Siyasi iktidarın güncel siyasi sorunlara ve genel olarak dahil olduğu tartışmalara dair argümanları artık basit mantık kuralları seviyesinde bile kolaylıkla çürütülebilecek noktaya gerilemiş durumda.
Arsızlıkla çaresiz bir çırpınma arasında gidip gelen bu savunmalar, iktidar adına konuşan yazan kesimlerde de görünüyor.
İktidardaki kan kaybına rağmen bu savunma argümanlarının halen kendi tabanında ve maalesef bazı muhalif kesimlerde bile yankı bulabildiğini görüyoruz. Boğaziçi öğrencilerinin tepkilerine dönük saldırıları bu basit mantık yürütmeleriyle değerlendirmek daha faydalı olabilir:
ATAMALAR HEP BU YÖNTEMLE YAPILIYOR
Anayasa’nın ve yasaların cumhurbaşkanına/idareye verdiği atama hakkı nedeniyle yapılan işlemler, eleştirilemez karşı çıkılamaz değildir. Bu savunmayı yapanlarının geçmişlerinde bu yönlü çok itirazlar vardır. Kaldı ki öğrencilerin ve itiraz edenlerin de toplantı ve gösteri yürüyüşü hakları ile ifade özgürlükleri anayasal haklarıdır. Üstelik tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış temel haklardandır. Bugüne kadar yapılan atamaların aynı yöntemle yapılması yapılan işlemi eleştirilmez kılmaz. 12 Eylül hukuku ile getirilmiş, OHAL kararnamesi ile katmerlenmiş bir durum söz konusu.
BOĞAZİÇİ ÖĞRENCİSİ OLMAYANLAR KATILIYOR
Bu durum olsa olsa övünülecek bir şey olabilir. Bu ülkede yaşayan herkesin hele hele gençlerin bir başkasının sorununa ilgi gösterip protesto gösterilerinde bulunmalarını, değil suç olarak göstermek kınayamazsınız bile. Aynı bakış açısıyla bırakın ülkedeki sorunları haklı olarak Filistin için, Azerbaycan için, Uygurlar için yapılan gösterileri ne yapacaksınız? Kayyum rektör lehine polis korumasında yapılan gösterilere katılan kişilerin kaçı Boğaziçi öğrencisiydi acaba?
“BAŞINI AŞAĞI EĞ" DEĞİL "AŞAĞIDAN" DENİLDİ
Ne fark eder? Velev ki aşağıdan denilmiş olsun; polisin böyle bir zorlama yapmaya ne hakkı var. Öğrencilerin nereden, nasıl ve kaç kişi olarak yürüyeceklerine o tonda ve zorla müdahale edilmesinin hukuki hiçbir gerekçesi olamaz. Gençliğin başının dik olması geleceğimizin güvende olması anlamına gelir.
Eylemlere LGBTİ+’lar da katılıyor.
İyi ki katılıyorlar. LGBTİ+’lar bu ülkenin eşit yurttaşlarıdır ve ayrımcılığa maruz bırakılamazlar. Varlardı, varlar, var olacaklar. Cinsel yönelimlerin sapıklık, hele hele hastalık ve sanki propaganda ile yayılan bir tercihmiş gibi ele alınması ilkellik ötesi nefret söylemidir.
KAYYUM REKTÖR LİYAKATLİ
Doktora tezi ve yüksek lisans tezi ile ilgili olarak intihal iddialarına doyurucu bir yanıt verememiş bir akademisyen söz konusu. “Altı ayda nükleer silah üretmekten” bahseden, sınır ötesi operasyonları “yeni silahların denenmesi için bir fırsat” olarak gören, “Bir ufak çatışmada bizim bir roketimiz gitse bir gemiye vursa, herkes de görse” diyen bir kişinin hangi kriterlerle liyakatli kabul edildiği açıklanmaya mecburdur.
YASAKLAMALAR PANDEMİ NEDENİYLE
En komik gerekçe bu sanırım. Tıklım tıklım il kongreleri ve siyasi toplantı yapanlar bu gerekçeye de sığınıyor. Kayyum rektör lehine yapılan gösterilere uğramayan pandemi, protestolara musallat oluyor!
KUTSALA SALDIRILMIŞTIR
Söz konusu posteri hazırlayan kişinin posterin altına yazdığı yorumu okuyan hiçbir kimse bu anlamı vermemeliydi.Beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz ama kriminalleştiremezsiniz de. Muhalefetin bu gerekçe ile gençlerin meşru talep ve protestolarını göz ardı edip olayı tam da iktidarın son sığınağı olan inanç alanına çekmesi kabul edilemez.
(II)
Önceki yazımda Boğaziçi direnişine iktidarın verdiği tepkilerin basit mantık yürütmeleriyle bile nasıl kolaylıkla çürütülebileceğine değinmeye çalışmıştım. O yazıda “ne yapmalı?” kısmının boşlukta kaldığı açık. Kuşkusuz bu devasa soruyu tamamıyla karşılayacak bir yanıtı formüle edecek durumda değilim. Boğaziçi direnişi çerçevesinde “ne yapmalı?” sorusuna bir yanıt arayışına katkı olabilir ancak yazdıklarım.
Daha önce gazetemizde Bülent Usta kısaca “folk siyaseti” kavramına değinmişti. Özellikle küreselleşme karşıtı hareketlerle ilgili olarak “folk siyaseti” olarak özetlenen, eylemin fetişleştirilmesi tutumunun, bir kısım muhalif kesimlerde/partilerde yegâne siyasi pratik haline dönüştüğünü görüyoruz. Bu tutumun da demokratikleşme, eşitlik ve özgürlük mücadelesine orta vadede büyük bir fayda sağlamayacağını daha önce ülkemizde de deneyimlemiştik.
Baro Başkanlarının, savunma mesleği ve hukuk devleti için çok önemli kazanımlara dönüştürülebilecek tarihi direnişi buna en iyi örnektir. Örgütlü yapıların ve siyasi partilerin, eylemcilerin istemediğini söyleyerek, “siyasallaştırmayalım” diyerek aldıkları tutum bir yandan direnenleri çıplak şiddet karşısında yalnızlaştırıyor, diğer yandan itiraz eden her kesimi kendi dar isteklerine hapsediyor. Günün sonunda eylem yorgunu, yenilmiş, özgürlüğünden olmuş, sabıka kayıtları ile yıldırılmış, ülkeden umudunu kesmiş gruplar kalıyor elde. Bireysel olarak destek veren siyasiler ise kişiliklerini ve kendi vicdanlarını korumakla birlikte, iktidar tarafından kolaylıkla şeytanlaştırılabiliyor. Örgütlü politik mücadelenin önemi yok sayılıyor.
Bu tutumlar nedeniyle Adalet Yürüyüşü ve Adalet Kurultayı hatta belli oranda Gezi süreci de kitlesellikleri ve önemleri ile uyumlu kazanımlara dönüştürülemedi maalesef.
Oysa iktidar her bir itiraz ve direnişten deneyim biriktirerek çıkıyor. Güvenlik, izleme/dinleme, sansür ve propaganda aygıtlarını daha da işlevsel hale getiriyor. Yargıyı bile buna göre dizayn ediyor.
Gelelim “ne yapılmalı?” sorusuna.
Öncelikle Boğaziçi direnişinin ülkenin tüm sorunları ile ilişkilendirilebilecek dinamikler içerdiğinin farkına varmak gerek. En önemlisi özerk ve demokratik üniversite mücadelesinin siyasi partiler tarafından da gündeme alınması gerek. Sadece Boğaziçi öğrencilerini ve akademisyenlerini değil, tüm akademiyi kapsamalı bu talep.
