Masada başhekim yardımcısı da vardı - Timur Soykan / BİRGÜN

Susurluk hükümlüsü Ziya Bandırmalıoğlu ve eski polis Şahin Aslan’ın öldürüldüğü mafya masasında bir devlet hastanesinin başhekim yardımcısı da vardı. İddiaya göre alacak-verecek meselesi nedeniyle oradaydı.

Rusya-Ukrayna savaşı, Türkiye’nin pek çok önemli gündemini gölgede bıraktı. Yeraltı dünyasında silahların ateşlendiği, kan dökülen gerilim de gündemden düştü.

Ve yeniden tetik çekilinceye kadar yine unutuldu.

Biz yazmaya devam edelim.

Siyasal İslam’ın tek adam iktidarında mafya ve siyaset bütünleşti. Devlet çürüdü. Siyasi bağlantılar ve parayla her işin çözüldüğü bataklıkta suç örgütleri palazlandırıldı.

Türkiye’nin 1990’lardan daha derin bir karanlığa sürüklendiğini sadece Sedat Peker’in ifşaları ortaya koymadı. Mafya çatışmaları gerçeği gözler önüne serdi.

Onlardan biri; 20 Aralık 2021 gecesi yaşandı.

İstanbul’da Kalamış Marina’daki Develi Balık Lokantası’na eski özel harekât polisleri Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Aslan gelmişti. Ziya Bandırmalıoğlu, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in yönettiği Susurluk Çetesi’nin 90’lardaki tetikçi polislerinden biriydi. İki eski polis, lokantanın VIP bölmesindeki Fuat Çakır’ın masasına oturdu. Çakıroğlu ailesine mensup 45 yaşındaki Fuat Çakır, daha önce çok sayıda cinayetle suçlanmış, uzun yıllar hapis yatmıştı.

MEGA YAT VE GAYRİMENKUL ANLAŞMAZLIĞI

10 kişinin oturduğu masada Ziya Bandırmalıoğlu, daha önce bu köşede duyurduğumuz mega yat konusunu açtı. 25 milyon dolarlık ‘Lord Of The Seas’ isimli yatın satışından doğan anlaşmazlıktan bahsetti ve Fuat Çakır’a bu olayda devreden çıkmasını söyledi. Ayrıca Pendik’te inşa edilen bir sitedeki alacak-verecek meselesi de masada konuşulmuş ve gerginlik büyümüştü. Konuşma hakaret sınırına dayandığında Ziya Bandırmalıoğlu  elini beline götürdü, yanında oturanlar onu tuttu.

Ancak sakinleştirmeye yönelik nasihatler işe yaramamıştı. Dişlerin sıkıldığı sohbet kısa sürede küfürleşmeye vardı. Ziya Bandırmalıoğlu, masadan ayrılacakmış gibi ayağa kalktığı sırada silahına davrandı ve Fuat Çakır’ı karnından vurdu. Sonrasında yaşananlar lokantanın güvenlik kamerasının kayıtlarında görünüyor. Saniyeler içinde silahlardan kurşun yağıyor.

İstanbul’un lüks mekânındaki çatışmada Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Aslan  öldü, 

Fuat ve kardeşi Ayhan Çakır ile iki adamları yaralandı. Olayla ilgili 10 kişi gözaltına alındı, 5 şüpheli tutuklandı.

MHP’DEN MİLLETVEKİLİ ADAYI OLMUŞTU

İşte mafyanın toplandığı, silahların konuştuğu bu masada bir başhekim yardımcısı vardı:

Dr. Alper Künkül.

Sağlık Bakanlığı’na ait Pendik Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesi Başhekim Yardımcısı olarak görev yapıyor. Alper Künkül, 2018 Genel Seçimleri’nde MHP’nin 3. Bölge milletvekili adayıydı. Sosyal medya hesaplarında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi öven çok sayıda paylaşım dikkat çekiyor.

Alper Künkül, iki eski polisin öldüğü çatışmanın ardından 4 gün gözaltında kaldı ve serbest bırakıldı.

Peki; Başhekim Yardımcısı neden mafyanın masasındaydı.

Bir iddiaya göre; Pendik’teki siteyle ilgili milyonlarca liralık alacak-verecek meselesinin taraflarından biriydi. Sitenin inşa edildiği arazinin toprak sahiplerindendi ve müteahhit İsmail Akyıl iflas ettiği için parasını alamamıştı. Dr. Alper Künkül, kendisi gibi ülkücü olan Fuat Çakır’la alacağını tahsil etmesi için temas kurmuştu.

Dr. Alper Künkül ifadesinde kendisinin alacağı için Fuat Çakır’a başvurmadığını söyledi ve “Ben zaten müteahhidi çok eskiden tanıyorum. Alacağım için başkasından yardım istememe gerek yok. Paramı zaten aldım” dedi.

MAFYANIN PAHALI HESAPLARI

Belinde silah, sabıkasında cinayetler olanlarla girişilen her işin ağır faturaları olur. Korkutucu güç yeni hesaplar ortaya koyar, işler karışır. Mafyanın hizmeti hem alacaklı hem borçlu için çok pahalıdır.

Dr. Alper Künkül, iflas eden müteahhidi tanıdığı için o akşam lokantaya çağırıldığını anlattı. Kendisinden aracı olmasının istendiğini ve bunu kabul etmediğini savundu.

Ancak yine o gece masada olan Volkan Adatepe, müteahhide ulaşılamayınca Alper Künkül aracılığıyla kendisinin lokantaya çağırıldığını söyledi.

Alper Künkül ayrıca masada sürekli bir tekneden bahsedildiğini belirterek “Ben milyonlarca dolarlık mega yat olduğunu bilmiyordum. Hatta ‘tekne’ denildiği için küçük bir şey zannettim. Niye bunun hakkında bu kadar konuştuklarına şaşırdım” diye konuştu.

Kalamış Develi Balık Lokantası’nda sık sık Fuat Çakır’ın masasına konuk olduğu tespit edilen Dr. Alper Künkül“Yasadışı işlerle ilgili konuşmalar olduğunda ‘Ben buradayken konuşmayın’ diyordum. Benim bu olaylarla hiç ilgim yok” dedi. Çatışmadan hemen önce gerilimi fark ederek masadan kalktığını ve silah seslerini lokantanın alt katına indiği sırada duyduğunu anlattı.

Susurluk Davası hükümlüsü Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Aslan’ın öldüğü çatışmanın iddianamesi yazılıyor. Belki silahların ateşlendiği anla sınırlı, perde arkasındaki gerçeklerin örtüldüğü bir dava olacak belki de bu mafya düzeninin yeni ipuçları ortaya serilecek.

Birlikte göreceğiz.

Timur Soykan / BİRGÜN

 

AKP ile MHP’nin sunduğu ‘Seçim Kanunu Teklifi’nin sorunlu tarafları neler? - BİLAL ÇELİK / BİRGÜN

 

AKP ile MHP’nin Meclis’e sunduğu Seçim Kanunu'nda değişikliği öngören teklifte birçok sorunun olduğunu ifade eden CHP’nin Adalet Komisyonu üyesi Süleyman Bülbül, seçim kurulu hakkındaki maddeye dikkat çekti. CHP’li Bülbül, “Yargı sistemini ele geçiren, her yere kendi hakim ve savcılarını atayan AKP, seçimi yine demokratik alandan çıkarıp partizan bir atmosferde yapmak istiyor” dedi. Bülbül, seçmen kütüğünde öngörülen değişiklik hakkında ise, farklı şehirlerde okuyan öğrencilerin oy kullanmakta zorlanacağını belirtti.

Milletvekili Seçimi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, AKP ve MHP'li milletvekillerinin ortak imzasıyla bugün TBMM Başkanlığına sunuldu. Teklife göre, seçimlerde yüzde 10 olarak uygulanan ülke seçim barajı yüzde 7’ye indiriliyor. İttifakın aldığı oy toplamı ülke barajını geçtiği takdirde, seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı, ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde almış olduğu oy sayısı dikkate alınarak yapılacak. İttifakı oluşturan siyasi partilerin her birinin çıkaracağı milletvekili sayısı, her seçim bölgesinde ittifak içinde elde ettiği oy sayısı esas alınarak genel D'Hondt uygulamasıyla belirlenecek.



Seçime katılma yeterliliği elde eden parti, Siyasi Partiler Kanunu'nda öngörülen ve parti tüzüğünde belirtilen süreler içerisinde ilçe, il ve büyük kongrelerini üst üste iki defadan fazla ihmal etmemiş olma koşuluyla seçime katılma hakkını muhafaza edecek. Salt TBMM'de grup kurmuş olmak, seçime katılabilmenin yeter şartından biri olamayacak.

‘SEÇİM GÜVENLİĞİ AÇISINDAN SORUNLU’

Söz konusu teklifin ayrıntılarının açıklanmasıyla ‘seçim güvenliği’ tartışmaları başladı. Söz konusu teklifi BirGün’e değerlendiren CHP’li Süleyman Bülbül, teklifin, seçim güvenliği açısından ciddi sorunlar yaratacağı görüşünde.

İl ve ilçe seçim kurulları başkanlarının birinci sınıf hakimler arasından kura ile belirlenmesine ilişkin öngörülen düzenleme hakkında da konuşan Bülbül, AKP iktidarındaki atamalara dikkat çekti. AKP’nin her yerde kendi hakim ve savcılarını atadığını hatırlatan CHP’li Bülbül, iktidarın ‘yargı sistemini ele geçirdiğini’ ifade etti. Öngörülen düzenlemeyi Bülbül, “AKP, seçimi yine demokratik alandan çıkarıp partizan bir atmosferde yapmak istiyor” şeklinde niteleyerek, “Bundan önce nasıl sorunlar yaşandı ki bu seçimde bir sistem değişikliğine gidiliyor bu sorgulanmalı ve bu kamuoyuna açıklanmalı” çağrısını yaptı.

SEÇİM BARAJI

Seçim barajının yüzde 10’dan yüzde 7’ye düşürülmesini, ‘tamamen göstermelik’ şeklinde değerlendiren Süleyman Bülbül, “Antidemokratik olan yüzde 10 seçim barajından hiçbir farkı yok. Bizim önerimiz barajın yüzde 3’e düşürülmesi. Eğer gerçekten demokratik bir adım atmak istiyorlarsa bu oran üzerinden bir seçime gidilir” dedi.

Sunulan teklifte dikkat çeken bir diğer madde ise “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun uyarınca yapılacak seçimlerde, yerleşim yeri adresine göre oluşturulan bir yıl önceki seçmen kütüğü üzerinden güncelleme işlemleri yapılacak” oldu.

GENÇLERİN OY KULLANMASI ZORLAŞACAK

Seçmen kütüğü hakkındaki bu maddeyi değerlendiren Bülbül, birçok şiddet gören kadının ve farklı şehirlerde öğrenim gören öğrencilerin oy kullanmasının zorlanacağını ifade etti.

Bülbül, sözlerine şöyle açıklık getirdi:

“Daha önceden seçmen listeleri askı sürecindeyken dahi düzenleme yapılabiliyordu ancak istenilen düzenlemeyle bir yıl şartı getirildi. Örneğin üniversite birinci sınıfa başlayan bir öğrenci, ikametini okuduğu üniversitenin iline aldırmış olsa da bu işlemi yapmasının üzerinden bir yıl geçmeden seçim olursa o zaman okuduğu ilde oy kullanamıyor. Başka bir örnek, şiddet nedeniyle seçim tarihinden önce bir yıl dolmadan zorunlu adres değişikliği yapan kadınlar da eski adreslerinde oy kullanmak zorunda kalacak. Bu da çoğu kadının oy hakkını elinden almış olacak.”

‘DÜZENLEME SORUNLU AMA İKTİDAR YİNE KAZANAMAYACAK’

İktidarın bu kanunla seçim güvenliğini tehlikeye attığını belirten Bülbül, “Kısaca bu düzenleme seçimleri daha demokratik değil aksine oy hakkından güvencesine kadar pek çok unsuru tehlikeye atmaktadır. Saray ne yaparsa yapsın bu değişiklikle de kazanamayacak. Halkın iradesi sandıkta bu iktidarı değiştirecek” dedi.

BİLAL ÇELİK / BİRGÜN

Bir de kâğıt uçak krizimiz varmış! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Kendine yeni dersin. Her şeyi senle başlatır, senle bitirirsin. Ancak en küçük eylemin bile geçmiş kuşakların ürünüdür.

Bilmiyordum, işin ilginci bugüne kadar pek çoğumuz da bilmiyormuş. Meğer ABD ile de bir “uçak krizi”miz daha varmış. Ama öyle F-35 ya da F-16 değil, kâğıttan “uçak krizi”miz. Yeni çıkan, 20 emekli diplomatın anılarının yer aldığı, “Kayıt Dışı Anılar” kitabı sayesinde fark ettim (Tarihçi Kitabevi). Tahsin Burcuoğlu’nun anılarını okurken öğrendim.

Burcuoğlu’nun kariyeri yıldızla dolu. Mülkiye mezunu, 1973’te girdiği Dışişleri Bakanlığı’ndan 2014’te emekli oldu. Atina’dan Paris’e birçok başkentte büyükelçilik yaptı. MGK Genel Sekreterliği, Dışişleri’nde çeşitli kademelerde bürokratlık geçmişi var.

Gelelim “uçak krizi”ne…

‘TÜRKİYE SONUÇLARINA KATLANIR’

19 yıl önce... 2003 yılının şubat ayı. Türkiye, “Savaşta biz yokuz” dediği 1 Mart Tezkeresi’ne doğru gidiyor. Burcuoğlu, bu sırada Dışişleri Bakanlığı’nda, Ortadoğu Genel Müdürlüğü’nde görevde.

Şimdilerde Putin’e işgalci diyen ABD, binlerce kilometre öteden Irak’ı işgal etmeye hazırlanıyor. Türkiye’nin kararını beklemeden her yolla baskı yapıyor. İskenderun Körfezi’nde asker dolu gemileri bekliyor. Türkiye sınırları içerisinde kuvvetlerini konuşlandıracağı yerler arıyor, hatta kiralamalar yapıyor. Gelgelelim, ABD’nin işgal planına Türkiye’de bir kesim direniyor.

Bu sırada, ABD Elçiliği ile Türk Dışişleri bürokrasisi sayısız görüşme yapıyor. Devamını Burcuoğlu’ndan aktarayım:

“ABD Büyükelçiliği’nin Elçi Müsteşarı Robert Deutsch, randevu almadan, her zaman açık olan odamın kapısında göründü. ‘Kusura bakmayın, aceleyle geldik, Vaşington’dan aldığımız acil bir talimatı hemen size iletmek zorundayız’ dedi.”

Deutsch’un yanında Büyükelçilik kâtiplerinden Harry Kamian da vardı. Burcuoğlu, buyur ettiğini anlatıyor:

“Deutch biraz da sıkılarak ‘Size önemli bir belge vermek istiyoruz. Belgenin metni doğrudan Vaşington’dan, Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. Biz sadece Büyükelçiliğimizin kâğıdına bastık. Dolayısıyla içeriğine hiçbir katkımız olmadı’ dedi ve tek sayfalık belgeyi uzattı.”

Burcuoğlu, merakla eline aldığı belgeyi okuyunca öfkelendiğini hatırlıyor. Zira söylediğine göre, “gizli” kayıtlı belge, “aksi takdirde Türkiye sonuçlarına katlanacaktır” ifadesiyle bitiyordu.

ALIP UÇAK YAPMIŞ

Burcuoğlu, Deutsch’a dönüp “Bir müttefike tehdit içeren, gelişmeleri de çarpıtan düşmanca bir belgeyi vermeye nasıl cüret edersiniz? Zekâma da hakarete kalkışan bu belgeyi almam, ama içeriğini üstlerime arz ederim. Şimdi bu belgeyi alıp geri dönün, siz vermemiş olun, ben de almamış olayım” dediğini anlatıyor. Anılarına göre, bir süre, “alırsın-almazsın” tartışması sürüp gitmiş. Ancak ABD’li diplomat belgeyi alıp gitmemekte ısrar etmiş. Devamında olanı Burcuoğlu şöyle aktarıyor:

“Belgeyi aldım, kıvırmaya başladım ve uçak haline getirip 7. kattaki odamın penceresinden Ankara’nın karlı havasına doğru fırlattım. Kâğıttan uçak süzüle süzüle gözden kayboldu.”

Açıkçası ben bile 19 yıl önceki bu anıyı okuyunca şaşkınlık yaşadım. Eminim o odadakiler daha çok şaşırmıştır derken, Burcuoğlu devamını da şöyle anlatıyor:

“Deutsch ve Kamian’ın yüzlerindeki ifadeyi hiç unutamadım. Kamian hızla fırlayıp kâğıttan uçağı aramaya gitti. Deutsch donup kalmıştı. ‘Sözümü dinleyip belgenizi geri alsaydınız bu sahneye tanık olmayacaktınız’ dedim. Deutsch da odamı terk etti.”

Kamian, Ankara sokaklarında peşinden koştuğu kâğıttan uçağı bulabildi mi, bilemiyorum. Fakat Burcuoğlu, “uçak krizi”nin izlerini de sürmüş.

‘ŞAHİN VE SERTLİK YANLISI’

Türkiye’nin Vaşington Büyükelçiliği’nden gelen bir kriptoda, “Deutsch ile hararetli bir görüşme yaptığı” bilgisinin verildiği yazıyormuş. Ancak kâğıttan uçak hikâyesine değinilmiyormuş.

Öte yandan WikiLeaks belgeleri de bir başka kaynak. Hatırlayın, ABD Dışişleri’nin yazışmaları bu sayede ortalığa dökülmüştü. Anılardan sonra açıp baktım. Burcuoğlu’nun adının olduğu tam 120 belge vardı. Bunlardan 17 tanesine Deutsch’un eli değmişti. Burcuoğlu, ABD’lilerle aktif dış politika yapan bir isim olarak görünüyordu. Aynı şeyi Burcuoğlu da düşünmüş:

“Adımın geçtiği çeşitli belgelere ulaştık. Bunlardaki profil analizlerinde Dışişleri Bakanlığı’nın ‘şahin kanadından ve sertlik yanlısı’ olduğum yolunda bir değerlendirmeye yer verildiğini gördüm. Doğrusu bu değerlendirme de hoşuma gitmişti.”

Burcuoğlu, bu olaydan bir yıl sonra Atina Büyükelçisi, dört yıl sonra MGK Genel Sekreteri, yedi yıl sonra Paris Büyükelçisi oldu. Siyasi iktidarın “monşer” diye andığı, zaman zaman karşı karşıya geldiği isimlerden biriydi. Bir yıl sonra Atina’ya gidişinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile vedalaşmasını şöyle aktarıyor:

“Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ‘hayırlı olsun’ faslından sonra ‘Tahsin Bey, bildiğiniz gibi, biz artık Yunanistan’la kavga etmiyoruz’ diyerek nazik bir uyarıda bulundu.”

TÜRKİYE’NİN BARIŞ ZEMİNİ

20 diplomatın anılarında kimi güldüren, kimi acılı hikâyeler var. Ancak bütününe bakıldığında büyük devletlerin hep bir Türkiye projesi olduğu görülüyor. Türkiye’yi bir yerde konumlandırmak için çabalıyorlar. Kimi zaman Mehmetçiğin kendi askerleri yerine savaşmasını istiyorlar. Kimi zaman Türkiye’nin kendileri için bir çıkar sahası olmasını bekliyorlar. Ancak Türkiye’nin diplomat geleneği, eksikleriyle hatalarıyla, bir denge kurmaya çabalıyor.

İşte dünyada, 21. yüzyılda, Dostoyevski’den Çaykovski’ye bir linç kültürünün yayıldığı dönemde, Türkiye’nin bir barış dengesi kurabilmesinde, bu birikimin izleri var. Osmanlı’dan miras alınan, Cumhuriyette sürdürülen bu gelenek, 1990’daki Körfez Krizi’nde ya da 2003’te Irak Savaşı’nda, ANAP ve AKP hükümetleri istemesine rağmen, Türkiye’yi savaşa girmekten korudu. Büyük Devletler’in ısrarına karşın, ikinci Dünya Savaşı’ndan kaçınmayı başarabildi.

Bugün Ukrayna savaşında, Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna ile aynı anda konuşabilen tek ülke olmasını, bu geçmişe borçluyuz. İki asırdır Türk dış politikasının en iyi bildiği şey, kuşkusuz denge kurabilmek. Türkiye’yi ısrarla o veya bu tarafta savaşa sokmaya çalışanlara inat, barış masası, Türk milletinin ve savaştan çıkarı olmayan halkların umudu olmayı sürdürüyor. Bunu “Dostum Putin, Dostum Zelenski” laflarına ya da Antalya’nın lüks otellerine değil, gerektiğinde Ankara’da kâğıttan uçaklar uçuran aktif barış politikasının yarattığı zemine borçluyuz.

Tarihçi Thomas Carlyle, “Tarih, sayısız yaşam öyküsünün özüdür” diyor. Bugünün hikâyesini geçmişin mürekkebiyle yazdığının ne kadar az insan farkında!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Bir ‘motör’ gezintisi - Bilsay Kuruç / CUMHURİYET

 

Geçen hafta için özür dilemeliyim.  Yazıyı 

bilgisayar yuttu. Teknik çaba sonuçsuz kaldı. 

Arayan dostlarıma teşekkür ediyorum.

Yazıya hazırlanırken telefon gelmişti. Gazetecilerin, eski deyişle “şeyhi” Altan Öymen’den. Merkez bankacılığı üzerine yazmamı istiyordu. Bu alanda yetkin yazıları Öztin Akgüç yazıyor. Ancak, “şeyh”in istediği yazı galiba farklıydı.  Tarihçesini atlamadan, işin içinde ne gibi işler olduğunu merak ediyordu. Gerçi herkesin gündemi Ukrayna ve durdurulamaz fiyat artışları ile dolu, ama bakalım. Zaten emir yüksek yerden.

‘ŞANLI DEVRİM’İN BANKASI

İnsanlığa kapitalizmi İngiltere “armağan” etti.  Merkez bankacılığı da armağanın “ilk günah”larından biri sonunda dünyaya gelmiş. İngiltere,17. yüzyılı, din kisvesi altında keskinleşen sınıf mücadeleleriyle yaşamıştır. Entrikalar ve sonsuz çatışmalar sonunda kristalleşerek sınıfsal çözümüne varıyor. 1660’larda partiler ortaya çıkıyor. Biri “Whig”ler (İskoç argosunda “sığır çobanı”!). Tüccarlar, yükselen finans sermayesi, toprak aristokrasisinin en güçlüleri ve arkalarında kasabaların alt-orta sınıfı. Yoksulları “gaza getirme”yi iyi biliyorlar. (1850’den sonra Liberal Parti.) Karşılarında “Tory”ler (İrlanda argosunda “gaddar haydut”!). Güçlü monarşi isteyenler. Toprak ağaları. Arkalarında Anglikan Kilisesi. Uyanmamış kırsala güveniyorlar. (Bugünün Muhafazakâr Partisi). Siyasette bu iki sınıfsal blok çatışıyor, profesyonelleşiyor.

Sonunda bir uzlaşma noktasına varılıyor: Bir kral lazım. Çünkü 1649’da boynu vurulan Charles’ın iki oğlu da sağlam ayakkabı çıkmadı. Çözüm, Prenses Mary ile kocası Hollanda Genel Valisi William’ı davet edip ikisine birden taç giydirmek.  William 1688’de geldi ve 1689 Şubatı’nda eşiyle birlikte taç giydiler. Ancak bu “sınırlandırılmış monarşi” oldu. Sınıfsal uzlaşma ile bir “güçlendirilmiş parlamento” kuruldu, ordudan yargıya kadar tam kontrole sahip oldu.  Resmi tarih, “Şanlı Devrim”. 

İktidar için ilk adım savaştı. Avrupa’da  iktidar boşluğu vardı. O boşluğu doldurarak İngiltere’de de iktidar olunacaktı. Ancak, kasa bomboştu. Savaşa krallar borçlanarak giderlerdi (Bazıları borç takar, ödemezdi!).  Kaynak, Londra’nın sarrafları idi. Eskiden beri mevduat kabul eder, ödünç verir, banknot çıkarırlardı. Kraliyet sarraflara borcunu halktan tahsil ettiği vergilerle öderdi. Model değişmedi, çözüm bulundu: 1694’te, Londra piyasasından (City of London) bir sarraflar (“bankerler”) topluluğu Bank of England’ı kurdu. Kraliyete savaş için gerekli büyük borcu sağladı. Karşılığında, banknot çıkarma (emisyon) tekeline sahip oldu! İngiltere’nin merkez bankası, böylece, savaş finansmanının sarraflara getirdiği müstesna kârlılık sayesinde doğuverdi.

18. yüzyılda İngiliz kapitalizmi çocukluktan ergenliğe geçer. Hızla gelişir. İçeride iktidar toprak sahipleri, ticaret ve finans sermayesinden oluşur. Araziler bedava fiyatına, hatta doğrudan el koyarak sermayenin yeni katmanlarına geçer. Yasa filan gerekmez. Zenginleşme krediyle çoğalır. Sermaye birikimi Hazine borcu ile iç içe büyür. Parlamento, yani iktidar merkez bankasının (The Bank) banknot  yetkisini genişletir. Kraliyet dışında borçlandırma alanı açar. Sermayenin rantiye damarı da böylece genişler.

