12 Nisan 2021 Pazartesi

İsa'nın Vekilliğinden Sermayenin Arabuluculuğuna Vatikan: Papa'nın Irak ziyaretinin düşündürdükleri - Tevfik Taş / SOL-Gelenek

 Devrim ve karşıdevrimler tarihi açısından Vatikan'ın son 100 yıl içerisinde oynadığı rolü kayıt altına almak savsaklanamaz bir görevdir.


I. Âsa ile kılıç

Esaslı bir rıza üreticisi olan dinin güncel pratiği, bin yıllık metinler ve mitlerin analizinden çok daha önemli veriler sunar. Marksizm, meseleyi dinler tarihi ekseninde değil, dinleri sınıf mücadelesinin tarihi içinde okuma çabası olarak kavradığı için, teorik çerçevenin ete kemiğe büründürülerek analiz edilmesi, devrimci öznenin dönüştürülmesi istenen olgu ve süreç üzerine daha sahici ve bütünlüklü bir tablo sunar.

Yöntemsel olarak ele alınan nesne, yalnızca dinler tarihinin bir parçası değil, aslolarak sınıf mücadelesi tarihi içinde dinin yaşadığı dinamik (ya da daha az dinamik) dönüşümün somutlanmış hali hakkında anlaşılır bir açıklama sunar. Bu yaklaşım, dinsel dilin ağdalı ve bir o kadar da esrarlı sarmalından çıkarak, dindar öznenin dinini onun her yoruma açık metinlerinde değil günlük yaşamında, kayıt altına alınmış tarihsel pratiğinde arar.  

Bu bakışla, çok göz önünde bir örnek olan Vatikan'ın tarihini bugünkü durumundan hareketle çözümlemek, Marx'ın Yahudi Sorunu'nda önerdiği yöntemin ne kadar gelişkin bir çerçeve sunduğunu onaylamak açısından da elzemdir. Marx'ın ilk dönem eserleri arasında yer alan Yahudi Sorunu'nda sol Hegelci Bruno Bauer ile yapılan polemiği buraya aktarmakta yarar görüyorum:

"Biz dünyevi sorunları teolojik sorunlara dönüştürmüyoruz. Teolojik sorunları dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz. Tarih yeterince uzun süredir hurafelerin içinde çözümlenmeye çalışıldı, şimdi biz hurafeyi tarih içinde çözümlüyoruz."1

Bin dokuz yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda ortaya çıkan "yoksulların kilisesi"nden bugüne evrilen, Avrupa'nın ortasında mutlak monarşi ile yönetilen, dünya genelinde örgütlü, olağanüstü mali kaynaklara sahip, uhrevi kıyafeti altında etkili reel siyaset yapan, devasa bir kurumdan, Vatikan'dan söz ediyoruz. Geçirdiği bütün değişime rağmen, tarihinin hiçbir döneminde tarihsel ilerleme lehine rol almamış bir örgütlü gericilik mekânı olarak Vatikan'ı işçi sınıfı siyaseti açısından mercek altına almanın entelektüel meraktan öte zorunlulukları var.

Geleneksel örgütlü yobazlığın 21'inci yüzyıla sarkmış monarşik kurumsallığı ile ekonomi dışı zorun arkaik biçimi olan “mafya”nın ana vatanının aynı coğrafyada buluşması tarihin ironisi olmalı...

Hiçbir coğrafyada, hiçbir dinsel pratik, Katoliklik kadar örgütlü bir geleneğe dayanmıyor. Dünyevi olan ile uhrevi olan, kılıç ile âsanın bu derece ustaca ve uyum içinde birbirine eklemlendiği bir başka örnek bulmak neredeyse imkânsızdır.

Tarihe dinler tarihi olarak bakanların "teopolitik" olarak ifade ettikleri ve öz itibari ile kendi özsel duruşlarının prototipi olan Vatikan değerlendirmelerini bir yana bırakırsak, devrim ve karşıdevrimler tarihi açısından Vatikan'ın son 100 yıl içerisinde oynadığı rolü kayıt altına almak savsaklanamaz bir görevdir. Vatikan'ın daha da daratılmış ölçekte son 30-40 yıl içinde reel sosyalizme karşı gerçekleştirilen karşıdevrim cephesindeki rolünü açmak, Papa Francis'in Mart ayı başında Irak'ı ziyaretini anlamlandırmak açısından dikkate değer noktaların unutulmamasını sağlamak gibi bir işlevi olabilir.

II. Papa Francis'in Irak ziyareti üzerine kimi değerlendirmeler

5 Mart'ta Bağdat'a başlayan ziyaret, İbrahim peygamberin doğduğu ileri sürülen kutsal Ur kenti, Musul ve en önemlisi de Erbil ile sonlandı. Erbil'de pandemiyi hiçe sayan bir ortamda, binlerce kişinin katıldığı stadyumda ayin düzenlenmesi dinsel yobazlığın bilim düşmanlığı ile kesişen enstantelerinden biri olarak kadraja girdi.

“Terörün kınanması ve barış istenci” olarak ilan edilen ziyaretin olumlu ve olumsuz son derece etkili siyasal yankıları oldu. Hamaset ve abartının bir üslup meselesi olmanın ötesine geçip siyasetin süreğen karakteri halini aldığı Kürt siyasetinin farklı veçhelerinde ziyaret en yalın haliyle dahi “tarihi önemde” ilan edildi.

Talabani ekolünden gelen Kürt asıllı Irak Başbakanı Behram Salih, Papa'yı 2019 Haziran ayında Irak'a davet ettiğini, ancak IŞİD terörü ve pandemi nedeniyle ziyaretin geciktiğini açıkladı. Tabii “tarihi” kaydını ekleyerek. Abartıyı bir üslup olarak benimsemediğini tahmin ettiğimiz Biden da ziyareti “tarihi” olarak ifade edenlerden biriydi. Bu ifadenin kayıt altına alınmasında fayda var.

Vatikan Radio'nun2 haberine göre, ziyaretten mutlu olanların sayısı oldukça fazla:

  • "Şiilik ve Hristiyanlık için zafer" (İran Daily, iktidara yakın bir medya organı). Burada Şiilikten kasıt Irak'taki Şii dini lider Ali Sistani ile Papa Francis'in buluşması kastediliyor.
  • "Papa'nın barış için dua ettiği tarihsel vizite." (Jerusalem Post)
  • Benzer bir övgü Arap coğrafyasının şaibesi bol gazetesinden geldi: "Francis, Müslüman ve Hristiyanları Irak'ta birlik ve barış için zorluyor." (Al Jazeera)
  • Bir başka İran gazetesi Sazandegi yine Sistani ve Papa buluşmasına odaklanarak, "Dünya barışının pankart taşıyıcıları" başlığını kullanıyor.
  • Washington Post, "Papa'nın Musul ziyareti onun Kutsal Sandalye'deki unutulmazı olacaktır" diye yorumlarken, İtalyan Repubblica gazetesi ziyareti, "Bütün insanlığın esenliği için görev" olarak görmeyi tercih etti.

Ziyaretin zamanlaması, güzergâhı ve yankıları bir bütün olarak okunduğunda Papa'nın aslî görevi olan emperyalist siyasetin silahsız etkili elemanı olduğu gerçeğini bir kez daha teyit etmiş oluyoruz.

Papa'nın ziyaretinde öne çıkartılan barışa dönük genel geçer terörü lanetleme ve hoşgörüsüzlüğü kınama dışında bölgeyi kasıp kavuran terörün kaynaklarına ilişkin tek bir cümle dahi edilmedi. ABD'nin bölgeyi cehenneme çevirmiş olması söz konusu edilmediği gibi, IŞİD yapılanmasının kim tarafından, hangi araç ve saiklerle sevk ve idare edildiğine de değinilmedi.

2019'da Birleşik Arap Emirlikleri ile başlayan "bölgede barış" ve "dinler arası diyalog" söylemleri üzerinden kodlanan konsept, Trump'ın hiçbir tarafa güven vermeyen zikzaklı siyaset tarzı nedeniyle geçici olarak buzun üzerine yatırılmıştı. İplerin deneyimli Biden ekibine devredilmiş olması ile bölgeye dönük emperyalist politikaların yeniden koordine edilerek güncellenemesinin Papa'nın ziyareti ile dolaysız bağı daha açık seziliyor. Öteden beri ABD ile "koordineli çalışma"ya özen gösteren Vatikan'ın Irak hamlesi ile bölgede ilan ettikleri başlıkların dışında gündemlerinin olduğu gösterilen tepkilerden (ya da Rusya ve Çin'in manidar sessizliğinden) de anlaşılıyor.

Irak'ta yaşayan Hristiyan nüfusun 2003'e kadar %3 civarında olduğu belirtilirken, bugün itibari ile 250 bin civarına gerilediği ifade ediliyor. Saddam Hüseyin dönemindeki görece laik yönetimin avantajlarından yararlanan Hristiyan azınlıklar, ABD'nin saldırısı ile tam bir cehennem karanlığına itildiler. Papa her ne kadar Katoliklik adına oraya gitmiş olsa da, bugün Irak'ta yaşayan Hristiyan toplamın çok küçük bir bölümü Katolik mezhebinden oluşuyor.

Bu ziyaret son derece küçük bir azınlık için ve bölgede barışa en büyük darbeyi vuran ABD ve Batı'nın varlığını protesto etmek için yapılmadıysa, ne için yapılmış olabilir?

Kürt ulusal siyasetinin değişik yelpazelerinin üzerinde anlaştığı nokta, Papa'nın Kürdistan için bir "şans" olduğudur. Sur eski belediye başkanı Abdullah Demirbaş3 Papa'nın Erbil ziyaretine dair kendisine soru yöneltilince, AKP siyasetinin son dönemde içine girdiği yönelimi "yeşil İttihatçılık" olarak kınayarak, sözde barış sürecine geri dönülmesini talep etti. Abdullah Demirbaş'ın konu ile olan bağı, 2014'te bir grup din adamı ile Vatikan'ı ziyaret ederek, "dinler arası diyalog" girişimlerine öncülük eden ekip içinde yer almasından geliyor.

Abdullah Demirbaş'ın heyetli Vatikan ziyaretinde, Papa'ya verilen mektupta Kürdistan'ın tıpkı İsa gibi dörde bölünmüşlüğü (!) gibi fantazileri bir yana bırakırsak, ilginç ayrıntılara yer veriliyor. Abdullah Bey, Kürt-Amerikalı iş insanı Çobani yoğurtlarının sahibi Hamdi Ulukaya'nın sözü geçen Vatikan randevularının alınmasındaki "katkı"larına işaret ediyor. Amerika'da yaşayan Hamdi Ulukaya'nın Birleşmiş Milletler'in "kültür elçisi" olduğunu, Amerikan hükümeti ile (Obama ve Biden) iyi ilişkiler içinde olan "hayırsever bir Kürt iş adamı" olduğunu belirtiyor. Hamdi Ulukaya'nın 2014'te BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne 2 milyon dolar bağış yaptığı da kaydediliyor.

Öte yandan Türkiye ana akım medyasında "Hristiyanların bölgeye dönük bir şeyler planladığı", Papa'nın da bu plan dahilinde görevlendirildiğine dönük yorumlar bolca yer aldı. Kısaca "teopolitik" adı verilen ve asıl analiz nesnelerini bin yıllık kutsal metinler ve söylenceler üzerine kuran bu söylemin irice bir bölümü geleneksel din savaşları şablonuna dayanıyor. Hristiyanların Müslümanları bölme ve topraklarına yerleşme fantazileri kanıta muhtaç tarihsel "belgeleri"nden ve kutsal kitaplardan yorumlanarak aktarılıyor. Tabii, "çok gizli" ve "hiç açıklanmamış" veriler ile.

Ana akım medyada "emperyalizm" kavramını telaffuz ederek ziyareti analiz eden çok sayıda "uzman"ın adı konulmamış özsel tutumu ise, genel bir rekabet duygusu içinde, "niçin bizimle değil onlarla" tarzında özetlenebilecek bir motivasyona dayanıyor. Vaktiyle Kardinal Roncalli'nin dokuz yıl "görev yaptığı" İstanbul'dan sonra Vatikan'a Papa XXIII. Johannes adıyla seçilmesi ile Menderes ve Bayar tarafından memnuniyetle karşılanıp tebrik edilmesi, Türkiye'de malûm çevreler tarafından "Türk Papa" diye büyük sevinçle karşılanmıştı.

Sözü geçen sözde antiemperyalist mecrada benzer bir duygulanma hali varlığını hâlâ sürdürüyor. Bu cenahın asıl motivasyonu, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin Kürtlerle değil, "bizimle" çalışması arzusundan ileri geliyor. Buna göre Papa İstanbul'u ziyaret ettiğinde "iyi", Erbil'i ziyaret ettiğinde "kötü"dür. Zira emperyalizmin yerel işbirlikçisi Türkiye'dir ve öyle de kalmalıdır.

Papa Francis'in Irak ziyareti ile ortaya çıkan tablo ve olası hedefler şunlar olabilir:

  • Kürt yönetiminin Batı'nın yörüngesinde kalması konusunda telkinde bulunmak.
  • ABD'nin varlığının bölgede kalıcı olması için diplomasi yapılması.
  • Bölge devletlerine İsrail'i tanımaları konusunda tavsiyelerde bulunulması.
  • ABD ve Batı ile sorunlu yönetim ve eğilimlerin izole edilerek, barış söylemi içinde emperyalist sisteme uyumunun kolaylaştırılması.
  • Zaten eriyen Hristiyan azınlıkların bölgeden ayrılmaması için dolaylı güvencelerin verilmesi için diplomasi yapılması.
  • Iraklı Şii lider Sistani üzerinden İran'a mesaj verilmesi, zira Necef ekolünün yaşayan temsilcisi Ali Sistani, Ali Hamaney'in temsilcisi olduğu Kum ekolü ile sorunludur. Şiiliğin bu iki grubu arasındaki gerilim ve ilişkinin yönetilmesi ihtiyacı ortaya çıkmış olabilir. İranlı komutan Süleymani'nin İsrail/ABD ortak suikasti ile öldürülmesi, sözü geçen halkanın yeniden tanımlanmasına dönük bir programın parçası.
  • Sistani üzerinden İran'a, Erbil ziyareti üzerinden de Türkiye'ye mesaj veriliyor olabilir. Daha da spesifik planda Barzani/Behram Salih üzerinden Öcalan ve Türkiye'deki Kürt siyasetine yön ayarı verilmesi.

III. Ayasofya'nın camileştirilmesinin iki hedefi: Dışa hilafet, içe şeyhülislamlık

Bir başka açıdan ele alındığında Papa Francis'in üç günlük Irak ziyareti Türkiye ana akım medyasında zehir zemberek ifade ve tartışmalara yol açmıştı. Artık bir iç siyaset başlığı hale gelen "Vatikan'ın statüsü örneği", sürece paralel yürüyen bir "iç siyaset başlığı"na tekabul ettiği için bu tartışmanın şiddetini kısa vadede yitirmeyeceğini öngörmekte fayda var. Ama ondan önce, Ayasofya'nın yalnızca "gündem saptırmak" için camiye dönüştürüldüğünü düşünenler, süreç ilerledikçe bu bakışın derinlikten yoksun bir kavrayış olduğuna hak vereceklerinin altını çizmek gerekiyor.

Malûm merkezlerce gündeme taşınan bu başlık bir nevi, Diyanet'in iç ve dış olmak üzere iki başlı olarak konumlandırılmasının kamuoyu nezdinde test edilmesi anlamına da geliyor. Diyanet'in, görülen lüzum üzere Yeni Osmanlıcı tezler çerçevesinde dönüşümünün gerçekleştirilebilmesi için öncelikle hilafet ve şeyhülislamlığın gömüldükleri mezardan çıkarılıp makyajlanması gerekiyor. Papa Francis'in zamanlaması manidar ziyaretinin AKP kurmaylarını rahatsız etmekle birlikte, sözü geçen iki yakıcı başlığın uygun olan dille "tartışılması"na, uygun olmayan dille ise kamuoyunun hazırlanıp, zaten önceden pişirilip soğumaya bırakılan yemeğin servise hazır hale getirilmesine olanak verdiğini saptamak, bağlamı kurmak açısından önem kazanıyor.

"Vatikan'ın statüsü örneği" ile hilafet ve şeyhülislamlığın diriltilmesi programının paralel eksenler olduğu konusundaki kuşkular hızla buharlaşıyor. Bundan dolayı Türkiye'deki karşıdevrimci cephe, Papa ve Vatikan'a ne kadar teşekkür etse azdır!

Diyanet'in hilafet tarzında yeniden yapılandırılması projesine, pilot uygulama olarak yurt dışından başlandı. Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'ni (DİTİB) epey bir süredir bu anlamda kullanıma açan siyasi iktidar, Ayasofya'nın camiye dönüştürülüp, 1453 nostaljisini ulusal şov eşliğinde ekranlara taşıdığında ağzındaki baklayı da "kaçırmış" oldu. Ali Erbaş'ın elde kılıç hutbesi, ağızda saklarken şişip, yanağı zorlayan çürük baklanın ne olduğunu kamuoyuna göstermiş oldu.

Hedefe yürürken fincancı katırlarını ürkütmemek adına, bazı etütlerin "dışarıda" yapılmasının birden fazla yararı olabilir. Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerdeki cami ve dernekler üzerinden başlatılan uygulama ile geleneksel muhafazakâr toplamı tahkim etme stratejisi izlenirken, AKP'nin oy oranlarında hatırı sayılır artışa ulaşma konusunda görece başarılı olunması, "pilot uygulama"nın kaderi hakkında cesaretlendirici olmuştur.

IV. Hilafetin Provası Olarak DİTİB

Siyasi iktidar işe DİTİB’i, cepheleştirerek mobilize edilmiş muhafazakâr gruplar, AKP'nin lobi faaliyetleri için platform, muhaliflere karşı sevk ve idare edilen hazır kıta, memleket için döviz kaynağı, verili ülke için destabilizasyon faktörü olarak görüp konumlandırarak başladı. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, Hollanda ve Avusturya AKP'nin bu yönelimini kabul etmeyeceğini gösteren kimi önlemler almak için adımlar atmasına karşın DİTİB'in içinde bulunduğu ortama uyarlanmış bir hilafet kurumu gibi faaliyet yürütmeyi sürdürmesi, AKP iktidarının bu yönelimini kısa vadede değiştirmeyeceğine dair verilerle yüklüdür.

İkinci unsur, Ayasofya merkezli yeni bir şeyhülislamlık kurumunun örgütlenerek iç siyasete ayar verilmesi çabasıdır ki, Ayasofya baş imamı Mehmet Boynukalın'ın özel bir yetki ve misyon ile donatıldığı bilgisi, kamuoyunda yaygın kabul edilen bir veri olarak kenara not edilmeli. Ayrıca profesör ünvanlı bir cami imanın atanması Türkiye'de ilk kez görülüyordu.

Bu bağlamda Papa'nın Irak ziyareti, Türkiye gericiliğinin erken öten horozlarının birbiri ardına öne atılmalarına olanak sağlamak gibi bir işlev üstlendi. İslam dünyası olarak kodlanan coğrafyalara dönük Yeni Osmanlıcı stratejide hilafet makamına gereksinim duyan AKP, "Vatikan modeli" konusunda somut örnek üzerinden konuşmaya başlayarak ve inşa etmek istediği yeni Türkiye'yi belirleyen parametreleri “geleneğin icadı”4 üzerinden terbiye edip, eğiterek yol almaya çalışıyor.

Fatih Yaşlı'nın altını çizdiği bu inşa sürecinin, sürece mündemiç parametrelerin kurucu olmaktan yoksunlukları ile baştan sakatlanmışlığı, bu karşıdevrimci programın aşil topuğunu işaret ediyor. İnşa edilmeye niyetlenilen yeni kolektif kimliği tanımlayan ögelerin belirsizliği ("Sünni Ulus"), sayıları giderek artan geçmişten derlenmiş mitlerin cilalanarak ve "hedef" olarak (2023, 2053, 2071...) dolaşıma sokulması ve 15 Temmuz gibi çakma bayramlar icadı ile doldurulmaya çalışılıyor. Malûm hedeflerin kurucu değerlerinin uzun bir süreden beri tedavülden kalkmışlığı, nostaljik dolgu malzemesi olarak dahi işlevli olmayan bir takım tarihlerin AKP açısından teorik çıktısı, yeni bir öykü yazamama kabızlığı olarak belirginlik kazanıyor.

Yeni Osmanlıcılığın yeniden hilafet arayışı, tarihsel ilham kaynağını "dengeci" II. Abdülhamit rol modelinden alıyor. Çimentosu İslam ve ümmet kavrayışı üzerine kurulu Abdülhamit modeli, araçsallaştırılmış bir dış siyaset kozunu Mısırlı Cemaleddin Afgani'ye ihale edilerek dolaşıma sokmuştu. Tarihçi Seçil Karal Akgün panislamizmin, panslavizm, pangermanizm gibi akımlara karşı şekillendirilmiş savunmacı/tepkisel nitelikli bir arayış olduğunun altını çizerek, şu saptamada bulunuyor: "Yine de sarıldığı İslam politikası, onun için bir amaç değildi. Sadece varmak istediği yere götürebilecek bir araçtı. Bununla birlikte halifeliği bir siyasal sistem haline dönüştürmekte gecikmedi."5

Tarihçi Taner Timur, "Abdülhamit İslamcılığı, yüzeysel ‘Tanzimat garpçılığı’na; Gökalp Türkçülüğü de Abdülhamid'in sahte İslamcılığına tepki olarak doğdu ve hiçbiri de başarılı olamadı"6 diye yazar. Her iki ifadeden de anlaşılacağı üzere, Abdülhamit dönemi islamcılığının en yalın ifadeyle "araçsal" olduğuna dair kuşku duyulmuyor. Abdülhamitçi İslamcılık, dış ve iç parametreleri etki/tepki dengeleri üzerine kurulmuştu ve devletin çözülmesini geciktirmeye dönük denge politikalarından besleniyordu.

Marx, ilki trajedi ikincisi komedi olarak tarihteki bütün büyük olayların iki kez sahnelendiğini belirtmişti. Yeni Osmanlıcılığın Abdülhamit eksenli rol model tekrarı, Erdoğan'ın hangi siyasi kadere mahkûm olacağının yeterli emareleri ile yüklü görünüyor. Erdoğan'ın siyasi kaderi, daha da gürbüzleşmek isteyen sermayenin taleplerini doyurma becerisi ile uluslararası alanda emperyalist paylaşımın dinamiklerinin esneme payı arasındaki dengede şekilleneceğe benziyor.

Ayasofya'nın müze statüsünden çıkarılarak camiye dönüştürülmesi kararını alan AKP kurmaylığı Cumhuriyetin kurulduğu dönemde tasfiye edilen şeyhülislamlık kurumunu yeniden tesis etmek için (de) adımlar atmaya başladı. Halifelik tartışmalarına alan açan Ayasofya hamlesi, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın elde kılıç7 hutbe okuma seramonisi ile hiç kuşku yok ki, sözü geçen kurumun başı nezdinde yeni bir yapılanmaya gidileceğinin mesajları ile yüklüydü.

Ali Erbaş'ın figüranlığını yaptığı elde kılıç hutbeye çıkış müsameresinin ön tarihinde sınıf mücadelesinin dinamiklerinin tarihsel belirlenmişliğini görüyoruz. Cumhuriyetin kuruluşu ile hilafetin tasfiyesi arasındaki ilişkide bir "önceden tasarlanmışlık"tan öte, Kemalist iktidarın devrimini mantıksal sonuca evriltme zorunluluğu başat rol oynar. Zira Abdülmecid'in halife seçilmesi, verili koşullar içinde "saltanatsız halifelik modeli" denemesiydi ve başarısızlığı çok geçmeden ortaya çıktı. Sultansız halife modelinin şiddetle istenen başarısızlığı ile genç Cumhuriyetin "iki başlı temsil krizi aşılmış ve Ankara'nın ülke yönetiminde tek söz sahibi olduğu tüm dünyaya ispat edilmiştir."8

Türkiye ilericiliğinin tarihsel kazanımlar hanesine tereddütsüzce kaydedilmesi gereken halifeliğin tasfiyesi, bir karşıdevrim hareketi olan AKP ile geriye çekilmeye çalışılıyor. Örgütlü yobazlığın iktidardaki partisi AKP, halifeliği geri getirmek için Vatikan olgusunun altını bile isteye çizme gereği duyuyor. Amaç, laikliğin tasfiyesi için hilafetin yeniden inşası.

Laiklik ve laikliğin sınıfsal karakteri arasındaki ilişki, tanımı gereği Kemalist düşüncenin günümüzde en az değer verdiği alandır.

Oysa, "Laiklik burjuva cumhuriyetinin turnusoludur. Türkiye'de cumhuriyetin nereye doğru gittiği, laikliğe bakarak anlaşılabilir ve bu gidişat genel olarak temeldeki ekonomik yapıyla uyumludur."9 Şayet bu sürecin asıl belirleyeni iktisadi yapı ve sınıflar mücadelesinin güçler dengesi olmasaydı, 1789, 1848 ve 1917 devrimleri karşısında kilisenin tutunacak tek bir dalı dahi kalmaz, Papa, değil uluslararası bir siyasi aktör olmayı, inanç pratiğini evinde uygulamaya çalışan sade bir yurttaş olarak dahi varlığını sürdüremezdi.

Öteden beri Türkiye sağında Vatikan, bir yanı ile bir "şer odağı" iken, diğer yanı ile örnek alınması gereken bir örgütlülük olarak kavranmıştır. Şer odağı olarak Vatikan betimlemelerinde küfür ve en pespaye cinsten komplolar10 dışında zeka namına bir şeye rastlanmazken, "negatif örnek" cephesine dair elbette daha fazla şey söylenebilir.

Yeni Osmanlıcı stratejide, islami duyarlılığın Abdülhamit tarzında bir yeni dengeciliğe yelken açtığı saptanabiliyor. AKP'nin güç kaybetmeye başlaması ile hilafet ve şeyhülislamlık mermilerini namluya sürme süreçleri arasındaki paralellik gözlerden kaçmıyor. Dahası, Erdoğan'ın rol modeli Abdülhamit'in hilafet makamını uluslararası alanda daha istekli kullanması da benzer bir iktidar gerilemesi dönemine denk gelmesi açısından dikkate değer bir 'raslantı' gibi görünüyor.

Zira 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Berlin'de yapılan anlaşma ile Abdülhamit iktidarı zor bir sürece girerek, hilafet kurumunu "denge siyaseti" düzleminde uluslararası alana tahvil etme yönelimine girmişti. Osmanlı Devleti'nin güç kaybetmesi ile ortaya çıkan yeni tabloyu tersine çevirmek için harekete geçen Abdülhamit, hilafet kurumunu uluslararası siyasette nüfuz aracı olarak siyasi koza çevirmeyi hedeflemişti.11 Bu "koz"un maliyeti astarından pahalıya gelmiş, Abdülhamit İngiliz işgal kuvvetlerine ait gemi ile sarayını ebediyen terk etmek zorunda kalmıştı.

1923 Cumhuriyeti'ni yıkan Yeni Osmanlıcı ekip, siyasi mumya haline getirip, on yıllardır sakladığı hilafet cesedini, "hilafeti vatikanlaştırmak" üzerinden dolaşıma sokmak için her defasında bir vesile aradı. Hilafet hevesleri, Vatikan'ın 21. yüzyıldaki performansına bakarak, 'bizim için niçin örnek olmasın?' sorusuyla gündeme girdi. Hilafetin vatikanlaştırılması yaklaşımının Cumhuriyet'in kuruluş aşamasında üzerinde çok konuşulan bir başlık olduğu biliniyor.12 Türkiye ilericiliğinin bu tartışmayı saltanat ve hilafet artıklarını tasfiye ederek çözüme kavuşturma çabası karşı cephede farklı bir stratejinin oluşmasına yol açtı.

Burjuva devrimimin radikalliği gericiliğe hilafet kartını rövanşist kilerinde beklemeye almaktan başka bir seçenek bırakmıyordu. Uygun fırsatı kollayan AKP, biriktirdiği güç ile adeta masayı devirircesine oyunun kurallarını değiştirmeye yelteniyor. Sermaye destekli siyasi gericilik hilafet aracını kaybetmek istemezken, burjuva ilericiliği cephesinin hilafetin ilgası ile amaçladığı bu kurumun topyekün tasfiyesi üzerine kurulmuştu. Sultansız halife modelinin düzeltilebilir olmadığının anlaşılması sonucunda atılan adım, makama uygun adayın bulunma güçlüğü değil, sözü geçen makamın tamamen ortadan kaldırılması perspektifine dayanıyordu. Dışarıdan bakan bir gözün, "Türkiye'den sınır dışı edilen Türk Halifeliği değil, Halifeliğin kendisi"nin olduğu tesbitinin yapılması anlamlıydı.13

V. "Eski Avrupa'nın tüm güçleri, Papa..."

Kurumsal nitelik kazanmış dinlerin uhrevi işlere çok az zaman ayırıp, verili tekrarı ölümsüzleştirdiklerini öne sürmek, hiç kimsenin elinin tersiyle itebileceği bir önerme olmasa gerek. Bu genel belirlemenin Vatikan için isabet yüzdesi, belki de, diğerlerinin yanında hiç olmadığı kadar yüksek bir doğruluk payına sahiptir. İlan olunan uhrevi görüntüsünün aksine Vatikan, birinci derecede siyasal bir kurum olarak ortaya çıktığından günden beri sınıf siyasetinin etkili bir aktörü olmayı sürdürdü.

Uhrevi işlerle uğraşan siyaset üstü bir kurum olma iddiası, siyasetin siyaset olarak görünmesini engelleyen nesnelliğin olmadığı bir zamanda daha az ihtiyaç duyulan bir ifade biçimiydi. Papalığın Orta Çağ boyunca verdiği görüntü, siyaset üstü bir kurum değil, Tanrının Krallığı’nı yeryüzünde kurmak için çabalayan monarşik bir yapıdır.

Aydınlanma çağına kadar kölelik ve serfliğin iktisadi anlamda başat olduğu toplumsal yapıda Papalık, artık ürüne el koyan sınıfın bir bileşeniydi ve bunu gizleme gereği duymuyordu.

Uhrevi olanın dünyevi olanın izdüşümünden öte hiçbir karşılığının olmadığını, yeryüzündeki sömürücü sınıfların gökyüzünde prototipleri olarak şekillenen tanrı-muktedir-efendinin dünyevi olandan aşırılmış bir çağrışımla icât edildiğini Feuerbach büyük bir coşkuyla saptarken, Marx, tartışmanın teolojik değil, siyasi olduğunu belirterek, din tartışmasını olması gereken zemine taşımıştı.

Marx, "materyalizmi tahtına yeniden oturttuğu" için Feuerbach'ı olumlar ancak tartışmanın felsefe/teoloji ekseninden çıkması gerektiğine de özel bir vurgu yapar. Dinsel bilincin yalnızca yanılsamaya indirgenmesinin, maskelenmiş bir idealizmin felsefe kıyafetleri içinde üretilmiş teoloji olacağını ifade eder. Ama öncesinde "Dinin eleştirisi, bütün eleştirilerin ön koşuludur"14 kaydını ekler.

Tipik bir üstyapı bileşeni olan din, insan aklının verili koşullara teslim olması için oluşturduğu dogmalar ile sömürücü sınıfların vazgeçemeyeceği, her dönem işe yarar bir silah olarak işlevlendi, hâlâ da işlevlenmeye devam ediyor. Emekçi sınıfların prangası, boyunlarına takılan halkadan ya da ücret kırbacı ile terbiye edilmeden önce akıllarına lehimlenen dinsel dogmalar ile mümkün oldu. Emekçi sınıfların yaşam koşullarının iyileşmesi mücadelesinde dinsel dogmalar ve din ideolojisi ile hesaplaşmadan mesafe katetmek mümkün olmadı. Dinin emekçiler için bir sığınak, hatta kimi durumlarda isyan ideolojisi olması, Aydınlanma ve Marxizm sonrası işlevini tamamen yitirmiştir.

Marx ile Engels, Komünist Manifesto'yu yazmaya başlarken en başta Papa'yı Avrupa gericiliğinin merkezine yerleştirmeyi ihmal etmemişlerdi: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın tüm güçleri, Papa ve çar, Metternich ve Guizot, Fransız radikalleri ve Alman polisleri, bu hayaleti kovmak üzere bir ittifak kurdu."15

Komünist Manifesto'nun yazıldığı günden beri Papalıkta herhangi bir özsel değişiklik yaşanmadı. Ezilen sınıflardan yana görünerek, hâkim sınıflara hizmette kusur etmemeye özen gösteren Papalık, devrimci kalkışmalar ve sekülerleşme sürecinde kimi biçimsel değişikliklere uğradı. Bu değişikliklerden başa yazılması gerekeni Papalığın siyaset üstü bir kuruluş olduğu iddiasıdır.

Marx ile Engels Komünist Manifesto'nun girişine "eski Avrupa"nın gerici güçleri cephesinde ilk sıraya Papa'yı yazdıkları dönemden beri biçimsel planda zorunlu değişiklikler olsa dahi, Papalık özde aynı cephenin sadık bir bileşeni olarak sermayeye uşaklık etmeye devam ediyor.

VI. "Doğu Bloku'nun sonunun başlangıcı"

Katolik Kilisesi'nin Papalık olarak örgütlenip, 11 Şubat 1929'da Mussolini ile imzalanan Lateran Anlaşması ile Vatikan Devleti'ne dönüşüp, günümüze kadar uzanan zaman diliminde 300 civarında Papa görevlendirildi.

Vatikan'ın resmi görüşünde kabul edilmeyen "Kadın Papa Jutta" rivayetinden (bu iddia reformasyon dönemine dayanır), X. yüzyılda eşzamanlı üç Papa'ya, sermaye ile işçi sınıfı arasında arabuluculuğa soyunup adı "İşçi Papa"ya çıkan Papa XIII. Leo'dan Papa I. Johannes Paul'ün "33 günlük Papa"lığına16 ve hepsinden önemlisi reel sosyalizmin yenilgisinde kilit rol oynayan Papa II. Johannes Paul'e kadar uzun bir liste derlenebilir. Her biri son derece ilginç "ayrıntılar"la dolu bir liste. Bu listede, son bin yıl içinde İtalyan olmayan Papa sayısı yalnızca 22'dir (mevcut Papa Francis dahil). 12'si Fransız, 4'ü Alman, 3'ü İspanyol, biri İngiliz, biri Portekiz, biri de Polonyalı'dır.17

Burada sosyalizm tarihi açısından odaklanılacak isim Papa II. Johannes Paul'dur. Bu Papa, bütün zamanların en antikomünist papası olarak nitelendirilmeyi "hak edecek" performansı ile tarihe geçti. Bundan olsa gerek, ondaki bu cevheri keşfedenler tam 455 yıl sonra İtalyan olmayan bir papanın gelişinin yolunu açtılar. Yolunu açtılar zira, Karlheinz Deschner'in ifade ettiği gibi, İtalyan Albino Luciani,18 namı diğer Papa I. Johannes Paul, 28 Ağustos 1978'de seçildi ve yalnızca 33 gün papalık koltuğunda oturabildi. Otopsi yapılmasına müsaade edilmeden, "kalp krizyle öldü" denilerek defnedildi.

Deshner, Papa VI. Paul'un 1978'de ölümü ile boşalan papalık makamına kilise içerisinde sevilen Albino Luciani'nin "İtalyanlık dayanışması ile" seçilmesine karşın, Amerikan istihbaratı CIA tarafından yeni Vatikan şefinin Polonyalı Karol Wojtyla olmasının istendiğini belirtir ve ekler: "Nasıl ve niçin Wojtyla: CIA, Opus Dei ve Malta Şovalyeleri'nin Amerikan koluna yakın olduğu için."19

Tam adı "Bağımsız Malta Şövalyeleri"nin üyeleri kimlerdir? ABD eski Maliye Bakanı William Simon, eski Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Amerika'nın Vatikan Büyükelçisi William Wilson, CIA şefi William Casey. Ve tabii tüm bu süreci örgütleyen CIA'nın Vatikan'dan sorumlu ajanı James Jesus Angleton... James Jesus Angleton'un Vatikan içindeki selefi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında "beş binden az olmayan Nazi gangesterinin ülke dışına çıkarılmasını örgütleyen Kardinal Francis Spellman'dan başkası değildi.20

1928'de İspanya'da kurulup, Franco faşizminde büyüyen Opus Dei, militan bir antikomünist yapılanmaydı. Bu antikomünist örgüt, Güney Amerika diktatörlerini destekleyip, Allende hükümetinin devrilmesinde aktif rol almıştı. 100'e yakın ülkede örgütlü Opus Dei, Belçikalı Cizvit Roger Vekeman'ın milyon dolarları ve CIA'nın lojistik desteğiyle ayakta kalıyordu.

Amerikan emperyalizmi Soğuk Savaş stratejisinde yeni bir sayfa açarak, Jimmy Carter'ın güvenlik baş danışmanı Zbigniew Brzeniski aracılığı ile Polonya Katolik Kilisesi içinde önemli mevziler elde etmişti. CIA'nın Karol Wojtyle tercihi, sosyalizmin zayıf karnı Polonya'ya odaklanma stratejisinden kaynaklanıyordu. CIA ve Vatikan "Doğu siyasetin"de anlaşmışlardı. Daha sonra Papa olacak olan Karol Wojtyle bu ilişkinin bir aracı olarak belirlendi, eğitildi ve kullanıldı.21 Albino Luciani’nin, namı diğer "33 günlük Papa"nın bu plan kapsamında tasfiye edilmesiyle, "Doğu Siyaseti"nin yolu açılmış oldu.22

VII. Polonya karşıdevrimin iki favorisi

16 Ekim 1978'de Papa seçilen Polonyalı Kardinal Karol Wojtyle, yaklaşık üç ay sonra ilk ziyaretini "memleketi Polonya'ya" yapmak ister. Dönemin SBKP Genel sekreteri Leonid Brejnew, Polonyalı yoldaşlarına "onu kabul etmeyin, gelişi yalnızca sorun yaratır" önerisinde bulunur.23 Ama bu tarihi tavsiyeyi dinleyen olmaz. Spiegel redaktörü, gazeteci/yazar Norbert F. Pötzl'ün bu anakdot üzerine yorumu şudur: "Pek çok tarihçi, Wojtyle'nin Varşova'ya gelişini Doğu Bloku'nun sonunun başlangıcı olarak kabul eder."24

Dahası var: 13 Mayıs 1981'de Mehmet Ali Ağca'nın Papa'ya karşı suikasti sonrasında dönemin sosyalist Polonyasında olayın yankılarını betimleyen Alman gazeteci Valeska von Roques, ülkede adeta yas atmosferinin yaşandığını, bütün sinema ve tiyatro salonlarının kapandığını belirtiyor ve önemli bir ayrıntıyı ekliyor: "13 Mayıs gece yarısı televizyon yayınına son verilirken beyaz ekranda kocaman kırmızı harflerle, komünist bir ülkede mümkün olamayacak bir yazı belirdi: 'Maria, Polonya'nın kraliçesi, Papa'yı bu dünyaya geri ver."25

Polonyalı Papa'nın muzaffer yobazlığının yolunu döşeyen taşların en irileri arasında devrimci uyanıklığını yitirmiş Polonya Komünist Partisi'ni başa yazmak abartılı bir "özeleştiri" olmasa gerek.

Karşıdevrim cephesinden değerlendirmeler almaya devam edelim: "Wojtyla olmasaydı çok yüksek ihtimalle Solidarnosc olmazdı. Solidarnosc'sız da Doğu Bloku'nun hızlı çöküşü olmazdı."26

Lech Walesa 2004 yılında Speigel'e verdiği röportajda, "Komünist sistemin yıkılması konusunda oransal olarak konuşmak gerekirse, şunu söylemek isterim: % 50 Papa, % 30 Solidarnosc ve Lech Walesa'dır. Geri kalan oran ise Helmut Kohl, Ronald Reagan ve Mihail Gorbaçov'dur."27

Karşıdevrimin zaferinden sonra Polonya cumhurbaşkanı olarak ödüllendirilen Lech Walesa, 9 Mayıs 1993'de "La Stampa" gazetesine verdiği röportajda, "Polonya'da komünizmin yenilgisi"nde dört isimden hangisinin "tayin edici rolde olduğu" sorulduğunda, Almanlar'ın Gorbaçov'u tayin edici rolde görmelerini reddederek, "Papa II. Johannes Paul, Walesa, Gorbaçov, Reagan içinde hiç kuşkusuz, Papa'nın rolü çok önemliydi. Kanımca, tayin ediciydi" değerlendirmesinde bulunuyordu.28 Birinci ağızdan itiraf!

VIII. Cepheleştirerek yönetti

Sosyalist Polonya'nın zayıf karnına çalışan Papa II. Johannes Paul'ün izlediği strateji hakkında dikkate değer saptamalarda bulunan Norbert F. Pötzl, "Petri'nin sandalyesinde oturan Polonyalı, çeyrek asırdan fazla dünya ile kiliseyi kutuplaştırdı”29 diyerek Vatikan'ın yeni siyasi yönelimini ifade ediyordu.

Kutuplaştırma/cepheleştirme son derece titiz örgütlenmiş bir imaj kampanyası ile at başı yürütülüyordu. Papa seçildiği yıldan esinlenerek yapılan adlandırmalardan biri de "Ayetullah Wojtyla"ydı. Bir başkası "Johannes Paul süper star", "Kutsal ruhun John Travolta'sı", "Halk kahramanı", "dindar John F. Kennedy..."30 Bu ve benzeri popüler adlandırmalar bir yandan yeni papanın tanınırlığına katkı sunarken, diğer yanda da Soğuk Savaş'ın yeni yönelimi hakkında yeterince fikir veriyordu.

CIA koordinatörlüğünde Vatikan ile açılan "Doğu Siyaseti" markalı saldırı, reel sosyalizmi özelde Doğu Avrupa'da, genelde de dünyanın her yerinde markaja alıp, her başlıkta izole edip, içeriden çözme programına dayanıyordu. Bu amaçla Katolik Kilisesi'nin denetiminde olan her yerde içe dönük "mıntıka temizlikleri" ile başlanırken, eş zamanlı olarak dışa dönük yeni ittifaklar örgütlenmeye başlandı.

İşe hızlı başladı Polonyalı Papa. 26 yıllık Papalık kariyerinde toplam 104 ülkeye 129 ziyaret gerçekleştirdi. Adı artık "aceleci Papa"ya çıkmıştı.31 Papa olmak için görece genç sayılabilecek yaşta (58 yaşında) göreve getirilen Polonyalı Papa, dışarıya şirin görüntü vermeye çalışırken, içeride en küçük bir esnemeye bile olanak vermedi.

Latin ve Güney Amerika'nın kanını emen neoliberal politikalara itiraz eden "Kurtuluş Teolojisi"32 taraftarı rahipleri tırpanlamakla işe başladı. İlk olarak İkinci Vatikan Konsili'nin liberal kararlarını uygulamak isteyen Tübingenli Katolik teolog Hans Küng'ün işine son verdi (1980). Ardından kendisinden sonra Papa seçilecek olan sağ kolu Kardinal Joseph Ratzinger'le33 (Papa XVI. Benedikt) birlikte bütün Latin ve Güney Amerika'daki Katolik Kiliseleri'ne dönük operasyon düzenledi. Kurtuluş Teolojisi hareketinin sözcüsü Leonardo Boff'a "bir yıl susma cezası" verdi (1985). Doğum kontrolüne, kürtaja, eşcinsel evliliklere, kadınların kilise içindeki ikinci sınıf konumlarının değiştirilmesi taleplerine meydan okudu. Kilisedeki çocuk istismarı raporlarını ya görmezden geldi ya da üzerini örtbas etti. Kürtaj ile cinayet işlemek arasında fark olmadığını vaaz etti. Kondom kullanılmasına şiddetle karşı çıktı.

Dışa dönük faaliyetlerde imaj avcılığını son derece iyi yapıyordu. 1986'da ilk kez bir Papa Roma'daki Tempio Maggiore sinagogunu ziyaret edip birlikte ibadet etti. 2001'de Şam'da Emevi Camii'nde ibadet eden ilk Papa oldu. Devasa bütçeler, olağanüstü ön çalışmalar ile insanları mobilize edebiliyordu. 1995'de Filipinler'in başkenti Manila'da tarihin en büyük toplu ayinine dört milyon insanı toplamayı başardı.

1986'da Assisi kentinde 12 inanç grubundan 65 konukla dinlerin yeni çağdaki önem ve işbirliğini vaaz etti. Konferansa Dalai Lama'dan şintoist rahiplerine, mollalardan haham başlarına kadar "seçkin din önderleri" davet edilmişti.

1992'de Galileo Galilie'nin kilise tarihindeki itibarını iade etti. Bir yıl sonra Nicolaus Kopernikus'a aynı jesti yaptı. Hatta 1996'da Charles Darwin ile uzlaşma yoluna gitti.

Pragmatik ve hesapçı davranmada ustaydı. 1991'de dünya siyaseti konusunda kendi Papalık Genelgesi "Centesimus annus"u yayımlayarak, kapitalizmin "kimi aşırılıklarını" kınadı. Bol bol insan hakları ve barış konulu söylev çekti. Ancak Papa 1980 Temmuz ayında Brezilya'ya gelince, 1150 rahip ona açık mektup34 yazarak, "cinayetleri meşrulaştırma" konusunda çok sayıda piskoposun ve Papalık elçilerinin nasıl suç ortağı olduklarını deklare ettiğinde, Papa'nın yanıtı adet olduğu üzere derin bir sessizliğe gömülerek, zaman içinde bu açık mektubu kaleme alanların bir şekilde defterini dürmekten ibaretti.

13 Mayıs 1981'de Türk faşist Mehmet Ali Ağca tarafından suikaste uğrayan Papa, yaralı olarak kurtarıldı. Bu olayı Bulgaristan üzerinden sosyalizme yamamaya çalışılması tam olarak hâlâ açıklanabilmiş değil. Mahmet Ali Ağca'nın ifadelerindeki değişkenlik, akli dengesinin yerinde olmadığını gösteren mehdilik vb. iddiaları suikastin anlaşılmasını güçleştiren başlıklar. Bu konuda Batı basınında hemen hiç bir ayrıntının olmaması da ayrı bir tuhaflıktı.

Bu olay, Soğuk Savaş döneminde emperyalist dünyanın reel sosyalizme karşı gerçekleştirdiği yüzlerce komplodan biri olarak tarihe geçti.

Soğuk Savaş'ın en etkili antikomünist papası Papa II. Johannes Paul, diğer bütün papalardan farklı olarak ilginç bir ölüm töreni takvimi ile gömüldü.

26 yıllık Papalık kariyeri 2 Nisan 2005'de ölümüyle sonlandığında "Santo subito!" (hemen aziz ilan edin!) sesleri yükselmeye başladı. Katolik Kilisesi'ndeki yerleşik kurallara göre, bir kişinin aziz ilan edilmesi için ölümünden sonraki beş yıl içinde kişiyi ima eden bir mucizenin gerçekleşmesi gerekiyor. Fransa'da parkinson hastalığından mustarip bir rahibenin iyileşmesi, "tıbbi açıdan açıklanamayan mucize" olarak kabul edilerek Papa II. Johannes Paul 1 Mayıs 2011'de kendisi ile aynı ekolden gelen yeni Alman Papa XVI. Benedikt tarafından aziz ilan edildi. Nihayetinde azizlik meselesi kitabına uydurulmuştu.

* * *

1920 ortasında Bolşevik Devrimi'nin batıya açılmasında Kızıl Ordu önünde barikat kuran Polonya gericiliği, 20. yüzyılın sonunda devrimci uyanıklığını yitirmiş komünist önderliğin emperyalizmin "Doğu politikası"nın stepnesi olarak bir tarihsel ironiye daha ev sahipliği yapmıştı. Yalnızca devrimlerden öğrenilmez; karşıdevrimler de öğreticidir. Öğreniyoruz.

Sınıf mücadelesi tarihinin trajedi/komedi fasit dairesinden çıkmak isteniyor ise, Papa Francis'in Irak ziyaretinden öğrenmeye devam edeceğiz.

Tevfik Taş / SOL-Gelenek

  • 1.Marx, Karl ve Friedrich Engels. (2006). WERKE, Dietz Verlag, Berlin Band 1, 16. überarbeitete Auflage, s. 352.
  • 2.https://www.vaticannews.va/de/papst/news/2021-03/papst-franziskus-irak-…
  • 3.Ahval News, 8 Mart 2021.
  • 4.Yaşlı F. (2020) AKP, Cemaat, Sünni-Ulus, Yeni Türkiye Üzerine Tezler, Yordam Kitap, İstanbul, 4. Baskı, s. 132.
  • 5.Akgün, Seçil K. (2006) Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik (1924-1928), Temel Yayınları, 2. Baskı, s. 25.
  • 6.Timur, T. (2019) İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı, Yordam Kitap, 2. Baskı, s. 263.
  • 7."Abdülmecid Efendi'ye sultan olarak değil yalnız halife olarak biat edildi ve kılıç kuşanmadı." Satan, A. (2017) Türk ve İngiliz Belgelerinde Halifeliğin Kaldırılması, Yazıgen Yayınları, s. 266.
  • 8.A. g. e., s. 268.
  • 9.Şen, Ö. (2014) Türkiye'de Laiklik ve Sol, Yazılama Yayınları, s. 67.
  • 10.Türkiye'de İslamcılık ve faşist hareketin birbiri ile olan özsel akrabalığı pek çok başlıkta ortaklaşır. Bu uzun listenin üst sıralarında genel bir komünist, hristiyan, Rus, Yahudi, Ermeni, Yunan ve Vatikan düşmanlığı sıkça görülür. Bu genellemeyi boşa çıkarmayacak yüzlerce örnekten bir tanesi de Ahmet Han adlı 'yazar'dır. Han'a göre Vatikan, "yılan çukuru", "günah ülkesi", "komünist komplolar" ile eşdeğerdir. Bkz. Han, A. (2021) Öteki Vatikan, Lopus Yayınları. Bir başka pek tanınan örnek Aytunç Altındal'dır. Altındal da Vatikan denilince sonsuz sırlar ve bitmeyen kötülükler görür. Ancak Altındal, Türkiye ve Ortodokslar kitabında "Papa XXIII. John ile Türkiye arasında kurulan bağ, Türkiye ile Vatikan'ın ortak düşmanı SSCB'ye karşı birlikte mücadelesini öngörmekteydi" gözlemini yaparken kendisini ayakları yere basmayan bir komploculuk yapmakla suçlayabilir miyiz? Altındal, A. (2013) Türkiye ve Ortodokslar, ALFA Basım Yayım Dağıtım, 17. Basım, 2013, s. 92.
  • 11.Türk ve İngiliz Belgelerinde Halifeliğin Kaldırılması, Ali Satan, Yazıgen Yay. , 1. Baskı, Mart 2017, s. 265.
  • 12.A. g. e. , s. 85.
  • 13."Kısacası, Abdülmecit'in sürgün edilişini izleyen birkaç gün içinde, çeşitli ülkelerden dokuz Halife adayı belirdi. Hatta Afgan Emiri'nin de Halife adayı olduğu bazı gazetelerde yayınlandı. Bu kargaşa sürerken İngiltere'nin The Observer gazetesi, 9 Mart sayısında ilginç bir noktaya parmak basarak Türkiye'den sınır dışı edilenin Türk Halifeliği değil, Halifelik olduğunu vurgulamış ve bu kuruma çeşitli topluluklardan sahip çıkanlar olabileceğini hatırlatmıştı." Akgün, Seçil K. (2006). s. 230.
  • 14.Marx, K. ve F. Engels. (2006). s. 378.
  • 15.Marx, K. ve F. Engels. (1990). WERKE, Dietz Verlag, Berlin Band 1, 16. überarbeitete Auflage, s. 461.
  • 16."Hristiyanlığın Kriminal Tarihi"nin yazarı Karlheinz Deschner'in Die Politik der Päpste (Papaların Politikaları) adlı eserinde konu hakkında son derece dikkate değer iddialar var. Buna göre, 26 Ağustos 1978'de Papa olarak seçilen Albino Luciani'nin tam 33 gün sonra 28 Ağustos 1978'de beklenmedik bir kalp krizi ile ölümünü, yerine seçilen papa ile haklı olarak ilişkilendirmesini gerektiren onlarca emareye vurgu yapar. Deschner, K. (2013) Die Politik der Päpste, Alibri Verlag, 1. Auflage, Aschaffenburg, s. 865.
  • 17.Çoban, B. Z. (2014). Geçmişten Günümüze Papalık, İnsan Yayınları, İkinci Baskı, 2014, s. 220. Bu kitap, Vatikan'la ilgili Türkiye'de yayımlanan (yorum ve değerlendirmeleri büyük oranda mukaddesatçı reflekslere meyletse de, en azından arşiv taramaları boyutuyla) görece eli yüzü düzgün çok az çalışmadan biri olarak okunmayı hak ediyor.
  • 18.Kilise tarihçisi Karlheinz Deschner, Papa I. Johannes Paul'ün Vatikan'da "kalp hastası olduğuna inanan yoktu" notunu düşer. Deschner, K. (2013), s. 865.
  • 19."CIA'nın favorisi Polonyalı Kardinal Karol Wojtyla’ydır." A. g. e., s. 873.
  • 20.A. g. e., s. 873.
  • 21.A. g. e., s. 875.
  • 22.Türkiye İslamcılığının kalemlerinden Abdülbaki Keskin, Papa II. Johannes Paul'un Vatikan'a seçilmesi konusunda şu tespitte bulunuyor: "Batı emperyalizminin girdiği her yere önce Kilise girmiştir. Bu bakımdan Vatikan tarihinde, papanın ilk kez komünist bir ülkeden seçilmiş olması zannedildiği gibi, tesadüfün değil aksine bilinçli bir tercihin sonucudur. Komünist egemenlik yıkılacak ve Batılı devletlerle Kilise bu aksiyonu birlikte gerçekleştirecektir. Hedef budur." Vatikan'ın yerinde olma konusunda cansiperane gayret gösteren İslamcılığın bu temsilcisi, durum tespiti konusunda haklı çıksa da, dinsel motivasyon ve pratiği açısından Vatikan'dan farklı olmadığını bilerek bu satırları yazmalıydı. Yine rekabet kaynaklı siyasi kıskançlık! Diyanet Aylık Dergi, no 16, Nisan 1994'den aktaran Işık, Halim. (2006). Papalık Tarihi, Ozan Yay. İstanbul, Birinci Baskı, s. 218.
  • 23.Pötzl, Norbert F. (2013). Die Päpste – Herrscher über den Glauben – von Petrus bis Franziskus, Deutsche Verlagsanstalt/Spiegel Buchverlag, 1. Auflage, s. 256.
  • 24.A. g. e., s. 256.
  • 25.Bkz. von Roques, Valeska. (2008). V. Papa'ya Komplo: Papa II. Jean Paul Suikastının Perde Arkası, Yordam Kitap, Birinci Basım, s. 30. Valeska von Roques'in roman akıcılığındaki incelemesi Papa suikastında Bulgaristan üzerinden bir bütün olarak reel sosyalizmi suçlama stratejisinin kofluğunu ortaya koyarken oldukça başarılı. Ancak Papa'nın "Vatikan içindeki Kardinallerin tutuklusu olduğu" tezi (s. 212), sözü geçen ilişkiler yumağının içsel mantığını özetleme konusunda haklı olsa da, Polonyalı Papa'yı fazlasıyla temize çıkaran bu yaklaşımın doğru olmadığını düşündürüyor. Zira Polonyalı Papa, sözü geçen yumağın etkisiz bir elemanı değil, derin bağlantıları olan bir öznesidir ve rekabet içindeki Kardinallerin onu tasfiye etmek için geçerli bir gerekçeleri yoktur. Ayrıca üç kurşunun isabet ettiği bir suikast girişiminde, "amaç öldürmek değil, yaralamaktı" (s. 189) gibi bir iddia fazlasıyla zorlamadır.
  • 26.A. g. e., s. 256.
  • 27.A. g. e., s. 256.
  • 28.Aktaran, Luciano Canfora. Losurdo, Dominico. (2012). "Stalin, Geschichte und Kritik einer schwarzen Legende", PapyRossa Verlag, 1. dt. Ausgabe, s. 425.
  • 29.Pötzl, N. (2013). s. 256.
  • 30.Deschner, K. (2013). s. 871.
  • 31.A. g. e., s. 159.
  • 32.Neoliberal politikaların kitleleri iliğine kadar sömürüp baskıladığı Latin Amerika'da kilisede alt düzeyde görev yapan kimi din adamlarının devrimci direnişe eşlik etmeleri ile ortaya çıkan hareke, adet olduğu üzere soldan çok fazla umut bağlayan oldu. Kitle kuyrukçuluğu konusunda pek idmanlı Troşkist Michael Löwy, Kurtuluş Teolojisi'nden yeni bir manifesto icat etmekte gecikmeyerek şu sözleri ediyordu: "Kurtuluş Hristiyanlığı, Latin Amerika'nın politik ve dinsel kültürünün gübreli toprağına bir tohum ekmiştir ve bu önümüzdeki on yıllarda büyüyüp gelişecektir. Ve daha şimdiden birçok sürprizi kendi içinde saklamaktadır." Löwy, M. (1996). Marxizm ve Din, Belge Yay., 1. baskı, s. 24. Oysa bugün Kurtuluş Teolojisi’nden geriye kalan, toplumsal kurtuluş fikri değil, dinin liberal yorumunun "egemenlerin dinsel pratiğinden ayrıştırılması" talepleri üzerine kurulu teolojik çıktısınadan başka bir şey olmadı. Türkiye'de Kurtuluş Teolojisi’ne sempatiyle yaklaştığı bilinen Antikapitalist Müslümanlar hareketinin etkili sözcülerinden İhsan Eliaçık, İran'da şah rejiminin devrilmesi ve ardından yaşanan süreç konusunda mollalara övgüler düzerken, tek bir cümleyle dahi komünistleri anmaması, dinciliğin hangi rengi olursa olsun, tarihsel ilerleme ve toplumsal kurtuluşa hangi sınıra kadar sola yakın durabileceğinin işaretlerinden biri olarak okunabilir. Eliaçık, İhsan R. (2017). İslam ve Devrim Teorisi, Doğu Kitabevi, 4. baskı, s. 169. Aydınlanma çağı ve Marksizmden sonra dinin kendi rengini çalabileceği hiçbir ilericilik ya da kurtuluşçuluk başlığı mevcut değildi. Thomas Münzer'i dönemine göre ileri yapan şey, dinsel dili değil, yoksul köylülerin hakim sınıflar karşısındaki öfkesini temsil etme gücüydü. Engels, Köylüler Savaşı'nda bu gerçeğin altını ayrıntılarıyla çizer. Ayrıca Lenin, devlet-din ilişkilerini ela aldığı pek çok yazısında, devletin dine tam özgürlük tanınmasını savunurken, aynı zamanda ve her koşul altında komünist partinin dine karşı ideolojik savaş vermesi gerektiğini vurgulamayı ihmal etmez.
  • 33.Gerhard Feldbauer, Alman Papa'yı "Vatikan'ın grau Eminenz"i (entrikacı başpapazı) olarak tanımlıyor. Feldbauer, G. (2010). Der Heilige Vater, Benedikt XVI. - Ein Papst und seine Tradition, PapyRossa verlag, Köln, s. 7.
  • 34.Siegel, Paul N. (2013). Dünya Dinleri ve İktidar, Yordam Kitap, Birinci Basım, s. 346.

AKP ile CHP'nin simbiyotik ilişkisi - Turgay Develi / SOL

 Çiftçilerin düştüğü faiz sarmalına dikkat çekerek AKP'yi eleştiren Sayın Ağbaba neden gerçeğin tamamını değil de bir bölümünü hatırlatıyor?

Geçtiğimiz günlerde Mahfi Eğilmez'in "ihracat rakamları yükseliyor, ihracat yaptığımız ülkeler toparlanmaya devam edecek olursa, bu eğilim artarak devam edecek" temelli tespit ve paylaşımına karşılık Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Orhan Bursalı, "Bunda emeğin baskılanmasının etkisi nedir?" diye sorunca, "Bunu da bir araştırayım" yanıtını aldı. Bursalı'nın sorusu, ülkemizdeki hemen her konuda gerçeğin üzerindeki cilayı kazıyacak temel bir soru.

Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan'ın 2021 yılında ihracata rekorla başladığımız, Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli'nin tarımda hasıla rekoru kırdığımız, 5.5 milyar dolar fazlamız ve 330 milyar lira toplam hasılamız olduğuna ilişkin övünmeleri de bu minvalde, resmin yalnızca görmemizi istedikleri yüzünü gösteriyor. İhracat rakamlarından kur farkını ayıklayıp, üretim maliyetlerinden ayrıştırılan emeği ve diğer girdi maliyetlerini dahil ettiğimizde, ortada bir ekonomik başarı olmadığı gerçeği ile karşılaşıyoruz.

Tarım Bakanı toplam hasıla ve bunun rakamsal sonuçlarını açıklarken, bu rakamların içindeki gübre, tohum, ilaç, sulama, emek ve diğer girdilerin finansmanı için sağlanan kredi ve faizi de dahil toplam maliyeti açıklamıyor. Oysa biliniyor ki bu toplam üretim maliyeti ile hasıla rakamları arasında üreticinin aleyhine büyük bir makas var. Bu makas nedeniyledir ki on binlerce çiftçinin banka ve tarım satış kooperatiflerine 150 milyardan fazla kredi ve faiz borcu var. 

Tarımsal 'reform' yapmak adına son 40 yılda çıkarılan tüm yasalar bu makas oluşsun, küçük çiftçiler sistemden tasfiye olsun, tarım arazileri birleştiriliyor bahanesiyle tarım büyük çiftliklerin eline geçsin, köylüler de ucuz iş gücü olarak kentlere göç etsin diye çıkartıldı.

İktidarın gerçeği gizleyip, rakamlarla da oynayarak sunduğu bu tabloya elbette muhalefet sözcüleri itiraz ediyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı koltuğunda oturan Veli Ağbaba, bir video yayınlayarak, işte bu faiz sarmalı ve icra takibine düşen çiftçilerin borç ödeme döneminin Nisan ayı olduğunu hatırlatıp gerçeğin bir bölümünü görünür kılmış. 

Üreticinin sırtına binen maliyetleri ve bu nedenle girdiği çıkmazı ortaya koyup, rakamları da alt alt dizerseniz resmin tamamını görüp ortadaki sorunun farkına varabilirsiniz. 

Sayın Ağbaba da bu yolu izlemiş. Kendisi haklı, evet, girdi ve üretim maliyetleri nedeniyle çiftçi tefecilerin elinde. Ama kendisinin sorunu işaret ederken kullandığı yöntem de AKP'li sözcülerin başarıları işaret ederken kullandığı yöntem ile birebir aynı. Resmin tamamını değil, kendi istediği kadarını gösteren bir gerçeği gizleme yöntemi. 

İktidar sözcülerinin gerçeği eğip bükmelerini anlıyoruz da, Sayın Ağbaba neden böyle davranıyor?

Bu soruyu cevaplayabilmek için önce 'gerçeği' biraz daha açalım: Türkiye'de tarımsal üretim maliyetleri, dünya piyasalarında ağırlık taşıyan ülkelere kıyasla çok daha yüksek. Bunun en önemli nedeni, özellikle akaryakıt, hibrit tohum, gübre ve tarımsal ilaç gibi girdilerin ithal edilmesi. 

Peki bu girdileri neden ithal ediyoruz ve neden sübvanse edilmiyor? Bunu cevaplayabilmek için ise günümüzün Türk tarımını şekillendiren politikalara bakmak gerekiyor:

1998 yılında, Dünya Bankası Başkanı John Nash tarafından Türkiye tarım politikasına ilişkin hazırlanan raporda Türkiye'ye -sözde- reform önerileri sunulmuştu. Buna göre, tarım ürünleri fiyatları dünya fiyatları düzeyine çekilecek, fiyat destekleri ya da sübvansiyonlar kaldırılacak, yerine, doğrudan gelir desteği sistemine geçilecek, gübre ve kredi sübvansiyonlarına son verilecek, tarım satış ve kredi kooperatiflerinin imtiyazları kaldırılacak, keza, doğrudan gelir desteği sistemi getirildiğine göre, varlık sebepleri sone eren KİT'ler de özelleştirilecekti.  

(İlginçtir, bize tarımı liberalize etme vaazlarını veren ve bu yasaları çıkarttıran ülkeler bunların hiçbirini yapmaz, kendi tarım sektörlerini gayet güzel korurlar. Hatta Avrupa Birliği ve ABD arasında imzalanmak üzere müzakereleri devam eden ve tarihin en büyük ikili ticaret anlaşması olarak lanse edilen TTIP, Avrupa Birliği'nin tarım sektöründeki korumacı politikalarından vazgeçmeye yanaşmaması sebebiyle yıllardır bir türlü sonuca ulaşamadı.)

Dünya Bankası raporunda yer alan bu -sözde- reform önerileri, 9 Aralık 1999'da IMF'ye verilen niyet mektubunda da, 10 Mart 2000 yılında Dünya Bankası'na verilen kalkınma politikası raporlarında da aynen yer aldı ve o yıllardan itibaren adım adım hayata geçirildi.

Sübvansiyonlar yoluyla çiftçinin üretim maliyetini düşürmek, üretim miktarını arttırmak, dolayısıyla Türkiye'nin ürettiği tarım ürünlerinin uluslararası pazarda rekabetçiliğini artırmak amacıyla var olan KİT'ler ve Tarım Kooperatiflerinin imtiyazları, bu 'reform'lar sırasında adım adım geri alındı. Sübvansiyonlar kaldırıldı, kooperatifler kapatıldı, KİT'ler özelleştirilerek piyasa koşullarına mahkum edildi.

Sonuç olarak devlet tarafından desteklenmeyen çiftçilerin üretim yapmak için ihtiyaç duyduğu girdilerin fiyatları katlanarak arttı. Bu yüksek maliyetlerle üretim yapmak zorunda olan çiftçiler mecburen borçlanmak zorunda kaldı. Aynı 'reform'lar kapsamında Ziraat Bankası'nın çiftçilere ucuz kredi verme imkanı da ortadan kaldırılıp çiftçiler piyasa faiziyle borçlanmaya başlayınca finansman maliyetleri de katlanarak arttı. Sonuç: tarım ülkesi olarak bilinen Türkiye'den, tarım ithalatı rekor üstüne rekor kıran yeni Türkiye'ye...

Şimdi tekrar soralım: çiftçilerin düştüğü faiz sarmalına dikkat çekerek AKP'yi eleştiren Sayın Ağbaba neden gerçeğin tamamını değil de bir bölümünü hatırlatıyor?

Milyonlarca insanın tefecilerin eline düştüğü, yoksulluğun yaygınlaşıp ülkenin talan edilmesine dayanak oluşturan bu 'reform'ları yapan, yasaları çıkaran, tam da bu yasaların çıkmasını sağladıktan sonra, şimdi kendisinin oturduğu CHP Genel Başkan Yardımcılığı koltuğuna oturtulan ve 'programın' güven içinde uygulanmasını sağlayan ismin Kemal Derviş olduğunun hatırlanmasını istemiyor olabilir belki.

Bu kadar mı? Sanmam. Şimdi çiftçilerin hakkını korumak için video yayınlayıp AKP'yi halka şikayet eden sayın Ağbaba'nın, MYK masasında oturduğu koltuğun hemen karşısındaki koltukta, çiftçiyi icralık eden girdi maliyetlerinin bir numaralı sorumlusu olan, Ziraat Bankası'nın çiftçilere finansman desteği vermesini önleyen, gübre ve ilaç fabrikalarının satılmasını sağlayan, özelleştirme uygulamalarının altındaki imzanın sahibi olan Sayın Faik Öztrak'ın oturuyor olduğunun da hatırlanmasını istemiyor olmalı. 

Keza aynı MYK masasının bir diğer koltuğunda oturan Sayın Selin Sayek Böke de AKP iktidarının uyguladığı ekonomi politikalarını ve bunların uygulayıcısı Ali Babacan'ı başarılı bulduklarını defalarca açıklamıştı. Yani sözü fazla uzatmanın bir anlamı yok, ortada açık bir politik paralellik var.

Orhan Bursalı'nın Mahfi Eğilmez'e sorduğu soruyu (ve daha fazlasını), yaşanılanları anlamlandırmak için, herkesin kendisine de sorması gerekiyor. Yoksulluk zincirinin halkaları yalnızca 2002 yılından itibaren değil; 12 Eylül darbesinin ardından alınan 24 Ocak kararları, 1996 ocak ayı başından itibaren uygulanan Gümrük Birliği anlaşması ve 1999-2000 krizi bahane edilerek çıkarılan talan yasalarıyla aşamalı olarak oluşturuldu. Yaşamın her alanında, özelleştirme adı altında başlatılan mülksüzleştirme yöntemleri, tarım alanındaki gübre, ilaç, tohum başta olmak üzere kamu birikimlerinin yağmalanmasında da uygulandı. Bu süreç Erdoğan'la başlamadığı gibi Erdoğan'la sona erecek gibi de görünmüyor. 

Bütün bu sonuçlarını yaşadığımız neoliberal politikaları yasalaştıranlar CHP'de, uygulama 'şerefine' erişenler ise AKP tarafında. Bu hastalıklı, simbiyotik ilişki teşhir edilmeli.

Bu ilişki teşhir edilmeli, tarımdaki kontrolsüz liberalizasyon durdurulup, fazlasında da gözümüz yok ya, ABD'de ve Avrupa'da uygulandığı şekliyle tarım sektöründe korumacı politikalara dönülmeli. Türkiye çiftçisinin başının bir numaralı belası olan, Türkiye tarım piyasasının ciddi bir bölümünü ele geçirmiş bulunan Cargill, Monsanto, Ferrero, Bayer gibi kan emici kartellere sağlanan imtiyazlar, hadi adını daha net koyalım, kapitülasyonlar ortadan kaldırılmalı.

CHP yönetimlerinin, ülkemizdeki bu soygun düzeninin suçunu tek başına Erdoğan'ın üzerine atarak çöküşteki tarihsel sorumluluklarından kurtulmasına göz yumulursa, AKP gitse de değişen bir şey olmaz. 

Asıl mesele, burada sadece tarımsal alandaki örneğini verdiğimiz, ülkemizin yoksulluğunun müsebbibi olan ekonomik politikalara sadakatla bağlı olanlarla önce parti içinde mücadele etmek ve bunun CHP'de ve toplumda bulacağı karşılığı artırmak gerekiyor. 

Bunun yolu ise; anti emperyalist, bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci bir siyasi aks oluşturarak, partideki neoliberalizm bataklığını kurutmaktan geçiyor. Aynı şeyleri tekrar tekrar anlatmamız bundandır.

Turgay Develi / SOL


11 Nisan 2021 Pazar

Kovid-19, kapitalizm ve gıda - Prof. Dr. Mustafa KOÇ / EVRENSEL

 

Her şeye rağmen kovidi gıda sisteminde yaşanan sorunların nedeni olmaktan çok, daha önce yaşanmakta olan sorunların gün yüzüne çıkmasında bir araç olarak görebiliriz. Nasıl bir gıda sistemi istediğimi.


Gıda ve su insan yaşamı için olmazsa olmaz gereksinimler. Ama kapitalist toplumlarda gıdanın bu yaşamsal önceliği onun bir insan hakkı olarak tanınması yerine gıdaya erişimi bir tercih veya bir ayrıcalık olarak görüyor. Paran yoksa, ekmek de yok, su da: Yaşamaya da hakkın yok.

Kovid-19 bu kuralı en acımasız şekliyle bir kez daha gözümüzün içine sokmuş durumda. Gereksinim duyduğu gıdayı üretemeyen kişi, bunu pazardan temin etmek zorunda. İşi ya da yeterli geliri olmayanın gıdaya erişimi de yeterli olamıyor.

Kovid-19’un etkisini en iyi gördüğümüz alanlardan biri gıda sistemi. Bir başka ifadeyle, pandemide toplumsal eşitsizliklerin en kolay görülebileceği sektörlerden biri gıda sektörü. Kovid salgını süresince işe gitmesi gerekenler arasında sağlık personeli kadar, gıda sektöründe, kesimhanelerde, hallerde, pazarlarda, marketlerde, fırınlarda, mutfaklarda çalışanlar, bunları canları pahasına istenen sürede dağıtmaktan sorumlu kuryeler de var. Çoğu asgari ücretle geçinmeye çalışan, çalıştığı iş yerinde sosyal mesafe diye bir seçenekleri olmayan gıda emekçileri. Virüse rağmen çalışmak zorundalar. Öldüklerinde ise istatistik bile olamıyorlar, çünkü meslek bazlı veriler yok elimizde.



Öte yandan gıda sektöründe küçük esnaf ve işletmeler kan ağlarken, gıda ve perakende devleri, dijital pazarlama ağları ve GIG ekonomisi her zamankinden daha yoğun çalışıyor. Bunların başarısı, hayatı pahasına asgari ücretle çalışmak zorunda kalan insanların evde oturdukları takdirde aç kalacaklarını bilmelerine dayanıyor. Hasta olmaya bile izni olmayan insanlar bunlar.

Kanada’da Brampton belediyesi otobüs şoförleri arasında belirli bir hatta çalışanların art arda hasta olması üzerine yapılan araştırma, bu hattın dağıtım devi Amazon’un güzergahında olduğunu ve hastalığı Amazon çalışanlarından kaptıklarını gösterince, belediye bu hattaki seferlerini durdurmuş. Bu vesile ile konu haber olunca Çalışma Bakanlığı temsilcilerinin yaptığı denetim sonucunda 5 bin çalışandan 600’ünün kovid olduğu fark ediliyor. Ve işyeri 14 günlük karantinaya alınıyor. Hastalanmaya bile hakkı olmayan insanların emeği ile Amazon’un 2020 kârlılık oranı yüzde 84’lük bir artış gösterirken, satışları da yüzde 38’lik bir artışla 386 milyarı bulmuş.

En azından bu kez evlerine gönderilen işçiler ücretli izinli sayılacaklar. Ama herkes bu kadar şanslı değil. Birkaç neslin aynı hanede yaşadığı, yoğun ve kalabalık apartman dairelerinde dip dibe yaşayan insanları evlerine gönderip onlara sosyal mesafe telkin ederken ve evlerinden çıkmalarını yasaklarken de sormamız gereken soru, ‘Bu insanları hasta hasta işe gitmek zorunda bırakan koşullar neydi’ olmalı. Tabii bu yaşam koşullarında sosyal mesafenin nasıl sağlanacağı da bir ayrı konu.   

FAO’nun yayımladığı küresel gıda fiyatları endeksine göre gıda fiyatları 2020 sonbaharından beri tırmanmakta. Gıda fiyatlarındaki artışın özellikle tahıl ve yağlarda görülmesi bunların kısa vadede unlu mamullere uzun vadede ise et fiyatlarına da yansıyabileceğini gösteriyor. Gıda fiyatlarındaki enflasyondan aracılar ve süper market tedarik zincirleri kârlarını artırırken, yoksul tarım emekçileri bedel ödüyor. 1960’lardan beri genç nüfus tarımdan kopup kentlere yönelmekte. 1980’ler sonrası uygulamaya konan neoliberal politikalar, tarım destek politikalarında yapılan değişimler kırdan kente göçte ikinci, üçüncü dalgalara neden olmakta.

Kırdan kente göçler bir yanda kendini beslemek için tümüyle pazarlara bağımlı bir kent nüfus oluştururken, öte yanda da tarım sektöründe özellikle yaz aylarında tarım işçisi bulunmasında güçlüklere neden oluyor. ABD ve Kanada gibi ülkelerde tarım sektöründe istihdam edilen nüfusun yüzde 1.5’lere dayanması göçmen işçilere gereksinimi artırıyor. Kanada, 1965 yılından beri Orta Amerika ve Karayipler’den her yıl binlerce mevsimlik tarım işçisi getiriyor. Salgın sonrası gelen işçi sayılarında azalma gözlenirken ve işçiler arasında da kötü çalışma koşulları nedeniyle kovide bağlı hastalanmalar ve ölümler oluyor. Düşen arz, perakende gıda fiyatlarını da olumsuz etkiliyor. Kentli nüfusun asgari ücretle geçinen kesiminin emeğini yeniden üretebilmesi için gıda fiyatlarının da artmaması gerekiyor. Ucuz iş, ucuz aşsız olmuyor. Bu ise asgari ücretin altında ve çok daha uzun süreler çalışacak bir tarımsal iş gücüne dayanıyor. Bu insanların çoğu yerlerinden yurtlarından sürülen mülteciler, tarım sektöründeki işten başka seçeneği olmayan emekçiler. Pek çok ülkede ötekileştirme ve ırkçılık gıda sektörünün en alt basamaklarında çalışan tarım emekçilerinin insanlığını unutturmayı amaçlıyor.

2020’de ABD ve Kanada’da yaşanan et kıtlığı kesimhanelerdeki çalışma koşullarını görmemiz açısından önemli. Kanada’nın Alberta eyaletinde iki sığır kesimhanesinde yaşanan kovid salgını kesimhanelerde çalışma koşullarının acımasızlığını, işçilerin hasta hasta çalışmak zorunda bırakıldığını, hastalığın kötü çalışma koşulları nedeni ile yüzlerce çalışana yayıldığını ve en azından 3 işçinin ölümüne yol açtığını gösteriyor. Çalışanların çoğu Sudan, Guatemala, Filipinler, Meksika ve Dominik Cumhuriyeti gibi ülkelerden gelen göçmenler, mülteciler ve yabancı işçiler. Çoğu İngilizce bilmiyor. Food & Environment Reporting Network ise 2020’de ABD’de 58 bin 313 kesimhane, 17 bin 725 diğer gıda sektörü ve 13 bin 12 tarım işçisinin kovide yakalandığını duyuruyor. 286’sı kesimhane işçisi olmak üzere en az 378 işçinin öldüğünü bildiriyor. Bu sayılar ne kadar gerçeği yansıtıyor bilemeyiz. Sivil toplum ve sendika faaliyetlerinin göreli olarak mümkün olduğu ülkelerde bu böyle ise, sayıların bilinemediği, istatistiklerin propaganda amacı olarak kullanıldığı, soruların cevapsız kaldığı koşullarda nasıldır diye soramadan edemiyor insan.  

Gerek ABD’de, gerekse Kanada’da günde binlerce hayvanın kesildiği et kombinaları sermaye temerküzü oranları ve küresel ilişkilerin iç içe yapısını göstermesi açısından da önemli. Kanada’nın sığır eti sektörünün yüzde 90’dan fazlasını ABD’li tahıl devi Cargill ve Brezilya merkezli JBS kontrol ediyor. Cargill, Türkiye dahil 70 ülkede 155 bin çalışanı olan dev bir aile şirketi. Tahıl, soya, sığır, yağlı tohumlar, palmiye yağı, kakao, nişasta ve nişasta bazlı şekerler, hayvan yemi, işlenmiş gıdalar başta olmak üzere pek çok sektörü kontrol eden dev bir şirket. ABD’nin tahıl ihracatının yüzde 25’ini, et sektörünün yüzde 22’sini kontrol ediyor. JBS ise sığır, domuz ve tavukta şu anda dünyanın en büyük et üreticisi. JBS aynı zamanda ABD’de deki en büyük sığır, domuz ve tavuk üreticileri arasında. Brezilya kökenli et şirketleri arasında JBS dışında Marfrig ve BRF’de küresel pazarlarda yoğunlaşan şirketler. BRF özellikle son yıllarda Türkiye beyaz et pazarında ağırlığı olan bir şirket. 2017 yılında Katar Yatırım Otoritesi ile birlikte 915 milyon TL’ye Banvit’in yüzde 80 hissesini almasıyla tanınıyor. ABD domuz sektöründe ağırlığı olan ve geçen yıl kovid nedeni ile yüzlerce vaka yaşayan bir başka şirket de Smithfields. Smithfields’ın Meksika’nın La Gloria kasabasındaki kesimhanesinden yayıldığı iddia edilen domuz gribi H1N1, 400 kişinin ölümüne neden olmuş. Smithfields 2013 yılında WH Group adlı bir Çin asıllı şirkete 4.72 milyar dolara satılmış. Çin merkezli Smithfields bugün hâlâ ABD’de domuz sektöründe bir numara. Geçen yıl ABD’de Sioux Falls’daki kesimhane kovid nedeniyle kısa bir süre kapanınca çiftçilerin bir milyon domuzu itlaf ettiği haber olmuştu. İnsan Rob Wallace’ın Big Farms Make Big Flu (Büyük Çiftlikler Büyük Gripler Yaratır) adlı kitabını okuyunca, acaba virüsler yarasalar veya pangolinler dışında bir vektör seçse, ne seçerdi demeden edemiyor. Benzer yoğunlaşmalar gıda sistemini adeta bir monopoli oyun tahtasına çevirmiş.

Her şeye rağmen kovidi gıda sisteminde yaşanan sorunların nedeni olmaktan çok, daha önce yaşanmakta olan sorunların gün yüzüne çıkmasında bir araç olarak görebiliriz. Nasıl bir gıda sistemi istediğimizin cevabı, nasıl çalışmak, nasıl yaşamak istediğimizle ilgili. Brezilya’dan dünya tarım piyasalarına egemen olan örneklere bakıp bunlar bizde niye yok demek yerine, bu şirketler Brezilya halkının beslenmesinde ne rol oynuyor, kimler bundan yararlanıyor, kimlerin emeği sömürülüyor diye de sormak gerekir.

Prof. Dr. Mustafa KOÇ-Ryerson Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü

EVRENSEL

İktidar can ve mal derdinde - Oğuz Oyan / BİRGÜN

Böyle bir dönemde, pro-emperyalist bir yaranma moduna girilerek NATO bünyesinde Ukrayna yanlısı/Rusya karşıtı bir askeri konumlanmaya geçilmesinin doğuracağı riskleri, Türkiye'deki iktidar bloku kendi bekası ve iç otoriterleşmesi açısından "yarar" hanesi ağır basan bir gelişme olarak değerlendirebilir. 

İçerdeyse, 2015 Haziran-Kasım dönüşümü gibi iktidar etrafında bir milliyetçi/militarist toparlanmaya fırsat vermesini ve artık göstermelik olacak seçimlerde yenilmezlik ünvanını geri kazanmayı umabilir.

Dünya ve bölge kızışırken, AKP iktidarı can ve mal derdinde. "Can derdi", iktidarını koruyabilme çırpınışlarının diğer adı. Bunun için iç siyasette ve dış politikada bildiği bütün "becerileri" kullanmak durumunda. Genellikle dış politika iç siyasete malzeme yapılır. Ama iç siyasetin (TSK'ye kumpaslar, vs. ve şimdiki "amiraller davası") de dış politikada emperyalizmin desteğinin alınması için elverişli bir malzeme olarak kullanılageldiğini biliyoruz. Şimdiki durum kısmen bunu da yansıtmaktadır.

Kısmen de, yalancı çobanın "kurt geliyor" sahte feryatları gibi "darbe hazırlanıyor" kumpaslarının içeride bıkmadan tedavüle sokulmasıdır. Anamuhalefeti dahi darbecilikle suçlayacak kadar bir gözü dönmüşlük, kurmaca suçlamaları desteklemek için ucuz video montajları hazırlamaya varan pespayelikler söz konusudur. AKP dönemindeki tek gerçek darbe teşebbüsünün kendi içinden çıktığını ve bunun siyasi ayağının üzerine hiç gidilmediğini de millete güya unutturarak...

Gerçi asıl mesele gene de hâlâ Batı'ya kendi vazgeçilmezliğini kanıtlama ihtiyacıdır. Ama artık emperyalizmin talepleri, içerde görece bağımsızlıkçı bir ordunun susturulmasından (ki çoktan halledilmiştir) daha öteye gitmektedir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi bunlardan biridir. PYD/YPG devletinin AKP iktidarınca kabullenilmesi diğeridir. Doğu Akdeniz'de, Kıbrıs'ta, Libya'da AKP iktidarının Batı'nın talepleri doğrultusunda davranması esasen uygulamaya girmiştir. S-400'ü zaten unutun, pazarlık unsuru olarak dahi değeri aşınmıştır; ilişkilerin görünür bir tortusudur sadece. Asıl mesele, ABD'nin AKP Türkiye’sini Karadeniz'de Rusya karşısında hizalandırabilmesidir. Soğuk Savaş döneminde bile talep edilmeyenler, artık sonu olmayan bir talepler listesine alınabilecek durumdadır. İktidara tutunabilmenin yani "can derdinin" bedeli bu denli yükselmiştir.

YAĞMAYA SUS PAYI

"Mal derdi" ise iktidarını sürdürebilmenin kaçınılmaz bir aracıdır. "Rant dağıtma" sisteminin veya yağma/talan düzeninin artık artan oranlı olarak sürdürülebilmesinden başka iktidara tutunma yolunun kalmamış olmasını anlatmaktadır. Herkes yağmadan pay istiyor; irili-ufaklı, az veya çok. Kimileri çoklu maaşlar ve yüksek hakkı huzurlu yönetim kurulu üyeliklerini kapışıyor (ki bunlar, "mansıp sahipleri" arası rekabetleri körüklüyor; rekorun 9 farklı gelir olduğunu sanıyordum, üç gün önce TV'den 41'e kadar çıkabildiğini duydum! Kim eski bir güreşçinin altında kalmak ister ki?) kimileri yüksek ünvanlı kariyerlerle veya ek kariyerlerle (yani örn. emekli milletvekili olmak yetmiyor, buna ek kariyerler gerekiyor) tatmin olabiliyor; kimileri iş takipçiliğiyle veya komisyonculukla ihya oluyor; kimi irili ufaklı ballı ihalelerle, daha büyükleriyse Yap-İşlet-Devret türü döviz garantili talanlarla meşgul oluyor; kimi arsa rantlarıyla, özelleştirmelerle kollanıyor; kimi bol kepçe krediler ve mali teşviklerle besleniyor vs., kimileri de bunların bir kaçına birden göz dikiyor. Bu yağma düzeni sonuçta kaçınılmaz olana varıyor: Rant alanları daralıyor ve rekabetler kızışıyor; iktidar alanının içiçe geçen halkalarında, çeşitli çıkar ve nüfuz çatışmaları ortaya çıkıyor. Bunların bir kısmı su yüzüne de çıkmaya başlıyor. Bu çatışmaların yönetilmesi de giderek kontrolden çıkabiliyor. Başka deyişle, yeni yeni kurullar/komisyonlar oluşturmak (ki buna sıklıkla başvuruluyor) ve yeni yönetici pozisyonları yaratmak da derde deva olamıyor.

Yağma düzeninde kurulan sofralar ve menüleri çok farklı kuşkusuz. Beşli çetenin oturduğu sofraya, taşrada birkaç yüzbin veya birkaç milyon liralık küçük ihaleler kovalayanların yaklaşması bile mümkün olamıyor. Ama bu sonuncular sayıca daha çoklar ve teşkilatın/yerel yönetimlerin oluşmasında etkinler. Üstelik aralarında hızlı büyüme sevdasında olanlar da yok değil. Aralarına bazen sıfırdan başlayan çulsuzlar dahi girebiliyor. İşte Kürşat Ayvatoğlu adlı gencin serüveni; videosu çıkmasa belki iktidarın eteklerinde gül gibi geçinip gidecekti; ama mesele şu ki onun gibi binlercesi var. Herkes kendi çapında yağmadan sus payını almak istiyor. Kimisi ihale vurgunundan sebeplenmek istiyor; kimisi de büyük vurgunlara, en tepelere kadar çıkan ihale komisyonlarına tanık olmanın sus payını almaya çalışıyor; kimisi işe adam yerleştirmeyi bile kazançlı bir ticarete dönüştürebiliyor.

Eski Sayıştay Uzman Denetçisi Kadir Sev dostumuz 7 Nisan'da Sol Gazete'de yer alan yazısına "Bu memlekette yağmayı anlatmak çok kolay. Bir gündeki gelişmelerden birkaç örnek sıralamak yetiyor. Dün Resmi Gazete’de, özelleştirmeyi ilgilendiren 12 adet Cumhurbaşkanı Kararı yayımlandı" diyerek başlıyor ve Resmi Gazete'yi izleyerek bile yağmanın günlük olarak izinin sürülebileceğinin bu 12 örnek üzerinden (ki aralarında Datça'nın yağmalanmasının yeni örnekleri de var) analizini yapıyor. Bir başka açıdan bakılırsa, yağmanın bu kadar sıradanlaşmış, hızlanmış ve pervasızlaşmış olması genel bir ahlâki çürümenin parçası ve bu anlamıyla da çok ürkütücü. Dinci geçinen AKP iktidarının bu ahlaki çürümenin asli unsuru olması ise toplumsal muhalefetin odaklanması gereken asıl noktalardan biri.

Gerçi bazen sus payları herkesi kesmiyor veya kiminin midesi/vicdanı kaldırmıyor, partiden/siyasetten kopuyor; bazılarıysa gidip başka yerde siyaset yapıyor. Kimileri, "Ne istediniz de vermedik"le yetinmiyor; daha fazlasını, hatta iktidarın kendisini isteyebiliyor; Cumhuriyet'in en kanlı darbesine girişebiliyor. O tarikat bastırılınca başkaları yerini dolduruyor. Hatta darbeci tarikatın üyelerinin temizlenmesinde bile seçmeci davranılıyor; bazı unsurları hâlâ iktidarın yamaçlarında tutuluyor. Tarikatlar koalisyonundan ise vazgeçil(e)miyor; Diyanet İşleri Başkanı’yla fetva yarışına giren cami imamları, tarikat şeyhleri türeyebiliyor. Taban daraldıkça ve ideolojik çöküntü büyüdükçe, dincilikte daha radikal görünen ama aslında daha fazla paraya ve güce tapanlar yedeğe alınmaya mecbur kalınıyor.

RÜŞVETİN TARİHÇESİ

Yağma sistemini genel anlamda bir siyasi/ekonomik rüşvet sistemi içinde değerlendirmek de mümkündür. Rüşvet dar anlamda, devleti temsil eden kamu görevlisinin yetkisini kötüye kullanarak haksız kazanç elde etmesidir. Bunun, zaten yapılması gerekeni yaparken çıkar sağlamak (adi rüşvet) ile yapılmaması gerekeni yaparak çıkar sağlamak (ağır rüşvet) gibi ikili bir temel ayırımı vardır. (Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti'nde Rüşvet, İnkilap Kitabevi, 1985, s.12). Kamu otoritesini temsil edenlerle ulusal/uluslararası kapitalist şirketler arasında komisyonculuk ilişkilerinden işe adam yerleştirmeye, devlet kadrolarının pazarlanmasına kadar da boyutlanabilir.

Rüşvet geleneği sınıflı toplumlar kadar eskidir. Kapitalizm-öncesi toplumlarda, tüm feodal Ortaçağ devletlerinde çeşitli yaygınlık derecelerinde görülür. Hâkim sınıf katmanları arasında karşılıklı biat ilişkileri, feodal hediye-ihsan sistemi, rüşvetin "legalleşmiş" biçimlere dönüşebileceğini de gösterir. Görece merkezi feodal bir toplumsal örgütlenme modeline sahip olan Osmanlı'da, askeri/idari örgütlenme tarzının ve vergi tahsil yöntemlerinin daha fazla imkân tanımasıyla rüşvetin daha sistematik biçimleri ortaya çıkarabilmiştir. Osmanlı'da en yaygın biçimleri, kamu hizmetinde tâyin ilişkilerinde, dirlik tahsis düzeneğinde, vergi toplama işlerinde, özellikle ayni ve bedensel yükümlülükler alanında, iltizam ihalelerinde/mültezim seçiminde, adalet hizmetlerinde görülmüştür. (Bakınız, varlıklı Fetöcülerin ceza görmemeleri örneği!).

Osmanlı'da erken örneklerinden birinde, Orhan Bey döneminin (1324-62) Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa'nın kurucusu olduğu askeri "Yaya" sınıfına adam yazmak için rüşvet aldığı söylenir. (A.Mumcu, s.83). Kanuni Sultan Süleyman devrinin sonlarına doğru artık rüşvetçilik devleti sarmış ve sıradanlaşmıştır. F. Braudel (La Méditerrnanée..., 1976, Paris, C.2, s.65), "Fransa'daki 'asalet mektupları', tımarları utanmadan mükerrer dağıtmaya ve 'ecnebileri'/ yabancıları kayırmaya kadar giden bu fermanlar yanında hiç kalırdı" derken, "Sadrazam Rüstem Paşa bir buğday kaçakçısıydı" notunu da düşmektedir (Buğday ihracatının devletçe yasaklandığı kıtlık günlerinde bu yasağı delen bizzat devlet ricalinin başıydı). 17 ve 18. yüzyıllar, rüşvetin daha da yayılıp adeta paralel bir illegal hukuk sistemine dünüşmesinin de tarihidir. Rüşvetle kararlı bir mücadele ancak Tanzimat'ı izleyen dönemde benimsenecektir; ama yüzyılların virüsünden kurtulmak kolay olmayacaktır. Bugünün yeni-Osmanlıcıları da başka yerden feyiz alacak değillerdi elbette!

Kapitalist çağda rüşvet hem geleneksel biçimini korur hem de biçim değiştirir: Gelişmiş kapitalist ülkelerde toplumsal denetimin etkisiyle küçük rüşvetler silinirken, "işlem sayısı" azalmış ancak "işlem" hacimleri büyümüştür. Ülke içi olduğu kadar ülkeler arası boyutları da oluşmuştur. Ulusötesi şirketler ile ulusal devletlerin yöneticileri arasında işleyen ilginç rüşvet çarkları kurulabilmiştir. Çevre ülkelerindeki siyasi yöneticilerse, eğer bir devrimci/sosyalist ahlâkı temsil etmiyorlarsa, yozlaşmaya daha yatkındırlar. Dinci bir söylemleri olması bu eğilimi değiştirmez, tam tersine, dinin arkasına saklanmak imkânı verdiği ölçüde kolaylaştırır. Cüzdan ile vicdan arasında sıkışılıyorsa, galibi hep birincisi olur.

SICAK ÇATIŞMA RİSKLERİ BÜYÜRKEN

Gelelim şimdiki zamana. İçerde kirli bir düzen yaratılmasının dışa yansımaları da olur, dış baskıları kolaylaştırır. İçerde kritik karar kademelerinin azaltılmış/ tekleştirilmiş olması, dış baskıların onlar üzerinde yoğunlaştırılmasına yol açar; çünkü olmayan "Bakanlar Kurulu"na veya TBMM onayına sığınma olanakları dahi yitirilmiştir.

Dış politikayı ilkeli zeminlerde sürdürme gelenekleri terk edilmişse, Cumhuriyet'in kuruluş belgeleri ve dış politika kazanımları küçümsenmekteyse ve tam da böyle bir dönemde bölgede sıcak çatışma riskleri büyümüşse, kararlarda tek belirleyici gözüken siyasi figür birbirine hasım güçlerin tazyikleri arasında daha fazla sıkışmaya maruz kalacaktır. AKP Türkiye’si böyle bir noktaya sürüklenmiş durumdadır.

Çin Denizi'nden Akdeniz'e, Boğazlardan Karadeniz'e, Suriye'den Ukrayna'ya kadarki ihtilaf konuları büyük güçler arasında açık meydan okumalara dönüşmeye başlarken, kutuplaşmalar keskinleşirken, 2019'da Erdoğan'ın başlangıç vuruşunu yapması ve son haftalarda Meclis Başkanı’nın topa girmesiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin tartışılabilir ve bir kararnameyle değiştirilebilir olduğunun ifade edilebilmesi, kendi ayağına kurşun sıkmaktan farksızdır. 85 yıldır yürürlükte olan, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş gibi büyük badirelerin yaşandığı dönemlerden başarıyla geçen, Karadeniz'in kilidini Türkiye'ye veren ve Karadeniz'in bir barış gölüne dönüşmesinde belirleyici olan bir sözleşmenin küçümsenmesi kime hizmet edecektir? Bu sözleşmeyi asla benimsememiş olan ABD'ye değil mi?

Peki bu yanlışa dikkat çeken emekli diplomatları ve özellikle de emekli amiralleri kriminalize ederek kendi iktidarına yeni baskılar için yeni siyasi meşruiyet alanı yaratmaya çalışan bir iktidar kime hizmet etmektedir? Kendi bekasına, kendi "can derdine" hizmet ettiği dahi kuşkuludur.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi ilk 20 yılın ardından, eğer itiraz yoksa, her beş yılda bir, beş yıllığına yenilenmiş sayılmaktadır. İçinde bulunduğumuz beş yıllık dönemin 9 Kasım 2021'de dolduğunu ve varsa itirazların son üç ayda (Ağustos başında) yapılabilir olduğunu bildiğimize göre bu sözleşmeyi tam da bugünlerde tartışma gündemine getirmenin maksatlı olmadığı söylenebilir mi? Karadeniz'de Amerikan ve NATO varlığının zayıflığından yakınan olağanüstü yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı, Türkiye açısından bir tedirginlik kaynağı değil midir?

ABD'nin iki savaş gemisinin Karadeniz'e geçeceği bugünlerde Putin'in Erdoğan'a Montrö Sözleşmesi hassasiyetini belirtmesi, AKP'nin büyük güçler arasındaki valsinin sonuna gelindiğini gösteren işaretlerdendir. Rusya'nın Ankara Büyükelçisi’nin geçen hafta, hem Montrö Sözleşmesi hem de Kanal İstanbul konusunda ülkesinin yaklaşımını açıklaması ve -böyle bir niyeti sezdiklerinden ve aksi AKP iktidarınca resmen açıklanmadığından olsa gerek- Kanal İstanbul'un Montrö'yü delemeyeceğini açıkça ifade etmiş olması, yükselen tansiyonun bir göstergesidir. Gerçekten de, Kanal İstanbul'un Montrö'yü tartışmaya açma riskinin ve iktidarın buna dair hesaplarının olmadığı söylenemez. Kanal İstanbul, Çanakkale Boğazı'na da alternatif kanal yaratma heveslerini canlandırabilir ve üzerindeki baskılar artacak olan Türkiye'yi emperyalizmin ileri karakoluna dönüştürebilir.

SONUÇ

Böyle bir dönemde, pro-emperyalist bir yaranma moduna girilerek NATO bünyesinde Ukrayna yanlısı/Rusya karşıtı bir askeri konumlanmaya geçilmesinin doğuracağı riskleri, Türkiye'deki iktidar bloku kendi bekası ve iç otoriterleşmesi açısından "yarar" hanesi ağır basan bir gelişme olarak değerlendirebilir. İçerideyse, 2015 Haziran-Kasım dönüşümü gibi iktidar etrafında bir milliyetçi/militarist toparlanmaya fırsat vermesini ve artık göstermelik olacak seçimlerde yenilmezlik ünvanını geri kazanmayı umabilir.

Eğer niyetler böyleyse, bunlar çok tehlikeli maceralar olacaktır. Rusya ile hasımlaşmasının hem Suriye'de (İdlib) hem Karadeniz ve Akdeniz'de karşılıkları olacaktır. Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmenin büyük siyasi maliyetini kim ödeyecektir? "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini bir daha geri dönülmez biçimde terketmenin sorumluluğu nasıl taşınabilecektir?

Mevcut iktidar, zaaflarının dış güçler tarafından sömürülmeye açık olması bakımından, ülkenin bir güvenlik sorununa dönüşmüştür.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

AA'nın "Erdoğan'dan çiftçiye müjde" haberindeki veriler 'gerçek değil' - BİRGÜN

 


Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım, Anadolu Ajansı'nın, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan çiftçiye müjde" haberindeki rakamların gerçek olmadığını belirtti ve "Bu nasıl habercilik?" diyerek tepki gösterdi. Yıldırım açıklamasında doğru verileri de açıkladı.

Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım, Anadolu Ajansı'nın (AA), "Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan çiftçiye müjde" haberindeki rakamların gerçek olmadığını söyledi. Türkiye'nin toplam çeltik üretiminin 900 bin ton civarında olduğunu belirten Yıldırım, "Çiftçinin elinde nasıl 750 bin ton olur?" ifadelerini kullandı.

AA'nın haberinde, "Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla Toprak Mahsulleri Ofisinin (TMO), ürünlerinin bir kısmı elinde kalan çiftçiden, 250-300 bin ton yemeklik patates, 40 bin ton soğan ve 75 bin ton çeltik satın alacağı bildirildi" denildi.

Haberde, şu ifadeler kullanıldı:

"Alınan bilgiye göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talimatıyla yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını nedeniyle zor günler geçiren çiftçiye destek verildi. TMO'nun, ürünlerinin bir kısmı elinde kalan çiftçiden, 250-300 bin ton yemeklik patates, 40 bin ton soğan ve 75 bin ton çeltik satın alacağı, satın alınan ürünün ise vatandaşa ücretsiz dağıtılacağı kaydedildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, pandemi süreci boyunca mağdur olan çiftçinin sorunlarına çözüm için destek çalışmalarının süreceğini bildirdi."

aa-nin-erdogan-dan-ciftciye-mujde-haberindeki-veriler-gercek-degil-862950-1.

Tarım yazar Yıldırım, AA'nın haberine tepki gösterdi. "Bu nasıl habercilik?" diyen Yıldırım, "Anadolu Ajansı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talimatıyla Toprak Mahsulleri Ofisi'nin çiftçinin elinde kalan 1 milyon 200 bin ton patates, 250 bin ton soğan, 750 bin ton çeltiği satın alacak diye haber geçti. Haberdeki rakamlar çok abartılı, daha doğrusu gerçek değil" ifadelerini kullandı.

"Fakat yaygın ve bilinen gazete, TV ve internet sitelerinin neredeyse tamamı hiç sorgulamadan haberi olduğu gibi yayımladı" diyen Yıldırım, şunları söyledi:

"Türkiye'nin toplam çeltik üretimi 900 bin ton civarında. Çiftçinin elinde nasıl 750 bin ton olur? 

Patates ve soğan verileri de yanlış.

Doğrusu şöyle olacaktır:

Patates 200 - 300 bin ton

Soğan 40 - 50 bin ton

Çeltik 40 - 50 bin ton."

(BİRGÜN)