AKP/MHP sonrasının sorunlarından birisinin bürokrasinin aldığı yeni zihniyet olacağı görülmeli. Bürokratların bulundukları pozisyonları hizmet makamı olarak değil; iktidarın kendilerine bahşettiği bir ayrıcalık, hatta o koltuğun kendileri için var olduğunu düşündürten bir zihniyet bu. Cepheden eleştirilmeli, tutum alınmalı. Bu anlamda tutarlı olunmalı. Devr-i sabık yaratmayacağız, yaklaşımıyla doğru bir gelecek inşa edilemez. Bir yandan haklı olarak “militan” söylemi ile eleştiri getirip diğer yandan Kadir Topbaş güzellemeleri ile yapılamaz bu eleştiri. Görevdeki dürüst ve liyakatli bürokrasiye yılgınlık verir bu yaklaşım.
İktidarın propaganda aygıtının artık sadece sosyal medyada değil, tüm mecralarda yankı odasına hapSOLduğunun fark edilmesi gerek. Bu anlamda, provokasyon, inançlara saldırı, terörist gibi kavramlara da cepheden karşı çıkmak gerek. Nitekim Gara katliamı sonrası çekingen olsa bile eleştirel tutum iktidarın ayarlarını bozmuştur.
İktidarın öteden beri sıkıştığında heybesinden çıkardığı LGBTİ+ düşmanlığına yüksek sesle karşı çıkılmalı. Genç kuşaklardaki tutum değişikliği iyi okunmalı.
Bilimi, birlikte barış içinde yaşamı ortadan kaldıran, beyin göçünü hızlandıran umutsuzluğa ateş taşıyan elitizm eleştirilerine pabuç bırakmamak gerek. Başta Boğaziçi direnişi olmak üzere her bir itirazın “halkın gerçek gündemi” bu değil denilerek, demokrasi özgürlük eşitlik mücadelesinin parçalanmasına izin vermemek gerek.
Kuşkusuz Boğaziçi direnişi benzeri direnişler saymaya çalıştığımdan çok daha fazla olanaklar sağlıyor ülkemize. Ancak kitleselleşmeyen ve siyasallaşmayan hiçbir talebin de kazanıma dönüşmediğini fark etmemiz gerek. Öncelikle iktidara talip olanlar, bu taleplerle iktidar perspektiflerini örtüştürmek zorunda. İhtiyaçları ise her zaman dediğim gibi biraz daha cesaret.
Bu yazıdan sonra Berak Albayrak ayrıldı; yeni ekonomi yönetimi, “IMF’siz bir IMF reçetesi”ni benimseyen bir söylemle göreve başladı.
2020’nin ödemeler dengesi tablosu yayımlandı. Türkiye’nin son dört yılı, dış dünya ile bağlantılarda iki kriz içerdi. Bu yazıda bu krizlere, ödemeler dengesi verilerini kullanarak göz atacağım ve son iki yıla odaklanacağım.
Bozulan dış dengeler, ilk kriz
2017-2018’de Türkiye’nin dış dengelerinde sert değişimler gerçekleşti.
2017’de Batı ekonomilerinin büyüme temposu yükseldi; 2010 sonrasının zirvesine çıktı. “Güney” coğrafyasına dönük sermaye hareketleri de hızla arttı. Türkiye de 2017’de canlanan sermaye akımlarından payını aldı. 2018’de ise dünya ekonomisi ve uluslararası sermaye hareketleri yeniden durgunlaştı. “Yükselen piyasa ekonomileri”nden sermaye çıkışları başladı.
Bu tarihlerde AKP iktidarı, Türkiye’yi 2015 ile başlayan; 2019 sonuna kadar uzayacak olan bir seçim konjonktürü içinde yönetmeye çabalıyordu. Erdoğan, neoliberal modelin finansal istikrar reçetesi ile çatışmaktaydı. 2018 seçimi arifesinde de “faiz lobisi” ile kavgasını, şahsen Londra’ya taşıdı.
Haziran seçimlerinden sonra Merrill Lynch’ten transfer Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in görevden alınması, uluslararası finansal çevrelerde AKP’ye dönük güven duygusunu iyice sarstı; yabancı sermaye çıkışları tetiklendi.
2017 ve 2018’de Türkiye ekonomisinin dış dengelerindeki değişiklikleri milyar dolar olarak (ve ondalıkları atlayarak) aktarayım:
Yabancı sermaye: +49 → +14. Cari işlem dengesi: -47 → -28. Rezerv hareketleri: -8 → -10…
Dış finansman açığı, ilk iki kaleme, yerli sermaye çevrelerinin ülke dışına kaynak aktarımları ve kayıt dışı akımlar da eklendikten sonra oluşur. Bu açık, 2017 ve 2018’de TCMB rezervlerinde 8 ve 10’ar milyar dolarlık (“ılımlı”) erimelerle karşılandı.
2018’de dış kaynak akımlarında sert daralma, ekonomiyi önce bir döviz krizine, Ekim’den itibaren küçülmeye sürükledi. Millî gelir dokuz ayda (Ekim 2018-Haziran 2019’da) yüzde 2,3 oranında daraldı.
Son dört yılda dış gerilimlerin tetiklediği ilk krizin panoramik görüntüsü budur.
2019-2020: Önce “normalleşme”, sonra yeni gerilimler…
2019, bir önceki yılın döviz krizinin baskısı altında ekonomi yönetiminin “hizaya geldiği” yıldır. 2018 sonbaharında “IMF’siz bir IMF programı” olan 2019-2021 YEP belgesi ve Orta Vadeli Program yayımlandı. TCMB politika faizlerini yüzde 24’e çekti.
Finans kapital, bu adımları “normalleşme”” olarak gördü; 2019’da “ödüllendirdi”. Yabancı sermaye akımlarını bir önceki yıla göre yüzde 50 (14 milyar → 21,5 milyar) yükselltti.
2020’de ise ekonomi yönetimi, dört aşamalı, çalkantılı bir seyir izledi.
İlk üç ayda, YEP’in 2019-2021 hedefleri fiilen terk edildi. TCMB’nin politika faizleri enflasyonun altına çekildi.
İkinci üç ayda, salgına karşı alınan kapanma ve destek önlemleri öne çıktı.
Haziran-Ekim döneminde ise, 2019 başındaki yöntemlere dönüldü. Örneğin, dolar fiyatını 6,85 TL’nin altında tutabilmek için, TCMB’nin döviz rezervleri harcandı. Bu dönemde yabancı sermaye “net çıkış”a yöneldi; borsadan çıkan yabancıların kur riskleri (ucuz döviz sağlanarak) üstlenildi.
Kasım başında ekonomi yönetiminin değişmesi, TCMB faizinin enflasyon üstüne çekilmesi, finans çevrelerini sakinleştirdi. Salgın sonrasında Batı merkez bankaları yeni ve astronomik bir likidite genişlemesi başlatmıştı. Bu ivme, 2020’nin son iki ayında Türkiye’ye de yansıdı.
Dışsal gerilim ve uyumun nicel görünümü
2019-2020’de ödemeler bilançosunun ana kalemleri, aşağıdaki tabloda yer alıyor. Ekonomiyi son dört yılın ikinci krizine sürükleyen dış etkenleri burada gözlüyoruz.
2019-2020: Dış kaynak hareketleri: Milyar dolar
(*) Net sermaye = Yabancı, yerli, kayıt dışı sermaye hareketlerinin toplamı
Son sütun, bu kalemlerde 2020 ve 2019 arasındaki farklardan oluşuyor. Buradaki “eksi” değerler, bir yıl içinde ekonominin dış hesaplarındaki olumsuz değişimleri ifade ediyor. Bunlarla başlayalım.
Yabancı sermaye hareketleri, 2020 boyunca yarı-yarıya düşmüş; bir önceki yıla göre ekonomiye 10,8 milyar dolarlık negatif bir dışsal şok taşımıştır. Neoliberalizmin finansal ilkelerini tutarsız, yarım-yamalak yöntemlerle çiğneyen Albayrak döneminin uygulamaları ana nedendir.
2020’nin ilk on ayında “ucuz” dolar karşılığı tahvil, hisse senedi satarak çıkan; son iki ayda pahalı dövizle tekrar borsaya dönen portföy yatırımları “net çıkış” göstermiştir.
Bu olumsuz hareketi üç akım telafi etti: Çoğu gayri menkul alımlarından oluşan doğrudan yatırım girişleri; borç yaratan sermaye akımlarının (bir önceki yıla göre azalarak da olsa) süregelmesi ve yabancıların efektif ve döviz mevduatı toplamında artış… Bu son kalem, herhalde, borsadan çıkan ve “dönüş” için uygun zamanı kollayan spekülatörleri de içerir.
Cari işlem açığı, 2020’de tırmanıyor; bir önceki yıla göre 43,5 milyar dolarlık bir dışsal şok oluşturuyor. 2019’daki küçülmeyle bağlantılı dış fazla yok olmuştur. Uluslararası kuruluşlar 2020 sonrasında Türkiye’de cari açıkların süregeleceğini öngörüyor.
2020’deki cari açığın dörtte üçü dış ticaretten kaynaklanıyor. Korona salgınının etkisi ortadadır: Turizm gelirlerini içeren “hizmet ihracatı” 2019/2020 arasında yüzde 46 daralmıştır. Ancak, son iki yılda TL’nin değer yitirmesi, ithal ikamesini ve ihracatı kamçılayamamıştır. “Mal ihracatı” yüzde 8 oranında gerilemiş; bu olumsuz değişim, ithalatta da yüzde 4’lük artışla pekişmiştir.
Ekonominin, yapısal dış bağımlılığı süregelmektedir.
Resmî rezervlerde 2020’de gerçekleşen (32 milyar dolara yaklaşan) erime, 2019’la karşılaştırılırsa 38,2 milyar dolarlık bir dışsal şoka yol açıyor (satır 5, sütun 3). Bu sayı, TCMB’nin brüt rezervlerindeki değişimi içeriyor.
Dış dengelerdeki telafi yükü, büyük ölçüde Merkez Bankası rezervlerine yıkıldı. 2020’deki boyutuyla dış açıkların TCMB tarafından finansmanı sürdürülemez; tümüyle yanlıştır. Nitekim, yeni Başkan da, TCMB rezervleri üzerinde denetimin, disiplinin yeniden sağlanacağını vadetmiştir.
Meslektaşımız Hayri Kozanoğlu, TCMB’nin swap işlemlerinden arındırıldıktan sonra hesaplanan net rezervlerin bir yıl içinde 65,5 milyar dolar eridiğini; “eksi 47,1 milyar dolara ulaştığını” belirliyor ve bu erimenin izlerini sürüyor (Birgün, 16 Ocak). Bu önemli yazının bulgularına girmeyeceğim. Sadece, özel sektör dış borçlarının belli ölçülerde devlet borçlarına dönüştürülmesinde Merkez Bankası’nın da yer aldığını belirteyim.
Yerli ve kayıt dışı sermaye ise, dış dünyaya kaynak aktarımını 2020’de bir miktar azaltmış; böylece dış dengelerdeki bozulmayı kısmen frenlemiştir.
“IMF’siz IMF reçetesi” yeniden…
Bu yazıya son verirken, Kasım 2020’deki döviz krizinin son aşamasında Sol Haber’de yayımlanan bir yazımdan alıntı yapacağım:
“Finans kapital pusudadır. Bir IMF reçetesi bekleniyor. Tercihan IMF kredileri ve denetimiyle… IMF olmazsa, sıcak para spekülatörlerinin izlediği Fitch, Moody’s, gibi kurumların gözetiminde… Kamu maliyesinde (“faiz dışı fazla” hedeflerine dayanan) kemer sıkma ve en azından iki yıllık küçülme göze alınırsa…”
Bu yazıdan sonra Berak Albayrak ayrıldı; yeni ekonomi yönetimi, “IMF’siz bir IMF reçetesi”ni benimseyen bir söylemle göreve başladı.
Gözetim, sözünü ettiğim finansal kurumlardadır. Ne var ki bunlar, salt finansal göstergelere odaklanır; “kamu maliyesinde kemer sıkma” ile pek ilgilenmez. Bu istisna, ekonomi yönetimi üzerindeki dışsal denetimi sınırlı tutar; Saray’ın da işine gelebilir.
Bu çerçeve yerleşirse, büyüme öngörüsü de değişir: Uzun vadeli durgunluk ve bugünkü toplumsal bunalımın süregelmesi…
Anadolu Federe İslam Devleti adlı yobaz örgütlenmesinin halifesi olduğunu ifade eden Metin Kaplan 12 yılın ardından cezaevinden tahliye edildi.
Özellikle 90'lı yıllarda anaakım medyada laikliğe, cumhuriyete, Mustafa Kemal'e ettiği haraketlerle hatırlayanlar olacaktır onu. AKP Sivas Katliamı'nın sorumlularını nasıl kurtaydıysa, namlı bir yobazı daha özgürlüğüne kavuşturdu.
Milli Selamet Partisi tedrisatından yetişen eski Adana müftüsü Cemaleddin Kaplan'ın oğlu olarak 1992'de Almanya'ya turist vizesi ile gelip, siyasal sığınmacı talebinde bulunarak yerleşik hale geçen Metin Kaplan'ın Cemaleddin Kaplan'ın oğlu değil, yeğeni olduğu Alman basınında işlendi. Bu bilginin magazin ötesinde değeri var. Der Spiegel(*), Metin Kaplan'ın Cemaleddin Kaplan'ın kızkardeşinin oğlu olduğunu ve kendi oğlu olmadığı için evlatlık edinerek üzerine kaydettirdiğini yazdı.
Zaten kendi soyadından da memnun olmayan Cemaleddin Kaplan, soyadını ''Hocaoğlu'' olarak değiştirmişti. Meselenin magazin boyutu ile ilgili değiliz. Ancak İslamcı kesimde soyadını değiştirme merakı öyle böyle değildir. Ana akım medyada sahne duası yaptıran Necmettin Nursaçan'ın soyadının da bu meraktan kaynaklandığını söyleyip geçelim.
Alman istihbaratının beşiğinde büyüdü
Metin Kaplan, İslamcı yobazlığın Almanya ayağında palazlanmış bir figürdür. Teşkilatını babadan devralmış, Alman istihbaratının beşiğinde büyümüş, siyasal islamcılığın bereketli atmosferinde boy atmıştır.
1980 öncesi siyasi ortamada Cemaleddin Kaplan MSP milletvekiliği adaylığını kazanamaması sonucu Adana müftülüğüne atanır. Diplomaları kesin olarak sahtedir ama Necmettin Erbakan'ın teveccühüne naildir. Yolu açılmıştır. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında MSP'nin yurt dışı örgütlenmesi olan Avrupa Milli Görüş Teşkilatları (AMGT) için görevlendirilir. 1982'de kısa süreliğine İran'a gider. İran devleti ile sıkı ilişkiler geliştirir. Almanya'ya döndüğünde Milli Görüş teşkilatı içinde ''Barbaros Harekatı'' yaparak, AMGT'den cemaati ile ayrılır. ''Ümmeti Muhammed'' adında dergi çıkartır. Parti üyesi olmayı, seçimleri, cumhuriyeti, laikliği reddeder.
Tebliğ çalışması sonrasında silahlı kalkışma stratejisini siyasal çizgi olarak gündemine alır. Köln merkezli hareket büyümeye başlar. İran anayasasını andıran çıkışları üzerine dönemin faşist darbe lideri Kenan Evren tarafından ''kara ses'' ilan edilir. Belli ki, İran ile ilişkiler Evren cuntasını rahatsız etmiştir. Cemaleddin Kaplan için ''Türk Humeyni'' nitelemesinin yaygın şekilde yapıldığını hatırlatmakta yarar var.
Alman istihbaratının olağanüstü desteği ile Köln'deki bu küçük tarikat, ''Hakk TV'' gibi uydu yayını yapan bir propaganda aracına kavuşmuştu. Cemaate ait camilerin yanlarında açılan ''Kar-Bir'' marketleri vergiden muaf ciddi mali kaynaklar olarak işlevlenmişti. İran devletinin dolaylı desteği, Alman istihbaratının ön açıcı altın eli sayesinde cemaat hızla büyüyerek Belçika, Hollanda, Avusturya ve İsviçre'ye uzanan bir hacme ulaştı.
Cemaatte yarılma ve cinayet
5 Mayıs 1995'de Cemaleddin Kaplan'ın ölümü üzerine ''Emirül Mümin ve Halifetül Müslimin'' olarak 'seçilen' Metin Kaplan, cemaat içi dengeleri tutmakta babası kadar başarılı değildi. Tarikat içinden ilk kazan kaldıran Halil İbrahim Sofu'ydu ve kısa sürede cemaatin Berlin Emir'i olarak kendi halifeliğini ilan etmişti.
Halil İbrahim Sofu, cemaatin bilmemesi gereken bir sırrı biliyordu: Metin Kaplan, Cemaleddin Kaplan'ın oğlu olmadığını! ''Dr. Yusuf'' kod adlı Halil İbrahim Sofu, Metin Kaplan'ın halife olamayacağını, bunu hak etmediğini, zaten Cemaleddin Kaplan'ın oğlu da olmadığını ifşa etti. Bu ifşalar üzerine Metin Kaplan ve teşkilatın Fetva Kurulu, Halil İbrahim Sofu'nun katlinin vacip olduğunu beyan eden bir karar aldı.
Nihayetinde Dr. Yusuf kod adlı Halil İbrahim Sofu, 8 Mayıs 1997'de Berlin Wedding'deki evinde eşi ve henüz bebek çağındaki çocuğunun gözleri önünde 9 kurşun ile infaz edildi. Ne hikmet ise failler bulunamadı! İzler Özbekistan'a kadar uzandı. Ama sonuç alınamadı; alınmak istenmedi. Basına da sızan bu karar, çok ilginçtir ki yalnızca Alman istihbaratı ve mahkemeleri tarafından ciddiye alınmadı. Ancak medya basıncı davanın kolayca kapatılmasını zorlaştırıyordu.
Alman kamu kasasından sosyal yardım ile yaşayan tarikat lideri Metin Kaplan'ın 1998'deki ev aramasında 2 milyon mark para bulundu. Tarikatın faaliyetlerine dönük önemli bir uyarı yapılmıştı. Ancak bu başlıkta daha fazla üzerine gidilmedi. Medya baskısı sonucu nihayetinde Halil İbrahim Sofu cinayetinin azmettiricisi Metin Kaplan, cinayete azmettirmekten 4 yıl hüküm giydi. Ülkedeki göçmenler yasası gereği 3 yılı aşan hükümlerde, sınır dışı gerekiyordu. Hapis cezası için Düsseldorf Ulmer Höh Cezaevi'ne gönderilen Metin Kaplan, Türkiye'nin iade talebi sonrasında sınır dışı edildi.
Türkiye, Metin Kaplan'ı Anadolu Federe İslam Devleti yöneticisi olmak ve 1998'de Türkiye Cumhuriyeti'nin 75. kuruluş yıldönümünde Anıtkabir'i uçak ile bombalama planları çerçevesinde zaten arıyordu. Türkiye'de işkence vakaları olmasını gerekçe gösteren Alman makamları, Metin Kaplan'ı iade etmiyordu.
11 Eylül olmasaydı Türkiye'ye iade edilmezdi
Ancak işler 11 Eylül 2001 ABD provakasyonu ile başka bir boyuta taşındı. Siyasal İslam'ın iplerini gevşek tutmanın olanakları hızla azaldı. Kullanırlığı deforme olan siyasal İslam, denetimli bir budamaya tabi tutuldu. Alman makamları, Türkiye'de işkence var gerekçesiyle iade taleplerine olumlu yanıt vermezken, 11 Eylül ile başlayan yeni süreçte birden bire kararlarını değiştirdiler. Münster mahkemesinden gelen bir hakim, Metin Kaplan'a Türkiye cezaevlerinde işkence ve kötü muamele olmayacağına ikna oldu! Ve iade süreci başladı.
Metin Kaplan, 17,5 yıl ceza almıştı. Toplam ceza süresinden 5 yıl önce beraatine karar verildi. Yurt dışı yasağı kalktı, tazminat hakkının önündeki engel kaldırıldı.
Baba Cemaleddin Kaplan, bir 12 Eylül figürüydü. Faşist cuntanın açtığı siyasal kapıda tarikat kariyeri yaptı. Erbakancı Milli Görüş örgütlenmesinin içinde, Alman istihbaratının şefkati bol hoşgörüsünden faydalanarak büyüdü.
Türkiyeli göçmenlerin denetim altında tutulması stratejisinde yobazlığın kredisi her zaman cömertçe olmuştur. Baba Cemalettin Kaplan'ı faşist Kenan Evren nezdinde ''kara ses'' yapan şey, İran devleti ile kurduğu ayarsız ilişkiydi. Oğul Metin Kaplan ise Alman istihbaratının beşiğinde büyüdü. 11 Eylül 2001'e kadar tek falsosu, rakibi Halil İbrahim Sofu'yu infaz ettirmesi ve bunun Alman kamuoyunun gündemine girmesiydi. Gerisi bir kullanım ve yeni kullanım sirkülasyonudur. Beraat kararı, sözü geçen yobaz teşkilatına dönük yeniden kullanılışlı olmaya açılan kredi kararından başka bir şey değildir.
1940’lardan 2000’lere... İçinden geçtiğimiz ve içimizden geçen tarih. Annie Ernaux aile yemekleri sohbetlerini, fotoğraf albümlerini, gazete-televizyon haberlerini, reklamları, filmleri, şarkıları tarıyor, süzüyor, damıtıyor... Hafızasının dehlizlerinde derinlere, mahrem odalara girdikçe tarihi de yeniden yazıyor. 1970’lerin başlarındaki ilk kitabından bu yana Fransız edebiyatında yeni yollar açıyor. Romandan, kurgudan uzak duruyor. Ama “edebiyat yapıyor”. Saf edebiyat. “Geri gelmeyecek zamandan bir şey kurtarmak” için yazıyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayınlanan “romanesk özyaşamöyküsü” Seneler’de “artık asla olmayacağımız zaman”dan Ernaux’nun kayda geçirdiklerini kendi ağzından dinliyoruz.
Ya başlık? Ve şu son cümle: “Artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak”?
Başlık konusunda uzun süre kararsız kaldım. Bir sıfat arıyordum… “Dünyadan Günler”, “Senelerin Işığı”, “Pazar Günlerinin Işığı” gibi şeyler geçiyordu aklımdan. Sonra bir anda sadeleştirmeyi seçtim. Son cümleye gelirsek, sondan altı ay öncedeyiz. Taşlar yerine oturuyor. Kitap artık bir manzara gibi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ansızın son satırlar görünüyor... Aslında kitaptan ayrılmak benim için çok acı verici oldu.
Yazma sürecinin sona ermesinden mi yoksa bu metinden ayrılmaktan mı söz ediyorsunuz?
Kitabın her ânında dönemin içindeydim. Tamamen içine girmiştim!
Yeniden içine girdiğiniz o dönemlerden çıkmak mı sancılı oldu yani? Başka bir deyişle “belirli bir dönemde dünyadan geçtiğiniz o süreyi yakalama”nın son bulması mı sancılıydı?
Yazıya yeniden döndüğümde bu zamanı yakalayabilirim. Gerçekliğin içindeyken bunu yapamıyorum. Yazmayı bırakmak akıp giden ve sizsiz de akacak zamanın eğimine karşı vites küçültmek demek. Bu kitapla geri dönüşü olmayan zamanın içine dalmış gibi oldum. Kitapla nihai vedalaşma çok zor oldu.
"Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. Savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım."
Tercihiniz hangi yıllardan yana?
1970’ler. Genç bir kadın olduğum yıllara denk geldiği için büyük ihtimalle. Ama o döneme ait fotoğraflarıma karşı mesafeliydim. O dönemde herhalde gençliğin şımarıklığı da vardı üzerimde, benden yaşlı kadınlara “moruk” gözüyle bakıyordum diye düşünüyorum.
Kendinizden söz ederken neden “ben” yerine “o” diyorsunuz?
Yaşım ilerledikçe, her insanın içinde bir sert çekirdek olsa da, bir dönemden diğerine tamamen değiştiğimiz hissi gittikçe güçleniyor. Kimliğin var olmadığının farkına vardım. İnsan kim olduğunu bilmiyor, ama tarih ve dönemler aracılığıyla bir sonuca varıyor. Ben, birbirini izleyen dönemlerimin eseriyim. 18 yaşındaki düşüncelerimle önceki ya da sonraki düşüncelerim aynı değil, zaten düşüncelerimiz dönemin önyargılarından büyük oranda etkileniyor. Örneğin benim dünyaya geldiğim dönemde, hatta sonra çok uzunca bir süre, 1980’lere kadar diyelim, boşanma bir utançtı. Toplum baskısı yüzünden, aile birliğinin dışına çıkmak sayılıyordu. Kadın oturduğu yerde oturmalıydı, çocuk yapmalıydı, oysa aile sadece bir kurumdan ibaretti. İşte, içinden geçtiğim süreci aktarıyorum diyelim. “O” dediğim fotoğraflardaki kadın. Tekil bir şahıs, ama aynı zamanda 1970’lerin kadın –feminist– bakış açısı. Bu önemli, çünkü kitapların dünyayı genelde erkek gözüyle anlattığını düşünüyorum.
Sizce 1940’ta, savaş yıllarında, doğmuş olmanın üzerinizde etkisi var mı?
Evet. Olağanüstü bir şiddetti o, ve tabii korku... Bombardımandan korunmak için babamın işlettiği kafedeki bilardo masasının altına hep beraber sığınmak ve birazdan öleceğinizi düşünmek çok tuhaf bir duyguydu. Yvetot’ya geldiğimizde, şehrin merkezi bombalar yüzünden tamamen harabe halindeydi. Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. 16 yaşındaydım. Savaş ortamıydı, belirsizlik, savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Ayrıca, beni etkileyen bir başka şey de bir kafede, insanların arasında büyümüş olmak, özel hayatımız diye bir şey yoktu. Kafeye gelen insanlar da işçi kadınlar ve erkeklerdi, halktı yani. Alt sınıfların Fransa’sında, onlarla haşır neşir büyüdüm. Yvetot’da da çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Bir anlamda, hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım.
Peki, kendinizi iki dünya arasında mı hissediyorsunuz?
Hayır. Ne birine ne de diğerine aitmişim gibi geliyor. Bir yerde iyi hissetmeyi sağlayan şey yazmak, aslında, bir yerin olmaması durumu yazının da işine geliyor. Edebiyat dünyasının uzağında olmamın nedeni de bu herhalde. Öte yandan, yaşam tarzı bakımından, içinden çıktığım o halk sınıfına ait de sayılmam artık.
"Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum."
Bir noktada Proust’tan söz ediyorsunuz. Siz zamanı ve belleği nasıl işliyorsunuz?
Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum. Hafızaya gelince, daima çevremdeki dünyanın, sözlerin, olayların ve bunların yaşanış biçiminin varlığıyla yaşıyorum. Beni ele geçiriyor. Ben aslında kayda alıyorum. Bir kayıt cihazı gibi.
Tür olarak romanı, eğretilemeyi, karşılaştırmaları reddediyorsunuz. Bu bir tür dogma mı?
Hayır, bu bir dogma değil. Ama Babam’la bir eşik aştım ve kurguyu reddettim. Babamın yaşamını, bilmediğim kısmını yeniden kurduğum sırada geleneksel anlatıya giriyordum ve iyi olmuyordu. Babam hakkında bildiklerim bana anlatılanlardı. Bunun üzerine bilmediklerimi atlayarak, bildiklerimi yazmaya çalıştım. Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur.
Fransız edebiyatının değişimine katkıda bulunduğunuzun farkında mısınız?
Evet, bunu gerçekten düşünüyorum. Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım. Journal du dehors adlı kitabım sert eleştiriler aldı, çünkü onda da banliyö trenlerinden söz ediyordum.
Kitabın son sayfalarında Seneler’in notlarınızdan, günlüğünüzden (ergenliğinizden bu yana günlük tutuyormuşsunuz) ve yaşamınızı belgeleyen fotoğraflardan esinlenen “romanesk bir özyaşamöyküsü” olduğunu söylüyorsunuz. Bu öğeleri nasıl ayırıyor, nasıl kullanıyorsunuz?
Günlük dediğiniz ham bir malzeme, içinizi döktüğünüz bir şey. Önemli anları yazıyorum, her gün yaptığım bir iş değil. Hiçbir şey yazmadığım uzun dönemler olabiliyor, ayrıca hiçbir şeyi düzeltmiyorum. Notlarınsa farklı bir işlevi var, evimin dört yanı notlarla dolu, dosyaların altında kalmış durumdayım. Ama o notlar sayesinde planlı bir esere girişebiliyorum.
Peki o notlarda neler var?
Toplumsal duruma, yaşanan değişimlere ilişkin, kişisel olmayan şeyler. Hafızam çok iyidir, ama hatıralar çoğunlukla okurken ve yazarken geri gelir aklıma. Kitabımı çoğunlukla bu notlar ve görüntüler sayesinde inşa ederim. Örneğin, beş yaşındayken olduğum bademcik ameliyatı geliyor gözümün önüne, hastane, çocuklar. Kızların, oğlanların aralarındaki konuşmaları, ağlamalarını hatırlıyorum. Fakat bunlar kişisel bir hatıra olarak ilgilendirmiyor beni. Benim istediğim, o döneme girişi sağlayacak bir gedik, bir aralık bulmak ve böylece birikecek, birbirine bağlanacak daha fazla şey hatırlamak. Etkileyici olan, hatırayı kurtaran da bu. Çünkü aslında bu kitap hayatı kurtarmanın bir yolu.
"Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur."
Pek çok ürün adı, marka, reklam sloganına da yer veriyorsunuz; hafızayı harekete geçirmenin bir yolu mu bu?
Babamın işlettiği kafenin ön tarafı da annemin çalıştırdığı bakkal dükkânıydı. Belki de bakkal kızı olmakla ilgilidir bunca markanın aklımda yer etmesi.
Georges Perec’vari bir listeyi çağrıştırıyor, öyle değil mi?
Evet, Perec’i okurken, onun listesi tam olarak içime sinmemişti, çünkü zamanın akışı, yılların geçişi, tarih boyutu eksikti. Durkheim şöyle diyor: “bilinçdışı tarihtir”.
“Romanesk özyaşamöyküsü” sözü sizin için ne ifade ediyor?
Özellikle bu kitapta bir füzyon, bir alaşım elde etmeye çalıştım. “Biz” ve “o” anlatıcılarını kişiliği olmayan kolektif bir anlatım biçimi olarak kullandım. Bununla birlikte mahrem olanı anlatmaktan vazgeçmedim. Genelde “ben”li birinci tekil şahıs özyaşamöyküsünün göstergesidir. Ama aynı zamanda etraftaki dünyayı anlatmanın da bir yoludur. Aptalca sadece kendine odaklanmış bir özyaşamöyküsü söz konusu değilse tabii! Ben tam tersini yaptım. Fotoğraflar ve bir de tabii günlüğüm, notlarım, kişisel anılarım sayesinde, hafıza üzerinde duraklamayı başardım. Tüm bu farklı yazılar yaşama ve hafızaya dair mahrem olanı, tarihi olanı ve bazı şeylerin nasıl değiştiğini anlatma olanağı verdi. Bu kitap zaman ve hafıza hakkında.
"Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım."
Alaşımdan söz ettiniz. Bu romanesk özyaşamöyküsü, altmış yıldan uzun süreye yayılan bir alaşım-kitap, bir bilanço kitabı sayılabilir mi?
Evet. Bir kızın (aslında kendimin, zira sonuçta en iyi tanıdığım kız kendimim) zamandaki, kendi çağındaki, tarihteki öyküsünü yakalamak istedim. Fakat bu alaşım meselesi uzun süre bir sorun olarak kaldı, doğru biçimi arıyordum. Bütünlük arzusu, hayatın içinden zamanın geçişini aktarmak neredeyse yirmi yılımı aldı. Ve her şey kırkıma doğru başladı.
Seneler’de kendinizden söz ettiğiniz sırada bile her zamanki gibi narsisizmi reddeden bakışınıza şahit oluyoruz. Burada bir çelişki yok mu?
Doğrusu daima benliğin kendini dış dünyada bulduğunu düşündüm. Bununla birlikte bilin bakalım yirmi yıldır bu kitaba dair bütün notlarımın yer aldığı dosyanın başlığı neydi? “Romanesk toplam!” Çünkü başlangıçta onların bir romana dönüşeceğini düşünüyordum. Ama sonuç yine bir roman değil, çünkü burada anlatılan her şey doğru.
Peki neden bu mesafeli duruş?
Mesafe kavramı hep benimle oldu. Ayrı bir dünyadayım, kuşkusuz bu durum geldiğim toplumsal sınıftan kaynaklanıyor. Kitap okunmayan bir dünyada yaşadım. Karşı tarafa sığınmış bir kaçağım ben. Etnolog rolünü üstleniyorum. Ama tarih ve tarihteki değişimler daima ilgimi çekmiştir. Hatta gençliğimde modern ve çağdaş tarih yan dal eğitimi bile aldım.
"Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor. "
Etnolog ve yazar gibi çalışırken diğerlerine nazaran sizi daha çok zorlayan dönemlerden geçtiniz mi?
Yazarken en çok zorlandığım dönem en yakın dönemdi. 2000’den başlayarak diyebiliriz. Son yıllarla ilgili neyin doğru neyin yanlış çıkacağını bilememek işi zorlaştırıyordu… Ama “bunun” yaşanmakta olduğu anlarda yazmak istiyordum. Oysa olanlarla aramda mesafe yoktu ve bir çeşit yığılma hissediyordum. En zoru, o günün sözcükleriyle 2006-2008’in dünyasını anlatmaktı, halbuki bundan yirmi otuz yıl sonra bunları anlatacak sözcükler olacak. 1950’leri anlatmak için kullandığım sözcükler gibi. Yazının sınırı bu işte. Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor.
Bu mesafe çaba gerektiriyor mu?
Öznellikle yazmak istemiyorum. Meselelerin etrafında dönüyorum. Ama değişimi tetikleyen sözcükler oluyor. Örneğin 1950’li yıllarda şu cümle duyulurdu: “Gençler bizden daha çok şey bilecek”. Bu cümleyi duyduğum anda aklıma şunlar geliyor, eğitime duyulan heves, gelecekteki dünyada daha eğitimli, daha mutlu olunacağı, her şeyin harika olacağı düşüncesi.
Özyaşam kurgusu tür olarak bu nedenle mi uzak size?
Özyaşam kurgusuyla hiçbir ilgim yok. Söyledim işte! Özyaşam kurgusunda çok fazla kurgu var. Oysa benim amacım bu değil. İlgimi de çekmiyor! Edebiyat dünyayı aktarırsa ilginçtir. Benim için kullanmak zor olsa da “özyaşamöyküsü” sözcüğüne bağlı kalmayı yeğliyorum.
Ama edebiyatta yeni bir yol açtınız.
Tek bir yol değil de belki birçok yol açmış olabilirim. Farklı yollar. Ama doğrusu, bunu yapmaya çalışmıyordum.
Yazmak için belli alışkanlıklarınız, kurallarınız var mı?
Dorothea Tanning, Doğumgünü, 1942
Sabahları yazıyorum. Sadece evimde çalışabiliyorum, küçük çalışma masamın baktığı pencerenin bir yanında ağaçlar, diğer yanında Cergy gölleri uzanıyor. Masamın üstü hep kâğıt dolu. Etrafında kitaplıklar ve fotoğraflar. Ama onlara bakmam. Önüme bakarım sadece ve dediğim gibi, önümde ağaçlar, geçip giden kuşlar ve kediler var. Uzun süre, sessizlik içinde çalışıyorum. Öğlen yemeği yemiyorum, telefona bakmıyorum.
"Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü de kitabımın içine işlemiştir. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar."
Özellikle sevdiğiniz yazarlar kimler?
Flaubert’e ve Virginia Woolf’a hayranım. Özellikle Dalgalar’ı seviyorum; Woolf anlatı biçimini yeniliyor, “ben”i merkezden çıkardığı kolektif bir kitap yaratıyor. Georges Perec’in de benim için anlamı büyük. Bir de tabii kendini kadın olarak inşa etme konusunda Simone de Beauvoir ve Bulantı’daki Sartre. Dönemimizden Virginie Despentes’ı ve Edouard Louis’yi çok seviyorum…
2000’den bu yana, öğretmenliği bırakıp emekli olduğunuz için yazmaya ayıracak daha çok zamanınız var. “Emeklilik” sizin için şoke edici bir sözcük müydü?
Evet. Üstelik böyle olacağına inanmazdım, öğretmenlik yaptığım sırada işe mesafemi koruduğumu düşünürdüm. Sonra bir anda, “O halde artık notlarımı yakabilirim. Hatta öğretmenlik belgemi iade edebilirim. Ne de olsa hiçbir işe yaramıyorlar!” demeye başladım. Gerçekten çok fena, çok zor bir an. 2000’de emekliye ayrılınca artık kaçışım olmadığına karar verdim: Seneler’i yazmalıydım.
Yazmanıza yardımcı olan paralel okumalar oldu mu?
En az on beş yıldır aklımdan çıkmayan bir cümle var. Az tanınan İngiliz sosyolog Derek Parfit’in cümlesi: “Koca bir hayat hiç kişiselleştirmeye gitmeden betimlenebilir” diyor. Bu konuya çok kafa yordum, çünkü ortaya tarihçi elinden çıkma bir yapıt koymak değil, pek çok anıyı, kendi anılarımı değil, başka insanların anılarını anlatmak istiyordum. Küçük yaşta okuduğum bir kitap daha üzerimde derin iz bırakmıştır, ismini sık sık anıyorum. Sekiz yaşında okuduğum Rüzgâr Gibi Geçti.
Daha sonra tekrar okudunuz mu?
Evet, 1995’te. Ve kitabı sevmiş olduğuma utanmadım. Kitapta her ne kadar Güneylilere ve Siyahlara dair öne sürülen fikirler berbat olsa da kadının hikâyesini seviyorum. Scarlett O'Hara kendini koyvermiyor, seçimler yapıyor. Çiftliğine olan aşkı, ülkenin şiddet dolu tarihinin izlerini taşıyan hayatı. Benim hikâyemin başlangıcı da şiddet doluydu, unutmayın, 1940’ta Normandiya’da doğdum. Beni çok etkileyen bir de film var, Ettore Scola’nın Balo filmi. Yazdıklarımla Scola’nın aktarmak istediği duyguyu bulup çıkarmak istedim. Bir de Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü tablosu var. O tablo da kitabımın içine işlemiştir. Tabloda yarı çıplak bir kadın ve arkasında sonsuza açılan kapılar var. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar.
Düşünsel açıdan çok yakın olduğunuz ve sık sık adını andığınız Pierre Bourdieu’yle yolunuz hiç kesişmedi mi?
Maalesef. Biraz da benim hatam yüzünden. Onun hakkında bir sempozyum vardı. Benim davetli olduğum oturum Bourdieu gelmeden önceydi, onun oturumu akşamdı. Beklemeden gitmem gerekti.
"1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan, sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum."
Seneler’in sonunda, bu kitabı bir mücadele aracı olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Kimin için? Ne için?
Toplumsal eşitsizliklere karşı ve kadınlar için, bu ikisi bence birbirine bağlı zaten. Genel olarak adaletsizliğe karşı. Bunlar benim değişmeyen siyasi görüşlerimle bağlantılı. İçinde büyüdüğümüz birinci dünyanın her şeyi, edebiyatta kendimize seçtiğimiz yolda belirleyici. Şimdi Bourdieu’yü anmama şaşırmazsınız herhalde, bence edebiyata dair çok doğru bir şey söylüyor: Edebiyatın, edebi alan ile habitus, yani benim mütevazı, feminist habitusum, arasındaki bir karşılaşma olduğunu söylüyor. 20 yaşında yazarken, sadece edebi alana bağlıyım, habitusumu henüz kavrayamıyorum, Yeni Roman akımının etkisi altındayım, sene 1960. Zamanla yazdığım şeylerde, dünya üzerindeki yerim ve kökenlerim bütünüyle belirleyici olacak. 1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan ve sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum, çünkü gerçekten mücadelenin içindeyim. Ardından mücadeleyi bırakmıyorum, ama aynı tonda yazmıyorum. Bu değişim, kendim hakkında yazmayı bırakıp babam hakkında, Babam’ı yazdığım sırada yaşandı. Çünkü öfke hemen popülist, sefalet çığırtkanı ya da intikamcı bir his doğuruyor.
Geldiğiniz çevreden öfkeden başka neler var içinizde?
Hiçbir zaman kurtulamadığım sınıfsal hareketlerim var. Biraz kaba sabayım hâlâ. Kapıları çarparak kapatırım, tencereleri şangırdatırım. Annemden böyle gördüm, ben de aynı şeyi yapıyorum. Bazı gündelik sözcükler de beni hiç terk etmiyor. Annemin sözleriyle konuşuyorum: “İşin boku çıktı” veya “Bu hiç hayra alamet değil” gibi... Annem kitaplara ve edebiyata hayran, olağanüstü bir kadındı. Les Armoires Vides’de onun hakkında korkunç şeyler yazdığımda, hiçbir şey demedi, ama eminim çok üzülmüştür. Bu yüzden hâlâ büyük suçluluk duyuyorum. Yazmakla birçok şeyi yıktığımın, birçok kişiyi kırdığımın farkındayım. Ama kendimi almam mümkün değildi...
Sizce Seneler siyasi bir kitap sayılabilir mi?
Geniş anlamda mümkün. Yaşanan olaylarla bağlantılı siyasi itiraflar da var tabii ki orada. Bununla birlikte, bir siyasi duruş belirtmiyor. Şimdinin her ânında, her bireyin aklında bütün olarak dünyanın bilinçdışı bir görüntüsü olduğuna inanarak yazdım –tabii ki bir hayalden bahsediyoruz. Ancak herhangi bir bireyin şu âna dair aklındaki görüntü kesinlikle 1950’deki görüntüye benzemiyor, örneğin o zamanlar Fransız Hindiçini meselesi vardı. Günümüz dünyası bundan 30 veya 40 yıl öncekinden çok farklı.
"MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. Son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek."
2016’da, #MeToo hareketi başlamadan bir yıl önce, 18 yaşınızdaki acı dolu deneyimi aktaran Mémoire de fille’i yayınladınız, cinsel ilişkilerde rıza meselesi etrafında mevcut “gri bölgeyi”, flu alanı anlatıyordunuz.Sinemada başlayan ve kültür dünyasının diğer alanlarına yayılan bu ifşa hareketini nasıl karşıladınız?
Kitapta “rıza” sözcüğünü kullandım, doğru. “Rıza gösteriyor, neye rıza gösterdiğini bilmiyor, ama rıza gösteriyor” diyorum. Yazının bunu açığa çıkarması gerekiyordu –“açığa çıkarma” sözünü çok seviyorum – birbirini izleyen şeyler olduğunu fark ediyorum, bazı anlarda rızam varmış, bazılarında pek bilmiyormuşum. Gerçekten de gri bir alan söz konusu. MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Uzunca bir süre, ne kadar canlı olursa olsun, feminizmin artık başka bir şey elde edemeyeceğini düşünüyordum. MeToo büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. 1990’lar her bakımdan bir regresyon, bir gerileme döemi oldu. MeToo hareketinde de, evet sapmalar oldu, olabilir. Ama ne tuhaf, hep ezilenlerden mükemmellik bekleniyor, hiç hata yapmayacaklar, kusursuz olacaklar... Sarı Yelekliler’le ilgili de aynı şey... En ufak bir açık yakaladıklarında başlıyorlar: “Bunlar antisemit!”, “bunlar islamofob!”... Erkek üstünlüğü her yerde. Korkutucu olan da bu. Ama son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek.
Emmanuel Macron’a yazdığınız açık mektup France Inter radyosunda seslendirildi. Mektupta, savaşçı diline ve Covid-19 krizini yönetmedeki ekonomik zihniyete karşı olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Evlerimizde kapalı kaldığımız bugünlerde içinde bulunduğumuz durum size neler hissettiriyor?
Birkaç aydır, tepkisizliğe ve bitkinliğe teslim olmuş durumdayım. Bir daha ne zaman normal bir hayat sürebileceğimizi bilemiyorum. Toplum derin bir yara almış durumda. Ötekinden, salgından, hastalık kapmaktan sürekli korkma hali, öngörülemeyen zorluklar, belirsizlik. Zamanın efendisi olmadığımız kesin. Hastaneler ikinci dalgayı karşılamaya hazır değildi. Bütün işler yalapşap yürüyor, ekonomi dönsün diye insanlar işe gitmeye zorlanıyor, ama zenginlerin bedel ödemesi için hiçbir önlem alınmıyor. Arzuladığımız her şeye, başka bir dünyaya, ekolojik önlemlere dair her şey paramparça oluyor... Bir tür sanal toplumda yaşıyoruz. Uykusuz geceler geçiriyorum, gece boyu boş sokaklarda, apartmanlarda, evlerinde, küçücük yuvalarında öylece oturan insanları düşünüyorum… Bir bilimkurgu romanında gibiyiz.
GüzelSalomedansını yaptı. Doğum günü kutlanan KralHerodes, kızına hayranlıkla bakıp “dile benden ne dilersen” dedi. Salome, annesiHerodias’la fısıldaştı. Yanıtı kısa oldu: VaftizciYahya’nın başı! Bu nefretin bir sebebi vardı. Yahya, kralın kardeşinin karısıyla, yani yengesiyle evliliğini makbul bulmamış, lanetlemişti. İstek yerine getirildi. Yahya’nın kesilen başı altın tepsiye konuldu.
RessamCaravaggio’nun o anı anlatan resmi, “kelle alan” siyasi komploların doğasını da bize anlatıyor gibi. Kaderine razı olarak gözlerini çoktan kapatmış Yahya, öldükten sonra kendisini savunanlar sayesinde “aziz” sayılmış, figürleri kilise duvarlarını süslemişti. Öldükten sonra göğe yükseltilenlere, keşke yaşamın hikâyesini sorabilsek!
ERDOĞAN’DAN DAMADA BAŞSAĞLIĞI
Kadir Topbaş’ın pazar günkü cenazesini merakla izledim. Namazda en önde, iktidarın en tepesindekiler saf tutmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ayrıca bir konuşma yapmış, “Yol arkadaşlığımız hemen şuracıkta, Çarşamba’da, İstanbul İmam Hatip Okulu’nda başladı” demişti. “Daha sonra davada da beraber sürdü” diye devam ediyordu. Sessiz sedasız dünyaya veda eden Topbaş’ın, son günlerini “dava”nın dışında geçirmeye zorlanmasındansa hiç bahsetmedi. Herkesin bildiği, kimsenin konuşmadığıdır... Eminim, “nasıl bilirdiniz” denildiğinde içinden “çok şey” geçiren olmuştur.
Cumhurbaşkanı, Topbaş’ın ailesine teker teker taziye diledi. “Başınız sağ olsun” dediği kişiler arasında, bir zamanlar manşetlerden düşmeyen “damat” da vardı.
Cenazenin ardından o günün haberlerine, başta Caner Taşpınar’ın “Damat” kitabı olmak üzere yazılmış kitaplara, hatta mektuplara baktım.
Hatırlayın, FETÖ’nün, TUSKON isimli, yüzlerce üyesi olan, işadamları örgütü vardı. TUSKON davasında 55 kişi sanık oldu. Son duruşmaya gelindiğinde, tek tutuklu, Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı kalmıştı.
Kavurmacı, cezaevindeyken gazetecilere bir mektup yazmıştı. Şu satırlar şimdi daha ilginç görünüyordu: “Kayınpederimin Kadir Topbaş olması nedeniyle günah keçisi ilan edildim. Başka siyasilerin damatları ile karşılaştırıldım. Adeta kategorize edildim.”
Elbette Kavurmacı; Erdoğan’ın, İsmail Kahraman’ın ya da Bülent Arınç’ın tartışılan damatlarına göndermede bulunuyordu. Ona göre, kayınpederi ile birlikte, dönemin bütün günahlarının kefareti onlara ödetilmişti.
ERDOĞAN: BURADA OLMALIYDIN
Kadir Topbaş; 1977’de MSP’den, 1987’de Refah Partisi’nden Artvin milletvekili adayı oldu. Erdoğan, partide il başkanı iken o da yönetim kurulundaydı. Erdoğan, İstanbul’a belediye başkanı olunca, Topbaş’ı da danışmanı yaptı. Topbaş, AKP kurulurken, İstanbul’u örgütleyen 5 kişiden biriydi. Nitekim Erdoğan, bu yol arkadaşlığının mükâfatı olarak, 3 dönem İstanbul’u Topbaş’a emanet etti.
Gelgelelim...
FETÖ operasyonlarının ardından AKP’de de bir değişim yaşandı. Parti içindeki bir ekip, bazı önde gelen isimleri, FETÖ bağlantılarıyla suçluyordu. Topbaş da hedefe konanların başındaydı.
“Damadı” kadar sözü edilen, 15 Temmuz gecesi İBB önünde 17 kişi şehit olup 50 kişi yaralanırken, Kadir Topbaş’ın İstanbul’da değil, ABD’de olmasıydı.
O da hakkındaki dedikoduların farkındaydı. TBMM’de “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu”na şöyle konuştu:
“3 Temmuz 2016 tarihinde ECOSOC Başkanlığı ve BM Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi UNDESA adına BM Genel Merkezi’nde yapılacak toplantıya ana konuşmacı olarak katılmak üzere davet edildim. Bu toplantı ve sonrasında foruma katılan iştirakçilerle ikili görüşme ve toplantılara katılmak için 12.7.2016 ile 20.7.2016 tarihleri arasında görevli olarak yurtdışında bulunacağımı İstanbul Valiliği’ne resmi yazı ile bildirdim.Komisyonda dile getirilen ‘dönüş tarihinin 15 Temmuz 2016 Cuma gününden önce olduğu ancak bu tarihte dönmediğim iddiası’ gerçeği yansıtmamaktadır.”
Gelmesinin gecikmesine Cumhurbaşkanı’nın sitem ettiğini Posta gazetesine şöyle anlattı:
“(Erdoğan) ‘Gözler seni aradı, burada olmalıydın’ dedi.Ama biliyorsunuz tüm seferler iptal edilmişti, hava sahası kapalıydı.”
‘GÖREVİNİ BIRAKSIN, ÇEKİLSİN’
Darbe girişiminden 11 gün sonra, mallarına el konulan işadamları arasında Topbaş’ın damadı Kavurmacı da vardı. Nitekim 8 Eylül 2016’da tutuklandı.
Topbaş’la damadını ilişkilendirenlerin sayısı artınca, Topbaş konuşmaya mecbur kaldı:
“17/25 Aralık’tan sonra damadım bu ihanet şebekesi ile yollarını ayırdığını beyan etti. Eğer damadım beyanının aksine davranmışsa hak ettiği cezayı çekecektir.”
AKP içinde “Topbaş’ın damadı” mevzusu bitmeyince, 19 Haziran 2017’de bir kez daha konuştu:
“Esasında bu, FETÖ hareketinin bir başka hamleleridir. İleride tarih bunları yazacak. Burada olan gizli akıl bütün argümanlarını devreye sokuyor. Arzuları, beni hedefe koydular,‘Sayın başkan görevini bıraksın, çekilsin, gitsin artık diye.’Arkasından ne olacaktı? Onlar şöyle ince ince hesaplansın ve düşünülsün.”
Dikkat çeken, Kadir Topbaş’ın çocuklarının da Ömer Faruk Kavurmacı’ya sahip çıkmasıydı. Çocuklar üzerinden iktidar içinde yürüyen diplomasiye girmiyorum... Fakat, babasının yukarıdaki konuşmasını “Müptezeller iftiralarında ve yüzsüzlüklerinde ısrar edince...” mesajıyla paylaşan oğul Mustafa Ömer Topbaş, kimleri hedef aldığını daha sonra şöyle anlattı:
“Sözde dindarım diye geçinen gazetecilerin kamuoyu algısına sırtını yaslayıp alenen iftira atmaları yeni moda.. Yazık!!”
SUSUNCA YENİDEN ‘KADİR ABİ’ OLDU
Muhalefet eleştiriyordu da... Ancak Topbaş, iktidar içindeki bir grup tarafından çok sıkıştırıldı. Açıkça istifaya zorlandı. Öyle ki bazı vekillerinin artık Topbaş’la aynı belgelere imza atmadığı, Topbaş ile belediye meclisindeki AKP grubunun karşı karşıya geldiği, bazı imar dosyalarını veto eden Topbaş’ın karşı hamleler ve yeni görevlendirmeler yaptığı bilgileri ortalığa saçıldı.
Son olarak, 20 Ağustos 2017’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan, mesajı çok açık verdi:
“İstanbul’un büyüklüğünü anlamayan hiç kimse, İstanbul’a ve AK Parti’ye hizmet edemez. (...) Bir yerde eksiğimiz var.Eğer metal yorgunluğu diyorsak bunları oturup düşünmemiz lazım. Kimse buna üzülmeyecek.”
Beklenen bir ay sonra, 22 Eylül 2017’de oldu. Kadir Topbaş istifa etti. Açıklamasında, “Hata ile ihanetin birbirine karıştırılmaması gerekir, ihanet edenler asla affedilemez” diyen Topbaş şöyle devam etti:
“40 yılı aşkın siyasette olan birisi olarak sakin, tepkisi çok az olan, iyi düşünen bir yapım var, herkesin kendine göre özellikleri vardır. Benim de özelliğim bu. Yalnız şunu söyleyeyim:Bugünkü Türkiye’nin gördüğümüz şekliyle siyaseti, geleceğini karartır.”
O günden sonra çeşitli dönemeçlerde gözler Topbaş’a çevrildi. Veda ederken partisinden ayrılmadığının altını çizen Topbaş, başka oluşumlardan gelen tekliflere de kapısını kapattı. 13 yıl süre ile İstanbul’un en uzun belediye başkanı o değilmiş gibi, bir daha siyaset koridorlarında görünmedi. Belki de “başka bir yol” aramaması sayesinde tabutu AKP’liler tarafından “Kadir Abi” diyerek omuzlandı. Cenazesi belediye mezarlığına değil, hükümet kararıyla Fatih Camii Haziresi’ne defnedildi.
Caravaggio mu? Papalıkla ters düşen, “kellesi istenen” ressam, Roma’ya özür dilemeye giderken, yolda hâlâ bilemediğimiz bir nedenle öldü. Papa’ya özür için hazırladığı hediye, genç Caravaggio’nun orta yaşlı Caravaggio’nun kellesini alışını resmeden, “Davut ve Golyat” tablosuydu.
Kendi kellesini kendisinin aldığı kılıcın üstünde yazan, hikâyenin özetiydi: “Alçakgönüllülük gururdan üstündür.”