve algı değiştirme aracı olarak hizmet etmek zorunda. Spor da bunların başında geliyor ve ‘spor diplomasisi’ de öyle önemsiz bir araç sayılamaz.

Bizimkilerin Katar aşkı ile Katar’ın spor aşkı tam da burada kaynaşıyor.

Katar ‘sporla özdeşleştirilme’ makyajını son yıllarda edindi ve ‘spor dışı kalma’ ataletini de aşma konusunda fazlasıyla cesur davranıyor. Bu durumu 2010 yılına kadar kovalayabiliyoruz. Çünkü FIFA’nın aldığı Katar 2022 Dünya Kupası organizasyon kararı 2010’da yılında Katar’a takdim edilmişti. 

İklim şartları elverişsiz ve küçük bir coğrafya, neden FIFA tarafından beğenilmiş ve seçilmişti? O zamanlar Katar bu kadar sabıkalı değildi, FIFA’nın sabıka tarihini ise uzun yıllara bağlamak gerekirdi. 

Zaten 2022 Dünya Kupası’nın Katar’a verilmesi sonrasında, bu kararda manipülasyonlar olduğu iddiaları çok geçmeden FIFA’nın kapısını çalacaktı. 
Manipülasyon demek, rüşvet yemekti…

Büyük fotoğraf şu şekilde görünüyordu. Aşırı sıcaklar vardı, uygunsuz bir ortam, spora uzak kalan bir kültür, bitmeyen insan hakları ihlâlleri, ülkede inşa hâlinde olan yapılarda çalışan işçilerin, emekçilerin çalışma koşullarındaki olağanüstü kötü durumlar vb. Katar’ı hiç de cazip bir yer olarak tasvir etmiyordu. 
FIFA’nın buna itiraz etmemesinin ardında maddi bir temelin var olduğu ortaya çıkmakta ısrar etti  ve iddialar, Katar’ın yürüteceği yeni bir algı kampanyasının FIFA tarafından bizzat desteklendiğini ortaya koydu. 

FIFA’nın maaşı, Katar monarkının cüzdanındaydı

Katar iktidarı, 2006 senesinde ülkede çok rağbet gören futbola bir yatırım kararı almakta gecikmedi. Almanya ve İspanya’nın da rengini çaldığı bir proje olan Aspire Academy, Asya, Latin Amerika ve Afrika’da ‘futbolcu keşfine’ çıkma kararı aldı. Aspire Academy, Katar için dışa açılmanın ve iyi bir görüntü vermenin önemli bir aracına ise kısa zamanda dönüşecekti.

Yine de Katar, FIFA ve diğer spor kurumları tarafından öne itilmesiyle birlikte daha çok görünür hâle geldi. 2010 yılı ile birlikte istikrarlı hâle gelen bir sponsorluk işi başladı. Qatar Foundation ve sonra Katar Hava yolları (Qatar Airways) büyük paralar dağıtmaya başladı.
 
Hemen bir sene sonrasında Katar Spor Yatırımları (QSI), Fransız Paris Saint Germain (PSG) kulübüne çöreklenerek piyasaya giriş yapıyordu. 2012’de yapılan yeni yatırım ise medyanın saltanatının yeni ismini belirlemişti. Katar menşei şirket önce BeIN Sports, çok geçmeden BeIN Media Group adı ile hızlı bir yaygınlığa ulaştı ve diğerlerini yutarak bir medya tekeli hâline dönüştü.
 
Hem BeIN Sports’un hem de PSG’nin başkanı ve sahibi Nasser Al Khalifi tahta geçiyordu.

Katar, spor organizasyonlarına 2014 yılında hız verdi. Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası ile başlayan bir ‘spor yatırımları devri’ açılmış oldu. 2015’te ise iki önemli organizasyonda boy gösteren bu ülke, hentbol ve amatör boks branşlarında Dünya şampiyonası düzenlemeye girişecekti.

Birçok oyuncu 2 milyon dolar bedel ile vatandaşlığa geçirilirken, 100 bin Euro’ya ulaştığı iddia edilen primler şampiyonadan daha fazla gündem oluyordu. Katar için terlemek, bir zenginlik olarak gösterilirken; Katar iktidarı belli ki bir şeyler deniyordu. Katar parasının gücü ile hentbol turnuvasında ikinci olabilmişti.


2016’da Yol Bisikleti Dünya Şampiyonası ile 2018’de gerçekleştirilen Artistik Jimnastik Dünya Şampiyonası Katar için ‘gelmekte olanın’ işaretleriydi.
 
2017’de Formula 1 için önceden alınan ‘hayır’ yanıtının Bernie Ecclestone tarafından revize edilmesi dikkat çekmişti. Bayern Münih takımının Volkswagen Holding’in Katar yatırımları nedeniyle devre arası kampını Katar’da geçirmesi, prestijli golf ve tenis turnuvalarının Katar merkezli yapılmaya başlanması, Doha Havalimanı’nın yükselen itibarı, Katar futbolunun ilk kez Copa America’ya katılması ve yine Katar milli futbol takımının dünya sıralamasında yükselen grafiği dikkate değer ve merak uyandırıcıydı.

2019, Katar için fena geçmedi. Ülkede neredeyse her yıl düzenlenen spor turnuvaları arasında bu kez Dünya Atletizm Şampiyonası vardı. Ancak şampiyonadan ziyade konuşulan, Katar’ın şampiyonayı alması için taahhüt ettiği “30 milyon Euro” destek paketi oldu. Söz IAAF’ye (Dünya Atletizm Birliği) verilmişti.
 
Katar’ın işini nasıl gördüğü, birlik ve federasyonların işi nasıl pişirdiği anlaşılıyordu.

Bir parantez açarsak, aslında bunlar sadece Katar ile de sınırlı kalmıyordu. Katar ile diğer Körfez ülkeleri arasında spor ekseninde bir mücadele yıllardır sürüyor. Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed Bin Salman’ın 2019 yılında, Anthony Joshua ile Andy Ruiz arasındaki boks maçını ülkesine taşıma çabasının ve bunun karşılığında 50 milyon dolar harcamasının altında iktidarın “2030 vizyonu çerçevesinde ülkenin çöl devleti, toplumun da muhafazakâr olduğu algısını düzeltmek” için finansal gücünü devreye sokmuş olması yatıyordu.

Rakip Katar’ın sözcüsü Hamed Al Tani’nin “spor dünyada herkese ulaşmak için en iyi araç; biz de bu aracı kullanıyoruz” demesi ise Katar’ın spora yaklaşımını pragmatik bir şekilde kullanmasını çok iyi özetliyor.
 
Bu pragmatik yaklaşımlar, Körfez ülkeleri arasında bir ‘spor gerilimi’ yaratacak cinsten ve burada bir himayecilik yarışı sürmeye aday…

Buna Körfez ülkelerinde yoğunlaşan bir ‘sportif paylaşım savaşı’ demek de olanaklı.

Devam edersek, Katar sermayesi, 2022 Dünya Kupası için de benzer şeyler düşünüyor ve ülkelerinde yapılacak bu organizasyonun spekülasyonların ötesinde ‘benzersiz’ olacağını söylüyor. Ancak zaten ilk kez kış aylarında yapılacak olan bir kupanın benzersiz olacağı açık değil mi?

İlk kez bir Dünya şampiyonası “Katar için” kış aylarında düzenleniyor.

Dahası da var.

Katar ve FIFA işbirliği, gelecek sene Arap ülkelerinin katılacağı bir futbol şampiyonası düzenlemenin yolunu arıyor. 1-18 Aralık 2021 için takvime konulan bu turnuva, 2022 Dünya Kupası öncesinde küçük bir ‘antrenman’ tadında olacağa benziyor.

Ya Türkiye?

BeIn Sports’un saltanatının sürdüğü yerlerden birisi olan ülkemizde Katar sermayesinin onay vermediği bir karar alınamıyor. Herkesin Katar için seferber olduğu ortadayken, Süper Kupa maçının Katar’da oynatılması ile futbolumuz başka bir seviyeye çıkacak! 

Katar’ın futbola ve genel olarak spora destek olduğu iddiasındakilerin ise unuttukları bir şey var. Neden kimse Katar halkının ne kadarının spor yapabildiğinden, spora erişebildiğinden bahsetmiyor?

Çünkü temel kaygı, ekonomik akışın sağlanması ve Katar için de bunun bir güç ve imaj tazelemeye hizmet etmesi ile sınırlı. Özetle, spor yapabilme hakkı ne FIFA ve diğer kuruluşların ne de Katar sermayesinin umurunda.
 
Katar monarşisi, ülke hakkında var olan algıların yeniden üretileceği alanlar ve iyi imaj satın alacağı pazarlar arıyor.

Bu çıkışın rotası ise sporun içerisindeki dinamikler eli ve bundan nemalanmayı görev edinen ülke iktidarları ile çiziliyor.

Spor geçmişi sınırlı olan Katar’ın bir spor odağı haline gelme/getirilme çabasının temelinde işte bu hesap ve hedefler var.

Spor, günümüzde en önemli yumuşak güç araçlarından biri olarak sivriliyor ve Katar, sporda himayeciliğin aktörü durumunda.

Türkiye ise kimi zaman seyyar satıcı, kimi zaman da işbirliğinden vazgeçmeyen bir müşteriden ibaret…

İSMAİL SARP AYKURT / SOL

15 Aralık 2020 Salı

Sadakatin rayici yükseliyor! - Oğuz Oyan / SOL

 

Rejim sıkıştıkça yakın çemberdekilerin sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor. Çünkü yakın çemberdekiler, zayıflama kokusunu herkesten önce alıyorlar.

AKP rejimi sıkıştıkça, zora düştükçe, kendi içinden çözülme belirtileri gösterdikçe, izleyen seçimlerin başarısı bakımından olumsuz işaretler aldıkça, birden fazla düzeneği (mekanizmayı) harekete geçiriyor. Bu düzeneklerin bir bölümü uzunca süredir hazırlanmış durumda. Bir bölümü ihtiyaç duyuldukça oluşturuluyor. Muhalefetin gaflarının fırsata çevrilmesinde de hiç duraksanmıyor. Bazıları da iç ve dış konjonktürün dalgalanmalarına ve sürprizlerine bağlı; bunların bir bölümü "Allah'ın lütfu", ama oluşmalarında ve kullanıma sokulma biçimlerinde son ayarlar Saray'ın elbette. Bunlar içinde dış politika üzerinden üretilen askeri/ milliyetçi hamasetler her zaman kullanıma sokulmaya hazır tutuluyor. Şimdi burada sayılan düzeneklerden kısaca birincisini gözden geçirmeye çalışalım.

Anayasal desteğe bağlı olarak iyi hazırlanmış savunma düzeneklerinin başında, başkancı rejimle birlikte iyice dallandırılmış ve Cumhurbaşkanı elinde iyice merkezileştirilmiş bulunan üst kademe yöneticilerin atama, görev süresi ve özlük (ücret, emeklilik) hakları meselesi bulunuyor. Bu bir ödüllendirme/cezalandırma (mahrum etme) düzeneği olarak çalışıyor ve etkinliği konusunda kuşkuya yer bırakmıyor. 

2017 değişiklikleriyle Anayasa'nın 104/9 maddesinde yapılan ve 9 Temmuz 2018'de yürürlüğe giren düzenlemeye göre, Cumhurbaşkanı "Üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve asasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler". İşte bu Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK), hemen 10 Temmuz 2018 tarihinde yayımlanan CBK-2 ve CBK-3 ile yürürlüğe girecektir. CBK-3 şöyle başlıyor: "Bu CBK, ekli cetvellerdeki kadro, pozisyon ve görevler, bakanlıklar, bağlı, ilgili ve ilişkili kurullar ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarını kapsar" (m.1/4). Bu hüküm binlerce üst düzey kadroyu ilgilendiriyor ve tümünün atamasında Cumhurbaşkanı kararı veya onayı gerekiyor (m.2/2). Görev süreleri ve görevden alınmaları da tek imzayla Cumhurbaşkanının yetkisinde bulunuyor (m.4). 

Bu sınırsız yetkiler, ücret ve emeklilik haklarını da içine alacak şekilde, inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor. Cumhurbaşkanının, üst kademe yöneticileri görev süreleri sona ermeden görevden alabilmesi, ücret ve diğer sosyal haklarını kapsayan özlük hakları ile emeklilik haklarını düzenleyebilmesi, bunları kişiye göre farklılaştırabilmesi (CBK-3, 5 ve 6. maddeler),  keyfîlikleri kaçınılmaz kılıyor. Zaten amaçlanan da bu. Bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor. (Bkz. O. Oyan, "Yeni Anayasa ve Yeni Devlet Yapılanması", Çalışma ve Toplum, Birleşik Metal-İş Dergisi, Şinasi Yeldan Özel Sayısı, 2019/1, s.105-125). 

Ama bu kadarıyla da yetinilemiyor. Yüksek kariyerlerin, yüksek ücretlerin, yüksek emeklilik haklarının, uzun görev sürelerinin (veya tüm bunlardan mahrum bırakılma kaygısının) etkileri de bir süre sonra aşınıyor. Bazılarının çifte görevlerden çifte maaşlar/hakkı huzurlar vs. almaları gerekiyor. (Örneğin, Meclis eski Başkanı, özgül ağırlığını yüksek zanneden AKP kurucusu, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu'na atanınca "Allah razı olsun, çok da ihtiyacım vardı" diyebilmişti. Ama sadakat terazisinde falso yapınca, görevini -ve ikinci gelirini- anında yitiriverecekti). Gerçi "kariyer sahipleri" arasında rekabetler kızıştıkça, şımarıklıklar ve Saray'a baskılar arttıkça, bazılarına üçüncü-dördüncü, hatta son günlerde öğrendiğimiz gibi beşinci vs. gelir kapılarının da açılması gerekebiliyor. Varsa, iş takipçiliği, komisyonculuk, "yatırımcılık", imar rantları gibi ücret dışı gelirleri hiç saymıyoruz; çünkü onlar en mahirlerin/ en gözdelerin/ etik değerleri en aşınmışların tekelinde olmak zorunda.

Dolayısıyla şu sonuca varıyoruz: Rejim sıkıştıkça yakın çemberdekilerin sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor. Çünkü yakın çemberdekiler, zayıflama kokusunu herkesten önce alıyorlar. Kendileri kriminal vakalara doğrudan karışmış olsunlar veya olmasınlar, en üst kademenin zaaflarını herkesten iyi biliyorlar. İktidarın tepesi ise, yol arkadaşlarının sadakatlerini sağlama alamadığında onların rakip siyasi partiler içinde boy göstermelerini ve oradan salvolar savurmalarını önleyemiyor. Çünkü örneğin hedefine başbakanlık veya cumhurbaşkanlığı gibi tepe kariyerlerini koymuş ve üstelik mevcut siyasi iktidar tarafından dışlanmayı hazmedememiş birilerinin sadakatini kariyer/özlük hakları üzerinden garantilemek mümkün olamıyor. İktidarın tek yapabildiği şey, bu yolun mümkün olduğunca kapalı tutulmasına gayret etmek oluyor, ki bu dahi yoğun çaba gerektiriyor. 

Ama tek neden bu değil. Saray rejiminin militanca, cansiperâne bir biçimde korunabilmesi/ savunulabilmesi için tepedekiyle çeperdekiler arasında siyasi ve ekonomik çıkar birlikteliğinin buluşturulması gerekiyor. Çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedeki kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor. O nedenle de bunların yönetim yetkileri ve ekonomik çıkarlarının kendi çaplarının ötesine taşınması gerekiyor. Öyle olunca da, tepeden her konuda bir mesaj alınmasına dahi gerek kalmadan -mesaj alınması gereken hassas konular hariç elbette!-, en azgın iftira, yalan ve gerekirse övgü düzeneği kendiliğinden çalışır hale geliveriyor. (Sistem çalışıyor!). Buna benzer başkancı rejimleri belki Türki cumhuriyetlerde de kolayca bulabilirsiniz, ama -Batı'yı da tam karşıya almamak adına- bizdeki biraz daha anayasal sosa bulandırılmış biçimidir.

Peki, niçin sayısız savunma düzeneği?

Şunları öngörmeliyiz: 

(i) Yolsuzlukların nitelik olarak kriminal boyutlara ulaştığı; nicelik olarak, 20. yüzyıldaki tüm Cumhuriyet tarihinin kümülatif yolsuzluklarını her bir icraat yılında (son yıllarda belki de daha da kısa zamanlarda) egale edebilecek bir sistematik yolsuzluk ağının kurulabildiği; yargı, kolluk ve farklı türden düzeneklerin daha önce hiçbir dönemde görülmemiş biçimde iktidara bağlanabildiği; üstelik bu çıkarlar bütününün uluslararası ayaklarının da kurulmuş olduğu bir düzenle karşı karşıyayız. Böyle bir düzende iktidar partisini sıradan sistem partileriyle özdeşleştirmek büyük yanılgı olacaktır. 

(ii) Bu iktidarın gündeminde İslamcı bir rejim inşası hiçbir zaman geri plana atılmış değildir. Bu "inşanın" gecikmesi veya istenen hızda ilerlememesi, bu yönde adımlar atılmasından vazgeçildiği anlamına gelmemektedir. 

(iii) Önceki iki nedene bağlı olarak bu iktidar otokratik bir yapı kurmaya, kolluk ve yargı baskısını aşırı dozda kullanmaya mecburdur. Madalyonun öbür yüzünden bakınca da, bu tür bir iktidarın demokratik bir gelişim içine girmesi, "adalet reformu" vs. gibi bir takım düzenlemelerle kendi tavrında "düzeltmeler" yapabilmesi imkânı yoktur. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da herhalde ihmal edilebilir düzeyde olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL