24 Aralık 2020 Perşembe

Fotoğraf albümünden AKP’li siyasiler çıktı(Ali Ekber ERTÜRK)+Eski basın müşavirinin maskesini ‘Maske’ düşürdü(Saygı ÖZTÜRK)/ SÖZCÜ

Fotoğraf albümünden AKP’li siyasiler çıktı(Ali Ekber ERTÜRK-SÖZCÜ)

ESKİ diplomat Veysel Filiz, ailesiyle yurtdışına çıkarken otomobilinde 100 kilogram eroinle yakalanmıştı. Filiz’in AKP’li üst düzey Yozgatlı hemşehrileriyle yan yana fotoğrafları çıktı. FİLİZ, Yozgatlı C.Başkanı Yardımcısı Fuat Oktay’la tanışmış. Yine Yozgatlı eski Bakan Bekir Bozdağ’la görüşmüş. AKP’li vekillerle poz vermiş...


Hamzabeyli Sınır Kapısı'nda 100 kilo eroinle yakalanan Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği'nde Basın Müşavirliği görevinde bulunan Veysel Filiz, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, meslekten ihraç edildi.

Filiz, sınır kapısında uyuşturucu yakalandığında her zamanki uygulamaların aksine basına kesinlikle bilgi sızmaması için talimat verildi. Yaklaşık 15 gün önce meydana gelen kaçakçılık olayını kamuoyuna SÖZCÜ duyurdu.

Yozgatlı siyasetçi ve bürokratlara yakınlığıyla bilinen Veysel Filiz'in, AKP'lilerle samimi pozları ortaya çıktı. Filiz'in, resmi görevli olduğu dönemlerde bir araya geldiği eski Adalet Bakanı hemşehrisi Bekir Bozdağ ve AKP Yozgat milletvekilleriyle çektiği hatıra fotoğrafları gündem oldu.

AKP Yozgat Milletvekili Yusuf Başer de Avrupa Yozgatlılar Federasyonu Başkanı Veysel Filiz'den aldığı plaketi teşekkür mesajıyla paylaştı.

                                                     ***
Eski basın müşavirinin maskesini ‘Maske’ düşürdü (Saygı ÖZTÜRK / SÖZCÜ)



Sınırda eroinle yakalanan Veysel Filiz, diplomat olduğunu belirtip aranamayacağını söyledi. Pasaportunu ibraz edemeyince süresi geçmiş diplomatik kartını gösterdi. Narkotik köpeği ‘Maske’ye yakalandı.


Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği eski Basın Müşaviri, Sosyal Uyum İçin Avrupalı Müslümanlar Girişimi (EMİSCO) sözcüsü, kağıt üstünde kurulu görülen Avrupa Yozgatlılar Federasyonu Başkanı Veysel Filiz'in, 100 kilo uyuşturucu madde ile Hamzabeyli sınır Kapısında yakalandığını, SÖZCÜ Türkiye'ye duyurdu.

Veysel Filiz'in aramadan kurtulmak için kendisinin diplomatik pasaportunun bulunduğunu, bunu ibraz edemeyince diplomatik kimlik kartı gösterdiği ortaya çıktı. Ancak, kartın geçerlilik süresinin de 15 Mayıs 2018'de dolduğu belirlendi.

İHBAR ÜZERİNE

Yurt dışına sıkça gidip gelen, televizyonlarda kendisini Türkolog olarak tanıtan ve diğer kimliklerini kullanan, özellikle Yozgatlı siyasetçi ve bürokratlara yakınlığıyla bilinen Veysel Filiz'in, 8 Aralık'ta yurt dışına çıkmak isterken, aracında uyuşturucu madde bulunduğu ihbarı yapıldı.

Gümrük görevlilerinin aramasından sonuç elde edilemeyince dedektör köpek “Maske”ya arama yaptırıldı. Yaklaşık 100 kilo uyuşturucu aracın özel bölmesinde ele geçirildi.

Olayın basın tarafından duyulmaması için bakanlıktan talimat üzerine talimat gelmesi ise gümrük görevlilerini de şaşkına çevirdi.

İşte olayla ilgili yakalama tutanağı:

“DİPLOMATİK KİŞİYİM”

“8.12.2020 günü saat 20:25’de Türkiye’den çıkış yapmak üzere Hamzabeyli Gümrük Sahasına gelen, P FRA 17FV13298 seri numaralı Fransız pasaportu hamili, 1974/Boğazlıyan doğumlu Veysel Filiz'in sürücülüğünü yaptığı, R.F ve H.F.A'nın da yolcu olarak bulunduğu 34 FLZ 46 plakalı araç, polis pasaport çıkış ve tescil işlemlerine müteakip Kara Kapıları Taşıt Takip Sistemi tarafından X-Ray taramasına sevk edildi.

Araç şoförü Veysel Filiz, ‘Diplomatik kişiliğe sahip olduğunu, aracının X-Ray taramasına girmesini istemediğini' söyledi.

Veysel Filiz'den diplomatik pasaportunu ibraz etmesi istendi. Ancak, diplomatik pasaportunun olmadığını, diplomatik kimlik kartına sahip olduğunu söyledi ve kimlik kartını ibraz etti. Kimlik üzerinde yapılan kontrollerde Veysel Filiz'in ibraz ettiği Belçika Makamlarınca verilen Diplomatik Kimlik

Kartının 15.05.2018 tarihi itibariyle süresinin bitmiş olduğu görüldü.

MASKE ARADI

Filiz'in otomobili X-Ray taramasına sevk edildi. Araçta şüpheli yoğunluk tespit edildi ve detaylı aranması için araç hangara çekildi.

Araç sürücüsü Veysel Filiz'in huzurunda Bölge Amirliğimiz personelleri ve Narkotik Detektör Köpeği ‘MASKE' marifetiyle yapılan arama ve kontrollerde; ‘Maske’, otomobilin arka bagaj kısmına aşırı tepki verdi.

Aracın bagaj kısmında 88_cm boyunda 80_cm eninde ‘menteşeli piston' marifetiyle hareket eden dikdörtgen, orijinalinde bulunmayan, metal kapak tespit edildi.

Metal kapak açıldığında 87 cm uzunluğunda, 67 cm eninde, 26 cm derinliğinde, etrafı alüminyum folyo ile kaplı ‘zula' olarak değerlendirilen alanda gizlenmiş vaziyette kahverengi bant ile kaplanmış ve şeffaf görünümlü çok sayıda paket olduğu görüldü.

Maddelerin eroin olduğu görüldü. Söz konusu paketlerden, usulüne uygun olarak alınan numuneleri Multi-Drug marka Uyuşturucu Madde Test Kiti ile yapılan ön analizlerinde uyuşturucu maddelerden “OPF'(Eroin) ikazı alındı.

DEĞERİ 49 MİLYON

Kimyasal madde tespit cihazıyla yapılan analizde de eroin uyarısı alındı. Uyuşturucu maddelerin hassas tartım ve tespitinde; toplam 182 paket içerisinde daralı ağırlığı 98 kilo 740 gram eroin ele geçirildi.

Ele geçirilen uyuşturucu maddelerin piyasa değeri yaklaşık olarak 49 milyon 372 bin Türk Lirası olarak hesaplandı.

Şüpheli Veysel Filiz'e yasal hakları hatırlatıldı ve gözaltına alındı. Olayla ilgili adli soruşturma Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde gizlilik içinde devam ediyor.

Veysel Filiz, Savcılıkta verdiği ifadede uyuşturucunun kendisine ait olmadığını, nasıl aracına konulduğunu bilmediğini ve bunun bir komplo olduğunu öne sürdü.

Tutuklanan Veysel Filiz'in daha önce meslekten çıkarıldığı, Brüksel Büyükelçiliği'ndeki görevi sırasında da zimmetle ilgili soruşturma geçirdiği öğrenildi.


 

23 Aralık 2020 Çarşamba

Herkes bilmeli ki süpermarket artık sadece tüp satıyor: Nimet Abla gitti Ertuğrul Abi geldi- Hamit ABAT / BİRGÜN

 


Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet Doğan ailesinin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü.

Demokratik ülkelerde medya sahipliği, özellikle yurttaşların gerçeklere ulaşabilmesi için hassas kurallarla sınırlanmış halde. Ancak bu coğrafyada yaşayanlar; ne kör-topal bir demokrasisi olan eski Türkiye’de ne de Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinin ileri (!) demokrasisinde böyle bir lükse sahip olabildi. Her şeyi değiştirme iddiasındaki AKP, özellikle 90’lı yıllarda büyük sermayenin girdiği medya sektörünün sahiplik yapısına dokunmadı. Sahiplerini değiştirdi elbette ancak sistemi düzenlemek ya da dengelemek için kılını kıpırdatmadı, ömrünü uzatabilmek için dördüncü kuvveti, kendi propaganda aygıtına dönüştürmeyi tercih etti. Rabiaya bir 5. parmak eklendi: Tek medya!

AKP’den önce Türkiye’de medya sahipliği şöyle işliyordu: Belli bir sermaye birikimine, mali güce kavuşmuş işadamları, siyaset üzerinde bir güç kurarak zenginliklerini artırmak için medya kuruyor ya da satın alıyordu. Özetle niyetleri, özelleştirmelerin hız kazandığı yıllarda zenginliklerine zenginlik katmak, yeni sektörlere yelken açmaktı. 90’lı yılların en büyük medya tröstleri olan Aydın Doğan’ın Hürriyet, Dinç Bilgin’in Sabah grubunun, hatta Işık Tarikatı'nın Türkiye gazetesinin izlediği yol buydu. Gazeteleri, televizyonları üzerinden bankacılıktan madenciliğe kârlı birçok sektörden para kazanmaya başladılar. Medya patronu olarak sahip oldukları güçle hem siyaseti, hem de iş dünyasındaki rakipleri üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya başladılar. Medya sahipliğiyle kazandıkları prestij de cabasıydı. Açamadıkları kapı kalmamıştı.

‘ÜZEN” GAZETECİLER GİTTİ ‘ÜZÜLEN PATRONLAR’ GELDİ

2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, medya devlerinin güçlerine yönelik bir sınırlama sinyali gelmedi değil. Ama tıpkı Erdoğan’ın bir dönem AB reformlarına sarılma gerekçesi gibi; burada niyet medya sahiplik yapısını demokratik bir çerçeveye oturtmak değil, karşısında kendisine muhalefet edebilecek güçleri ortadan kaldırmaktı. Sabah gazetesine Etibank sıkıntıları nedeniyle el kondu. TMSF üzerinden Erdoğan’ın bir dönem pek sevdiği Ahmet Çalık’a teslim edildi, böyle başlayan süreç Sabah Grubu'nun havuz medyasına dönüştürülmesine kadar vardı. Aydın Doğan da, önce vergi cezası, akabinde 28 Şubat ve kayıt kaçakçılığı iddiasıyla hapis tehdidiyle korkutuldu. Paraşütteki “yük”leri atarak, hükümeti “üzen” bazı gazeteci ve yazarlara yol vererek ya da hükümetin hazzetmediği yayın organlarını -bakınız Gözcü ve Radikal- kapatarak üzerindeki tehditlerden sıyrılacağını düşündü.

Ancak bu adımlar Türkiye’yi yöneten zihniyet için elbette yeterli olmayacaktı. Aydın Doğan’ın medya sahipliğinin asıl sebebi olan şeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu: Medyasını satmak zorunda kalacağı güne kadar, Doğan Ailesi'ni ticari olarak sıkıştırmak. Özellikle 2010’lardan itibaren Doğan grubu hiçbir devlet ihalesini alamadı. Devletten ruhsat alınması gereken hiçbir yeni sektöre giremedi. Aksine, elindeki varlıkları bir bir elden çıkarmak zorunda kaldı. Ankara’nın bastırmasıyla Dış Bank’ı Belçikalılara, Petrol Ofisi’ni Avusturyalılara, Vatan-Milliyet gazetelerini tüpçülükle tanınan Demirören Grubu’na, Star TV’yi de Doğuş Grubu’na satmak zorunda kaldı.

İHALELERİN VERGİSİ OLARAK MEDYA SATIN ALDIRMAK

Yazının girişinde paylaştığım, işadamlarının medya sahibi olma gerekçeleri AKP ile birlikte değişti elbette. Ama artık işadamları, zengin olmak için medyaya girmiyordu. İktidar, devlet ihaleleri aracılığıyla Karun'a dönüştürdüğü işadamlarına, medya satın almaları talimatı veriyordu. El koyduğu, sattırmak zorunda bıraktığı gazete ve televizyonları; bugünlerde 5’li çete olarak anılan müteahhitlere aldırdı. Bu işadamlarının satın aldığı, damat Albayrak’ın ağabeyi tarafından yönetilen bu medyanın okunmak, tıklanmak gibi bir derdi yoktu. Ticari bir kaygıları olmadığı açıktı, halihazırda bizim vergilerimizle kazandıkları milyarlar yeterliydi. Bizim vergilerimizle, halkın yarısını terörist, hain ilan eden bir havuz medyası yaratıldı.

Ancak bu plan, bir süre sonra iktidarın hedeflerine hizmet etmemeye başladı. Propaganda bültenine dönüştürülen havuz medyasının seçmen önemli bir etkisi kalmadı. Hatta aksine, havuz medyasında yaratılan söylem izleyici ve okurları buradan uzaklaştırdığı gibi, muhalefet için itici güce dönüştü. Muhalefet etmese bile, kendi çerçevesinde dengeli davranmaya çalışan medya kurumlarını da ele geçirmek gerekiyordu. Göze kestirilen yer belliydi: Doğan Grubu. İnandırıcı ya da hâlâ kitleler üzerinde kısmen kredisi olan büyük bir kurumu ele geçirmek, iktidarın mesajlarını bu kisvenin arasına sıkıştırarak topluma zerk etme niyeti vardı. Aynı zamanda, her an kafayı kırıp bayrak açabilecek, hükümete karşı muhalefet edebilecek küçük bir ihtimali ortadan kaldırmak gerekiyordu.

TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR İHALELER PATRONUNDUR!

İşte bu noktada, kendisi “küçük” ama mide bulandıran yandaş yazarların “22 Mart devrimi” dedikleri, 2018’deki büyük satışa sahne oldu medya dünyası. Aydın Doğan, hem parasına hem de bireysel özgürlüğüne yönelik tehditlerden kurtulmak için sahibi olduğu medya grubunu Demirören Ailesi'ne sattı. Bu satışın hem fikren hem de mali olarak mimarı olan Saray, özellikle grubun amiral gemisi Hürriyet’i bir süre “gibi yaparak” yönetmeye çalıştı. Elbette gazete manşetlerden muhalefet etmiyordu ya da iktidarın canını sıkacak gelişmeleri büyütmüyordu. Grupta hâlâ çalışmak zorunda kalan iyi gazetecilerin haberleri, içeride de olsa, yazar altlarına sıkıştırılarak, çift sütunda nötr başlıkla okurlara iletiliyordu. Ama her zamanki gibi iktidara bu da yetmedi. Demirören Ailesi'nin elinde gazete, Sabah gazetesine çok yakın bir çizgiye geldi.

Ertuğrul Özkök’ün 20 yıllık yayın yönetmenliği döneminde tedavüle soktuğu “süpermarket” gazeteciliği tarihe karıştı. Özkök’ün kitle gazeteciliğini kavramsallaştığı şeyin temel prensibi şöyle işliyordu: “Bu gazete tıpkı bir süpermarket gibi. İçeriye girdiğinizde her türlü ürünü bulabiliyorsunuz. Bizim gazetemizde de her görüşten yazar, muhabir var. İçeri giren okur dilediğini okuyabiliyor.” Doğan Grubu’nun sahipliği altındayken bile aslında süreç tam söylediği gibi işlemiyordu. Taha Akyol ile Mehmet Yılmaz’a aynı gazetede sütun vermek, Hürriyet’i tarafsız kılmıyordu. Gazetenin elbette belli alanlarda net tavrı oluyordu, siyasi değişiklerle birlikte sıklıkla değişen. Ama bunlar dışındaki tek temel şey, Doğan Ailesi'nin çıkarlarını gözetmekti.

90’LAR SADECE ‘BEYAZ TOROS’LARDAN İBARET DEĞİL

Grubun faaliyet gösterdiği alanlarla ilgili haberler sadece ekonomi sayfalarını değil, gazetenin manşetlerini de süslüyordu. İnternet alışveriş sitesi mi kuruldu? Hepsiburada haberlerinden geçilmiyordu. Akaryakıt sektöründe Petrol Ofisi’nin canını sıkan bir şey mi vardı? Sıklıkla pompaya dair haberler okurduk. Ya da haksız bir vergi cezası mı verilmişti gruba? Gazetenin arasında “Mukteza nedir?” konulu özel ekler girdi evlerimize. Bu bir nevi 90’larda büyüyen holding medyasıyla öğrendiğimiz bir çaresizlikti. Ama beterin beterinin de olduğunu unutmamak gerekiyordu…

Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet, Doğan Ailesi'nin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü. Enerji sektöründeki Aydın Doğan’ın, dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer haberleri gibi; Demirörenlerin yatırım yaptıkları alanlara “bakan”lar haftada birkaç kez manşet olmaya başladı.

PİYANGODA “TÜP” PATLAYINCA, KÖŞELER DEVREYE GİRDİ

İktidarın kullanışlı figürlerini manşete çekmek yetmedi, artık “ürün yerleştirme” dönemi başladı. Milli Piyango’nun Demirören ailesi tarafından devralınmasıyla birlikte eskiden sadece yılbaşında verilen çekiliş sonuçları artık günlüğe döndü. 

Gazetenin tepesinden anonslanarak elbette… Bu da yetmedi, “Tüpçü”nün yönetimindeki Milli Piyango’ya yönelik güvensizlikler artınca, gazetenin üzerinden bir PR kampanyası başlatıldı. Önce “Yeminle kazanma oranlarımız değişmedi” minvalinde haberler çıktı. 

Demirören’in devralmasıyla piyangoda vergilerin “sıfırlandığı” ortaya çıkınca, “İki gözümüz önümüze aksın” manşetleri okuduk. Duygu sömürüsü yapmak için “Bilet almamazlık etmeyin, 30 bin aile bundan geçiniyor” haberleri okuduk. Ama tüm bunlar yetmedi, Ertuğrul Özkök iki gün arka arkaya tam sayfa yazdığı yazılarla Milli Piyango savunmasına girişti. Üstelik, nötr gazeteci pozlarıyla… Soru ve cevapları daha önceden hazırlanıp kendisine gönderildiği çok net olan bir röportajla. Haberlerin arasına patronların çıkarlarını sıkıştırmak artık yetmiyordu. Demirören’in piyango şirketinin yöneticisi, köşe yazısı üzerinden bilet satıyordu! Hem de “süpermarket gazeteciliği”nin isim babası Ertuğrul Özkök’ün dükkanında.

Hamit ABAT /  BİRGÜN

Şehirlerde güven(siz)liğin sosyolojisi: Tesadüfen yaşamak - Şükrü Aslan / BİRGÜN


 Tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.

Türkiye’de şehirlerde gündelik hayatın güvenlik boyutu, tıpkı yoksulluk ve işsizlik gibi yakıcı bir toplumsal sorun haline gelmiş görünüyor. Sadece TV’lerde izlediğimiz sarsıcı nitelikteki şiddet ve özellikle cinayet haberlerinin seviyesi bile bu yeni durumu anlamak için yeterlidir. Ana haber programlarının mutlaka bir kısmını, hatta bazen çoğunluğunu oluşturan haberlerin de, olgunun da muhatapları artık genelde şehir sakinleridir. ‘Trafikte tartıştığı kişiyi ateş ederek öldürdü’, ‘yan baktın diye sokakta tanımadığı adamı vurdu’, ‘otobüsteki tartışma cinayetle bitti’ gibi haberlere ve onların dehşet verici etkilerine neredeyse herkes aşina artık.

Bu süreçte şiddet o kadar rutinleşti ki çok yeni olgu ve kavramlar dilimize girdi. Mesela yorgun mermi onlardan biri. Nereden geldiği belli olmayan bir merminin, herhangi bir kişiye isabet etmesi anlamına gelen bu durum artık hiç de istisnai değil. Bir de çoğunluğu cinayetlerle biten fasılalı şiddet olgusu var. Saldırı devam ediyorken, saldırganın, evine-işyerine gidip silahını alarak kaldığı yerden devam etmesi hali. Başka örnekler de var kuşkusuz. Mesela Düğün Magandaları. Ellerinde türlü silahlarla rastgele ateş açan kişileri anlatmak için kullanılıyor bu ifade. Ama eğer bu ateş sonunda birileri ölmüşse. Öteki türlü ‘düğün eğlencesi’ gibi bir anlam yüklenerek normalleştiriliyor. Keza mafya hesaplaşmaları da bu şiddet sarmalının bir örneğidir. 1960’lı ve 70’li yılların kabadayılık geleneğinden epeyce farklılaşmış olarak hem mafyatik grupların hem de dahil oldukları çatışmalarının sayısında adeta patlama yaşanıyor. Şu günlerde pandemi sebebiyle yasaklanmış olmakla birlikte yakın zamana kadar asker uğurlama törenleri de tıpkı düğünler gibi ateşli silahların eşlik ettiği gösterilere dönmeye başlamıştı.

Kadın cinayetleri bambaşka ve çok daha ürkütücü bir kategoriyi oluşturuyor. Son beş yıl içinde Türkiye’de (2015 yılından 2020 yılına kadar) 1.753’ü silahla olmak üzere 2.324 kadın cinayeti yaşanmıştır. Başka bir deyişle bu cinayetlerin yüzde 74’ünde de silahlar kullanılmıştır. Kameralara takılan kadın cinayetleri ve silahlı saldırılardan kurtulabilen kadın anlatıları dehşetin boyutlarını görmek açısından ürkütücü.

Özetle Türkiye şehirlerinin toplumsal manzarasında şiddet hareketleri ve özellikle keyfi silah kullanımının geldiği seviye çok önemli bir toplumsal bir soruna işaret ediyor. İstatistikler de bu sorunun fotoğrafı gibi adeta. Umut Vakfı’nın Türkiye’nin Silahlı Şiddet Haritası raporuna göre 2019 yılında Türkiye genelinde 3 bin 623 silahlı olay yaşanmıştır. Bunların 2 bin 867’sinde ateşli silahlar (1.402’si her tür tüfek, 1.465’i tabanca), 756’sında ise her türlü kesici, delici alet kullanılmıştır. Bu olaylarda 2.211 kişi ölmüş; 3.736 kişi yaralanmıştır. Veriler ve dolayısıyla toplumsal manzara oldukça dehşet verici. Üstelik bu veriler, sadece basına yansıyan haberleri kapsıyor. Oysa durum gerçekten çok vahimdir, çünkü basına yansımamış çok sayıda şiddet hareketi olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.

Bütün bu şiddet ortamı ve cinayetlerin, gözetleme-kontrol teknolojileri sayesinde izlenebiliyor olması ise kendi başına bir sosyolojik analizin konusu. Zira tüm toplum bu izleme/gözetleme teknolojileri sayesinde kentsel sahnedeki bütün bu şiddet sarmalını adeta canlı biçimde izliyor ve farkında olarak veya olmayarak kanıksıyor.

YAYGINLAŞAN ŞİDDETİN İNŞA ETTİĞİ DUYGU

Bugünkü kentsel-toplumsal manzaranın şiddete dair göstergelerini birkaç başlık altında tasnif edebiliriz ki en başta şunu söylemek mümkün: Bugün artık, esas olarak politik dinamiklerin belirlediği 1970’li yılların toplumsal gerilim manzarasından bambaşka bir dönemdeyiz. O yılların zaman zaman şiddeti de içeren kentsel-toplumsal hareketleri, sınıfsal-siyasal dinamikler ve gerilimlere dayanıyordu. Hem alttan gelen toplumsal hareketler hem de karşı girişimler genel olarak bu politik-toplumsal bağlama oturuyordu. Bunun dışına kaçan şiddet sarmalı; özellikle şimdi yıldönümünde bulunduğumuz 78 Maraş katliamı örneğindeki gibi müdahale edilmemiş katliamlar ise, sonradan bir ölçüde ortaya çıktığı gibi sistem politikaları içerisinden üretilen saiklerin neticeleriydi.

Bugün ise birbirlerine karşı şiddet kullanma eğilimindeki sosyal grupların sayısı çeşitlenmiş görünüyor. Hatta gruplardan bireylere yayılan çok geniş bir düzlem söz konusu. Bu yeni şiddet sarmalında iktisadi çıkarları çatışan gruplardan bireysel girişim ve eğilimlere; siyasal arka planı olanlardan, bundan azade olanlara kadar oldukça geniş toplumsal ilişki ve dinamiklerin etkili olduğunu görüyoruz.

Bunun sonucu olarak bugün artık sadece şehirlerdeki bazı mekânların değil, bir bütün olarak şehirlerin güvensiz mekânlara dönüştüğünü görüyoruz. Böyle bir kentsel-toplumsal ortamda bulunmanın kendisi bile şiddete muhatap olmak ya da maruz kalmak için yeterli neden olabiliyor. Başka bir deyişle bir şiddet hareketine maruz kalmanız için birilerinin bilinçli hedefi olmanız gerekmiyor. Tesadüfen yaşamak bu ortamda adeta olağanlaşmış görünüyor.

Bugüne özgü ilginç bir durum da, bütün şiddet hareketlerinin iletişim-kontrol teknolojilerinin çok geliştiği bir zamanda ve dolayısıyla kamunun gözleri önünde cereyan ediyor olmasıdır. Ancak bu durum, faillerin görece erken tespit edilmeleri dışında bir işe yaramamış görünüyor. Faillerin tespit edilmesi, fiillerin artışını engellemiyor. Hatta istatistikler, ikisi arasında pozitif korelasyon olduğunu gösteriyor.

GEÇMİŞ TECRÜBEYİ ARAMAK: GÜVENLİK İÇİN SOSYAL DEVLET

Bir toplumsal sorun olarak şehirlerde güvenlik elbette sadece bugüne özgü bir durum değildir. Sanayileşmeyle ortaya çıkan modern şehirlerin bir sorunu olarak hep vardı. Zira modernite, bireyin statüsünü köklü olarak değiştirip; geleneksel aidiyetlerinden koparmış ve güvensiz bir ortama bırakmıştı. Bu nedenle kollektif aidiyet, güvenliğin yegâne koşulu olarak görülmüştü. Max Weber gibi pek çok sosyal bilimci bu nedenle güvenlik için devleti referans göstermişlerdi.

Ne var ki modern insanın, demokrasi ve hukuk devletinde somutlaşan sivil güvenlik ve sosyal devlet ilkesinde somutlaşan sosyal güvenlik talebi hiçbir zaman tam olarak karşılanamamıştır. Modern devletin kurmayı denediği hukuki eşitlik hali ise gerçekte iktisadi ve sosyal eşitsizlikleri çözemediği için, her zaman bir güvenlik sorunu olmuştur.

Sosyal devlet deneyimi diğer alanlarda olduğu gibi yurttaşların güvenliği meselesini de bir kamusal iş ve ödev olarak tanımladığı için, öncesi ve sonrası ile mukayese edildiğinde, görece rahat bir dönem olmuştur. Hem sosyal güvenlik kurumlarının inşası hem de şiddet hallerinin kamusal mekanizmalar eliyle kontrol altına alınması anlamında güvenlik, sosyal devletin önemli bir mesai alanı olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla ve en azından teorik olarak, toplum güvenliğinin, sosyal devlet eliyle sağlandığı uygulamada silah bulundurmak ve kullanmak da ancak devlete ait bir iş olarak kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem ya da Türkiye için söylersek 1960-1970’li yıllar bu anlamda bir sosyal devlet denemesi sayılabilir.

ŞİDDETİN YENİ DİNAMİKLERİ VE TOPLUMSAL ÇARESİZLİK

Ancak 1980’li yıllardan bu yana iktisadi, siyasal ve toplumsal koşullarda radikal değişiklikler gerçekleşmiştir. Bunların en önemlisi, devletin kamusal yükümlülükleri ile ilgili alanların hızla daralmasıdır. Buna paralel olarak devlet aracılığıyla sorun çözme kültürü ve imkânlarının da zayıflamasıdır. Şehirlerdeki kamusal hayat ve güvenlik alanı da bu değişimden etkilenmiştir hiç kuşkusuz. Castel’in dediği gibi sosyal devlet iyice zayıflamış; 1960-1970’li yıllarda bir ölçüde kurulabilen kollektif güvence sistemleri parçalanmıştır. Dolayısıyla yurttaşlar bunun neticesi olarak güvencesiz ortama sürüklenmişlerdir. Anthony Giddens, yerinden çıkmış birey ifadesini bu durumu anlatmak için kullanmıştı.

Bu dönemde sistemin, güvenlik alanından adım adım çekilmesine eşlik eden silahlanma edimi ise bu yeni toplumsal manzarayı iyice ürkütücü hale getirmiştir. Silahlanma eğilimindeki artışa bağlı olarak şehirlerde şiddet hareketleri ve onun bir parçası olarak cinayetler de artmış ve güvensiz ortam derinleşmiştir. Bu durumu en yalın anlatacak ifade toplumsal çaresizlik olabilir. Çünkü bu, bireylerin kendi başlarına üstesinden gelebilecekleri bir durum değildir.

Şehirlerde yaşayan nüfusun sadece yarınından değil, anlık durumundan da kaygı duyduğu bu dönemde, doğal olarak güvenliğe dair bir dizi yeni iktisadi sektör gelişmiştir. Kilit ve alarm sistemleri, parmaklıklar, çelik kapılar, bariyerler, tuzaklar, kamerayla kontrol ve özel güvenlik sistemleri, kentin hemen her yerinde güvenlik sistemleri satan yeni mağazalar vb. Bireyler; araçlarını, konutlarını, işyerlerini ve bizzat kendilerini korumak kaygısıyla, bu yeni sektörlerin müşteri portföyünün genişlemesine katkıda bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar.

GÜVENLİK KAMUSAL ZORUNLULUKTUR

Sonuç olarak şehirler, sistem ve güvenlik meselesinin üç temel noktada şekillenen sosyolojik bağlamını aktararak tamamlayalım.

Birincisi, tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Başka bir deyişle yurttaşların güvenliğini, yine yurttaşların kendilerine bırakmak aslında kaotik ortama bir davetiyedir. Bu nedenle diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.

İkincisi, bugünkü güvenliksiz fiili durumu aşabilmek için, en başta kamusal yarara uygun dil ve politik söylem en önemli araçtır. Özellikle de şiddetin adeta normalleştirildiği bugün bu adım çok daha büyük ihtiyaçtır. Zira şiddetin, silahların ve öldürme edimlerinin adeta normal ve hatta bazen övünülecek haller gibi anlatıldığı bir dil, politika ve kültür hakim olduğu sürece, şiddetin önlenmesine dair tedbirlerin tümü işlevsiz kalır.

Üçüncüsü dil ve söylemden de öte pratik bir adım olarak bireysel silahlanmaya net bir kısıtlama getirilmelidir. Özellikle silahın bir statü-güç sembolü olarak algılandığı toplumsal kültürlerde, kısıtlayıcı koşulların olmaması, her zaman silahın kullanım kolaylığına alan açar ve zaten böyle olmuştur. Nitekim Umut Vakfı’nın özenle yapılmış çalışmalarında görüldüğü gibi şehirlerdeki bireysel-sosyal şiddet hareketlerinin çok büyük bir bölümünde ateşli silahlar kullanılmaktadır. O halde kamunun ilk ve acil olarak bu noktadan müdahalesi normal, toplumsal bir beklentidir. Unutmamak gerekir ki trafikte veya herhangi başka bir yerde insanlar yine münakaşa edebilir ama belinde birer silahları yoksa bu münakaşalar cinayetlere dönüşmeyebilir.

Son olarak özellikle pandemi sürecinin yarattığı toplumsal ve iktisadi sorunlar bağlamında çok sık konuşmaya başladığımız sosyal devlet vurgusu, güvenlik meselesinde de en önemli referans olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir deyişle asli görevlerinden birisi de “can ve mal güvenliği”ni sağlamak olan kamunun, bu alana kamusal yarar ilkesiyle müdahalesi acil bir ihtiyaç olarak duruyor. Uzun bir süredir fiziksel mekânda ve fiili görev alanlarında yükümlülüklerini piyasaya bıraktığı için giderek işlevsizleşen ve fakat izleyici ve gözetleyici rolü sınırsız biçimde artan sistemin, asıl odaklanması gereken kamusal yarar alanına davet edilmesi bir yurttaşlık görevi haline geliyor. Zira sosyal devlet politikalarının ömrünü doldurduğunu iddia eden ve devletin küçültülmesi adına kamusal görevleri piyasaya havale eden günümüz liberal devlet söylemiyle şehirlerde güvenlik ortamı sağlanamaz. 

Robert Castel’in dediği gibi yine de tüm tehlikelerden azade olma garantisini asla bulamayacağız. Ama kamucu yaklaşımla daha adil ve daha insani bir ortamda yaşama şansı elde edebiliriz.

Şükrü Aslan / BİRGÜN

Nihal Atsız Parkı’ndan Türkeş’in evine - Fatih Yaşlı / SOL

 

Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl, 26 Aralık 1978’de, köşe yazılarına bir süreliğine ara vereceğini duyurdu; aynı gün Ecevit hükümetinin aldığı sıkıyönetim kararı Meclis’te oylandı ve kabul edildi.

Necip Fazıl’ın yazmaya ara verme kararının gerekçesiyle, Ecevit’in sıkıyönetim ilan etme kararının gerekçesi aynıydı: Günlerdir Maraş’ta bir katliam yaşanıyordu. 

Ecevit Meclis’te yaptığı konuşmada yaşananları hükümete değil “doğrudan devlete karşı bir ayaklanma” olarak nitelendirmiş, siyasi hayatı boyunca sıkıyönetimlere hep karşı olmakla birlikte bu kez sıkıyönetimi tek çare olarak gördüğü minvalinde bir konuşma yapmıştı.  

Necip Fazıl ise aynı gün yayınlanan yazısında şöyle diyordu: 

“Maraş hadiselerine dair şu anda bir kıymet hükmü belirtmekten çekindiğim ve belirtecek olursam manaların nasıl bir bomba dehşetine dönüşeceğini ve hangi tarafın ekmeğine yağ süreceğini tahminden aciz olduğum şartlar altında, vaziyet açıklık kazanıncaya kadar kalemimi susturuyor ve bu ana-baba gününde başka mevzulara el atmayı da sefalet telakki ediyorum. 

Ne ilginç bir tesadüftür ki, Necip Fazıl bütün bir 1978 yılı boyunca Ecevit hükümeti ve sol aleyhine yazılar yazmış, Ecevit hükümetinin devrilmesini komünizmle mücadelenin en önemli basamaklarından biri olarak görmüştü.

Necip Fazıl’ın 1977’de komünizme karşı tek çare olarak görüp Milli Görüş’ün yerine desteklemeye başladığı MHP ise yılın ilk aylarından itibaren stratejisini faşist terörü yükseltmek, toplumsal muhalefeti korku ile teslim almak, iş başına gelen Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmeye mecbur bırakarak devirmek ve bir darbe aracılığıyla iktidarı almak üzerine kurmuştu. 

Ve şimdi, Maraş katliamıyla birlikte, Ecevit faşizme karşı gerçek bir mücadele vermemenin bedelini sıkıyönetim ilan ederek ödemeye mecbur kalıyor, Necip Fazıl ise gidişatı öngöremediği ve korktuğu için yazılarına ara veriyordu… 

Maraş’a giden yol 

Faşist terörü yükseltmeye dayalı stratejinin ilk saldırısı 16 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşti. Üniversiteden toplu halde çıkış yapan solcu öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Saldırıda yedi öğrenci yaşamını yitirirken kırk bir öğrenci de yaralandı. Katliamın gerisinde Abdullah Çatlı vardı. Çatlı, katliamda kullanılan NATO menşeili TNT kalıplarını Mehmet Ali Çeviker adlı bir yüzbaşıdan almıştı ve Çeviker Maraş katliamının hemen öncesinde, aynı seriden patlayıcı maddelerle ve silahlarla Maraş yolunda yakalanacaktı.

Yılın ilk siyasi suikastı ise 24 Mart’ta gerçekleşti. En son Ankara Cebeci’deki ülkücülerin kontrolünde bulunan Site Yurdu’na düzenlediği baskınla MHP’nin açık hedefi haline gelen ve kontrgerilla yapılanmasını araştıran savcı Doğan Öz, ülkücü İbrahim Çiftçi tarafından öldürüldü. Öz, ölümünden sonra odasında bulunan kontrgerilla raporunda, ABD’nin ve çokuluslu tekellerin Türkiye’de kitleleri sindirmek ve solu bastırmak için MHP’yi bir maşa olarak kullandıklarını anlatıyordu.

Nisan ayında, bu sefer bir kitle katliamı denendi ki, bu aynı zamanda Maraş’ın da bir provası sayılabilirdi. 14 Nisan günü Ankara’dan Malatya’nın sağcı belediye başkanı Hamit Fendoğlu’na bombalı bir paket gönderildi. Fendoğlu, 17 Nisan günü eline ulaşan ve bir arkadaşı tarafından gönderilmiş olduğunu zannettiği paketi alıp eve götürdü ve buradaki patlamada yaşamını yitirdi. Patlama sonrası Malatya sokaklarında toplanan kitle “kahrolsun komünizm”, “Müslüman Türkiye”, “Katil Ecevit” sloganları eşliğinde CHP ve demokratik kitle örgütlerinin binalarına saldırıya geçti, Alevilere ait dükkân ve iş yerlerini tahrip etti ve ardından mahallelere yöneldi. Saldırılarda 8 kişi yaşamını yitirirken 100’e yakın kişi yaralandı, 1000’e yakın işyeri ise tahrip edildi. Saldırılar esnasında, Alevi ailelere mensup 14-15 yaşlarındaki üç lise öğrencisi ülkücüler tarafından kaçırıldı ve işkence edildikten sonra kafalarına birer kurşun sıkılarak katledildi.  

İşin ilginç yanı, Fendoğlu’na gönderilen bombalar 16 Mart katliamında kullanılanlarla aynıydı ve sadece Fendoğlu’na değil, CHP Maraş Pazarcık İlçe Başkanı ve Maraşlı bir Alevi aşiretinin mensubu olan Memiş Özdal’a, MSP’li kimliğiyle bilinen Adıyaman Emniyet Müdürü Abdülkadir Aksu’ya ve Ahmet Akalın adlı Adanalı bir işadamına da bu bombalardan gönderilmişti. Özdal’ın şüphelenerek almadığı paket postane binasında patlamış, diğer iki bomba ise hedeflerine ulaşmadan etkisiz hale getirilmişti.

Siyasi suikastlar zincirinde Doğan Öz’den sonraki hedef Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert oldu. Cömert 11 Temmuz günü eşiyle birlikte evinden çıkıp arabasına binerken üç kişi tarafından çapraz ateş altına alındı. Cömert yaşamını yitirirken eşi ağır bir şekilde yaralandı. Sonradan Avrupa’daki eski bir ülkücü yönetici tarafından dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e gönderilen bir mektupta, Cömert’in ölüm emrinin Ülkücü Gençlik Derneği Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu tarafından verildiği söyleniyordu.

Yeni bir kitle katliamı girişimi ise Eylül ayında gerçekleşti. 4 Eylül’de ülkücüler Sivas’ta Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Alibaba Mahallesi’nde pazar yerine ateş açarak bir kişiyi öldürdü, çok sayıda kişiyi de yaraladı. Aynı anda şehrin Sünni mahallelerinde “Aleviler camilere saldırıyor” denilerek halk sokağa çağrıldı ve Alevi mahallelerine doğru harekete geçildi. Saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirirken 100’den fazla kişi yaralandı. Saldırılar ertesi gün de devam etti, ancak mahallelerde solcuların ve halkın birlikte direnmesiyle saldırı püskürtüldü, saldırganlardan sekizi öldü. 

Yaklaşık bir ay sonra, 8 Ekim gecesi, bu sefer Ankara’da, Türkiye tarihinin en korkunç katliamlarından biri gerçekleştirildi. Başlarında Abdullah Çatlı’nın bulunduğu bir ekip, Bahçelievler’de TİP’li öğrencilerin evine baskın düzenledi. Hiçbirinde silah bulunmayan öğrenciler önce kloroformla bayıltıldı, sonra da öldürüldü. Altı öğrenci o gece, ağır yaralı bir öğrenci de ertesi gün hastanede yaşamını yitirdi. Saldırıda kullanılan araç Ülkü Ocakları tarafından satın alınmış ve Abdullah Çatlı ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun kullanımına verilmişti. Yazıcıoğlu yıllar sonra verdiği ifadede o gece arabanın Çatlı’da olduğunu ve katliamı Çatlı’nın tertiplediğini itiraf etti. 

Siyasi suikastlar, Ekim ve Kasım aylarında da üniversite hocalarını hedef alarak devam etti. 20 Ekim 1978’de İTÜ’nün eski rektörlerinden Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım’da ise KTÜ Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanı ve TİP Trabzon İl örgütünün kurucu başkanı Necdet Bulut suikasta uğradı. Aldığı 27 kurşun yarasına rağmen günlerce yaşam mücadelesi veren Bulut, 8 Aralık’ta ölüme yenildi. 

İşte Maraş katliamı, bu saldırıların yarattığı politik iklimde gerçekleşecek ve ülkücü hareketin devreye soktuğu şiddet stratejisinin zirve noktasını teşkil edecekti. Önce 19 Aralık akşamı antikomünist bir propaganda filminin gösterildiği Çiçek Sineması’nda tahrip gücü düşük bir bomba patlatıldı. Hemen ardından ise ülkücüler tarafından “komünistler ve Aleviler sinemaya bomba attı” denilerek CHP ve TÖB-DER binalarına saldırıldı. İki gün sonra, yani 21 Aralık’ta, TÖB-DER üyesi iki öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü ve bütün şehre “komünistler yarın cenazeden sonra camilere ve Cuma namazına saldıracaklar” şeklinde bir dedikodu yayıldı. 22 Aralık’ta, önce iki öğretmenin cenazesine, sonra da solcu ve Alevilere ait işyerlerine ülkücüler tarafından saldırı düzenlendi. Halk bu saldırılara direndi ve saldırganlardan üçü öldürüldü. 23 Aralık’ta intikam amacıyla toplanan büyük bir kalabalık, ülkücülerin örgütlediği bir şekilde Alevi mahallerine yönelik çok şiddetli bir saldırıya girişti. Vahşice gerçekleştirilen bu saldırıda resmi verilere göre 111, gayriresmi verilere göre bunun birkaç katı insan yaşamını yitirdi. Eğer mahallelerde örgütlü bir şekilde direnilmese, yaşanan vahşet katlanarak artabilir ve ölü sayısı birkaç bini bulabilirdi.             

Maraş katliamı, Maraş’la da sınırlı kalmadı ve katliam davasının müdahil avukatlarından TİP üyesi Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve aynı zamanda CHP Adana İl Başkanı olan Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de katledildi. Albay’ın öldürülmesi aynı zamanda CHP’li yöneticilere yönelik bir suikast zincirinin ilk halkasıydı ve onun hemen ardından 7 Mayıs’ta CHP Kayseri İl Başkanı Mustafa Kulkuloğlu, 17 Haziran’da ise CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner ülkücüler tarafından öldürülecekti.

Defterleri kapatmak? 

Tüm bu saldırılar belli bir siyasal stratejinin parçası olarak, ülkücü militanlar tarafından ve bizzat Türkeş’in bilgisi dâhilinde, onun verdiği emirlerle gerçekleştirildi. Siyasi suikastlarda Türkiye’nin en değerli aydınları, bilim insanları, sendikacıları yaşamını yitirdi, kitle katliamlarında doğrudan silahsız halk hedef alındı, korkunç bir vahşet sergilendi. Hedef toplumsal uyanışı durdurmak, halkın yüzünü sola dönmesini engellemekti. 

Ve tüm bunların üzerinden kırk yıl geçmişken, sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, hem de Maraş katliamının yıldönümünde, CHP Genel Başkanı, yanına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı ve kayınpederi Ümit Kaftancıoğlu ülkücüler tarafından katledilen İstanbul İl Başkanı’nı da alarak Türkeş’in eşini evinde ziyarete gitti. Ziyarette Türkeş anıldı, onun “demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne duyduğu inanç”tan, “siyasette hep sevgiyi ve saygıyı esas aldığından” bahsedildi, barışma, uzlaşma zamanının geldiği, eski defterlerin kapatılması gerektiği minvalinde laflar edildi. 

Peki sahiden de kapatabilir miyiz bu defterleri, unutabilir miyiz olan biteni? 

Cevabımız çok net: Hayır, unutamayız. 

Peki nedir derdimiz bizim? 

Üzerinden kırk yıl geçmiş hadiselerin, meselelerin üstüne gitmeye devam etmemizin, tüm bu olan biteni kendimiz unutmadığımız gibi, başkalarına da unutturmamak istiyor olmamızın nedeni nedir? 

Geçmişte yaşamaya devam eden, takıntılı, ruh hastaları mıyız biz, yaraları kaşımaktan sadistçe ve mazoşistçe bir zevk mi alıyoruz acaba, nedir derdimiz?

Turgut Uyar, bir şiirinde 

“Aldatıldığımız önemli değildi yoksa/Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak” diyor. 

İşte biz hatırladığımız için aldatıldığımızı biliyor ve aldatılmayı reddettiğimiz için hatırlıyoruz. Çünkü biz bugünkü iktidarın gökten zembille inmediğini, bu işin bir tarih öncesi olduğunu biliyor, bunu hiç unutmuyoruz. O tarih öncesine baktığımızda ise sol düşmanlığını, o düşmanlıkla açılan kapılardan girenleri ve devletleşenleri görüyoruz. 

Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Türkiye toplumu bugünlere birden bire gelmedi; 12 Mart’larla, 12 Eylül’lerle, Deniz’lerin, Mahir’lerin katledilmesiyle, 16 Mart’la, Bahçelievler’le, Maraş’la geldi. En parlak beyinlerini, en namuslu kalemlerini faili meçhul cinayetlerde kaybederek geldi. Türkiye toplumunu buraya devlet, sermaye ve Türk sağının kanlı ortaklığı getirdi. Sermaye düzeninin çıkarları adına izlenen “solkırım” politikaları cumhuriyetin de sonunu getirdi, bugünkü rejim böyle inşa edildi.

Ve şimdi bize bu rejimden kurtuluş için o rejimin inşasına en çok katkı koyanların izinden gidenlerle ittifaklar yapmamız gerektiği, oyunun kurallarının, oy oranlarının, seçim sistemlerinin bunu gerektirdiği söyleniyor. Atsız Parkı’nda buluşmalar yetmiyor, orada buluşulup Türkeş’in evine gidiliyor. Bu iktidardan kurtuluşun kefaretinin solun esamisinin okunmadığı, soldan arındırılmış ve bütünüyle sağcılaştırılmış bir Türkiye olduğu, Türkiye toplumunun da buna razı olması gerektiği söyleniyor. 

Geçen hafta Atsız Parkı’nda kurulan ittifakların ve dayattıkları “yeni normal”in bir parçası olmayacağımızı söylemiştik. Nihal Atsız Parkı’nda buluşanlar bu hafta “yeni normal” adına bir adım daha atıp Türkeş’in evine gittiler. O zaman biz de bu vesileyle tekrar edelim: Türkiye toplumu, sağın karşısına alternatif olarak yine sağı çıkarmanıza da, solsuzlaştırılmış siyasetinize de, “yeni normal”inize de teslim olmayacak, bu topraklar sizi de bizi de şaşırtmaya devam edecek. Ve biz de bunun için unutmamaya ve unutturmamaya, “hafıza işçileri” olmaya devam edeceğiz. 

Fatih Yaşlı / SOL

22 Aralık 2020 Salı

Abdullah Baştürk-DİSK, işçi sınıfının dünü-bugünü..- Şükran Soner / Cumhuriyet

Hafta sonu koronavirüs sokağa çıkma yasağında evde, cezaevinde kibrit çöplerinden ustalıklı yapılmış, tavana ince iple asılı yelkenli ve sazın altında, dünya gündeminden haberler, önümde arşivden alınmış kupürler arasında, aklım geçmişin anılarına takılı.. 

En son, yapılışında birlikte çalıştıklarını söylediği 12 Eylül’ün tutuklu DİSK yöneticileri, Abdullah Baştürk, Kemal Nebioğlu... teknik usta İsmet Cantekin olabilir.. ortak üretim eserlerini, galiba makineyağına batırdığı pamuk, cımbızla sıkılmadan uzun uzun temizleyen Abdullah Baştürk’ün oturduğu koltuktayım. 

Bir gün sonra, (dün) mezarı başında ölüm yıldönümü nedeni ile anma töreni yapılacak. Gidemeyeceğim, yaş, metro sonrası mezarlığın içine yürümeyi salgın nedeni ile göze alamamak var..

Baştürk, kendi yaptığı böreği tezgâhında satarak, okuyamadan, yoksulluktan çıkmış, önce Türk-İş çatısı altında Genel işkolunda, çıplak ayaklı amele, işçi yürüyüşü efsane, liderliğe, dahası siyasetin en üst kademelerine kadar yükselmiş bir isim. DİSK’e geçişi, 12 Eylül’e yaklaşılan günlerde, sol sendikal yapıların, sosyal demokrat hareketin dışlanmasına tepkiyle.. DİSK’te efsane liderler arasında yerini alması ise 12 Eylül’ün ünlü DİSK’i hedef alan, tüm yöneticilerini işkenceden geçiren, ülkemizde kazanılmış sendikal hakların tangır-tungur edilmesi adına, Marksist-Leninist illegal örgüt olarak suçlanması, yönetim kadrolarının en yukarıdan tabana doğru ağır işkencelerle, yıllar süren yargılamaları yüzünden..

DİSK’in, içinde bile olmadığı yıllardaki, tüm tüzük, kararlarla başlayan tüm yazılı belgelerinin, tüm örgütlü eylemlerinin, grevlerinin, etkinliklerinin, direnişlerinin, 1 Mayıs etkinlikleri de içinde.. Marksist-Leninist illegal örgüt belgeleri olarak yıllar süren mahkeme, sorgulamalarda sorulmasında, galiba haftada iki tam gün yapılan, sabahtan akşama süren sorgulamalarında bir altı ay boyunca hesap vermek zorunda kalan Başkanı olmuştu.

Bir açık, boşluk yakalamak umuduyla yöneltilen şaşırtmaca, tekrar sorularında hiç şaşmadan, sinirlenmeden hesap vermekten yılmamış, dayanışma için uluslararası sendikal örgütlerin lider kadrolarının bile sevgi ve hayranlığını kazanmıştı. Galiba cezaevi işkence yöntemlerinin de katkısı ile çıktıktan sonraki DİSK Genel Başkanlığı yılları çok uzun süremedi. Yine de sonraki dönemin duruşlarıyla, çıkışlarıyla da iz bırakan sendikal liderler arasında yerini aldı.

***

Tarafsız durmaya çalışarak bakıyorum, günümüz DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Genel-İş’in genç başkanı Remzi Çalışkan’a da bakarak, DİSK’in yönetici liderler kadroları babında hâlâ çok şanslı olduğunu düşünüyorum.. Ancak ülkemizde işçi sınıfı haklarına, sendikal örgütlülüğe dönük çok kısa yıllar içinde çok ağır saldırılara bakarak geldiğimiz noktaya bir bakar mısınız?

Cumhuriyet kazanımları, değerlerinin üzerine, 1961 Anayasası ile gelen özgürlüklerin her alanına dönük, fikir özgürlüğünden sendikal haklara, her türden demokratik örgütlenme, özgürlükler adına anayasal, yasal kazanımların üzerine, ülkemizde yaşanan, dünyadaki kazanılmış emek haklarını yakalayan gelişmelerin tümüne bakıyorum da.. 12 Mart tırpan, 12 Eylül güçlü anayasal, yasal operasyonlar, yasaklar, yetmez.. Özalizm, yetmez, 2002 sonrası yasaklar..

Çalışma çağı nüfusumuzun milyonları işsiz, milyonları kayıtlı iş bulamıyor, milyonları toplusözleşme haklarını kullanmak hak götüre, sigortalı iş bulabilmişlerinin yarısının çok fazlası asgari ücretle çalıştırıldığından.. Ortalama ücret anlamına gelmiş asgari ücret için lütfedilip verilecek yıl sonu kararını nefeslerimizi tutmuşçasına Godo’yu bekler gibi beklemekteyiz..

Dişe dokunur bir artış olamayacağının gerçekliğinde, yine lütfedilip Tekadam rejiminin vereceği kararın içinde, artık işverenlerin de çok gür sesle olmasa da istemeye çalıştıkları gibi, asgari ücrette anlamlı bir vergi indirimine umut bağlanmış bulunuluyor. İşveren örgütleri ile Tekadam rejiminin erk kararının komisyonda bu yolda uzlaşmaya varabilmesi iyimser bir çözüm olarak değerlendiriliyor.

Sakın “Sendikalara ne oldu?” anlamına gelebilecek ayıplı bir soruyu sormaya kalkışmayın.. DİSK’in defteri, üyelik babında 12 Eylül yargılamalarının hedef tahtasında olarak dürülmüştü. Ankara’da bir daha toparlanabilecek bir Türk-İş de aslında sağlam bırakılmamıştı. 2002 sonrası iş yasaları budamaları da eklemlenmiş olarak, siyasal İslamcı ittifakların yandaş kayırmacalarında işte bugünlere gelindi..

Şükran Soner / Cumhuriyet 

Ahır Dağı yurtlarını bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından ağlıyor - Okan Toygar / Cumhuriyet

 26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı.



Ailece geçirdikleri tedirgin gecenin ardından, 23 Aralık 1978 sabahı iç sıkıntısıyla uyandı Birgül. Hızlıca üstünü değiştirip ekmek ve çizgili kâğıt almak için erkenden dışarı çıktı. Kömür kokan, soğuk ve kasvetli bir cumartesi sabahıydı. Omuzlarını boynuna yaklaştırarak kabanına sıkıca sarındı. Bakkala doğru yürürken gergin geçen haftayı düşünüyordu. Dört gün önce Çiçek Sineması’na atılan ses bombasından bu yana Maraş’ta sular bir türlü durulmamıştı. 

(1) Gösterildiği her yerde ülkücülerin ilgiyle seyrettiği “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli filme ara verildiği sırada patlayan ve tahrip gücü olmayan bomba, Alevi ve solculara yönelik saldırıları artırmıştı. Patlamanın hemen sonrasında çok sayıda ülkücü “Komünistler Moskova’ya” ve “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla Alevilere ve solculara ait birçok işyerini tahrip etmiş, CHP il binasına saldırmıştı. Ertesi gün, bu kez çoğunlukla Alevilerin gittiği “Akın Kıraathanesi”ne bomba atılmıştı. Bu saldırıda da iki kişi yaralanmıştı. Kentte bombaların yol açtığı gerginlik devam ederken perşembe günü Maraş, acı bir haberle sarsılmıştı. Öğrencilerin ve velilerin çok sevdiği, endüstri meslek lisesinin sol görüşlü gencecik iki öğretmeni okul çıkışı evlerine giderken öldürülmüştü. 

(2) Cuma günü yapılan cenaze töreninde olaylar çıkmış, bu nedenle babası Süleyman Bey eve çok geç gelmişti. Annesi çok endişelenip ağlamıştı. Çünkü cenaze törenine katılıp dönenlerden Ulu Camii civarında toplanan gericilerin “Komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz”, “Kanımız aksa da zafer İslamın” diye slogan attıklarını, ellerindeki taş, sopa, kiremit ve patlayıcı maddelerle cenaze kortejine saldırdıklarını duymuş ve Süleyman Bey’den bir türlü haber alamamıştı. Gece 23.00 civarı eve geldiğinde oldukça tedirgindi babası. Ülkücülerin ve diğer sağcı çevrelerin cenaze töreni öncesinde hem kent merkezinde hem de Sünni köylerde “Cenaze töreninde Alevilerin Sünnilere karşı baskın hazırlığında oldukları, camileri yakacakları, Müslümanları katledecekleri” gibi gerçek olmayan söylentileri yayarak yandaş topladıklarını anlatmıştı. Cuma namazı vaazında Bağlarbaşı Camisi imamı “Bir Alevi öldüren, beş defa hacca gitmiş gibi sevap kazanır. 

