Bazı insanlar, kadere yenilmez. Bazı insanlar, zamana ezilmez. Üzerlerine kaya gibi mutsuzluk dökülür, karanlığın tam ortasına atılır ama battıkları yerden güneş gibi doğar bazı insanlar.
David Cornwell, o bazılarındandı.
Geceydi. Ağabeyi Anthony yedi, David beş yaşındaydı. Uyuyorlardı. Sabah kalktıklarında, anneleri yoktu. Onları bırakıp gitmişti.
Kendince haklıydı kadın. Dayağını yediği babaları çekilecek “herif” değildi. Ronald Cornwell; 1950 ile 60 arası Londra’daki yeraltı dünyasının ikiz gangsterleri Ronnie ve Regie Kray’e ortaklıktan hapis yatmış bir dolandırıcı, sabıkalı borçlu ve kumarbaz; uzaktan çok karizmatik, yakından tehlikeli bir zorbaydı.
Ama gerçek bir anne, çocuklarını böyle bir babaya bırakıp kaçar mı?
Terk edilmişlik duygusu, David Cornwell’i ömrünce terk etmedi. Tabii ki terk edeni de affetmedi. Reşit olduğunda izini sürüp buldu, gerekçelerine kayıtsız kaldı ve ömründe bir kez, o da eldivenle elini sıkan annesinin evden kaçışını, Güvercinler Tüneli’nde* istihbaratçı jargonuyla anlattı: “İyi organize edilmiş ve bölümlendirme kurallarına harfiyen uyulmuş bir tahliye operasyonuydu.”
Yoksul milyonerler
Buna karşın o tehlikeli gangster, karizmatik dolandırıcı, “kafası bile ipotekli” diye tarif ettiği babasına; bazen nefretle karışık bir şefkat besliyor ve onun telefonun öbür ucunda, hep para, daima para, hatta esin kaynağı olduğu savıyla kitaplarından telif yüzdesi istemek için bile hıçkırdığını duyduğu zaman, “Hayır!” diyemiyordu.
Çünkü o hayırsız koca, her zaman parasız ve hırsız baba; oğulları kendisi gibi olmasınlar diye çalmış çarpmış, zaten çoğu kez okul taksitlerini de ödemeden, en iyi okullarda okutmuştu. David, geçen yıl The Guardian’a verdiği bir röportajda, çocukluk ortamını “Olağanüstü, durmak bilmeyen suç makinesi babam ve onun çevresi” diye tanımlamıştı. “Yoksul milyonerler” gibi yaşadıkları İngiltere’deki evde faturalar ödenmediği için sık sık elektrik ve su kesiliyor, baba Ronald onları İsviçre’ye tatile götürüyor, ancak otelden para ödemeden sıvışıyorlardı.
Ronald Cornwell, oğullarını zorluklarla tek başa çıkmayı öğrensinler diye ayrı okullara yazdırmıştı.
Solucan centilmen
İkisi de iyi okudu. Ağabey Anthony Cornwell, reklamcı oldu. New York’ta küresel bir şirketin CEO’luğuna kadar yükseldi.
David’e gelince...
Sherborne School’da tahammül etmek zorunda kaldığı “solucan” lakabını, yavaş yavaş dönüştüğü İngiliz centilmeni profiliyle unutturdu. Geçirdiği değişimi, The Guardian’a verdiği röportajda, “Tıpkı bir casus gibi giyimimi, sesimi, tavırlarımı değiştirdim ve kendime ait olmayan bir özgeçmiş icat ettim” diye anlatacaktı. Sherborne’dan sonra İsviçre’ye gitti. Berne Üniversitesi’nde Almanca ve Fransızca öğrendi. Oxford’a geçti. Hemen tüm İngiliz politikacıların yetiştiği Eton’da iki yıl öğretim üyeliği yaptıktan sonra Dışişleri Bakanlığı’na girdi.
Hamburg’da diplomat olarak görevliyken, İngiliz gizli servisi MI6 tarafından casus kadrosuna alındı. Zaman, Soğuk Savaş zamanıydı. İlk romanı Ölüm Çağrısı’nı Hamburg’da yazdı. Devlet memuru olduğu için gerçek adını kullanamazdı. Bir gün otobüsle giderken, gözüne Fransızca bir dükkân tabelası çarptı: Le Carré.
Kitap, Berlin’e duvar çekildiği 1961 yılında yayımlandı. Ama ne ilk romanı dikkat çekti ne de ikincisi.
Üçüncü romanı Soğuktan Gelen Casus** 1963 yılında yayımlandığında, Bonn’da görevliydi. Yirmi milyon satışla bir dünya rekoru kıran kitabı kendisinin yazdığını kimseciklere söyleyemiyordu!
Yazarın babasının oğlu!
Yazar John Le Carré edebiyat dünyasına doğarken, diplomat David Cornwell casusluk dünyasına veda etmek zorunda kaldı. MI5’teki çifte ajan Kim Philby, aralarında David’in de bulunduğu İngiliz casusların listesini Ruslara verip SSCB’ye sığınmıştı. Kimliği açığa çıkan ajan Cornwell, 1964 yılında hem MI6 hem de Dışişleri’nden istifa etti. Artık John Le Carré olarak yaşayacak, eski kimliğinden casusluk romanları yazmak için yararlanacaktı.
Dünyanın en iyi yazarlarından biri, casusluk türünde en iyisi oldu.
Babası Ronald, hiç değişmemişti: Oğlunun kitaplarını “yazarın babası” ithafıyla imzalayıp fahiş fiyatlara satıyor; alıcılar bu kitapları John Le Carré’ye imzalatmak istediğinde o da “yazarın babasının oğlu” ithafını ekleyerek imzalıyordu.
Le Carré, ince mizahı ve kendisiyle dalga geçebilen mizacıyla gerçek bir İngiliz centilmeniydi. Casus nedir sorusunu, “Gizli dünya hiyerarşisinde bir mikrop” diye yanıtlardı.
Affetmeden tahammül ettiği babası 1975 yılında öldüğünde, cenaze masraflarını ödedi, ama törene gitmedi. Ne var ki 1986 yılında Ronald’ın baskıcı babalığından esinlendiği Mükemmel Bir Casus romanını bitirdiğinde, katarsise girip saatlerce ağladı...
Seksen dokuz yıllık ömründe, iki evlilikten dört oğlu, on üç torunu ve çok mutlu oldu. İlah yazarlarımdan biri, casus romancılığı idolümdü. Toprağı bol, ışığı parlak olsun.
Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet
* Alfa Yayınları
** Kırmızı Kedi Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder