21 Aralık 2020 Pazartesi

Alevilere Türkeş niye dayatılır? - Turgay Develi / SOL

 Keşke, Alevilere CHP üzerinden dayatılan Türkeş ve uğradıkları katliamlarla yüzleşme ve bunu kabullenip kabullenmeme seçeneği, MHP'nin " Ya sev ya terk et" sloganındaki kadar basit olsaydı.


Dünyanın neresinde olursanız olun karşınıza çıkan orak çekiçli kızıl bayrak komünizmi çağrıştırır. Bir gamalı haç sembolü, bellek arşivimizdeki Nazi dosyasını açıp, erişimimize sunar. Kalbe saplanmış ok, dilimiz, dinimiz, ırkımız, kültürümüz ne olursa olsun, eşittir aşktır. Dolayısıyla semboller yaşamımızda birçok şeyi anlamak, anlamlandırmak için evrensel bir dil anlamına da gelir. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Türkiye'nin en büyük ilinin Belediye ve İl Başkanını yanına alarak Çorum, Sivas, Maraş, Malatya katliamları ile birlikte anılan dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in eşinin evine yaptığı ziyareti anlatan fotoğrafla verilmek istenen mesajı bir sembol olarak görürsek, (o ziyarette neler konuşulduğundan çok daha önemli olarak) bu sembol bu olaylarda kıyıma uğrayan Aleviler başta olmak üzere ülkemizin kahır ekseriyetini oluşturan yurttaşlarının beyinlerinde tehlike sinyalleri çaldırdı. Verilmek istenen; Artık CHP'de bile güvende değilsiniz mesajı mıdır?
Öyleyse, o fotoğrafta cisimleşen sembolün, neredeyse tamamı kendi partisinin üyesi ve seçmeni olan bir kitlenin beyinlerinde tehlike sinyali çaldırmasına neden olan bu ziyaretin gerekçesi ya da anlamı ne olabilir? Bu sorunun yanıtı, gelecekteki siyasetin yeni çekim merkezlerini oluşturmak için yapılan bir planın uygulamaya geçirilmesinde yatıyor olabilir.
CHP politika yapıcılarının, hepimizin bildiği hikayedeki gibi bir kurt, bir koyun ve bir balya otu bir kayıkla teker teker nehrin karşısına geçirmeyi başardıkları ittifak politikasının gelecek seçimlerde de sürdürülebileceğini varsaydıklarını düşünmüyorum. Olayları içinden çıktığı şartlar ve birbiriyle olan bağlantılarından koparmanın, tarihin gelişme yasasını umutsuzca tersine çevirmeye çalışmaktan öteye hiçbir anlam taşımadığı gerçeğinin farkına varmış olmalılar. Zira ittifak politikasının önümüzdeki seçimlerde de uygulanabileceği varsayımı, tarihsel bir hataya düşmelerine neden olabilir. Bu, fiziğin ve doğanın temel kanunlarının inkarı anlamına gelir. 

Bu bağlamda, CHP'yi yönetenlerin önümüzdeki seçimlerden daha uzun vadeli planları olabilir. Bu ziyaretle verilen mesajı ne olarak açıklarlarsa açıklasınlar, parti tabanında anlaşıldığı şekliyle 'başınızın çaresine bakın' mesajından daha anlamlı bir sebebi var mıdır bilinmez. (Bu arada dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in ölümünün ardından evinde çıkan belgelerde iddia edilenler doğruysa olayları 4 üst düzey MİT görevlisi örgütlemiş ve yine dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in direkt müdahalesi olmuştu.)

Bu mesajın nereden, kim adına iletildiği ve ortaya çıkaracağı güç, mesajı iletenlerin kimliğinden daha acil bir sorun! Tekrarlayarak devam edelim; amaçlanan siyasi faydanın ne olduğu açıklanıp, herkes için makul olarak kabul edilmediği takdirde bu ziyaret, CHP'yi kitle tabanından uzaklaştırma anlamına geliyor, ki bu sonun başlangıcı da planlanıyor olabilir. Niyet bu değilse bile bu tür hareketlerin dramatik sonuçlar doğuracağı bilinmelidir.

Bu hamleler eğer ne yaptıklarını ve bunun sonuçlarının nereye varacağını hesaplama basiretini bile gösteremeyecek yöneticilerin ölümcül birer hatası değilse, bunu planlayanlar, CHP'nin kitle tabanını oluşturan kesimi sistematik bir şekilde partiden uzaklaştırarak gelecekte siyasete yön verecek sonuçlar ortaya çıkarmayı amaçlıyor olabilirler.

Bu planlar, kısa vadede sonuçları itibariyle Erdoğan'ın politik yönelimini etkileme kapasitesi taşımakla beraber, asıl hedef olarak CHP'nin Türkiye siyasetinde sahip olduğu çekim gücünün merkezini dağıtarak, Türkiye'nin yeni siyasi dengesini oluşturmaya yönelik yeni kuvvet merkezleri inşasına tanıklık ediyor olabiliriz. 

Muhtemelen yeni gelecek, CHP ve kitle tabanında yeni yarılmaları tetikleyecek (Türkeş'in eşini ziyaret etmek gibi) girişimlerle oluşturulacak yeni siyasi partiler, dengeler üzerinden oluşturulacak. 

Ancak içerideki ve dışarıdaki değişkenlere bakarak, bütün hesabını Erdoğan'ın 'normal' bir seçimle gideceği bir gelecek tahayyülünde bulunarak kuranlar, bu bağlamda ittifak planları yapanlar ve kendi tabanını dahi dağıtmaktan çekinmeyenler fena halde yanıldıklarını görebilirler. 

Bu fotoğrafla verilmeye çalışılan mesaj kapsamına Erdoğan da dahilse, Erdoğan'ın, batı başkentlerinin uzattığı yeniden bağlılık zincirini, kendisi için en az maliyete indirerek (Bahçeli bunun için var!) kabul ettirip yoluna devam edecek ya da mevcut ittifakını daha da derinleştirerek, yeni normalin ne olduğunu batı güç odakları dahil herkesin deneyimlemesini sağlayacak ilişkilere sahip olduğunu bilmiyor olabilirler mi? Sanmıyorum; Bahçeli ile ittifakının maliyetini neden taşıdığını bilmemeleri olanaksız çünkü! Ama hesaba katmadıkları, Erdoğan'ın bu maliyeti onlara ödeteceğini düşünmemeleri olabilir.

Hiç kuşkusuz, yeni oluşturulacak dengelerin belirleyicileri arasında Barzani ile PYD ya da PKK arasındaki mücadelenin sonucu da belirleyici olacak. Irak üzerinden izlenen, gerçekte Türkiye'deki Kürt seçmenin iradesinin nasıl oluşacağını ortaya çıkaracak bu mücadeleye, batılı başkentlere bağlı örgütler ile Türk Devleti'nin de dahil olduğu anlaşılıyor. 

Barzani, geleceğini Türkiye'de kurdurduğu yeni Kürt partisi ile birlikte Türk Devleti ile işbirliğinde ararken, Karayılan'ın son mülakatına bakarak bir değerlendirme yapacaksak, onların tercihinin ABD başta olmak üzere batılı devletlerin bölgedeki planlarına yatırım yapmak olduğu anlaşılıyor. Bu güçlerin, üretilen gerekçe ne olursa olsun, nerede karşı karşıya geleceğini ya da nerede uzlaşacaklarını hep birlikte göreceğiz.

Bu bağlamda Barzani'nin (Türkiye'deki) partisi, devletin PKK'ya baskısı, Selahattin Demirtaş'ın cezaevinden salıverilme iddialarının yoğunlaşması, eski Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen'in siyasete dönük sözleri ve tüm bunlarla birlikte Karayılan'ın PKK'nın gelecek perspektifine dönük sözleri, gelecek ile ilgili önemli gelişmeleri haber veriyor olabilir. 

Sonuç olarak CHP kuruluş gayesi, yaptıkları ve varlığı ile bütünleşik, homojen bir yapı. Bu anlamda sıradan bir parti değil. CHP adı ve 6 oklu amblemi ile var olduğu sürece Türkiye siyasetinin merkezinde laik, aydınlanmacı, Cumhuriyetin temel yapıtaşlarını oynatmamaya meyilli büyük bir kitleyi kendisine çekiyor. Bu kitle CHP'nin çekim merkezinde bulunduğu sürece Türkiye'de siyasi yaşamda yeni güç merkezleri tesis edilemiyor. 

Keşke, Alevilere CHP üzerinden dayatılan Türkeş ve uğradıkları katliamlarla yüzleşme ve bunu kabullenip kabullenmeme seçeneği, MHP'nin " Ya sev ya terk et" sloganındaki kadar basit olsaydı. O zaman tercih çok daha kolay olurdu ama yapılan çalışmaların, verilen mesajların, yaratılan yeni sembollerin sebebi eğer CHP'nin bu çekim merkezi özelliğini bitirerek Türkiye'nin siyasi yapısını yeniden dizayn etmek ise, buna verilecek cevap Türkiye'nin geleceğine de yön tayin edecektir. 

Turgay Develi / SOL

Yeni on yıl - Yeni dönem - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Salt yeni bir yıla değil, büyük olasılıkla, gelecekte tarihçilerin, yeni bir “dönem” olarak betimleyeceği bir 10 yıla giriyoruz. 

Ebeliğini, “bir kopuş noktası” yaratan, Covid-19 salgınının yaptığı bu on yılda çok şey değişecek. 

Gelin, yeni döneme ilişkin kimi şekillendirici dinamiklere kısaca bakalım.

Büyük gerginlik

Bu yıl, çok şey hızlandı. Pandemi, kapitalist uygarlığın ekonomik, ekolojik ve insan sağlığı bağlamında, zincirlerinden boşanmış bir finansallaşmayla, oligarşik demokrasiyle, plütokratik “piyasa popülizmiyle”, “bireysel hazlara, en kısa döneme, odaklı tüketim tarzıyla” artık daha fazla devam edemeyeceğini gösterdi. Dahası, kapitalizm artık devletin mali desteği, kaynak dağıtım ağlarının katkısı olmadan ayakta duramıyor.

Önümüzdeki dönemde “her şeyin aynı kalması için birçok şeyi değiştirmeyi” kabullenme eğilimiyle, “her şeyin aynı kalmaması için, her şeyi gerçekten değiştirme arzusu” arasında yaşanacak büyük bir gerginliğe tanık olacağız.

Bir taraftan, “her şeyin aynı kalmasını” güvenceye alacak değişiklikleri belirlemeye çalışacak, eski ve yeni hegemonya merkezleri arasındaki rekabet sertleşecek, diğer taraftan da “yeni bir üretim ve yaşam tarzı” arayışı ile bunu engellemeye yönelik, dinci, faşist, hatta liberal akımlar ve tabii kapitalist devlet arasındaki çatışmalar… Her gerginliğin de uygarlığı hem ateşe verme hem de yenileme potansiyelleri yüksek!

Teknoloji ve distopya

Covid-19 döneminde, 74 milyon vaka, 1.7 milyon can kaybı, küresel çapta yüzde 7 ekonomik daralma bir yana, ekonomi, kültür, gözleme-izleme, ulusal güvenlik, jeopolitik rekabet alanında, dijitalleşmenin rolü, “büyük veri” için çalışan algoritmaların özel hayata nüfuz etme hızı çok arttı. Günlük yaşam, “Gösteri Toplumu” durumunun çok ötesine geçiyor. Artık adeta, sosyal medya ve Amazon gibi sanal dükkânlar, Netflix gibi eğlence platformları bizi, yeni veriler ürettirmek üzere “Matrix”e bağlanmış, “ücretsiz işçilere” dönüştürmeye başladı. Gelecek on yıl içinde bu sürecin nereye varacağını bugünden kestirmek olanaksız, iyimser olmak da…

Yüz yıl önce, bir başka pandemi, kapitalizmin kırılganlıklarını derinleştirmiş yukarıda değindiğim gerginliği ve çatışmaları tetiklemişti. 1920’ler geride kaldığında, insanlık, “Büyük Bunalım”, faşizm, nazizm ve yeni bir “paylaşım savaşı” arzusuyla, ama aynı zamanda büyük bir sanatta ve kültürde bir canlanmayla, Komünist Enternasyonal’de ifadesini bulan bir işçi hareketiyle yüz yüzeydi…

Bu kez ne büyük bir kültürel canlanma ne de bir uluslararası işçi hareketi var. Halbuki, “büyük veri kapitalizmi”, yeni-faşizm, gelecek on yılda haklar, özgürlükler için ve ekolojik taleplerle isyan eden toplumsal hareketlerle karşı karşıya gelecek, hatta çatışmak zorunda kalacak.

Korkular korkular…

Çin, ekonomik, teknolojik ve kültürel bir “süper güç” konumuna ulaştı. Ancak siyasi etkinliğini yayma süreci yavaşlamaya başladı. ABD’de gelecek on yılın ilk yarısını belirleyecek olan Biden yönetimi, Çin’in yükselme sürecini durdurmak için, “Batı Bloku”nu, “Demokrasiler ittifakı” adı altında yeniden canlandırmayı planlıyor.

Bir hegemonya rekabetinin en kritik aşamasındayız: Çin’in uluslararası konumunu geri çevrilemez biçimde güvenceye alacak olanaklara açılan “pencere” kapanmaya başlıyor. ABD, Çin’in yükselme sürecinin sonuçlarından korkuyor. Çin bu süreçte, fırsatı kaçırmaktan… Önümüzde, 2021’in sınırlarını aşan, çok tehlikeli olasılıklarla dolu süreç var.

Türkiye’ye gelince, siyasal İslamın AKP liderliği, bu yeni on yıla, güçlü bir “iktidardan düşme korkusuyla” giriyor. Haksız da değiller. AKP’yi yaratan, iktidara getiren dış ve iç “dinamikler” çoktan tükendi; AKP’nin talan düzenini ayakta tutan dış kredi ortamı da… Büyük Ortadoğu ve Doğu Akdeniz jeopolitiği içinde hareket alanı da iyice daraldı.

AKP, halkın en dinamik, eğitimli kesimlerinin, liberal işbirlikçilerin yardımıyla bir ara alır gibi olduğu rızasını kaybetti; dolayısıyla seçim kazanma kapasitesini de… Boşuna mı “Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz” gibi skandal ifadeleri kolaylıkla dillendirebiliyorlar. Bu on yılın öbür ucundan, baskıyla, terörle, ülkeyi yangın yerine çevirmeyi göze alsalar da çıkabileceklerini hiç sanmıyorum!

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Ayasofya’ya bile ‘fuhuş yuvası’ diyen İslamcı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Birincisine kaza diyoruz. İkincisine hata. Meşhur sözdeki gibi, üçüncüsü tercih sayılıyor.

Ben 27 senedir üniversitede çalışıyorum. Son bir iki senedir derslerin bu denli boş olduğunu görmedim. Efendim, üniversite şehirleri geliştiriyormuş da falan da filan da… Yalan, böyle bir şey yok! Üniversitelerin şehirleri geliştirdiğinin göstergesi ne olur? Laboratuvarlar, kütüphaneler, araştırma enstitüleri artar. 

Gidin bakın üniversitelere. Bütün Türkiye’de üniversitelerin yerleştiği yerler Nişantaşı’na döndü.”

Heyecanla yaptığı konuşmasına böyle başladı. Kendinden emin görünüyordu. Ancak yakın görüşü paylaştığına inandığı programdakiler bile itiraz etti.

Üniversitelerin o yapıların gelişmesinde filan…” diyenin sözünü kesip devam etti:

“Yapılar ama… Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı, neredeyse fuhuş evleri.”

Yapmayın Hocam, genelleme yapmayın...” Israrlarını halen aynı üslupla sürdürdü:

Gördüğüm var, gördüğüm var, gördüğüm var…

FETÖ krizi böyle başlamıştı

Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yapan Ebubekir Sofuoğlu’nun sözleri istisna mı? Yoksa İslamcı camianın fikir yapısında bir yere mi denk düşüyor? Sofuoğlu, bir akım içindeki fay hattının üzerinde mi yürüyor?

Neden mi?

Dikkat ettiniz mi? Sofuoğlu konuşmasında “Cumhurbaşkanımız da vurguladı” dedi.

Sahi kastettiği neydi?

Tarih: 4 Kasım 2013.

AKP - FETÖ ortaklığının resmi olarak bozulacağı güne (17-25 Aralık) bir buçuk ay var.

FETÖ’nün yayın organı Zaman, ilginç bir habere imza attı. Haber, AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nın son gününde Erdoğan’ın yaptığı konuşmayı ele alıyordu. Toplantının bu bölümü basına kapalıydı. Ama Zaman gazetesi, Erdoğan’ın sözlerini kelimesi kelimesine aktardı:

Denizli ilinde şahit olduk. Yurtların yetersizliği beraberinde çeşitli sıkıntılar doğuruyor. Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak.”

Türkiye’nin gündemi bir anda o sözler oldu. Politikacılardan üniversite öğrencilerine herkes aynı şeyi konuşuyordu. Önce dönemin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Tamamen asparagas” yanıtını verdi. Yetmedi, dönemin Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da AKP Denizli Milletvekili Nihat Zeybekci de sözleri arka arkaya yalanladı.

Tam ortalık sakinleşti derken, Erdoğan beklenmedik bir şey yaptı. Ertesi gün, 5 Kasım’da, grup toplantısında konuşurken, bir anda sözü oraya getirdi. “Konuştuğumu inkâr etme anlayışına sahip bir insan değilim” diye başladı. Zaman’ı işaret ederek sözünü devam ettirdi: “Bazı gazeteler şöyle yazmış. Ne yazarlarsa yazsınlar.”

Erdoğan devam etti:

Bazı yerlerde yurtlar noktasında ihtiyaca cevap veremediğimiz için evlerde kalma noktasında sıkıntı yaşanıyor. Buralarda güvenlik güçlerimize gelen istihbari bilgiler var. Valiliklerimiz bu durumlara müdahale ediyorlar. (…) Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık her şey olabiliyor. Anneler babalar feryat ediyor. Bu adımlar atılacaktır. Bunlara da kusura bakmasınlar muhafazakâr demokrat olarak müdahil olmak zorundayız.

Hayat tarzı” tartışmaları önce alevlendi. Sonra kendi mecrasında ilerledi.

Ancak “kızlı erkekli evler” meselesi AKP - FETÖ arasında yükselen tansiyonun ilginç bir örneği oldu.

İşte Ebubekir Sofuoğlu’nun, “Cumhurbaşkanımız da vurguladı” dediği olay buydu.

Birkaç saatte devlet harekete geçti

Belki bu bellekten dolayı Sofuoğlu meselesinde bu kez herkes erken davrandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun da Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da “Erdoğan adına” Sofuoğlu’na sert tepki gösterdi. AKP Genel Başkan Yardımcısı “özür dile” çağrısı yaptı. YÖK Başkanı kınama yayımlarken, üniversitesi Sofuoğlu hakkında soruşturma başlattığını açıkladı. Küçükçekmece Savcılığı da Sofuoğlu’na karşı harekete geçti. Şaşırtıcı ama tüm bunlar birkaç saat içinde yaşandı.

Dün RTÜK’ün televizyonlara yaptığı “infial yaratan konuk uyarısı” bile isim vermeden onu hedef alıyordu.

Uzatmayayım…

Kimsenin beklemediği şekilde, Cumhurbaşkanlığı’ndan başlayarak devleti yönetenler, Sofuoğlu’na karşı, bugüne kadar hiçbir olayda olmadığı kadar hızlı harekete geçti. Belli ki meselenin; dil sürçmesi ya da bir meczup çıkışı değil, daha derinlikli niyeti olduğunu düşünüyordu.

Ayasofya’ya da fahişe suçlaması

Olaydan sonra açıp baktım…

İlginç, biz Sofuoğlu’nun adını nedense akademik çalışmalarıyla değil, sistematik olarak yaptığı provokasyonlarla anıyoruz.

Sakarya işgal edilmemiştir. Bundan dolayı kurtuluşu kutlamak anlamsızdır” diyen, Kurtuluş Savaşı’nı inkâr eden, oydu.

İstanbul Sözleşmesi’ni, “Bu lanet sözleşme kan dökülecek gizli tuzaklarla dolu” diye hedef alan, AKP’li kadınları bile kızdıracak hakaret dolu sözler söyleyen de.

Ayasofya camiye çevrildiğinde Sofuoğlu ortaya çıkmış, tavandaki ikonların korunacağını açıklayan devlet yetkililerini hedef almıştı:

“Camide fahişe olur mu? Fakat, ikonlar ortadan kaldırılmazsa Fatih’in emaneti Ayasofya, ‘Fahişe Zoe’ ile fahişenin sergilendiği dünyadaki ilk cami olacak.”

Kısacası, Sofuoğlu’na göre sadece üniversiteler değil, İmparatoriçe Zoe ikonu nedeniyle Ayasofya da “fuhuş evi”ydi.

Koronavirüs nedeniyle Sağlık Bakanlığı’nın geliştirdiği HES uygulaması için “Sağlık Bakanlığı adına yapılan bu yalan, çip takmanın ön adımıdır” diyerek toplumu harekete geçmeye çağırdı.

Bir ara pantolon giyen kadınları hedef alan hocaya sahip çıkıp, eleştiren ilahiyat fakültelerini dinsiz ilan etti.

Uzatmayayım…

Sonuncu “fuhuş evi çıkışı” dahil, Sofuoğlu’nun bugüne kadarki tüm provokatif çıkışları, adı belli bazı İslamcı cemaat, tarikat ve örgütler tarafından desteklendi. İlginçtir, her seferinde Sofuoğlu o kırmızı çizgi üzerinde yürümeye devam etti. İnatla toplumun sinir merkezlerine dokundu. AKP tabanı içindeki bazı fay hatlarının üzerinde gezindi. İslamcı kesim ile iktidarı yer yer karşı karşıya getirdi. Sanki bir el onu bu iş için destekliyordu.

Devletin sistematik çıkışı da gösteriyor ki kimse Sofuoğlu meselesinin “anlık bir hata” olduğunu düşünmüyor. Ona karşı atılan adımlar, bir krizin başını erkenden ezmek olarak yorumlanıyor. İslamcı kesim içinde bazı “eller” erkenden durduruluyor.

Bir kaza, iki hata, üç tercih ise dördüncüye, beşinciye ne diyelim?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

20 Aralık 2020 Pazar

Enine boyuna niye dayanışma vergisi - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Yüzde 98.5’e karşı yüzde 1.5” başlıklı, mevduatları 1 milyon lirayı geçenlere “Dayanışma Vergisi” uygulanmasını öneren 15 Aralık tarihli yazıma yönelik çok sayıda soru ve eleştiriyle karşılaştım. 

Bugün 10 soruda topladığım bir metinle kritik noktalara açıklık getirmeye çalışacağım. 

6 ay için öngörülen bu pilot uygulamanın bir geçiş dönemi oluşturmasının beklendiğini, nihai hedefin “Yurttaşlık Geliri” adıyla ödemelerin düzenli hale gelmesi olduğunu belirteyim.

Soru 1- Söz konusu servet vergisinin türevi programların uygulandığı ülke var mı?

Aslında Covid-19 pandemisinin zaten var olan gelir ve servet dağılımı bozukluklarını derinleştirmesi sonucunda, Financial Times gibi küresel sermayenin yayın organları dahi yeni bir toplumsal sözleşme gereğine vurgu yapıyor. Servet vergisini ve yurttaşlık gelirini uygulanabilir talepler olarak meşru kabul ediyor. Geçen haftaki yazımızda dile getirdiğimiz gibi çeşitli ülkelerde servet vergisi toplumun gündemine girmiş durumda. Arjantin ekonomisi 44 milyar dolarlık IMF stand-by anlaşması sonrasında yeniden karaya oturdu. Açlık ve yoksulluk derinleşmeye başladı. Geçtiğimiz haftalarda serveti 2.5 milyon doları geçen 12 bin zengine kademeli olarak artmak üzere yüzde 1 ila yüzde 3 arasında değişen servet vergisi uygulanmasıyla 3.7 milyar dolarlık bir hasılat elde edilmesi bekleniyor.

Soru 2- Bunca haksız kazanç elde eden müteahhit, büyük toprak sahibi, dev holding dururken bu vergi neden mevduat sahiplerine uygulanıyor?

Çok haklı ve yerinde bir soru. Servet vergisinin kişinin gayrimenkulleri, hisse senedi tahvil gibi finansal varlıkları, mücevherat, antika eşyalar dahil tüm varlıkları ile borçlarının farkına uygulanması gerekir. Zaten böyle kapsamlı bir “servet vergisi” talebi yükseltilmelidir. Gelgelim tüm kayıtların incelenmesi, toplam servetin hesaplanması zaman alır. Oysa ki kış gelmiş, milyonlarca yurttaşımız işsiz, aşsız, yakıtsız çaresiz duruma düşmüştür. Mevduatlardan kesilecek “Dayanışma Vergisi” hemen devreye sokulabilir. Yurttaşlarımızın 2021 yılına daha az sorunla adım atması olanaklı hale gelebilir. Servet vergisi yürürlüğe girince bu ödeme rahatlıkla mahsup edilir. Yani 3 milyon lira mevduatı bulunanla, aynı değerde gayrimenkul sahiplerinin, hisse senedi portföyü tutanların eşit oranlı bir külfete katlanması sağlanabilir.

Soru 3- Niye yüzde 10-yüzde 15’lik daha yüksek bir oran önermiyorsunuz?

Özellikle sosyal medya ortamında bu eleştiriyle çok karşılaştım. Hatta finans kapitalin çıkarlarını korumakla suçlandım. Öncelikle, bir talebin arkasında yeterince toplumsal destek bulunduğu sürece kuru bir temenni olmanın ötesine geçer, ete kemiğe bürünür. Şu anda önceliğin sokaklarda giderek yaygınlaşan açlık, sefalet görüntülerinin azaltılması, şu salgın ortamında yoksul yurttaşımıza bir yardım eli uzatılabilmesi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir oran etrafında geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanabileceğini, Meclis'te temsil edilen partilerin dahi harekete geçirilebileceğine inanıyorum. Yüzde 1.5 oranı rantiye kesimlerin mırın kırın edeceği, ancak paralarını yurtdışına çıkarmak, yastık altına çekmek gibi seçeneklere yönelmeyecekleri makul bir düzey gibi görünüyor. Sermaye hareketlerine yönelik, toplumsal muhalefetin zaman zaman gündemine giren Tobin Vergisi de aslında yüzde 1-1.5 gibi bir oran öngörür. Gelgelelim yüksek oranlı yüzde 10-15 gibi servet vergileri fabrikaların, gayrimenkullerin satışını zorlayabilir, çok ciddi fiyat hareketlerini, servetin el değiştirmesini tetikleyebilir. Halbuki 5-10 yıllık zamana yayılan yüzde 2-3’lük servet vergileri adaletsizlikleri törpülediği gibi, yumuşak bir geçiş de sağlar. Ayrıca umut edilir ki, radikal güç ve mülkiyet değişikliği içeren programların arkasına daha zinde bir toplumsal güç yığar.

Soru 4- Aile başına 1.000 lira ödeme yeterli mi?

Tabii ki değil. Bu sosyal yardım, aslında bir kişinin o ülkenin yurttaşı, ülkenin tüm doğal, kültürel ve fiziksel kaynaklarının paydaşı olmasından kaynaklanan “ yurttaşlık gelirinin” bir ilk adımı sayılabilir. Bu hayır hasenat için yapılan bir lütuf değil, hak temelli bir ödeme kabul edilmelidir. Ancak emek karşılığı ödenen ve bir ailenin olabildiğince insanca yaşayabilmesi için düşünülen, örneğin DİSK’in 3.800 lira, SOL Parti’nin 3.770 lira olarak saptadığı asgari ücretle karıştırılmamalıdır. Pandemi sürecinde düzenli geliri bulunmayan, temel ihtiyaçlarını karışlayamayan 6 milyon 350 bin aileye bir kez 1.000 lira yardım yapılmış, bir daha da yüzlerine bakılmamıştır. Kaydı bulunan ailelere çok kolaylıkla bu ödeme düzenli hale getirilebilir, 6 aylık bir süre uygulanabilir. Yapılan yoksulluk araştırmaları bazen çok küçük nakit ödemelerinin bile en acil ihtiyaçları karşılamaya yardımcı olduğunu, makarna, bulgur, yağ, salça, soğan gibi en temel gıda maddelerine erişimi olanaklı kıldığını gösteriyor.

Soru 5- Toplanan vergiler yine devletin şatafatlı harcamalarına gitmez mi?

Gerçekten Deprem Vergisi adı altında banka işlemlerimizden, cep telefonlarımızdan, internet kullanımlarımızdan kesilen paraların 71 milyar liraya ulaştığı hesaplanıyor. Bu paraların nereye harcandığına dair en ufak bir bilgi de verilmiyor. Öte yandan içinden geçilen ekonomik krize karşın Saray’ın şatafatlı harcamaları sürüyor, valiler lüks makam arabaları edinmekten vazgeçmiyor. Diyanet’in bütçesi 13 milyara dayanıyor. Tüm bunlar halk arasında AKP rejimine korkunç bir güvensizlik yaratıyor. Yurttaşların devlete verilen vergilerin çarçur olacağı yolunda kaygıları güçleniyor. Önerim, kesilen paraların doğrudan İşsizlik Sigortası Fonu’na gitmesi. Gelirlerin buradan şeffaf biçimde ilan edilmesi. Kayıtlı ailelere ödemelerin mevcut kaynaklardan, henüz mevduatlardan vergi kesintisi yapılmadan başlaması. Böylelikle kuşkuların giderilmesi.

Soru 6- Madem Sosyal Koruma Kalkanı çerçevesinde tüm ödemeler İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılıyor. Bu uygulama devam edemez mi?

Bu fon işgücü içerisinde bulunan, ancak işsiz kaldığı için gelir elde edemeyen emekçiler için oluşturulmuş bir kaynak. Aslında bu kapsam dışındaki hiçbir ödeme fonun misyonuna uygun değil. Kasım sonuna kadar Sosyal Koruma Kalkanı çerçevesinde yapılan bütün ödemeler 44 milyar lira civarında idi. Bu bir yönüyle GSYH’nin yüzde 0.92’si civarında dünya standartlarının çok altında bir mali destek. Bir yönüyle de fonun kaynaklarının hızla eridiğini gösteriyor. Fonun gelirleri yılın ilk 11 ayında 61 milyar lira giderleri ise 105 milyar lira, açık 44 milyar lira olmuş. O nedenle fonun öngörülen Dayanışma Vergisi’yle 38.1 milyar lira takviye edilmesi yerinde olacaktır.

Soru 7- Aynı gelir vergi dilimlerinin genişletilmesi yoluyla sağlanamaz mı?

Türkiye’de gelir ve servet dağılımı bozukluklarının göreceli azaltılmasında en önemli araçlardan biri gelir vergilerinin artan oranda olmasıdır. Örneğin 2021 için üst sınırın 650 bin lira üstü olması ve en yüksek oranın yüzde 40’ta tutulması bekleniyor. 1 milyon 300 binin üstü için yüzde 50, 2 milyon 600 binin üstü için yüzde 60’a varan vergiler uygulanabilir. Bu talep de ayrıca dile getirilmelidir. Ancak vergi dilimlerinin genişletilmesiyle elde edilen kaynak bütçeye irat kaydedilecek, yine keyfi, örtülü harcamaların önü kesilemeyecektir. Halbuki dayanışma vergisi doğrudan İşsizlik Sigortası Fonu’na gelir oluşturacaktır.

Soru 8- Bankalardaki hesapların vadelerinin farklı dönemlerde olması sorun yaratmaz mı?

Öneride ailelere 1.000’er liralık ödemelerin 6 aya yayılması öngörülüyor. Zaten Türkiye’de mevduatlar çoğunlukla 1-3 ay vade aralığında yoğunlaşmıştır. Vergi kesintisinin vade dolunca yapılması, mevduatın çekilmemesi halinde zamana yayılması gibi seçenekler kolaylıkla geliştirilebilir. Sınırlı bir vergi konulmasını mevduat sahipleri açısından daha da yumuşatan teknik ayarlamalar zahmetsizce yapılabilir.

Soru 9- Farklı mevduat düzeylerine farklı vergi oranları uygulanamaz mı?

6 milyon 350 bin aileye 6 ayda 1.000’er lira ödenmesinin toplam maliyeti 38.1 milyar liradır. BDDK verilerinden sadece 322 bin 225 milyonerin ekim sonu itibarıyla 2 trilyon 61.5 milyar lira mevduatı olduğunu biliyoruz. Bu rakamın hem mevduat bakiyelerinin, hem de milyoner sayısının artışıyla 2020 sonunda 2.5 trilyon liraya dayanacağını tahmin ediyoruz. Elimizde daha ayrıntılı bir döküm bulunsa, toplam hasılat 38.1 milyar lirayı bulacak şekilde vergi oranlarını kolaylıkla kademelendirebiliriz. Ortalaması yüzde 1.5’i bulmak şartıyla farklı bakiyelere Arjantin gibi yüzde 1 ila 3 arasında vergi uygulanacak aralıkları belirleyebiliriz.

Soru 10- Bu ödemeler enflasyonu artırıcı etki yaratmaz mı?

Bu soruya çok net yanıt verebiliriz. Konu açlık, sefalet, en temel ihtiyaçlarının karşılanmasıysa hiçbir makro ekonomik gerekçe, enflasyon, cari açık vb. insani kaygıların önüne geçemez. Kaldı ki ellerine nakit para geçen aileler acilen harcamaya yöneleceği, temel mal ve hizmetlere talep yaratacağı için 2021 başında durgun seyretmesi beklenen ekonomik talebe hız kazandırır. Ayrıca su, elektrik, doğalgaz faturalarını ödemeye öncelik verebilirler. Dövize yönelmeyecekleri için kurları zıplatmazlar, ithal mallarına uzanamayacakları için cari açığı tırmandırmazlar.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Gizli dünya hiyerarşisinde bir mikrop - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

 

Bazı insanlar, kadere yenilmez. Bazı insanlar, zamana ezilmez. Üzerlerine kaya gibi mutsuzluk dökülür, karanlığın tam ortasına atılır ama battıkları yerden güneş gibi doğar bazı insanlar. 

David Cornwell, o bazılarındandı. 

Geceydi. Ağabeyi Anthony yedi, David beş yaşındaydı. Uyuyorlardı. Sabah kalktıklarında, anneleri yoktu. Onları bırakıp gitmişti.  

Kendince haklıydı kadın. Dayağını yediği babaları çekilecek “herif” değildi. Ronald Cornwell; 1950 ile 60 arası Londra’daki yeraltı dünyasının ikiz gangsterleri Ronnie ve Regie Kray’e ortaklıktan hapis yatmış bir dolandırıcı, sabıkalı borçlu ve kumarbaz; uzaktan çok karizmatik, yakından tehlikeli bir zorbaydı. 

Ama gerçek bir anne, çocuklarını böyle bir babaya bırakıp kaçar mı? 

Terk edilmişlik duygusu, David Cornwell’i ömrünce terk etmedi. Tabii ki terk edeni de affetmedi. Reşit olduğunda izini sürüp buldu, gerekçelerine kayıtsız kaldı ve ömründe bir kez, o da eldivenle elini sıkan annesinin evden kaçışını, Güvercinler Tüneli’nde* istihbaratçı jargonuyla anlattı: “İyi organize edilmiş ve bölümlendirme kurallarına harfiyen uyulmuş bir tahliye operasyonuydu.”

Yoksul milyonerler

Buna karşın o tehlikeli gangster, karizmatik dolandırıcı, “kafası bile ipotekli” diye tarif ettiği babasına; bazen nefretle karışık bir şefkat besliyor ve onun telefonun öbür ucunda, hep para, daima para, hatta esin kaynağı olduğu savıyla kitaplarından telif yüzdesi istemek için bile hıçkırdığını duyduğu zaman, “Hayır!” diyemiyordu. 

Çünkü o hayırsız koca, her zaman parasız ve hırsız baba; oğulları kendisi gibi olmasınlar diye çalmış çarpmış, zaten çoğu kez okul taksitlerini de ödemeden, en iyi okullarda okutmuştu. David, geçen yıl The Guardian’a verdiği bir röportajda, çocukluk ortamını “Olağanüstü, durmak bilmeyen suç makinesi babam ve onun çevresi” diye tanımlamıştı. “Yoksul milyonerler” gibi yaşadıkları İngiltere’deki evde faturalar ödenmediği için sık sık elektrik ve su kesiliyor, baba Ronald onları İsviçre’ye tatile götürüyor, ancak otelden para ödemeden sıvışıyorlardı.     

Ronald Cornwell, oğullarını zorluklarla tek başa çıkmayı öğrensinler diye ayrı okullara yazdırmıştı. 

Solucan centilmen

İkisi de iyi okudu. Ağabey Anthony Cornwell, reklamcı oldu. New York’ta küresel bir şirketin CEO’luğuna kadar yükseldi.

David’e gelince...

Sherborne School’da tahammül etmek zorunda kaldığı “solucan” lakabını, yavaş yavaş dönüştüğü İngiliz centilmeni profiliyle unutturdu. Geçirdiği değişimi, The Guardian’a verdiği röportajda, “Tıpkı bir casus gibi giyimimi, sesimi, tavırlarımı değiştirdim ve kendime ait olmayan bir özgeçmiş icat ettim” diye anlatacaktı. Sherborne’dan sonra İsviçre’ye gitti. Berne Üniversitesi’nde Almanca ve Fransızca öğrendi. Oxford’a geçti. Hemen tüm İngiliz politikacıların yetiştiği Eton’da iki yıl öğretim üyeliği yaptıktan sonra Dışişleri Bakanlığı’na girdi.

Hamburg’da diplomat olarak görevliyken, İngiliz gizli servisi MI6 tarafından casus kadrosuna alındı. Zaman, Soğuk Savaş zamanıydı. İlk romanı Ölüm Çağrısı’nı Hamburg’da yazdı. Devlet memuru olduğu için gerçek adını kullanamazdı. Bir gün otobüsle giderken, gözüne Fransızca bir dükkân tabelası çarptı: Le Carré. 

Kitap, Berlin’e duvar çekildiği 1961 yılında yayımlandı. Ama ne ilk romanı dikkat çekti ne de ikincisi.

Üçüncü romanı Soğuktan Gelen Casus** 1963 yılında yayımlandığında, Bonn’da görevliydi. Yirmi milyon satışla bir dünya rekoru kıran kitabı kendisinin yazdığını kimseciklere söyleyemiyordu!

Yazarın babasının oğlu! 

Yazar John Le Carré edebiyat dünyasına doğarken, diplomat David Cornwell casusluk dünyasına veda etmek zorunda kaldı. MI5’teki çifte ajan Kim Philby, aralarında David’in de bulunduğu İngiliz casusların listesini Ruslara verip SSCB’ye sığınmıştı. Kimliği açığa çıkan ajan Cornwell, 1964 yılında hem MI6 hem de Dışişleri’nden istifa etti. Artık John Le Carré olarak yaşayacak, eski kimliğinden casusluk romanları yazmak için yararlanacaktı. 

Dünyanın en iyi yazarlarından biri, casusluk türünde en iyisi oldu. 

Babası Ronald, hiç değişmemişti: Oğlunun kitaplarını “yazarın babası” ithafıyla imzalayıp fahiş fiyatlara satıyor; alıcılar bu kitapları John Le Carré’ye imzalatmak istediğinde o da “yazarın babasının oğlu” ithafını ekleyerek imzalıyordu. 

Le Carré, ince mizahı ve kendisiyle dalga geçebilen mizacıyla gerçek bir İngiliz centilmeniydi. Casus nedir sorusunu, “Gizli dünya hiyerarşisinde bir mikrop” diye yanıtlardı.

Affetmeden tahammül ettiği babası 1975 yılında öldüğünde, cenaze masraflarını ödedi, ama törene gitmedi. Ne var ki 1986 yılında Ronald’ın baskıcı babalığından esinlendiği Mükemmel Bir Casus romanını bitirdiğinde, katarsise girip saatlerce ağladı...

Seksen dokuz yıllık ömründe, iki evlilikten dört oğlu, on üç torunu ve çok mutlu oldu. İlah yazarlarımdan biri, casus romancılığı idolümdü. Toprağı bol, ışığı parlak olsun.

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet 

* Alfa Yayınları

** Kırmızı Kedi Yayınevi

Kadıköy’ün orta yeri sinema (REXX SİNEMASI’NA DA MI VEDA EDECEĞİZ?) - Fırat Fıstık / 1+1forum

İstanbul’un Anadolu yakasının Emek’i desek yeri. Reks, son yıllarında Rexx… Kadife Sokak’ın hemen girişindeki bu salon, 1870’lerden bugüne, önce tiyatro sahnesi, sonra bir sinema olarak Kadıköy’ün sembollerinden biriydi. Şimdi yıkılma tehdidiyle yüz yüze. Rexx’in mazisine ve istikbaline yakın plan…

3 Aralık 2020’de paylaşılan bir fotoğraf: Önde demir levhalar, arkada aylar önce kapanmış ve yeni seanslarla açılmayı bekleyen Rexx Sineması... Twitter’da binlerce etkileşim alan fotoğraf için herkes benzer şeyler söylüyordu: Nasıl olurdu da bu kadar anıyı içinde barındıran bir tarihsel miras, kentin hafızası bir sinema böyle kaderine terkedilebilirdi? 

Bu endişe dolu sorulara sebep olan biraz da benzerlerinin başına gelenlerdi elbette. Yani aslında konumuz biraz Narmanlı Han, biraz AKM, belki en fazla da Emek Sineması. Rexx de diğerleri gibi bu makus talihi mi yaşayacaktı acaba? Kadıköy’e yolu düşen herkesin bildiği, beyaz perdede ilk filmini izlediği, bir sinema salonu olmaktan çok daha fazla anlamlar barındıran bir yerdi Rexx. Çoğu zaman da bir buluşma mekânı. Filmi biraz geriye saralım şimdi…

Horasan harcı duvarlar 

Binanın temelleri 19. yüzyılın başlarına dayanıyor. 1800’lerin başında kilise var bu arsada ve mülkiyeti Rum Ortodoks Vakfı’na ait. Aynı parselde 1870’lerde Apollon Sineması / Tiyatrosu inşa ediliyor. 13 Nisan 1922’de Türk tiyatrosunun sembol isimlerinden biri olan Afife Jale, bir Türk kadın oyuncu olarak ilk kez burada sahneye çıkıyor. 

Binanın değerini artıran özel durum, giriş katında büyük salonun üç yanını çeviren ve tarihi 1800´leri bulan duvarların varlığıdır. Aslında bunlar ayin mekânından kalan duvarlardır.”

1932’de bina kiraya veriliyor ve Hale Sineması olarak hizmete devam ediyor. Dr. Müfid Ekdal, Apollon’dan Hale Sineması’na geçişi şöyle anlatıyor: “Apollon Sineması bir Rus Yahudisi olan Şiroskin tarafından işletilirdi. 1930’lu yıllarda sinemanın ismi tekrar değişmiş, ‘Hale’ olmuştu. Daha sonraki dönemde Şiroskin ayrıldı ve Yordan Anas tarafından işletilmeye başladı. Süreyyapaşa Sineması bütün ihtişam ve yeni filmleriyle ortaya çıktıktan sonra bile, Hale Sineması daha yıllarca ahşap ve yaldızlı içi yapısı ile seanslarını sürdürdü.”

Rexx Sineması bugünkü halini 1962 yılında alıyor. Yeni işletmeci Yordan Anas tarafından aynı yılın aralık ayının ilk gününde 1961 yapımı Pecado de Amor filmiyle açılışı yapılıyor. 1995 yılına kadar ismi “Reks” olan sinema sonunda nihayet “x” harfine kavuşuyor ve “Rexx” adıyla bugünkü halini alıyor.

                      Rexx’in mimarı Maruf Önal

Sinemanın mimarı ise 1951’de Abdurrahman Hancı ve Turgut Cansever ile birlikte Türkiye'nin ilk mimarlık bürolarından İnşaat ve Mimarlık Atölyesi’ni kuran, Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi eski Dekanı Maruf Önal. Moda ve Kadıköy, 1930-70 arasında dönemin “yeni” mimari tasarımlarına ev sahipliği yapıyordu. Kadıköy’de birçok konuta imza atan Emin Onat, Zeki Sayar, Rebii Gorbon, Sırrı Arif gibi mimarlarla Maruf Önal’ın ismi beraber anılıyordu. Önal’ın Bakırköy Ziraat Bankası binası, Doktor Fahrettin Belen Evi, Bağdat Caddesi’ndeki Kaplancalı Apartmanı gibi modernist, hatta brütalist mimarinin ilk örneklerinden sayılabilecek pek çok eseri var İstanbul’da.

Fakat bu modern eğilimleri yansıtan sinemanın önemli bir özelliği, üzerinde yer aldığı arsanın tarihsel katmanlarında saklıydı. “Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal’ın Rexx Sineması” başlıklı yazısıyla binayı Mimarlık dergisinde mercek altına alan Pınar Sezginalp şöyle açıklıyor bu tarihselliği: “Binanın değerini artıran ve Maruf Önal’ın geçmişe olan saygısını tam anlamıyla yansıtan özel durum, giriş katında Rexx´in büyük salonunun üç yanını çeviren ve tarihi 1800´leri bulan duvarların varlığıdır. Maruf Önal, Rexx Sineması’nın tasarımı sırasında arsada önceden bulunan horasan harçlı duvarlarla karşılaşır. Aslında bunlar ayin mekânından kalan duvarlardır.”


Grand Rex’ten Kadıköy’e sinema virüsü

30 Kasım 1962 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan bir ilanda “aylardan beri büyük itinalarla ve en son teknikle muhteşem bir imar eseri olarak Eski Hale Sineması’nın yerinde inşa edilen Reks Sineması”nın açılışı duyuruluyordu: “Sinemamıza New York’dan Bombay’a kadar bütün dünya şehirlerinde en modern büyük sinemaların sembolü beynelmilel olmuş REKS ismini hediye eden Kadıköylü vatandaşa Müdüriyetimiz bilhassa teşekkür eder…” 

Bir yanıyla da Rexx,  yurtdışındaki benzerlerine öykünerek yapılmış bir mekândı. Son gelişmeler üzerine aradığımız sinemanın bugüne kadarki işletmecisi Viron Anas, sinema yapılırken babası Yordan Anas’ın en fazla Paris’teki Rex’ten etkilendiğini söylüyor: “O zamanlar abone olduğu, Fransız sinema dergilerinde resimlerini gördüğü, Paris’teki iki bin kişilik Grand Rex, onu çok etkilemişti. El çizimleri de var döneme ait. mimar Maruf Önal bunları babama sunduğunda babam hemen kararını verdi ve ‘budur’ dedi.” 

                     Viron Anas

Peki acaba ikinci “x” niçin eklendi sonradan? “1995’te salon sayısını birden üçe çıkarmıştık. Bu sebeple ismini Rexx yaptım. Hem büyüklük hem fazlalık gibi…” diye açıklıyor bunu Viron Bey.

Viron Anas, babasından devraldığı Rexx Sineması’nın 1984’ten beri işletmecisi. 1969’dan beri Almanya’da yaşıyormuş ve işleri uzaktan idare ediyormuş. Pandemiye kadar ayda veya iki ayda bir İstanbul’a geliyormuş. Sinemanın yaşadığı belirsizliğin ne kadar moralini bozduğu ve bu durumdan ne kadar kaygı duyduğu sesinden anlaşılıyor. Ailesinin sinemayla kurduğu 59 yıllık hikâyeyi anlatmak içinse sabırsız. “Bilinsin istiyorum” diyor, “bu duvarlar, bu merdiven görülsün, oranın yapılma hikayesi bilinsin… Babam sinemayı yaparken çok büyük bir risk almıştı, fakat başarılı olacağından da emindi. Sinemayla kalkıp sinemayla yatıyordu diyebilirim. Bu virüs bana da bulaşmış olacak ki, babam vefat edince ben de 3 bin kilometre uzakta yaşamama rağmen sinemayı işletmeye devam etmek istedim. Çok istedim. İnşaatı yapıldığında ben 11-12 yaşlarındaydım. O çok, çok güzel merdivenlerden devamlı çıkıp inerdim. Özellikle orası ilgimi çekerdi. Doğduğumdan beri her haftasonunu önce Yurt Sineması’nda, sonra inşaatta, en son da Rexx’te geçirdim. O zamanlar x harfi ile belediyeden işletme ruhsatı alınamıyordu ve ismi Reks’ti. 1995’te, babamın yapmak istediğini hayata geçirdim ve sinemanın adını Rexx’e çevirdim. Salon sayısını birden üçe çıkarmıştık, biraz da bu sebeple ismini Rexx yaptım. Hem büyüklük hem fazlalık gibi…”

“Şimdi imkânsız gibi görünmesine rağmen 1997 senesinde ‘Titanic’ filmi Anadolu Yakası’nda sadece Rexx’te oynamıştı. Onu hiç unutamıyorum, 12 haftada 250 binin üzerinde seyirci o filmi Rexx’te izlemişti.”

