7 Nisan 2021 Çarşamba

"Ankaralının nefes alması için Kıbrıs Vadisi kesin olarak korunmalı" - Özer AKDEMİR / Evrensel

 Kıbrıs Vadisi’nin statü değişikliği yörede uzun yıllardır devam eden taş ocakları faaliyetlerinin artacağı endişesini de güçlendiriyor. TMMOB Mimarlar Odası karara karşı iptal davası açmıştı.

Ankara şehir merkezi sayılan sınırların içerisinde yer alan Kıbrıs Vadisi’nin koruma statüsünün düşürülerek madencilik ve imar faaliyetlerine açılmasına karşı tepkiler sürüyor. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi karara karşı iptal davası açarken, Jeoloji Yüksek Mühendisi Dr. Eşref Atabey, vadinin “Kesin korunacak hassas alan” statüsünde olması gerektiğini dile getirdi.

BAKANLIK VADİNİN KORUMA STATÜSÜNÜ KALDIRDI

Ankara Mamak ilçenin güney doğusunda yer alan Kıbrıs Vadisi, Samsun Yolu üzerindeki Kıbrıs Mahallesi sınırları içinde yer alıyor. Vadi, Elmadağ kayak merkezinin bulunduğu yamaçtan başlayarak ve güneydoğu-kuzeybatı yönünde yaklaşık 8 kilometre uzanıyor. 6 kilometrelik bir alanı kaplayan vadi tabanında Kıbrıs Deresi akarken, vadinin derinliği 250-400 metre arasında değişiyor. 2020 yılının son ayında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kararı ile vadinin “1. derece doğal sit-mutlak koruma alanı” statüsü “nitelikli doğal koruma alanı” ve “sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı” olarak değiştirildi. Mimarlar Odası Ankara Şubesi bu statü değişikliğinin vadinin kentsel ekolojide yer aldığı varlık değerlerini tehdit edeceğini belirterek, Ankara’nın geleceği açısından yaşamsal önemde olduğu gerekçesiyle bu statü değişikliğine karşı dava açtı.

ARKEOLOJİK SİT SINIRI KÜÇÜLTÜLEREK TAŞ OCAĞI AÇILDI

Kıbrıs Vadisi’nin bu statü değişikliği yörede uzun yıllardır devam eden taş ocakları faaliyetlerinin artacağı endişesini de güçlendiriyor. Kıbrıs Vadisi’nde jeolojik çalışmalar yürüten Tıbbi Jeoloji Uzmanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Eşref Atabey ile vadi ile ilgili bu son statü değişikliğini konuştuk. Atabey, Kıbrıs Vadisi’nin 1995 yılında 1. derece arkeolojik sit alanı olarak tescil edildiğini, 1996 yılında ise aynı bölgenin doğal sit alanı korumasına da alındığını aktardı. 2004 yılında vadinin arkeolojik sit alanının daraltıldığını belirten Atabey, bu tarihten itibaren vadi koruma alanı sınırında birçok taş ocağı işletilmeye başlandığını dile getirdi. Atabey, bu gelişmelerin ardından Kıbrıs Köyü Dayanışma Derneğinin talebiyle vadide 2004 yılında uzmanlardan oluşan bir ekibin incelemelerde bulunduğunu ve vadinin jeolojik önemiyle ilgili bir rapor hazırladığını ifade etti.

VADİ BÖLGENİN SU DEPOSU

Vadinin jeolojik yapısı itibariyle adeta bölgenin su deposu olduğunu belirten Atabey, “Taş ocaklarının faaliyetleri devam ettiği sürece su hazneleri olan kireçtaşı blokları yok olacak ve sonunda su da olmayacaktır” dedi. Vadinin İç Anadolu iklim yapısına uygun bitki türlerinin yanı sıra, Karadeniz Bölgesi iklim yapısına özgü bitki türlerini de barındırması bakımından önem kazandığını belirten Atabey, “Ormanın bir bölümünün de içinde yer aldığı Kıbrıs Vadisi sit alanında 624 bitki taksonu bulunduğu ve bunlardan 67 bitki türünün endemik olduğu belirlenmiştir” dedi.

ANKARALININ NEFES ALMASI İÇİN VADİYE İHTİYACI VAR

Kıbrıs Vadisi’nin statü değişikliği ile madencilik, taş ocakçılığı ve imar dahil her türlü faaliyetlere açık hale gelme anlamına geldiğine işaret eden Atabey, bu kararın iptal edilerek vadinin “kesin korunacak hassas alan” statüsüne alınması gerektiğini dile getirdi. Atabey, “Toros Dağlarındaki, Munzur Dağlarındaki devasa vadilerle kıyaslandığında Kıbrıs Vadisi sıradan görülebilir. Ancak jeolojik, jeomorfolojik, flora özellikleri yanında, Ankara şehir merkezinde oluşu, insanların nefes alabilecek bu gibi alanlara ihtiyacı olması düşünüldüğünde önemini daha da arttırmaktadır” diye konuştu.

ANKARA ARMUDUNUN VERİMİ NEDEN DÜŞTÜ?

Tıbbi Jeoloji Uzmanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Eşref Atabey, vadide faaliyet gösteren taş ocaklarının birçok zararları olduğunu ve faaliyetlerini halen sürdürdüğünü kaydeden Atabey, “Vadinin yukarısında bulunan taş ocaklarından kaya kütleleri yuvarlanmakta, moloz ve taş parçaları vadiye akmakta, dereyi ve vadi çevresindeki tarım alanlarını kirletmektedir. Ocaklarda önceki yıllarda açık patlatma yapılırken, şimdi derin patlatma yapıldığı bilinmektedir. Bu derin patlatma, su kaynakları yönünden daha tehlikeli bir durumdur” dedi. Atabey, taş ocaklarının yol açtığı tozun canlılar ve özellikle de bitkiler üzerinde olumsuz etki yaptığını belirterek, alanda yetiştirilen Ankara armudunun veriminin düşmesinde, bu toz ve duman bulutunun etkili olduğunu dile getirdi.

ÖNERİLER

Atabay Kıbrıs Vadisi’ne yönelik önerilerini şu şekilde sıraladı;

1 -Ankara’nın merkezinde jeolojik yapılar ve oluşumları ile Kıbrıs Vadisi “jeoloji parkı”olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliği dikkate alınmak suretiyle bir “jeoloji parkı”ya da “jeoloji sit alanı”olmalıdır.

2 -Kıbrıs Vadisi’nin doğal sit alanı konumu devam ettirilmelidir.

3 -Bununla birlikte vadi içindeki tarihi değerler korunmalıdır.

4 -Vadi içerisinde madencilik faaliyetine izin verilmemelidir.

5 -Mevcut mıcır, kireç ocağı vb. şantiyeleri vadi yakınına sokulmamalı, vadiyi tehdit eden işletmelerin faaliyetlerine son verilmeli, maden yasası uyarınca terk edilen ocaklar eski konumuna getirilmelidir.

6 - Özellikle vadinin jeolojik, jeomorfolojik özellikleri, flora zenginliği dikkate alındığında, Ankara’daki üniversite öğrencilerinin teorik bilgilerini pekiştirebilecekleri uygulama alanı olarak mükemmel bir konumu bulunmaktadır.

7 - Ayrıca, halkın yararlanabilmesi için peyzaj mimarları, jeoloji, biyoloji, orman, vd. ilgili disiplinlerce çalışma yapılarak, yürüme yolları, bilgilendirici panolar düzenlenerek, bir sistem dahilinde, denetim altında çeşitli aktiviteler için hizmete açılması önemlidir.

8 - Taş ocaklarına işletme ruhsatlarının verildiği yıllara göre, günümüzde taş ocakları Ankara kent merkezi yerleşim alanı içinde kalmıştır. Yerleşim alanı içinde oluşu, su kaynaklarına, çevreye verdiği zararları düşünüldüğünde, 1990 ve 2000’li yıllarda öngörülen kamu yararı günümüzde ortadan kalkmıştır.