Çevremizde bulunan Alevileri, CHP’lileri ve imansız Sünnileri temizleyeceğiz” demişti. Bu grupların kışkırtmasıyla saat 15.00 civarında Ulu Camii civarında başlamış olan olaylar gece yarısına kadar devam etmiş, sayıları binleri bulan gerici güruh, ellerinde silah, balta ve sopalarla Alevilere ve solculara yönelik ölüm sloganları atarak sokaklarda korku salmıştı. Bu nedenle Maraş’taki Alevi ve solcuların gözüne uyku girmemişti gece. Evin erkekleri kapılarda, pencerelerde endişeyle beklemişlerdi. 

YSE Müdürü ve Milli Eğitim Müdürü gece evlerine gelmiş, onları ve üst katta oturan ev sahipleri Suna ailesini kentin dışına çıkarmayı teklif etmiş ancak Musa Suna ve babası, Antep ve Kayseri’den askeri birliklerin gelip müdahale edebileceğini, korkulacak bir şey olmadığını söylemişlerdi. “Benim kimseye bir zararım olmadı. Hep dost edindim. Ben kendime korkak dedirtmem” demişti babası.

EKMEĞE İHTİYACINIZ OLMAYACAK

Bakkala varmıştı Birgül. Hep aynı yerden alışveriş yapıyorlardı. Aslında karşısında her şeyin bulunduğu daha büyük ve temiz bir başka bakkal daha vardı ama babası ısrarla bakkal Cuma’dan alışveriş yapmalarını isterdi. Ne siyasi olarak onların görüşündeydi bu bakkal ne de onların inancındandı ama babası “Diğer bakkal zaten yeteri kadar kazanıyor. Onun müşterisi yeter de artar. Toplumun eşit ve refah yaşaması için bizim de bir şeyler yapmamız gerekir” diyordu. 

Fakirden, ezilenden yanaydı Köy Enstitüsü mezunu ilköğretim müfettişi Süleyman Metin. Birgül, alışverişini yapıp bakkaldan çıkıyordu ki bakkal Cuma yüzüne bakıp “Ekmeği ne yapacaksınız? Senin birazdan olacaklardan haberin var mı?” dedi sırıtarak. Dışarıda toplanmış bir grup da yüksek sesle gülünce Birgül’ün siniri iyice bozuldu. Yürüyerek geldiği yolu koşarak döndü. Eve gelince heyecanla olanları babasına anlattı. 

Kızının bakışlarından ve titreyen sesinden onun çok tedirgin olduğunu anlayan Süleyman Bey, Birgül’ün saçını okşayarak “Endişelenecek bir şey yok kızım, seni korkutmaya çalışmışlar” dedi.

CELLAT, ELİNDE KURAN’LA GELDİ

Cumartesi banyo günleriydi. Kahvaltıdan sonra annesi banyoya girmelerini istedi. Önce Birgül ve ablası Nursel girdi. Birgül, ablasına bakkalda olanları anlatıyordu ki banyonun penceresinden büyük bir taş şiddetli bir şangırtı sonrası ikisinin arasına düştü. Tam o sırada annesinin “Hemen çıkın banyodan, üzerinizi giyinin, evin etrafını kuşatmışlar” diyen sesini duydular ve apar topar kurulanmadan, ne buldularsa giyip çıktılar. 

Öylesine yoğun taş atılıyordu ki evin sallandığını düşündü Birgül. Perdenin arasından baktıklarında ellerinde satır, silah, meşale, taş ve sopa olan büyük bir kalabalık gördüler. Bir yandan da “Maraş, Alevilere ve komünistlere mezar olacak. Kızılbaşlara ölüm” diyerek slogan atıyorlardı. 

Pencerelerin camları tamamen kırılmış, evin içi taş dolmuştu. Perde bir içeri bir dışarı sallanırken kalabalık arasında biraz önce ekmek aldığı, babasının “Yazıktır, fakiri kalkındıralım” dediği bakkal Cuma’yı gördü Birgül. Bir elinde satır, diğerinde Kuran ile onları kesmek için çırpınıyordu. Orhan Kemal’in romanlarından alınmış bir sahneydi sanki o anda gördükleri. Bir yanda ırk, din, mezhep gözetmeksizin insanlara ve olaylara sınıf bilinciyle bakan öğretmen Süleyman Metin, diğer yanda sadece Alevi olduğu için din adına onu öldürmeye can atan bakkal Cuma... Saat 11.30 olmuştu. Dışarıdan atılan meşalelerle perde, divan, kilim ne varsa yanmaya başlamıştı. 

Ortalık dumandan görülmüyordu. Birgül annesi ve kardeşleriyle birlikte içeride odunluk olarak kullanılan penceresiz odada iken babası geldi ve hepsine sarılıp öptükten sonra tekrar salona dönerek dışarıya doğru “Teslim oluyorum. Çocuklarıma, eşime dokunmayın, namusuma dokunmayın. Ben size kendi canımı vermeye hazırım” dedi. Babasının Birgül’ü kahreden bu son sözlerinden sonra evin içi bir anda gözü dönmüş saldırganlarla doldu. 

Bunun üzerine dört kız kardeş ve anne Gülnaz Hanım da bulundukları yerden çıkarak salona geldiler. Saldırganlar sopalarla babasının sırtına, kafasına vuruyorlardı. O sırada iki el silah sesi duyuldu. Süleyman Metin kalbinden aldığı yara ile çocuklarının ve eşinin gözü önünde kanlar içinde yere yığıldı. Annesi, “Süleyman! Süleyman!” diye bağırarak babasının üzerine kendisini atmıştı ama babası hiç tepki vermiyordu. İyi bir insanı, deneyimli ve idealist bir öğretmeni öldürmüştü yobazlar. Bu arada yangın her yeri sardı. 

Büyük bir gürültüyle mutfaktaki tüp patladı. Saldırganların “Bırakın yansın, o Kızılbaşı toprak bile kabul etmez” bağırtıları arasında annesi ve kardeşleriyle birlikte babasını çeke çeke dışarı çıkardılar. Henüz yedi yaşına bile basmamış olan evin en küçüğü Hürriyet, dizleri üzerine çökmüş, elleriyle babasının saçlarını düzeltiyor, onunla konuşuyor, ağlıyordu. 

Saldırganlardan birisi Hürriyet’i kollarından tutarak havaya kaldırdı ve “Ne dersiniz bunu da babasının yanına yollayalım mı” diye sordu. Meydanda toplananlar kahkaha ile gülerek “Yolla, yolla” diye bağırıyordu.

ÖRGÜTLÜ BİR KATLİAMDI

23 Aralık 1978 Cumartesi günü Alevilerin yaşadığı hemen her mahallede, her evde benzer olaylar yaşanıyordu. Gözü dönmüş güruh, tekbir getirerek insanları çocuk, kadın, hamile, yaşlı demeden silahlarla, keserlerle, satırlarla hunharca katlediyor, evleri yakıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Tam bir vahşet yaşanıyordu. Saldırganlardan bazıları bir yandan elindeki Kuran’ı sallayarak “Müslüman Türkiye” diye bağırırken bir yandan da evlerdeki eşyaları yağmalayıp bileziklerini almak için kadınların kollarını kesiyordu. O korkunç gün, silah sesleri sabaha kadar devam etmiş, yanan evlerden yükselen alevler gökyüzünü kızıllaştırmıştı. 

İki gün daha sokaklarda kol gezen kıyıma güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yaşanan ne Alevi-Sünni çatışması, ne de sağ-sol çatışmasıydı. Yaşanan örgütlü ve planlı bir katliamdı. Alevi, solcu yüzlerce masum insan göz göre göre vahşice katledilmiş, yüzlerce insan yaralanmıştı. 

Bir de görünmez yaralılar bırakmıştı bu katliam geride. Gözleri önünde babası linç edilen ilkokul birinci sınıf öğrencisi Hürriyet, “Mahmut bunlar bizi sağ komazlar, çocuklarıma yapacakları kötülükleri görmektense beni sen öldür yalvarırım” diye haykırdıktan kısa süre sonra oğlunun kurşuna dizilmesini gören, kendisi de aldığı kurşunlarla felç olan Ümmühan Duman, kesilmiş kolları ve bacakları ile birlikte kazanda kaynatılmış olan oğlu Ali’yi dört gün sonra elleriyle kazandan çıkaran anne Döne Tıraş ve yüreği hâlâ kanayan, yaşamı boyunca acısının etrafında dönüp duran daha nice ana, baba, kardeş, evlat... 

26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı.

Okan Toygar / Cumhuriyet

KAYNAKÇA:

(1) 19 Aralık 1978 akşamı Çiçek Sineması’na bombayı koyanların ülkücüler olduğu sonradan ortaya çıkmıştır.

a. Orhan Tüleylioğlu Kahramanmaraş Katliamı. um:ag Vakfı Yayınları 2013;33 ve 166.

b. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 25.40 – 26.20 dakikaları arasında ETKO sanığı İsmet Çalışır’ın itirafı yer almaktadır).

(2) Öğretmenler 21 Aralık 1978 tarihinde öldürüldüler. Cenaze töreninin Cuma günü yapılması için katledilmeleri özellikle Perşembe gününe denk getirilmişti.

a. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 27.00 – 27.54 dakikaları arası).


Bir zamanlar 'faşistlik' marifetti - Kemal Okuyan / SOL

 Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…

Son günlerde herkes birbirine “faşist” demeye başladı. 

İspanya’nın eli kanlı diktatörü Franco, İtalyan faşisti Mussolini ve de Adolf Hitler olumsuz referanslar olarak güncel polemiklerin merkezine oturdu. 

Erdoğan bile muhalefeti sık sık faşistlikle suçluyor. Daha geçenlerde “Ağızlarını her açtıklarında demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten bahsedenlerin AK Parti'ye ve Cumhur İttifakı'na yönelttikleri tehditlere baktığımızda katıksız bir faşizmin izlerini görüyoruz” deyiverdi.

Önceden her konuda “komünist kafası, komünist zihniyeti” diye yaftalamayı tercih ederdi. Ancak komünizmin toplumda eskisi kadar “olumsuz” bir çağrışım yapmadığını farketmiş olmalı ki, karalamak için “faşist”te karar kıldı.

Yılların antikomünizmi işe yaramamış demek ki. Dünyada komünistler olmasaydı bugün alabildiğine meşru hale gelebilecek olan “faşizm”in sağcıların ağzında bir itham sözcüğüne dönüşmesini görmek her şeye rağmen sevindirici.

Bir yandan da davalar açılmaya devam ediyor. İktidar tarafından ölene, yaşayana, “faşist”, “beşinci kol” ve benzeri sıfatlar yakıştırılması anlaşıldığı kadarıyla suç teşkil etmiyor. Tersi ise, bu ülkede siyaset yapıp kalem oynatan, hatta bunları dahi yapmayıp sokakta kendi kendine mırıldanan herkes için mahkumiyet nedeni. 

İsim zikretmeyip ima etmek ya da ortaya konuşmak da çözüm değil. Bazı mahkumiyet kararlarında “her ne kadar sanık açıktan isim vermese de …” ile başlayan bir gerekçelendirmelerle karşılaşılıyor. “Her ne kadar isim verilmese de, biz kimin kastedildiğini anladık” dercesine…

En son, Türkiye siyasetinde çok alışkın olmadığımız bir isim gündeme geldi. CHP’li Özgür Özel Erdoğan’ın muhalefet için yaptığı “beşinci kol” benzetmesini yanıtlarken, bu nitelemeyi Franco’nun kullandığını hatırlatarak Erdoğan’ı Franco özentisi olmakla suçladı. Dava gecikmedi elbette.

Acaba Fahrettin Altun’dan rica etsek, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bir kılavuz yayınlasa ve “devlet büyükleri”ni kimlere benzetmenin uygun olduğunu ahaliye ilan etse!

Örneğin “seni Churchill düşkünü seni” diye çıkışmak suç mudur ya da “sizin içinize Cengiz Han kaçmış” demek? Veya iktidara “asıl beşinci kol sizsiniz” dendiğinde bu hakaret kapsamına girer mi? Girerse mahkemede “ben Kanadalı müzik grubunu kast etmiştim” savunması işe yarar mı? Bu bağlamda son sorum şu: “HDP kapatılsın” demekle “AKP kapatılsın” demek arasında hukuken nasıl bir ayrım var?

Aslında tek başına bu sorular bile liberal koronun desteğinde ülkeyi özgürleştirme iddiasıyla iktidar olan AKP’nin “başarı öyküsü”nü ortaya koymaya yeterli.

Güncel haberlere şöyle bir göz gezdirdiğinizde hemen göze çarpıyor hükümetin siyasetin ve temel hak ve özgürlüklerin alanını her geçen gün daha da daraltmak istemesi. 

Dün sabah üç milletvekili hakkında fezleke haberi vardı, sonra sayı yediye çıktı ve belki daha da artacak. Yine dün belediyelerden sonra derneklere de kayyım atamak için hazırlanan yasa Meclis Komisyonu’ndan geçti. Örneklerin sonu gelmez.

Peki bu ne anlama geliyor?

Bu soruya yanıt vermek yerine madem bu kadar popüler, şu kimsenin sahiplenmediği, herkesin bir ötekini benzemekle suçladığı faşist iktidarların bir özelliğine yakından bakalım.

Zamanında bu örneklerin hepsi çok ciddi kitle desteğine sahipti, dahası kendilerine meşruiyet alanı açan gerekçelere yaslanıyorlardı. Eğer, Sovyet halkı Hitler faşizmini alt edip Berlin’e orak çekiçli kızıl bayrağı çekmeseydi, faşizm bugün bir “hakaret” sözcüğüne dönüşmeyecekti; belki de bir olasılık insanlığın 1933 sonrasında yaşadığı kanlı kabus çok ama çok uzun bir süreye yayılacak, hatta bugüne kadar uzanacaktı.

Mussolini İtalya’daki kaos, dağılma hali ve çürümeden rahatsız olan milyonlarca İtalyanın aklını çelmişti. Dahası Birinci Dünya Savaşı’nın kazananları safında olup sonrasındaki paylaşım sırasında kazık yediğini düşünenlere de “haksızlığı düzelteceğiz” müjdesini vermişti. 

Hitler’in yükselişi ise tam bir kitlesel çılgınlığa dönüştü. Naziler büyük Alman tekellerinin desteğinde Alman ulusuna Birinci Dünya Savaşı’nın rövanşını almayı ve Versailles anlaşmasının dayatmalarını çöpe atmayı vadederek iktidara geldi. İngiliz ve ABD emperyalizmi ise bu meydan okumaya göz yumduğu gibi Alman faşizmini Sovyetler Birliği’ne karşı bir silah olarak kullanma sevdasıyla, zaman zaman el altından desteklemekteydi. 

Özetle, Mussolini ve Hitler, muazzam bir demagojiyle kendilerine meşruiyet alanı yaratarak peşlerinden on milyonlarca kişiyi sürüklemeyi becerdi. Franco da faşizmin Italya ve Almanya’da elde ettiği prestij ve güçten yararlanarak ülkedeki Cumhuriyetçilere karşı zaferini ilan etti.

Evet, meşruiyet alanı diyorum. AKP’liler kendilerini savunurken İsmet İnönü’nün faşist Almanya ve İtalya ile ilişkilerinden söz etti. Tekrar olacak, faşizmin bugün utanç verici bir olgu haline gelmesi ona sosyalizm ve büyük insanlık tarafından diz çökertilmesi sayesindedir. Yoksa savaşın başlangıcına kadar Mussolini ve Hitler uluslararası alanda bayağı kabul görüyordu. Franco ise özellikle İngilizler sayesinde hep “itibarlı” biri olageldi. Bu açıdan İsmet İnönü’nün faşist liderlerle görüşmesi dönemin ruhuna fazlasıyla uygun.

Öte yandan, bazı CHP’lilerin İnönü’yü savunacağız diye tarihsel gerçekleri görmezden gelmesi de bir tuhaf. Ankara Almanya 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırıp, işgale kalkıştığında “tarafsızlığı” bir kenara koyup Almanya’yı “fiilen” destekleyen bir tutum aldı. İnönü’nün kişisel olarak, Almanya’nın Sovyetlerin sonunu getirme olasılığından fazlasıyla heyecanlanıp mutlu olduğunu da biliyoruz. Savaşın en zorlu yılları olan 1941-42’de Türkiye’de Almancılık resmi bir devlet politikası haline gelmişti. Bu utancı “dış politika ustalığı” ile açıklamak anlamsız. 

Ne ilginçtir, Sovyetler Birliği ile aynı döneme doğan, kuruluş sırasında Bolşeviklerle yakın işbirliğine giden 1923 Cumhuriyeti’ne en ağır darbeleri indiren karşı devrimci bir siyasi partinin temsilcileri, ana muhalefet partisini bir dönemin en acımasız karşı devrimcileri ile yakınlık kurmakla itham ediyor!

O zaman sormakta yarar var.

Faşizm nedir?

Faşizm, sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı açık, sınır tanımayan ve bizim burjuva demokrasisi dediğimiz göreli özgürlük alanını ortadan kaldıran diktatörlüğüdür ve açık anti komünizmdir. 

Başkalarına “faşist” demeden önce herkesin kendini bu tanıma göre gözden geçirmesinde yarar var. Yönelime, niyete, gidişata, kendi yaptıklarına bakarak… 

Ha, bir de sınırlarını bilmek gerekiyor. Tarihten verilen örneklerde, özel koşullar denk geldi, kanlı diktatörlükler kendilerine meşruiyet alanı açtılar. Hiç değilse bir süre. Eğer buna özenenler varsa, sıfırlanan bir meşruiyetle nereye kadar gidebileceklerini iyi düşünmeliler.

Faşistlik kolay ve bütün dünyada yaygın bir özellik. Ancak faşist bir diktatörlüğü yerleştirmek için faşist olmak yeterli değil. Sermaye sınıfının gereksinimleri, güçler dengesi, toplumsal dinamikler, uluslararası koşullar, bu ve benzer parametreler hesaba katılmak zorunda. Kapitalizm bütün dünyada özgürlüklere ve emekçi halka saldırıyor; neredeyse bunun istisnası yok. Buna “şimdilik” faşizm denmemesi, böyle bir tehlikenin olmadığı anlamına gelmiyor. Yine de işçi sınıfı ciddi mevziler yitirmiş olsa da sermaye sınıfının da gücünün ve yapabileceklerinin bir sınırı var. En önemlisi, “faşizm” yalnızca bir adlandırma olarak değil, yaygın uygulamalarıyla bugün insanlığın kolay kolay kabullenmeyeceği bir pratik olmaya devam ediyor. Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…

Kemal Okuyan / SOL