Rexx Sineması’nın hikâyesi, Viron Anas’ın hayat hikâyesiyle neredeyse eş. Almanya’da yaşamak zorunda kalmasına rağmen sürekli sinema için İstanbul’a gelen Anas’ın gösterimini unutamadığı film ise Titanic: “Şimdi imkânsız gibi görünmesine rağmen 1997 senesinde Titanic filmi Anadolu Yakası’nda sadece Rexx’te oynamıştı. Onu hiç unutamıyorum, 12 haftada 250 binin üzerinde seyirci o filmi Rexx’te izlemişti.”

Rexx’in akıbeti

Konu elbette kapanmaya, yıkıma geliyor, o makus talihe. Anas’ın kaşları çatılıyor ve heyecanla şikâyete koyuluyor: “Rum-Ortodoks Vakfı devamlı, her sene kira artırmak için dava açıyordu. En son mahkemede bilirkişi kirayı 60 bin TL olarak kararlaştırdı. Binanın tüm masraflarını da zaten ben karşılıyordum. Vakıf 59 sene tek bir çivi çakmadı binaya. En sonunda, on seneden uzun süre kiracı olduğumuzdan dolayı, yeni çıkan bir kanundan faydalanarak tahliye edilmesi için dava açtılar ve kazandılar. Birkaç defa istememe rağmen yeni kontrat yapmadılar. Kontrat yapmayınca ben de sinemada gereken tamiratları yapmadım. Mal sahibiyle yaptığım konuşmalarda binanın kolonlarında mutlaka ama mutlaka güçlendirme yapılması gerektiğini zaten defalarca vurguladım. Bunları üstlenebileceğimi, ama bunları yapmadan önce uzun vadeli bir kontrat yapılması gerektiğini söyledim. Onlar da ‘biz burayı yıkıp otopark yaparsak daha fazla para kazanırız’ dediler. Devamlı buna benzer bir proje peşinde koştular. Ben zaten son senelerde Almanya’da kazandığım parayı Rexx Sineması’na gömüyordum. Buradan bir çıkış yolu görmeyince çıkmak zorunda kaldım. Benim amacım para kazanmak değildi, o eseri, bu tarihi sinemayı, ailemin mirasını devam ettirmekti. Rexx benim için bir hobiden veya para kazanılacak yerden öte, çok ciddi, önemli bir meşgaleydi…”



Fakat sinemanın ranta kurban edileceğinden neredeyse emin: “Ben oraya bir kültür kompleksi yapılacağını zannetmiyorum. Şimdiye kadar korunan o güzel duvarlar yıkılıp belki birkaç sene dayanacak, ancak sonrasında bar, gece kulübü veya benzeri farklı bir mekâna dönüştürülecek. Buna izin verilmemeli…”

Sinemanın kapısına mart ayında kilit vurulmuştu. 3 Aralık Perşembe günü etrafını saran demir levhaların fotoğrafıyla binada yıkımın başladığı söylentileri de yayıldı. Mülkün sahibi Rum-Ortodoks Vakfı’nın yöneticisi Konstandin Kiracopulu ise yıkımın başlamadığını, levhaların sinemayı koruma amacıyla konulduğunu söylüyor: “Yıkım başladı iddiaları doğru değil. Bir güvenlik şirketiyle anlaşmamız vardı, sinemayı koruması için. Ama onlara ayda 20-23 bin TL veriyorduk, bu anlaşmayı feshettik. Sinemayı korumak için de levhaları koyduk.

Kadıköy’ün çok kültürlü geçmişinden izler barındıran Rexx’in yıkılacağı kesin. Yerine otoparklı bir kültür merkezi mi yapılacak, yoksa Viron Anas’ın dediği gibi bir eğlence mekânına mı çevrilecek, meçhul.

GazeteKadıköy için konuştuğumuz Kiracopulu’ya geleceği de soruyoruz. Ne olacak Rexx Sineması’nın yerinde? “Şirketlerle görüşmelerimiz devam ediyor. Tüm projelerin içeriğini açıklayamam ama tüm projelerde sinema salonu var. Bazısı ek olarak çok amaçlı salonlar ekliyor, kimisinde otopark var. Bir kompleks yapılacak diyebiliriz.”

Anas’ın iddialarını ise sert bir şekilde yalanlıyor Kiracopulu: “Viron Bey, önceki iddialarını yeniymiş gibi tekrar öne sürüyor. Kendi kendilerine kapatıp gittiler. Sanki biz çıkarmışız gibi konuşuyorlar.”

Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı da tartışmalara bir tweet’le dahil olmuştu: “Kadıköy’ün en önemli kültür değerlerinden olan Rexx Sineması’nın kapanma kararını sizler gibi ben de üzülerek öğrendim. Salgının aşılmasının ardından sinema binasının mülk sahipleri ile bu değerli kültür mirasını geleceğe nasıl taşıyabileceğimizi değerlendireceğiz.”

Öyle görünüyor ki, Kadıköy’ün çok kültürlü geçmişinden izler barındıran Rexx’in yıkılacağı kesin. Yerine otoparklı bir kültür merkezi mi yapılacak, yoksa Viron Anas’ın dediği gibi bir eğlence mekânına mı çevrilecek, meçhul. Rexx neye dönüşürse dönüşsün, değişmeyen şey Emek Sineması’nda, Narmanlı Han’da gördüğümüz gibi kent rantının kolektif hafızayı yutması. Bizim makus talihimiz de bununla mücadele etmek herhalde…

Fırat Fıstık / 1+1forum

 

Bir taktik olarak: İttihatçılığa reddiye - Mehmet Bozkurt / SOL

 

Birbirlerinden kuşku duyarak, birbirlerinden sakınarak birlikte yürüdüler. Yalçın Hoca’nın saptamasıdır, Jakobenler ve Jirondenler gibi aynı sınıfın mensuplarıydılar.

Sivas Kongresindeyiz.

Delegelerinin üçte ikisinin İttihatçı olduğu bilinen bir Kongre’de hem birbirlerini hem de dışarıyı İttihatçı olmadıklarına ikna etmek epeyce meziyet istiyor olmalı. Dışarı tamam anladık ama içeride ne yapmalı? Az ötede Mustafa Kemal oturuyor, Kod adı Nuh. Berisinde Rauf ve Kara Vasıf… Şu eli arkasında dolaşan Bekir Sami, ötede Refet Bey ve Hüsrev Sami; Hakkı Behiç, Mazhar Müfitle hasbıhal halinde… Bu saydıklarım İttihatçıların yalnızca bir bölümü oluyor. Öbürsüler öbek öbek kongre binasına dağılmış. Kim bilir İttihatçı olmadıklarına birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlardır!

Zorlanmış olmalılar. Yemin etmek şart oluyor.

"Yemin” fikrini icat olarak ortaya atan Ankara’da 20’inci Kolordu Komutanı, İttihatçıların yan kuruluşu Karakol Cemiyeti’nde "Musa” kod adıyla bilinen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın babası ve İstanbul delegesi İsmail Fazıl Paşa’dır.

İsmail Fazıl Paşa’nın sunduğu metin ilk dört gün boyunca tartışılıyor. Genel Kuruldan Komisyona, Komisyondan Genel Kurula gidip geliyor. Sonunda Mustafa Kemal’in başkanlığında oluşturulan ve tamamı İttihatçı olan dört kişilik Komisyonun hazırlamış olduğu yemin metni ortaya çıkıyor. Metinde geçen ve sadeleştirmiş hali " vatanın bugün düştüğü kötü halin sorumlusu İttihat Teraki’dir" anlamına gelen ifade delegelerin tahammül sınırını aşmış olmalı ki, itiraz ediliyor, değiştiriliyor ve son şeklini alıyor:

"Makam-ı Celil-i hilafet ve saltanata, İslamiyet’e, devlete ve milliyete manen ve madden hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtiras-ı şahsiye ve siyasiyeden ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah.”

Bu, 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresi’nde delegelerin Kuran’a el basarak kürsüde okudukları yemin metnidir. Sadeleştirilmiş olarak en özet hali şudur:

Vallaha da Billaha da İttihatçı değilim!

Bu yemini etmeğe bir tek ünlü İttihatçı eski vali ve Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Mazhar Müfit’in (Kansu) yanaşmadığını Erık Jan Zürcher’in "Milli Mücadelede İttihatçılık” adını taşıyan kitabından öğreniyoruz. Buna rağmen Kongrenin devamı boyunca delege olarak yerinde bulunması ilginç olmalı.

Halil Paşa’yı tanıyoruz. Enver Paşa’nın amcası. Amcası deyince yaşlı başlı biri olarak düşünmeyelim, Enver’den iki yaş küçüktür. Kut’ül Ammare kahramanı olarak biliniyor. Yaman bir İttihatçıdır. İstanbul’da Ocak 1919’da daha çok İngilizlerin baskısıyla başlatılan İttihatçı avının ikinci dalgasında tutuklanıp kapatıldığı Bekir Ağa koğuşundan firar ederek görev alıp hizmet etmek amacıyla Sivas’a geliyor.

Dünyanın birbirine girdiği (1914-1918) belalı dönemin bütün günahları, önceki altı yılın ilavesiyle birlikte İttihatçılara yüklendiği bir dönemdir sözü edilen. İstanbul işgal altında, başta işgalciler olmak üzere Saray İttihatçı avına çıkmış; Nemrut Mustafa Divanı kurulmuş Talat, Enver, Cemal Paşalar yokluklarında idama mahkûm edilmiş, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal asılmış, savcı İngiltere hâkim saray!

Yalçın Küçük "Halil Paşa’nın Anıları’ndan aktarıyor. Okuyoruz.Mustafa Kemal ve Rauf Bey’in (Orbay) endişe düzeyine varan hassasiyetlerine tanıklık ediyoruz. Halil Paşa izlenimlerini anlatıyor:

"Bu arada şu da ortadaydı ki Mustafa Kemal ve Rauf Bey benim daha çok da beraberimde olan Küçük Talat’ın Heyet-i Temsiliye yanında görünmemizi istemiyorlardı…” Yalçın Küçük bunun sadece bir izlenim olmadığını belirttikten sonra Mustafa Kemal’in Halil Paşaya söylediklerini de aktarıyor:

"İngilizlerin ve diğerlerinin bu harekete İttihatçı hareketi gözüyle bakmaları, bizim için yerinde olmaz…”

Mustafa Kemal’in bu sözlerindeki samimiyetten kuşku duymamak gerekiyor. Hem İngilizlere karşı temkinli olmak istiyor ham de Halil Paşa gibi mimlenmiş bir İttihatçının, üstelik her zaman kendisine rakip olarak gördüğü Enver’e her anlamda yakınlığı bilinen bu ünlü savaşçının yakın çevresinde bulunmasını tehlikeli buluyor.

Ne mi oluyor?

Mustafa Kemal Paşa bu ünlü İttihatçıyı Bolşeviklerle ilişki kurması için Kafkasya’ya gönderiyor. Yalçın Hoca bunu "Uzaklaştırmanın bir yolu da görev vermek olmalı” diye değerlendiriyor.

Sivas Kongresi’nden öncedir. 1918’in Kasım ayından itibaren siyasete soyunan her kesim ya da her kişinin İttihatçılığa reddiye ile işe başladığını ve bunun bir kural haline getirildiğini görüyoruz. Ancak samimiyetlerinden kuşku duymamız için birçok neden var.

Buna geleceğim gelmesine de önce İttihatçıların son kongresine bakmayı öneriyorum. 1 Kasım 1918’de İttihatçılar son kongrelerini yapmak için toplanıyorlar. Ermeni tehciri nedeniyle tutuklanmaları an meselesi olan başta Talat, Enver, Cemal Paşalar olmak üzere İttihatçı önderler yurt dışına çıkmışlardır. Kongre onlarsız toplanıyor. İttihat ve Terakki Parti’sinin dağıtılması ve Teceddüt Fırkası adıyla yeni bir partinin kurulması kararı bu kongrede alınıyor. 11 Kasım’da parti resmen kuruluyor. Ve hemen yayınladığı bir bildiriyle İttihatçılıkla hiçbir bağlarının olmadığını ilan ediyorlar.

Celal (Bayar) Bey İttihat Terakki Partisi’nin İzmir sekreteridir. Anılarında, Teceddüt Fırkası’nın kurulmasıyla birlikte İstanbul’dan sekreterlik görevini sürdürmesi emrini aldığını yazıyor. Komitacıdır. Emirleri tartışmak âdetleri arasında yer almıyor. Bir arkadaşı geliyor ziyaretine. Arkadaşının dikkatini, kapının üzerinde yazan Teceddüt Fırkası’nın altında, soluk da olsa belirgin bir vaziyette okunabilen İttihat Terakki yazısı çekiyor ve bunu tuhaf bulduğunu söylüyor Bayar’a. Bayar bunun "tesadüf” olduğunu söyleyince de inatçı olduğu anlaşılan arkadaşı "düzeltmeyecek misiniz” diye devam ediyor. Muhtemelen gülesi gelmiştir Celal’in, bunu ben ilave ediyorum.

Şunu söylüyor:

"Zamanın tesiri ile altta kalanlar bir gün yine zamanın tesiri ile üste çıkabilir. Hayat böyledir. Bekleyelim…”

Zamanı geldiğinde üste çıkmak için Reddiyeciler reddettikleriyle birlikte örgütlenip bir uzun yürüyüşe geçiyorlar. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri İttihatçılığa reddiyedir ancak insan gücünün kaynağı vaktiyle kurulan İttihatçı Kulüpleridir. 1919 Kasım/Aralık seçimlerinde İttihatçıları İstanbul Mebusan Meclisine taşıyacak olan bunlar olacaktır.

Enver Paşa bir hülyalı adamdır. Çeteciliği Makedonya dağlarında öğrenmiştir. Dünya Savaşı’nın yurt dışına çıkarken çok evvel kurduğu ve çete savaşlarında, gerilla diyoruz, ustalaşmış Teşkilat-ı Mahsusa’yı, Kuşçubaşı Çerkes Eşref’e emanet etmiştir. Hülyalıdır. Dönüp geri almayı düşünmektedir. Teşkilat-ı Mahsusa Kongrecilerin "ret” faslında yer alır. Ancak İzmir’in işgalinden başlayarak 18 ay boyunca işgalin yayılmasını önleyenler Kuvay-ı Milliye kılığın girmiş Teşkilat-ı Mahsusa’cılardır. İç isyanları bastıran ise Teşkilat-ı Mahsusa’cı bizim koca Çerkes’dir.

"Büyük Efendi” Talat, Enver’le birlikte çıkar yurt dışına çıkarken geride yakın arkadaşları ; partide "Küçük Efendi” olarak anılan Kara Kemal’e, Kara Vasıf’a kurdurttuğu Karakol Örgütü’nü bırakacaktır.

Karakol örgütü Kurtuluş Savaşı’nın en zor dönemlerinde işgal bölgelerinden Ankara’ya silah ve mühimmat kaçıran, çeşitli yollardan Ankara’ya insan gücü taşıyan İttihatçı örgüttür.

Sivas Kongresi’nde İstanbul delegesi olarak yer alan Kara Vasıf’ın Mustafa Kemal’e Karakolcuların lider olarak kendisini kabul ettiklerini, hareketin başında kendisini görmek istediklerini söylediğinde, Kemal Paşa’nın bu örgütü bilmezlikten gelmesi reddin başka türlüsü olmalı. Taktik diyoruz…

Birlikte yola çıktılar.

Birbirlerinden kuşku duyarak, birbirlerinden sakınarak birlikte yürüdüler. Yalçın Hoca’nın saptamasıdır, Jakobenler ve Jirondenler gibi aynı sınıfın mensuplarıydılar. Fransa’da giyotine gönderilenler 1926’da Türkiye’de ipe çekildiler!

Mehmet Bozkurt / SOL  

   

Kaynaklar:

Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, TTK Yayınları, Ank.1999

Erık Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yayınları, İst.1995

Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, 5.Kitap, Tekin Yayınları, İst.