Özer AKDEMİR / Evrensel

Fotoğraflar: Dr. Eşref Atabey




2018 Ağustos sonrasında enflasyon ve ücretler - Erinç Yeldan / CUMHURİYET

 

Enflasyon dehşet verici bir hızda

artmakta: TÜİK’in tahminlerine göre 

mart ayında tüketici fiyatları yıllık 

bazda yüzde 16.19 artış gösterdi. 

Üretici fiyatlarındaki artış oranı ise 

daha ürkütücü: Yüzde 31.40.

Ancak tüketicileri ilgilendiren mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki enflasyon dinamiklerini yönlendiren önemli bir unsur üretim maliyetleri,  kısacası  üretici fiyat enflasyonu. Bugünün üretim maliyetlerinde gözlenen yüzde 31.40 düzeyindeki sıçrama, yakın gelecekte kaçınılmaz olarak tüketicilerin talep ettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarına yansıyacak ve enflasyonist baskıları şiddetlendirecektir.

TÜİK verileri, üretici fiyatlarının (ÜFE) özellikle geçen yaz aylarından bu yana hızla tüketici fiyatlarından (TÜFE) daha hızlı artmakta olduğunu; aralarındaki makasın da şubat ve mart aylarında daha da keskinleşerek açıldığını belirtiyor. Aşağıdaki grafikte her iki grup fiyatların aylık bazda seyri sergilenmekte.


Şekil, üretici ve tüketici fiyatlarındaki enflasyonun seyrini Ağustos 2018’den günümüze dile getiriyor. Malumunuz, söz konusu yaklaşık son üç yıla damgasını vuran olgu, 9 Temmuz 2018 itibarıyla Türkiye’de gerçekleştirilen  Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ya da genel söylemiyle Yeni Türkiye  rejiminin kurgulandığı dönem. TÜİK verileri, bu dönem boyunca birikimli olarak tüketiciler için genel enflasyonun yüzde 42; gıda enflasyonunun yüzde 57; sağlık hizmetleri enflasyonunun ise yüzde 55 arttığını dile getiriyor.

***

Bir de Türkiye’deki ücretlerin dünya ekonomisindeki konumunu irdeleyelim. Bunun için T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın verilerinden yararlanacağız. İlgili başkanlığın 2 Nisan tarihli “Türkiye Ekonomisinde Haftalık Gelişmeler ve Genel Görünüm” raporunda sunulan dolar bazında birim ücret maliyetlerinin seyri bize Türkiyeli emekçilerin dünya emek piyasalarındaki ücret konumunu göstermekte. Çeyrek dönemler itibarıyla 2018 sonrasının verileri aşağıda çizilmekte.


Birim ücret maliyetleri, söz konusu dönemde işçinin reel ücretini, üretkenliği ile ağırlıklandırarak hesaplamakta. Yani işçinin üretim sürecinde sağladığı üretkenlik artışlarını da göz önüne alarak, ücret maliyetlerini ifade etmekte. Şekildeki birim ücretler, uluslararası karşılaştırma sağlayabilmek için dolar bazında sergilenmektedir.

Türkiye’de birim ücret maliyetleri 2018’den son veri tarihi olan 2020’nin eylülüne değin yüzde 30 geriletilmiştir. Türkiye ekonomisinde böylelikle sağlanıyormuş gibi gözüken rekabet avantajı, aslında ücretli emeğin dış dünyaya görece nasıl gelir kaybı yaşadığını ve yoksullaştırıldığını dile getirmektedir. 2023 yılına değin Türkiye’nin dünyada sayılı bir ekonomi haline dönüştürülmesi hedefinin ardında emek gelirlerinin bastırılması ve yoksullaşıcı bir büyüme stratejisi yatmaktadır.  

Bu gözlemler bir yandan yurtiçinde enflasyon ve yurtdışı döviz piyasalarında TL’nin değer yitirmesi, bir yandan da sendikasızlaştırma ve işsizlik tehdidi altında emeğin güvencesizleştirilmesinin kaçınılmaz sonucudur.

Enflasyon, ücretler ve döviz kurunun dış piyasalardaki değeri kuşkusuz birer sonuç; ulusal ekonomide mal, hizmet ve işgücü piyasalarındaki dengesizliklerin ve tıkanıklıkların bir sonucu. Bütün bunların ardında ise ekonomi ve siyaset yönetiminde yapılan yanlışlar, keyfi uygulamalar, keyfi atamalar, rasgele kararlar ve iktisadi aklın gereklerini yadsıyan savlar yatmakta.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Bimeks’in batakçı patronu bir kez daha susturuldu - TKG: Bimeks batakçısı Akgiray gençlikten korkmakta haklıdır / SOL


 

Bimeks’in batakçı patronu bir kez daha susturuldu.

İşçilerin haklarını gasp eden Bimeks patronu, İTÜ'nün Kariyer Zirvesi etkinliğine davet edildi. Öğrencilerden gelen tepkilerin ardından Akgiray son anda panele 'katılamadı'.

2018'de kriz bahanesiyle işten çıkarılan ve açtıkları davayı kazanmış olmalarına rağmen 1500 işçinin haklarını gasp eden, haklarını aradıklarında gözaltına alınmalarına sebep olan Vedat Akgiray'ın İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Kariyer Zirvesi konferansına konuşmacı olarak katılacağı duyurulmuştu. Öğrencilerden gelen tepkilerin ardından etkinlik başlarken moderatör tarafından Akgiray’ın konferansa "maalesef" katılamayacağı haber verildi. 

Aynı şekilde Ocak ayında Akgiray’ın Boğaziçi Üniversite’sindeki konuşması iptal edilmişti.

Akgiray yok Eczacıbaşı görev başında

Konuşmacıları arasında Eczacıbaşı Holding’in sahiplerinden Faruk Eczacıbaşı’nın bulunduğu panel sırasında katılan öğrencilerden gelen tepki dikkat çekti.

İTÜ Kariyer Zirvesi’ne katılacağı duyurulan bir diğer isim ise Eczacıbaşı Holding sahiplerinden Faruk Eczacıbaşı oldu. Konuşma başlıkları olarak inovasyon ve sermayenin hareketliliğinden bahseden Faruk Eczacıbaşı, pandemi sürecinde sağlık sisteminin sermaye hareketliliğinin neresinde durduğuna dair yöneltilen soru başlıklarını cevapsız bıraktı. Katılan öğrenciler "Vedat Akgiray nerede?" diye sorarak paneli yoğun bir eleştiri yağmuruna tutarken Bimeks işçilerinin destekçisi olduklarını belirttiler.

Faruk Eczacıbaşı daha önce ODTÜ’de konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta da büyük tepki toplamıştı.

Türkiye Komünist Gençliği’nin (TKG) olaya ilişkin açıklaması şu şekilde:

2018'de kriz bahanesiyle işten çıkarılan ve açtıkları davayı kazanmış olmalarına rağmen 1500 işçinin haklarını gasp eden, gözaltına alınmalarına sebep olan  Vedat Akgiray'ın İTÜ Kariyer zirvesine gelmesi planlanıyordu. İTÜ öğrencilerinden gördüğü tepkiyle olsa gerek, cesaret edip konferansa katılamadı.

İTÜ Kariyer Zirvesi biz öğrencilere Bimeks patronunun hak gaspını başarı hikayesi olarak anlatmanın ve patron güzellemesi yaparak üniversiteli gençlere boş hayaller vermenin peşinde. İşçilerin emeklerini sömürerek zenginliğine zenginlik katan milyarderlerin anlatıldığı masallara karnımız tok. Servetini işçilerden çaldıklarıyla kazanan ne Vedat Akgiray'ın ne Faruk Eczacıbaşı'nın ne de nicelerinin Teknik Üniversite'de yeri olamaz. Flormar ve Migros direnişinde olduğu gibi Bimeks direnişinde de patronların, hırsızların, gericiliğin karşısında emekçilerin yanındayız. 

Bimeks batakçısı Akgiray gençlikten korkmakta haklıdır. Türkiye sermayesinin ve AKP'nin, üniversiteleri birer şirket haline getirmesine, sermayenin ihtiyaçlarına göre üniversitelerin şekillenmesine, üniversitelere saldıran bu gericiliğe bu piyasacı zihniyete geçit vermeyeceğiz.

Üniversite’ye yapılan saldırıların karşısında tüm öğrencileri Türkiye Komünist Gençliği'ne Omuz Vermeye çağırıyoruz!

                                                             ***

TKG: Bimeks batakçısı Akgiray gençlikten korkmakta haklıdır

Türkiye Komünist Gençliği, Bimeks patronu Vedat Akgiray'ın İTÜ'nün Kariyer Zirvesi etkinliğine öğrencilerden gelen tepkilerin ardından katılmamasına ilişkin açıklama yaptı.

Türkiye Komünist Gençliği (TKG), Bimeks patronu Vedat Akgiray'ın  İTÜ'nün Kariyer Zirvesi etkinliğine öğrencilerden gelen tepkilerin ardından katılmamasına ilişkin açıklama yaptı.

Açıklamada, üniversitelerde piyasacı zihniyete geçit verilmeyeceği vurgulandı.

Açıklama şöyle:

Üniversite'de Sermayeye GEÇİT YOK!

2018'de kriz bahanesiyle işten çıkarılan ve açtıkları davayı kazanmış olmalarına rağmen 1500 işçinin haklarını gasp eden, gözaltına alınmalarına sebep olan Vedat Akgiray'ın İTÜ Kariyer zirvesine gelmesi planlanıyordu. İTÜ öğrencilerinden gördüğü tepkiyle olsa gerek, cesaret edip konferansa katılamadı. 

İTÜ Kariyer Zirvesi biz öğrencilere Bimeks patronunun hak gaspını başarı hikayesi olarak anlatmanın ve patron güzellemesi yaparak üniversiteli gençlere boş hayaller vermenin peşinde. İşçilerin emeklerini sömürerek zenginliğine zenginlik katan milyarderlerin anlatıldığı masallara karnımız tok. Servetini işçilerden çaldıklanyla kazanan ne Vedat Akgiray'ın ne Faruk Eczacıbaşı'nın ne de nicelerinin Teknik Üniversitede yeri olamaz. Flormar ve Migros direnişinde olduğu gibi Bimeks direnişinde de patronların, hırsızların, gericiliğin karşısında emekçilerin yanındayız. 

Bimeks batakçısı Akgiray gençlikten korkmakta haklıdır. Türkiye sermayesinin ve AKP'nin, üniversiteleri birer şirket haline getirmesine, sermayenin ihtiyaçlarına göre üniversitelerin şekillenmesine, üniversitelere saldıran bu gericiliğe bu piyasacı zihniyete geçit vermeyeceğiz. 

Üniversiteye yapılan saldırıların karşısında tüm öğrencileri Türkiye Komünist Gençliği'ne Omuz Vermeye çağırıyoruz! 

Türkiye Komünist Gençliğine tkg.org.tr internet sitesinden ya da aşağıdaki iletişim adreslerinden ulaşabilirsiniz:

Telefon: 0543 481 48 31
Instagram: https://instagram.com/turkiyekomunistgencligi/
Twitter: https://twitter.com/TKGninsesi
Facebook: https://facebook.com/tkgninsesi 

                                                                  ***

Bimeks'in batakçı patronu, Boğaziçi'nde konuşturulmadı (01/01/2021)

İşçilerin haklarını gasp eden Bimeks patronu Vedat Akgiray, Boğaziçi Üniversitesi'nde 'kurumsal etik' dersine davet edildi. Öğrencilerin tepkileri üzerine Akgiray'ın konuşması iptal edildi.

1500 Bimeks işçisinin hakkını gasp eden patron Vedat Akgiray, akademisyenlik yaptığı Boğaziçi Üniversitesi'nde "şirket etiği" üzerine bir derse konuşmacı olarak davet edildi. Öğrencilerin tepki göstermesi üzerine Akgiray’ın konuşması iptal edildi. 

2018'de kriz bahanesiyle işten çıkarılan ve açtıkları davayı kazanmış olmalarına rağmen birikmiş maaş ve tazminatlarını alamayan Bimeks işçileri geçtiğimiz ay hem Bimeks kurucu üyelerinden hem de Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Vedat Akgiray'a karşı üniversite önünde eylem yapmıştı. "Finans ‘Profesörü’ Vedat Akgiray Ders Değil Hakkımızı Versin!" sloganıyla taleplerini bir kez daha dile getiren işçilerin 7’si ve onlara destek olan öğrencilerin 10'a yakını gözaltına alınmıştı.

Kısa süre içinde Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, rektörlüğe yazdıkları açık mektupta Vedat Akgiray'ın lisansüstü program yöneticilikleri gibi önemli görevler verilen İşletme Bölümü öğretim üyesi olmasından rahatsızlık duyduklarını belirterek Akgiray'la ilgili etik kurullar tarafından soruşturma açılmasını ve Akgiray'ın görevden alınmasını talep etmişti.

Henüz bu taleplerle ilgili süreç sonuçlanmadan, birkaç gün önce, İşletme Bölümü öğrencileri Vedat Akgiray'ın “Kurumsal Etik” üzerine konuşmacı olarak bir derse davet edildiğini öğrendi. Dersi alan 12 öğrenci, dersin hocasına gönderdikleri e-posta ile, mahkeme kararıyla haklı bulunmuş işçilerin maaşını ve tazminatını ödemeyen, işçilerin hakkını gasp etmeyi sürdüren Vedat Akgiray'ın kurumsal etik üzerine ders verebilecek birisi olmadığını, Akgiray’ın derse katılmasını istemediklerini ve bu duruma sessiz kalmayacaklarını bildirdi. E-postaların gönderilmesinden iki saat sonra ders programına dair gönderilen e-postadan Akgiray'ın adı çıkarıldı.

soL'a konuşan BÜ İşletme öğrencilerinden Ece şunları söyledi:

"Bütün bu konuşmayı yapacak olmasının absürtlüğünün yanında, Güney kapıda Bimeks işçileri seslerini duyurmak için polis şiddetiyle karşı karşıya kalıyorken Vedat Akgiray'ın konumu sebepli ona defalarca kez yorum yapması için platform sunulmuş olmasına rağmen bunu yapmayıp bir avuç işletme öğrencisine bu konuda 'açıklama' yapmayı makul görmüş olması benim için bu durumu kabul edilemez yapan temel faktörlerdendi."

(SOL)

Montrö, Kanal İstanbul ve zevzeklik üzerine tezler - Fatih Yaşlı / SOL

 

Düzenin yaşadığı çoklu krizden 'ne yapmalı' sorusuna uzanan bir yol var.

1- İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından Montrö Sözleşmesi’nden çıkılması tartışmalarına uzanan bir yol var. Montrö Sözleşmesi’ne dair son tartışmayı, Meclis Başkanı Şentop, İstanbul Sözleşmesi’nden cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çıkılmasına dair kendisine yöneltilen bir soruya karşılık olarak verdiği “cumhurbaşkanı kararıyla Montrö’den de çıkılabilir” minvalindeki cevabıyla açmıştı. Bu yolu siyasal İslam’ın kadın düşmanlığıyla Cumhuriyet düşmanlığı arasındaki bir yere yerleştirebiliriz. 

2- Montrö Sözleşmesi’nden çıkılması tartışmalarından rejimin karakterine uzanan bir yol var. En son örneğini TBMM’de muhalefetin oylarıyla kabul edilmeyen bir yasa teklifinin iç tüzüğe aykırı bir şekilde tekrar oylanmasında gördüğümüz üzere, Meclis’in çoktan devre dışı bırakıldığı, Saray kararnameleri üzerine kurulu bir rejim bu.  

3- Montrö Sözleşmesi’nden yeni-Osmanlıcılığa uzanan bir yol var. Yeni-Osmanlıcılığın Cumhuriyet’ten rövanş almak üzerine kurulu tutumunun merkezinde Cumhuriyet’in hem dış politika anlayışına hem de uluslararası alandaki tanınırlığını sağlayan anlaşmalara dair bir dert bulunuyor. İşte Montrö de o anlaşmalardan biri. Montrö’yü tartışmaya açmak hem yeni rejim inşası sürecinde Cumhuriyet’i tartışmaya açmak, onu hedef tahtasına yerleştirmek hem de yeni-Osmanlıcı söylemi tahkim etmek anlamına geliyor. 

4- Montrö Sözleşmesi’nden Kanal İstanbul’a uzanan bir yol var. Montrö Sözleşmesi tartışmasının uzunca bir süre uykuya yatırılan “çılgın proje” Kanal İstanbul’un yeniden gündeme getirilmesiyle eş zamanlı olarak tartışmaya açıldığını hatırlarsak, ikisini birbirine bağlayan yolu da görebiliriz. 

5- Kanal İstanbul’dan iktidarın inşaata dayalı birikim rejimine uzanan bir yol var. Beton ekonomisinin sonuncu ve en büyük çılgınlığı olarak Kanal İstanbul, ranta açılan topraklardan Katar’a yapılan satışlara, iktidarın ekonomi-politiğinin zirve noktasını oluşturuyor. Kanal İstanbul, beton ekonomisinin “tamam ya da devam” diyeceği son büyük savaş ve topluma anlatıp anlatamayacaklarını hep birlikte göreceğimiz iktidarın son büyük hikâyesi olma niteliğini taşıyor. 

6- Montrö-Kanal İstanbul tartışmalarından Biden yönetiminin küresel stratejisine uzanan bir yol var. Trump yönetimiyle kıyaslanmayacak ölçüde saldırgan bir dış politikanın taşıyıcısı olan Biden yönetiminin ve kendisini buna uyarlayan NATO’nun “yeni Soğuk Savaş” bağlamındaki Rusya’ya yönelik politikalarının somutlaşacağı yerlerden biri Karadeniz olacak ve Kanal İstanbul üzerinden başlatılan Montrö tartışmaları iktidarın Biden yönetimine uzattığı bir zeytin dalı olma niteliği taşıyor. Montrö’nün esnetilmesi ya da ilgasını ve bunun üzerinden ABD’nin/NATO’nun Karadeniz’e girmesini tartışmaya açmayı iktidar bir pazarlık aracı, ABD’ye karşı elindeki bir koz olarak görüyor. 

7- Montrö-Kanal İstanbul tartışmalarından Ukrayna-Rusya gerilimine uzanan bir yol var. İktidarın Kırım meselesindeki Rusya karşıtı tutumundan İHA/SİHA satışına uzanan genişlikteki Ukrayna ile kurmuş olduğu ilişki, emperyalizme Rusya karşısında ne kadar işlevsel olabileceğine dair bir mesaj verme niteliği taşıyor. Ve şimdi Biden yönetimiyle birlikte, artık bunun bir karşılık bulacağı hesaplanıyor. Önümüzdeki günlerde NATO’nun doğrudan Rusya’ya karşı yapacağı son yılların en büyük tatbikatını da, Donbass üzerinden büyüyen gerginliğe dair Batının ve Türkiye’nin ortak tutumunu da buraya eklemek gerekiyor. 

8- Ukrayna-Rusya geriliminde yeni-Osmanlıcılığın aldığı pozisyondan Suriye’ye uzanan bir yol var. Yeni-Osmanlıcılığın Karadeniz’de Rusya’yı sıkıştırmak için attığı her adım kendisine başta İdlib ve Kürt sorunu olmak üzere bir bumerang misali geri dönecek.

9- “Mavi Vatancı” amirallere yönelik operasyondan Avrupa Birliği’ne verilen Doğu Akdeniz mesajına uzanan bir yol var. Sismik gemiler çoktan limana çekilmişken, Mısır’da Sisi’yle bir uzlaşı aranıyorken, Libya’daki hayaller çökmüşken, AB Erdoğan Türkiye’sine yeni bir kredi açmış ve bunun için de ön koşullardan biri olarak Doğu Akdeniz’i koymuşken, AB’ye “Mavi Vatancılara” yönelik bir operasyondan daha iyi bir jest yapılabilir mi? 

10- “Mavi Vatancılar”a yönelik operasyondan ulusalcı zevatın 15 Temmuz sonrası iktidara verdiği desteğe uzanan bir yol var. Yayınladıkları bildiri neticesinde darbecilikle yaftalanıp hedef tahtasına yerleştirilen isimlerin önemlice bir kısmı, iktidarı hem Fethullahçılara karşı hem de “iç politika ayrı dış politika ayrı” söylemiyle Suriye’de, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de destekliyor, iktidarın dış politikada anti-emperyalist bir tutum sergilediğini ve Türkiye’nin milli çıkarlarını savunduğunu iddia ediyorlardı. İktidar ise bir tür gönülsüz müttefiklik ilişkisi nedeniyle sırtına yüklenen bu “ulusalcı yük”ten doğru bir zamanlamayla kurtulmaya çalışıyordu.  İktidar bildiriye verdiği yanıtla bu yükten kurtulurken, ulusalcı iddiaların temelsizliği de, Ergenekon/Balyoz’da açığa çıkan kurmay kademesinin siyasi zekâdan yoksunluğu da bir kez daha teyit edilmiş oldu. 

11- Emekli amirallerin bildirisinden düzen muhalefetinin Amerikancılığına uzanan bir yol var. Düzen muhalefetinin özellikle AKP-MHP içinden çıkan kanadı nasıl ki Uygur meselesi ve Çin karşıtlığı üzerinden sürekli ABD’ye “bizi alın” diyorsa, Montrö mevzunda da aynı mesajı verdi. Bildirinin bu saflarda “zevzeklik” ya da “darbecilik” diye nitelendirilmesinin nedenlerinden biri de buydu. 

12- Düzen muhalefetinin bildiriye verdiği tepkiden izlediği sandıkçı stratejiye uzanan bir yol var. Sandıkçı stratejiye aykırı olduğu düşünülen her ses, her hareket, bizzat muhalefet eliyle anında etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Toplumsal muhalefetten de pasif bir şekilde sadece sandığı beklemesi isteniyor. Çünkü siyasal alandaki her önemli gelişme, toplumdaki en ufak bir hareketlilik, söz konusu gelişme ve hareketlere muhalefet partilerinin verdikleri tepkiler arasındaki farklara bakarak da anlaşılacağı üzere, kurulan ittifakların nasıl temelsiz ve kırılgan olduğunu, nasıl bir dağılma eğilimi taşıdığını gösteriyor. Dağılmayı engellemenin yolu mevcut statükoyu koruyarak sandığı beklemekten geçiyor. 

13-  Sandıkçı stratejinin “AKP’ye yarar” diyerek atmadığı adımlardan AKP hegemonyasına uzanan bir yol var. Zayıfladığı, yıprandığı, hegemonya tesisinde artık zorlandığı doğru olsa da, AKP hala oyun kurabiliyor, hala karşı-ittifakları dağıtma adımları atabiliyor, reformlardan ya da yeni anayasadan söz edebiliyor. Bunun gerisinde ise muhalefetin atmadığı adımlar bulunuyor. İçeride ve dışarıda bu kadar sıkışmış bir iktidarın bu kadar rahat ve pervasızca hareket etmesinin başka bir açıklaması bulunmuyor.  

14- Montrö ve Kanal İstanbul tartışmalarından Türkiye’de düzenin yaşadığı çoklu krize uzanan bir yol var. Türkiye’nin düzeni dikiş tutmuyor, iktisadi, siyasi ve ekonomik krizin derinleşmesi kaçınılmaz görünüyor. Rejimin bekası ile düzenin bekası arasındaki açı büyüyor. İktidar, farklı sermaye fraksiyonlarının farklı taleplerini aynı anda karşılayabilme gücünü yitiriyor. İktidarın giderek yönetmekte zorlandığı, muhalefetin ise kendisini alternatif olarak sunamadığı, düzenin kriz karşısında daha da çaresizleşeceği bir fetret dönemine doğru gidiliyor.

15- Düzenin yaşadığı çoklu krizden “ne yapmalı” sorusuna uzanan bir yol var. Derin bir krize sürüklenen toplumun arayış içerisinde olduğu ve radikalleşme potansiyelinin arttığı bir dönemde, sandıkçı stratejiyi de düzen içi/sağcı alternatifleri de aşan, sol değerleri toplumla buluşturacak, solu kitleselleştirebilecek bir siyaset için, kamuculuk, halkçılık, laiklik, anti-emperyalizm başlıklarında yan yana gelmek, ortaklaşmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / SOL

Mobilya sektörü hammadde açığını orman talanından karşılıyor- SOL

 


Odun üretimindeki artış yıllar içinde giderek arttı. İthalat azalma gösterirken sektörler hammadde açığını ülke ormanlarından kapatma yoluna gitti.

Ülkemiz ormanlarından elde edilen odun üretimi resmi verilere göre 2002 yılında 13 milyon m³’lerden 2020 yılında 29 milyon m³’lere ulaştı.1 Resmi verilere dayanan odun üretimindeki bu artışın temelinde lif yonga levha üretiminde faaliyet gösteren firmaların patron örgütü olan MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği (YOMSAD) ve biyokütle enerjisi sektörlerinde faaliyet gösteren firmaların baskısı mevcut. Ve bu baskının 2017 yılında başlayan döviz kur dalgalanmalarıyla sistematik bir ormansızlaşma politikası haline geldiği görülüyor.

Kuruluşları itibariyle ithalata dayalı bu iki sektörün hammadde olarak kullandığı yakacak odun ve endüstriyel odun ithalat miktarları döviz kurunda başlayan dalgalanma ile yıllara göre azalma gösterirken sektörler bu hammadde açığını ülke ormanlarından kapatma yoluna girdi.


Odun İthalat miktarı: https://biruni.tuik.gov.tr/disticaretapp/disticaret.zul param1=23&param…

Sektör hammadde açığını ekosistemi yok ederek karşılıyor

Orman Genel Müdürlüğü, sektörün hammadde açığını kapatmak için ormancılığa aykırı, orman ekosisteminin bütünlüğünü geri dönüşü imkansız şekilde yok ederek karşılamaya çalışıyor. 2002 yılında 8.005.138 m ³ olan endüstriyel odun üretimi 2020 yıl sonu itibariyle yıllık 24.751.066 m³ olurken, 2002 yılında 1.821.253 m³ olan lif-yonga odunu üretimi 2020 yıl sonu itibariyle 9.105.038 m³’e yükseldi.

Sektör yüksek odun hammaddesi ihtiyacını karşılamak adına 2021 yılında bioçeşitlilik ve ekosistemin zarar göreceği bilinmesine ve ilgili Milli Parklar Kanunu ve ilgili yönetmeliğine aykırı olarak koruma alanı niteliğindeki milli parklar da dahi odun üretimine gidiliyor. Köprülü Kanyon Milli Parkı’nda 9477 m³ , Termessos Milli Parkı’nda 176 m³ , Beyşehir Milli Parkı’nda 5.703 m³ , Kızıldağ Milli Parkı’nda 9.520 m³ ve Kovada Milli Parkı’nda 948 m³ yıllık odun üretimi için eta (yıllık kesim) verilmiştir. 

Orman Genel Müdürlüğü (OGM) bahse konu sektörlerin direktifleri doğrultusunda personel istihdamından, ham madde kalitesine, orman yollarının bakımından, araç - gereç ekipman yenilenmesine kadar her konuda bir tür taşerona dönüştü.


OGM lif-yonga odunu – Endüstriyel odun üretimi :   https://www.ogm.gov.tr/tr/ormanlarimiz/resmi-istatistikler


Tahsisli odun satışından en büyük payı alan firmalar şöyle:

Lif-yonga levha sektöründe:

  • YILDIZ ENTEGRE AĞAÇ SANAYİ VE TİCARET AŞ.
  • KASTAMONU ENTEGRE AĞAÇ SANAYİ VE TİC.ANONİM ŞİRKETİ (Abdullah KİĞİLİ’NIN FİRMASI)
  • STARWOOD ORMAN ÜRÜNLERİ SANAYİ ANONİM ŞİRKETİ
  • AGT AĞAÇ SANAYİ VETİC.A.Ş.
  • TEVERPAN MDF LEVHA SANAYİ VE TİCARET A.Ş
  • ORMA ORMAN MAHSÜLLERİ İNTEGRE SAN.VE TİC. ANONİM ŞİRKETİ
  • ÇAMSAN ENTEGRE AĞAÇ SANAYİ VE TİCARET ANONİM ŞİRKETİ

Biokütle enerji sektöründe:

  • BİYOMEK ELEKTRİK ENERJİSİ ÜRETİMİ SANAYİ VE TİCARET ANONİM ŞİRKETİ
  • MAVİBAYRAK ENERJİ ÜRETİM A.Ş.
  • ACARSOY ENERJİ ELEKTRİK ÜRETİM SAN.VE TİCARET A.Ş
  • OLTAN VE KÖLEOĞLU ELEKTRİK VE ENERJİ ÜRETİMİ TİCARET ANONİM ŞİRKETİ
  • GÜNGÖR ENERJİ ÜRE.VETİC.A.Ş.
SOL

6 Nisan 2021 Salı

İtibarın tasarrufu olmaz!.....- Mustafa Kırcı / Derleme

 

Cumhurbaşkanlığı'ndan açıklama: İtibarın tasarrufu olmaz(1)

Saray'ın yalnızca temizlik harcamalarının yıllık 2 milyon lira olduğu haberlerine Cumhurbaşkanlığı'ndan açıklama geldi. Yapılan açıklama, "Türkiye'nin vitrini Cumhurbaşkanlığı'nın itibarında tasarruf olmayacağı" ifadesi kullanıldı.

Dünya Liderlerini Göklere Çıkartan Uçan Saraylar(2)


ABD BAŞKANI
AIR FORCE ONE-BOEING747

DEĞERİ:1 MİLYAR USD
(3) ABD GSYİH (2019) - 21.43 TRİYON USD
    ABD KİŞİ BAŞI GSYİH - 65.297 USD







RUSYA DEVLET BAŞKANI

IL-96-300PU 

DEĞERİ:500 MİLYON USD
RUSYA GSYİH (2019) - 1.7 TRİLYON USD
RUSYA KİŞİ BAŞI GSYİH - 11.585 USD





ÇİN DEVLET BAŞKANI

Boeing 747-400

DEĞERİ : 400 MİLYON USD
ÇİN GSYİH (2019) - 14.34 TRİLYON USD
ÇİN  KİŞİ BAŞI GSYİH - 10.261 USD




ALMANYA BAŞBAKANI

Konrad Adenauer adlı uçak

DEĞERİ : 300 MİLYON USD
ALMANYA GSYİH (2019)- 3.861 TRİLYON USD
ALMANYA KİŞİ BAŞI GSYİH - 46.445 USD






İNGİLTERE BAŞBAKANI

Royal Air Force

DEĞERİ: 250 MİLYON USD
İNGİLTERE GSYİH(2019)-2.829 TRİLYON USD
İNGİLTERE KİŞİ BAŞI GSYİH - 42.330 USD




FRANSA CUMHURBAŞKANI

Francois Hollande Airbus A330-200

DEĞERİ: 270 MİLYON USD
FRANSA GSYİH(2019)- 2.760 TRİLYON  USD
FRANSA KİŞİ BAŞI GSYİH - 40.493 USD





JAPONYA DEVLET BAŞKANI
Boeing 747-400
DEĞERİ: 300 MİLYON USD
JAPONYA GSYİH(2019)- 5.08 TRİLYON USD
JAPONYA KİŞİ BAŞI GSYİH - 40.246 USD







KATAR EMİRİ

Airbus ve Boeing filosu.Filo toplamda 14 uçaktan oluşuyor. 

DEĞERİ: 1.5 MİLYAR USD
KATAR GSYİH(2019)- 175.8 MİLYAR USD
KATAR  KİŞİ BAŞI GSYİH - 62.088 USD





T.C CUMHURBAŞKANI

Boeing 747-8 

DEĞERİ : 400 MİLYON USD 
(Katar Emir'inin Hediyesi)






T.C CUMHURBAŞKANI

TC-ANA-Airbus A330

DEĞERİ :300 MİLYON USD








T.C CUMHURBAŞKANI

TC-CAN-Airbus A340 (Türkiye, Tunus’un devrik lideri Ben Ali’nin Airbus A340 VIP uçağını 78 milyon dolara satın aldı)

DEĞERİ: 78 MİLYON USD






"TÜRKİYE CUMHURİYETİ GSYİH (2019)- 761,4 MİLYAR USD"

"TÜRKİYE CUMHURİYETİ KİŞİ BAŞI GSYİH 9.126 USD"  

BU RAKAMLARI BELİRTMEYE NE GEREK VAR! BRÜT DIŞ BORÇ STOKUMUZ DA 2020 EYLÜL AY'I İTİBARİYLE(4) 435.1 MİLYAR USD OLMUŞ SA OLMUŞ. MÜHİM OLAN "T.C'NİN VİTRİNİ" CUMHURBAŞKANI'NIN  İTİBARINDAN TASARRUF ETMİYORUZ YAAA.. O HEPİMİZE YETER!....

Mustafa Kırcı



Kaynaklar:
(1)Yeniçağ: 05/10/2017
(2) Onedio: 20/06/2017
(3) Google
(4) A.A

Yeni dünya düzeni - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 


Sosyalistlerin bazı liberaller gibi Biden’ı insan hakları, demokrasi havarisi görme yanılgısına düşmeyeceklerini varsayabiliriz. Gelgelelim Çin’e ilişkin değerlendirmeler üzerinde biraz daha düşünmemiz, tartışmamız, gelişmeleri izlememiz hayırlı olacaktır.

George Biden yoksul kesimlere 1.9 trilyon dolarlık nakdi ücret desteği öngören harcama paketinden sonra, geçen hafta da 2 trilyon dolarlık altyapı yatırım planını açıkladı. 10 yıla yayılacak ekonomiyi canlandırmayı amaçlayan bu hamlenin büyük ölçüde sermaye kesiminden toplanacak vergilerle finanse edileceği ilan edildi.

ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasını andıran Keynesyen bir yönelim içerisine girdiği pekala söylenebilir. Buradan Demokrat Parti yönetiminde Washington’un daha ılımlı bir dış politika izleyeceği anlamı çıkmaz. Tam aksine ülke içinde rızayı sağladıktan sonra, uluslararası arenada daha saldırgan emperyalist hamleler içine girilmesi tehlikesi var. Belki de bu duruma en iyi örnek, kitlesel üretimin arttığı, hemen hemen tam istihdama ulaşıldığı, geniş kitlelerin yaşam standartlarının yükseldiği bir dönemdeki Kore Savaşı’dır…

OTOKRASİLER İTTİFAKI MI?

Hatırlanırsa Yeni Dünya Düzeni ifadesi ilk kez George Bush döneminde 1991’de 1.Körfez Savaşı sırasında kullanılmıştı. Çünkü Soğuk Savaş sona ermiş, Sovyetler Birliği dağılma sürecine girmiş, ABD bir anlamda küresel hegemonyasını iyice pekiştirmişti. İşte aynı kavram geçtiğimiz hafta New York Times (NYT) gazetesi tarafından bir kez daha gündeme getirildi. Ancak bu kez Çin’in bir otokrasiler ittifakı kurarak Yeni Dünya Düzeni’ne liderlik edeceği iddiasıyla…(Steven Lee Myers, An Alliance of Autocracies? China Wants to Lead a New World Order-29 Mart 2021). NYT’nin Demokrat Parti destekçisi, Amerika’nın en etkili yayın organlarından biri olduğu düşünülürse, bu makalede dile getirilen görüşlerin Biden’ın dış politika stratejisinde etkili bir rol oynayacağı söylenebilir.

Hatırlanırsa, 19 Mart 2021 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken ile Çin’in en kıdemli dış politika sorumlusu Yang Jiechi başkanlığındaki heyetler bir araya gelmişti. Blinken’in bodoslama Uygurlar, Tayvan ve Hong Kong konularında Çin’i suçlayan giriş konuşmasına, Yang Jiechi ABD’de siyahların boğazlandığını söyleyerek cevap verince, görüşme hiçbir ilerleme sağlanamadan sona erdi. Her iki taraf da kurallara bağlı bir uluslararası düzenden yana olduklarını ifade ettiler.

ÇİN DIŞİŞLERİ BAKANI’NIN AVRASYA GEZİSİ

Alaska fiyaskosunun ardından Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, önce Rusya’ya sonrasında İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’ye ziyaretler düzenledi. Bu konuda Ankara’nın suskun kaldığı, Biden yönetimine yanaşma çabası sürerken net bir açıklama yapmaktan kaçındığı gözlendi. İran’la 400 milyar doları bulan stratejik bir yatırım anlaşması imzalandığı haberi Batı basınında yer aldı.

NYT işte bu gelişmelerin ardından, Çin’in demokrasi, insan hakları ve kanun üstünlüğü ilkelerine dayanan ABD liderliğindeki uluslararası düzene meydan okuduğu iddiasını ortaya attı. Gerçekten de Çin’in, Biden’ın Putin için “katil” ifadesini kullanmasının ardından Rusya ile daha da yakınlaştığı gözleniyor. Ortadoğu gezisinin de bu anlamda ittifaklarını sağlamlaştırmayı amaçladığı ortada. Avrupa Birliği ile yakında fikir birliğine varılan, Avrupa Parlamentosu’nun onayına kalan ticaret ve yatırım anlaşması da Pekin’in elini güçlendirdi.

Biden’ın, Trump’ın aksine uluslararası kurumları daha etkin kılarak diplomasi yürütme stratejisinin önündeki en büyük engel de Çin’in bu zeminlerdeki ağırlığının artmış olması. “Beijing Uzlaşması” adı verilen ülkelerin iç işlerine karışmama tavrı sayesinde Xi Jinping döneminde BM’de Çin’in etkisi daha belirgin hissediliyor. Dış ticarette rekabet gücüne güvenen Çin Dünya Ticaret Örgütü’nün işler hale gelmesini savunan ülkelerin başında geliyor. Dünya Sağlık Örgütü gibi BM kurumlarına giderek nüfuz ediyor.

BIDEN’IN DİPLOMATİK ATAĞI

Biden ilk diplomatik başarısını Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan bölgesindeki insan hakları ihlallerine karşı Kanada, Britanya ve AB ile ortak yaptırımlar uygulama konusunda anlaşarak elde etti. Ne var ki, bu yaptırımlar kişilere yönelik olduğu için şimdilik ticaret ve yatırımları etkilemiyor. Biden bir şekilde “demokrasiler ittifakını” bu Batılı güçlerle gerçekleştirebilir. Ancak Çin’in yükselişini durdurmak için daha fazla gereksinim duyduğu, Güney Kore, Japonya, Tayvan, Singapur, Vietnam, Hindistan hükümetleriyle ittifakını güçlendirmek.

Bu Asya ülkelerinin Çin ile tarihsel sorunları bulunuşu, Pekin’in hegemonyasını kurmasından endişe duymaları Biden’ın avantajı. Gelgelelim Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa merkezli bir blok oluşturması örneği ile karşılaştırılırsa, Biden’ı iki sorun bekliyor.

Birincisi, Avrupa ülkelerinin liberal demokrasi ilkelerini benimsemek konusunda bir tereddütleri bulunmuyordu. Şimdi Hindistan, Tayvan benzeri otoriter rejimlerle kurulacak bir “demokrasi ittifakının” iç tutarlılığı her fırsatta sorgulanabilir.

İkincisi, Soğuk Savaş döneminde birbirinden neredeyse tamamen yalıtılmış iki ekonomik blok söz konusuydu. Sovyetler Birliği’nin gücü de esas itibarıyla askeri teknolojisinden kaynaklanıyordu. Halbuki Çin kapitalist küreselleşmenin kuralları çerçevesinde ekonomisini güçlendirmiş, yukarıda sayılan Asya ülkeleriyle kopuşu karşılıklı göze alamayacakları derin ekonomik bağlara sahip bir ülke. Kasım 2020’de Çin öncülüğünde 15 Asya-Pasifik ülkesinin imzaladığı Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (Regional Comprehensive Economiç Partnership) Anlaşması 2.2 milyarlık nüfusa sahip bir bölgede dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesini oluşturdu.

TARİHSEL ANLAMDA HEGEMONYA MÜCADELESİ

Tarihsel olarak dünya hegemonyası mücadelesinde eski hegemon, yeninin kurallara uyum sağlamasını talep ederken, yeni ise kendi kurallarını koymayı, sistemini kurmayı zorlar, çatışma buradan kaynaklanırdı. Çin ise ABD’yi kendi oyunuyla, serbest ticaret, serbest sermaye akımları koşulları geçerliyken kündeye getirmiş bulunuyor.

Böyle durumlarda ciddi çatışmalara girilmesi (1. ve 2. Dünya Savaşlarında yükselen Almanya ve Japonya’nın yenilgiye uğratılması), birbirinden yalıtılmış ayrı etkinlik alanları kurulması (Soğuk Savaş) ve pazarlık-uzlaşma-gerginlikler çerçevesinde salınan karşılıklı bağımlılık (şu ana kadar ABD ile Çin arasında yaşanana benzer) gibi üç durum ortaya çıkabilir. Ancak ABD’nin ekonomik anlamda irtifa kaybetmesi, Çin’in Kuşak ve Yol Projesi gibi büyük yatırımlara girişmesi, Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi kurumsal yapılar oluşturması, yani mevcut model içerisinde Çin’in güçlenişi Biden yönetimini kaygılandırıyor. Alaska görüşmesi sonrası Çin ve Rusya’nın doların hegemonyasını geriletmek için yeni arayışlara girmesi de gerginliği tırmandırıyor.

RODRİK VE WALT MODELİ

Amerika’da ABD’nin 2.Dünya Savaşı sonrasında kesinleşen mutlak hegemonyasının eskisi gibi süremeyeceğini gören, yeni bir dengeyle küresel düzenin devamını öneren bazı sistem içi bazı “akil kimseler” de çıkıyor. İşte Harvard Kennedy School’dan Türkiyeli sosyal bilimci Dani Rodrik ve Stephen Walt’ın Yeni Küresel Düzen (Rodrik D, Walt S. How to Construct a New Global Order, March 2021) tasarımı da bunlardan biri. Çinli telekom şirketi Huawei ve İran vakaları üzerinden iki örnek olayla somutlanan bu ayrıntılı çalışmada Yeni Küresel Düzenin şu 4 normatif amaca odaklanması gerektiği ifade ediliyor:

1-İnsan varlığını sürdürmenin koşullarının korunması. Bu kapsamda iklim değişikliği konusunun ele alınması yanında suya erişim ve insanlığı pandemilere karşı koruma konuları üzerinde duruluyor.

2-Savaş riskinin minimize edilmesi. Tarihçi Graham Allison’un Atina ve Sparta örneğinden hareketle gündeme getirdiği iki büyük güç arasında çatışmanın kaçınılmazlığı anlamındaki “Tukidides tuzağından” kurtulmak için ABD ve müttefiklerinin Çin’in belli alanlardaki güç ve etkisi yanında, temelden farklı politik-ekonomik rejimini kabullenmeleri gerekiyor. Koşullar Çin’in de büyük gücünü başka ülkeleri fazla tedirgin etmeyecek, küresel bir muhalefeti tetiklemeyecek şekilde seferber etmesini zorunlu kılıyor.

3-Malların, sermayenin, bilginin ve insanların dolaşımının yönetilmesi. Yakın zamana kadar hükmünü sürdüren “hiper küreselleşmenin” yıkıcı etkileri en aza indirilirken yüksek bir uluslararası açıklık düzeyinin devamına gayret gösterilmesi tavsiye ediliyor.

4-İnsan haklarına saygı gösterilmesi. Bir yandan temel insan hakları savunulurken, baskıcı rejimlerin doğrudan devamına katkıda bulunan eylemlerle ve işbirliğini tamamen göz ardı etmeyen davranışların dengelenmesi. Örnek olarak, ABD ; Çin, Rusya, Myanmar ve Suudi Arabistan’a silah veya keşif yazılımı vermeyi reddederken, soya fasulyesi veya ticari uçak satabilir deniyor.

ÇİN EMPERYALİST Mİ?

Sosyalistlerin bazı liberaller gibi Biden’ı insan hakları, demokrasi havarisi görme yanılgısına düşmeyeceklerini varsayabiliriz. Gelgelelim Çin’e ilişkin değerlendirmeler üzerinde biraz daha düşünmemiz, tartışmamız, gelişmeleri izlememiz hayırlı olur görüşündeyim. Kendi adıma, belli bir ekonomik güce eriştiği için bazı Marksist çevrelerde Çin’in kestirmeden emperyalist ilan edilmesini de anlamıyorum. Monthly Review Dergisinin Mart 2021 sayısındaki, doğrudan sermaye ihracının dünya ortalaması Gayri Safi Milli Hasılatının yüzde 6’sı iken Çin’inkinin yüzde 1.9’u ile sınırlı olmasından hareketle emperyalizm tartışmasının dışında bırakılmasını da açıklamakta zorlanıyorum (Zhun Xu The Ideology of Late Imperialism). Önümüzdeki dönemlerde bu konuyu tekrar tekrar tartışmak üzere, Çin devriminin liderlerinden Çu En Lay’ın Fransız Devrimine ilişkin “değerlendirme yapmak için henüz erken” sözünü hatırlatıyorum.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Gerçek gündem nedir?-Oğuz Oyan / SOL

İktidarın oportünizmiyle hesaplaşmak başka şeydir, bu tür haklı uyarılara 'gündem değiştirmek' olarak bakmak başka şeydir. Muhalefetin yapması gereken birincisidir, ikincisi değil. 

Halkın gündemi ile ülkenin gündemi kısa vadede çakışmayabilir. Ama orta/uzun vadede yolları mutlaka kesişir. Örnekleyelim. Bugün halkın dar ve acil gündemi iş ve aş meselesidir; bunun tartışılacak bir yanı yok. Siyasi iktidarın bu gündemin yaratılmasında baş sorumlu olduğu ve bu sorumluluğunun ortaya çıkmaması için bu gündemin tartışılmasını istemediği/istemeyeceği de açık olmalı. 

Ama bu gündem, toplumun/ülkenin tek gündemi değil. İktidarın yeni rejimini inşa etmeye dönük olarak pervasızca adımlar atması ve bununla mücadele etmeye çalışanlara karşı yargı ve kolluk şiddetini fütursuzca kullanabilmesi; hatta "açım", "işsizim" diyenlere karşı da devlet şiddetini hoyratça uygulamaktan çekinmemesi ülkenin temel bir gündem maddesidir; bu bağlamda birinci gündemle de bağlantılıdır.

AKP'nin dış politikası da her zaman ülkenin temel bir gündem maddesini oluşturmuştur. AKP siyaseti, dış ekonomik/diplomatik ilişkilerindeki ödüncü tutumuyla iktidara gelebilmiş ve uzun süre tutunabilmiştir. Bugün bu tavizci diplomasiye tekrar çok güçlü bir biçimde dönüşün bütün işaretleri alınırken; ve bunu içerdeki faşizan zorbalığı koyulaştırmanın ve iktidardan gitmemenin bir vasıtası olarak kullanılmaya yelteniliyorken, bu konu nasıl gerçek gündem olmayabilir? Bunun sonuçları halkın siyasi tercihlerini ve oradan da ekonomik taleplerini/ refah düzeyini etkilemeyecek midir? Daha önemlisi, Suriye ve Doğu Akdeniz'den Ege'ye, Boğazlardan Marmara'ya ve Karadeniz'e uzanan bir dizi yeni konumlanmayla Türkiye'nin jeostratejisini emperyalizme pazarlamaya, bunun üzerinden iktidarını tahkim etmeye ve bunun bedeli olarak emperyalizmin yanında Rusya'ya karşı hasmane tutum almaya yönelen politik eksen değişikliğine karşı çıkmak, gerçek gündemi değiştirmek olacak öyle mi? Peki, bunların sonucunda Türkiye sıcak çatışmalara sürüklenirse o zaman da mı halkın gerçek gündeminin dışında kalacak? Cephede canını ortaya koyanlar halktan başka kim olacak? Bunu bugün halk kitleleri öngöremeyebilir; siyasetin işi bugünden öngörmek ve halkı uyararak bu gelişmelere set çekme görevini yerine getirmektir. Ama bunu tek gündeme sıkışarak yapamazsınız.

126 dış misyon şefinden sonra 104 emekli amiralin, iktidar çevrelerinin "istersek Montrö'den çekilebiliriz" yönlü sorumsuz açıklamalarına karşı anayasal demokratik haklarını kullanarak bir bildiri yayınlamaları, iktidarı yeni fırsatçılıklara itmiş olabilir. Ama iktidarın oportünizmiyle hesaplaşmak başka şeydir, bu tür haklı uyarılara "gündem değiştirmek" olarak bakmak başka şeydir. Muhalefetin yapması gereken birincisidir, ikincisi değil. Nitekim eski CHP milletvekilleri de önceki iki gruba katılarak dün itibariyle aynı konuda bir bildiriyi kamuoyuna duyurmuşlar ve adeta CHP yönetimine bu konuda nasıl bir tavır takınması gerektiğini hatırlatmışlardır. 

İktidar cenahının Amirallerin bildirisini hem içerde hem dışarda bir fırsata dönüştürmek istemesi anlaşılamaz değildir. İçerde "darbe çağrışımları" üzerinden siyaset yapması, 2007'den bu yana dere tepe kullandığı ikiyüzlü bir politikanın uzantısındadır. Dışarıda bunu bir fırsata çevirmesi ise, tıpkı Ergenekon-Balyoz vb. davaları üzerinden TSK'ya kumpas kurup Cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı kadrolarının tasfiyesinde yaratılan iklime geri dönüş arzusudur. ABD+AB+NATO'nun 2007 sonrasının tasfiyelerini fazlasıyla olumlayan tutumu hatırlardadır. Şimdi bu çevrelere Türkiye'de Avrasyacı/darbeci eğilimlerin hâlâ olduğunu, muhalefetin de bunlarla "ilişkili" olduğunu göstermek ve kendisinin gene vazgeçilmez olduğunu "kanıtlamanın" bir fırsatına dönüştürülmek istenmiştir. Avrupa çıkar çemberi içinde kalmak koşuluyla AKP'nin "aşırılıklarını" görmezden gelmeye hazır olduğunu belli eden AB Komisyonu Başkanı ile Avrupa Konseyi Başkanının bugün Türkiye'yi ziyareti öncesinde bunu adeta altın tepside sunulmuş bir fırsat olarak görmüşlerdir.

Amirallerin bildirisi konusunda muhalefetin neredeyse paniğe kapılmasını anlamak ise zordur. Elbette iki yönden açıklamaya çalışılabilir: Muhalefete göre iktidar tam da yönetim zaaflarıyla teşhir edilmiş ve halkın temel ekonomik sorunları karşısında çaresiz kalmışken ve ilk seçimlerde kolayca devrilebilecek kıvama gelmekteyken, iktidarın gündem değiştirme çabalarına fırsat vermemek gerekir. İyi de diğer gündemler beklemiyor ki! 

İkincisi, muhalefet hattınızı iktidardan daha Batı'cı, daha NATO'cu ve neoliberal politikalarda "daha ilkeli" bir çizgide tutma iddiası üzerinden Batı'dan icazet ararsanız, iktidarın pro-emperyalist gündemine açıktan karşı çıkacak bir konumda hiçbir zaman olamazsınız. Batı'nın tercih ettiği iktidar adayı olabilmek ise, ülkenin jeostratejisini ve silahlı kuvvetlerini arkasına almış ve üstelik zaafları bakımından dış güçlerce kullanılmaya daha hazır bir iktidar türü karşısında elinizi hiçbir zaman güçlendirmez.

Son olarak, "Bu sahte gündemler tutmaz" veya "Bu bir zevzekliktir" açıklamalarını yaparsanız, iktidarın bildirici amirallerin demokratik tepkilerini kriminalize etmesini de kolaylaştırırsınız. Muhalefet, iktidarın salvolarından kaçınmak adına hukuksuzluklara direnmekten de vazgeçerse, demokrasi mücadelesini dahi rafa kaldırmak zorunda kalır.

Bazı alıntılar

Kendimi tekrarlamamak adına önceki yazılarımdan iki alıntı yapmakla bağlamak istiyorum. AKP'nin ülke jeostratejisini pazarladığına vurgu yaptığım 9 Mart 2021 tarihli soL Portal yazımdan şu  paragrafı aktarayım:

"Emperyalizmin kritik çıkarları bakımından, RTE/AKP güven verici hatta kalmaya devam etmektedir: -Suriye'nin bölünmesinde oynadığı rol, ABD ve İsrail'in çıkarlarıyla tam çakışmaktadır; -ABD'nin Suriye'ye doğrudan müdahale edebilmesi için hazırladığı zemin, her türlü takdirin üzerindedir; -Ukrayna ile Kırım dayanışması ve Karadeniz'de ABD ve NATO gücünün artırılması konusundaki gayretkeşliği, AKP'nin vazgeçilmez olma çabaları kapsamındadır... Bu politikalarından çark etmedikçe, örneğin Esad yönetimiyle Suriye'nin bütünlüğü için işbirliğine girmedikçe, bütün diğer dış politika sorunları tâli ve "'halledilebilir" görülmeye devam edilecektir. Buna Fırat'ın doğusu ve ABD himayesindeki YPG devletçiği konusu da dahildir".

Gene soL Portal'da 28 Kasım 2017'de yayınlanmış "Dışişleri binası yandı, arsayı kurtardık" başlıklı yazımın birinci paragrafını aktarayım:

"Dış politika ilişkileri ilmik ilmik örülür. Uzun zaman alır. Bu ilmikleri örmeyi bırakırsanız, sözünüzün/eyleminizin güvenirliği sorgulanmaya başlar. Bunun daha ötesine gidip bir de örülmüş ilmikleri sökmeye kalkarsanız, dış ilişkiler yumağının darmadağın olduğunu görürsünüz. Bu tür altüst oluşlar ancak devrimci bir dönüşüm varsa göğüslenebilir. Dönüşüm kuşkusuz yalnızca siyasi yapıyı değil ekonomik-toplumsal yapıyı ve birikim tarzını tapsar. Eğer böyle bir dönüşüm olmadan dış politika ekseni aşırı oynaklaşırsa, devlet itibar ve irtifa kaybeder. Yalnızca sözüne güvenilir devlet/hükümet olmaktan çıkılmaz, sözünün ağırlığı olmayan devlet konumuna gerilenilir. Sonuç, dört bir yandan sıkıştırılmak, oradan oraya savrulmaktır. Savruldukça, dün dediğinizi bugün yanlışlamaya; dün müttefik dediğinize bugün hasım işlemi yapmaya başlarsınız. Nihai sonuç, dün bedel ödemeden elde edilebilecek dış politika kazanımlarının, bugün bedel ödenerek dahi karşılanamaz olmasıdır".

Sonuç

Özetle Türkiye'nin üç temel gündemi vardır:

- Halkın ekonomik/toplumsal konumunun kötüleşmesi ve bu sonuçtaki yüksek sorumluluğuna rağmen iktidarın Anayasanın "sosyal-devlet" ilkesine sırtını dönerek vurdumduymaz bir tavrı benimsemesi;

- İktidarın, Cumhuriyet değerlerini, Anayasanın laiklik ilkesini ve yurttaşlara tanıdığı temel hakları sürekli olarak çiğneyerek kendi dinci rejimini zorba yöntemlerle kurmaya yönelmesi;

- İktidarını sürdürebilmek ve rejimini kurabilmek bakımından en iyi bildiği şeyi, hegemon güçlere ülke çıkarlarını pazarlamayı bir siyaset tarzına dönüştürmesi...

Bunlardan sadece birincisini halkın sıcak gündemi olarak görüp, diğerlerini görmemek veya geçiştirmek, iktidarın pervasızlığını artırmaktadır. İkinci mücadele alanı, anti-faşist bir konumlanmayı, üçüncüsü ise anti-emperyalist bir konumlanmayı gerektirir. Bu konumlanmalardan kaçınmakla bu gündemler dışarıda bırakılmış olmuyor ne yazık ki.

Oğuz Oyan / SOL