Ticaret ve finans o yüzyılda büyük birikim yapar. Finansmanı savaşa, savaşı hem finansa hem ticarete, bunları önce yeni vergilere, sonra yeniden finansman ile savaşa, oradan yine finansa ve ticarete çevirebilmek, böylece büyüyen bir sermaye birikimi ile bir sanayi devrimine erişebilmek o kapitalizmin 18. yüzyılda büyük macerasıdır. Denizcilikte erken başlayan üstünlükle (Navigation Acts 1651, 1660) yaratılan sömürgecilik ve köle ticareti (1680-1780 arasında yılda 20 bin kölenin Afrika’dan koparılmasıyla beslenerek) büyük servet yapar. “City”, Hazine ve “Bank” bir üçlüdür. 1717’de darphane müdürü,  fizikçi Isaac Newton “altın” değerini İngiliz Lirası (pound) üzerinden kesinleştirince (3 pound vs.) kapitalizmin “para disiplini” başlar. Sonraki 200 yıllık çerçeve budur. Kutsal üçlüye (City, Hazine ve Bank) eklenen dördüncü ile (İngiliz Donanması) 200 yılın adı koyuluyor: Pax Britannica. Türkçesi, dünyayı İngiltere yönetir!

Selahattin Çam: Bankacı, siyaset adamı, milletvekili (D. 1885, İstanbul  - Ö. 3 Şubat 1949). Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra maliye ve bankacılık öğrenimi gör­dü. Çeşitli bankalarda çalıştı. Önemli bankaların en üst düzey yöneticiliklerinde bulundu; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Genel Müdürlüğü ve İş Bankası Genel Müdürlüğü yaptı. VI. ve VII. dönemlerde Seyhan Mil­letvekili olarak TBMM’de yasama görevi yaptı.

PARA TEKELİNİN CAN EVİNE YUMRUK

İngiliz ve Amerikan devrimleri, sınıfsal kalıplarıyla akraba sayılır. Amerikan Devrimi’nde de üst sınıf “lider”, alt-orta sınıf “piyade”dir. Savaşanlar tümü küçük çiftçiler, esnaf, tacir ve zanaatkârlardı. Ganimet büyük tüccar, büyük arazi (plantasyon) sahiplerinin oldu. İngiliz sömürgelerinin Amerika’daki egemenleri, devrimi yönetip sahiplendiler. Dolardaki resminden tanıdığımız Washington’ın büyük arazisi ve köleleri vardı.

Amerikan kapitalizminde merkez bankası sanayinin gelişmesinden önce değil, sonra boy gösterdi. İngilizinkinden farklı oldu. Başlangıçta Amerika’da altın kaynağı yetersizdi, finansal “icatlar” önem kazandı. Kredi damarı menkul değerler ve bonolarla genişledi (krizler de oralardan kaynaklandı). Banka sistemi yerel düzeyde mantar gibi gelişti. Şubecilik teşvik görmedi. Merkezde düzenleyici bir banka gerektiğine Alexander Hamilton ile gelindi. O 1791’de, yerel çıkarlarla mücadelesiyle zar zor bunu Kongre’ye kabul ettirdi. Bankanın 20 yıllık “izin süresi” dolunca, uzatılmadı. Sonra mecbur kalındı. 1816’da, yine 20 yıllık “Bank of the United States” kuruldu. Buna da 1836’da son verildi. Amerikan kapitalizmi 19. yüzyılın çoğunu bir merkez bankası olmaksızın geçirdi ve birçok finans krizinden geçti. 1907’de kriz paniğe dönüştü. O zaman işe J. Pierpont Morgan el koydu. Bankerleri kendi saray yavrusuna çağırdı. “Pamuk eller cebe, yoksa birlikte batacağız!” dedi. Faiz oranlarına karar verdi. Ve kapitalizmin kalbi Wall Street’e para akışını sağladı. “Helalinden” bir merkez bankası görevi yaptı.

19. yüzyıl biterken kapitalizm bir basamak yukarı çıkıp “son aşaması”na erişiyordu: emperyalizm. Sömürgecilikten sonraki aşama. Artık dünya büyük kapitalizme dar gelecek. Amerika da kıtayı aşıp batı kıyısına erişecek ve yeni sorunlar başlayacak. 1913’te uzun zamandır ilk kez bir Güney’li Başkan seçilir: Woodrow Wilson. Kapitalist devlette merkezi yönetimin önemine inanıyor.  Hazine’nin başına güçlü bir adam getiriyor: William MacAdoo. Hamilton’dan sonraki en yetenekli kişi. Merkez Bankası’nı (FED) kuruyor. Banka merkezi  Washington’dadır. MacAdoo buna “para tekelinin (New York) can evine indirilen yumruk” demiş. Kuruluş yasası yaygın, yerleşmiş çıkarların temsilcileriyle mücadele sonunda uzlaşarak kabul edilmiştir: Merkez, kurulan 12 bölge FED’ciklerinin kararlarını (özellikle faiz oranları ve kredi koşullarıyla ilgili, yani, kapitalizmin can damarlarına ait olanları) dikkate alarak yönetecektir. 

Kâğıt üzerine yazılanlar onlara hâkim olan kişilere bağlıdır. FED’de de böyle oldu. New York’un FED’i ağırlıklı idi. Başına çaplı bir adam atandı: Benjamin Strong. Kapitalizmin savaşta ve “barış”taki çetrefilli sorunlarını doğru okuyarak, Amerika’nın para otoritesini ustalıkla yönetti. Uzmanlar, Strong günümüz merkez bankacılığının babasıdır, derler. Wilson dönemi merkezi kurumların ağırlığını yönetime yerleştiren kadroların başlangıcı oldu. İşi bütünlüğüyle kavrayan, kendi karar alanında bağımsız ve çaplı kişilerdi. Strong da bu aşamanın adamıdır.

‘KIYAMET’TEN ‘ÜBER ALLES’E

Kapitalizmin 20. yüzyılı 1919’da başlıyor. “Büyük Kapışma”dan sonra. Her büyük savaş ülkelerin gündemini altüst eder. Böyle oldu. 1919 yılı kapitalizmin büyükleri arasında “Büyük Borçluluk” yaratarak başladı. Bu hiç yaşanmamıştı. 1919’da, Versailles’da, önce Almanya’nın boynuna “Savaşın suçlusudur; büyük savaş tazminatı ödeyecektir” levhası asıldı. Amerika da İngiltere ve Fransa’ya Benden borçlanarak savaştınız, “Haydi ödeyin!” uyarısı yaptı. İçinden çıkılmaz bir gündem.

Dünya sermayesi ise 1914’te bıraktığı yerden başlamak istiyordu. Ekonomiler  “reset”lenecekti. Bu dünyanın 200 yıllık “ağa”sı ve altın standardının (Newton’dan beri) sahibi İngiltere’nin göreviydi. “Altının kadar konuş!” demekti. Ancak şimdi İngiltere de Amerika’ya borçluydu! 200 Yıllık “dörtlü” (City, Bank, Hazine ve hatta donanma) artık o kadar güçlü değildi. Amerika ise Avrupa’daki savaştan çok kârlı çıkmıştı ve dünya altın rezervinin yarıdan fazlasına sahipti.  Kapitalizmin bu yeni dünya tablosu nasıl yönetilebilir? (Dünyada bir çağ açan 1917 Ekim Devrimi bu yazının dışında kalıyor). 

Sahneye çağrılanlar merkez bankacılardır. Önce İngiltere’ninki: Montagu Norman. Sonra, Almanya’nın Hjalmar Schacht’ı. En son, Strong. Norman 1920’de bankanın başına geçiyor. 1944’te küçük bir kaza sonucu ayrılıncaya kadar yarattığı değişme, “geçmiş 200 yılın çok üzerinde” olacaktır. Norman kapitalizmin “o günleri”ni doğru okuyor. İngiltere’nin gücündeki zayıflamayı görüyor. Almanya’nın nasıl bir çöküş karşısında bırakıldığını, oysa onun Avrupa’daki “pivot” rolünü isabetle kavrıyor. Ve İngiltere’nin artık Amerika’ya muhtaç olacağını biliyor. Getirdiği “kültür değişikliği” böylece yeni bir merkez bankası yaratacaktır. Yeni kadrolar onun paleti ve fırçasıyla ortaya çıkacaktır.

‘GELSİN KREDİLER’

Norman sürekli özel ilişkilerle, bunları zenginleştirerek çalışıyor. Strong ve Schacht’la içli dışlıdır. City’nin bankerleriyle yakındır; piyasayı oradan izleyebilir. Siyaset dünyası ile bağını  kesmez. Siyasetin profilini bilir. Samimidir, kendini kabul ettirir. 1920’lerin, 1930’ların sorunlarını bu geniş örgü üzerinden, İngiliz kapitalizmini koruyacak esneklikle çözer. Açıktır ki dış politikanın duyarlı noktalarını bilir, uyumu yapar, ama kararlarında bağımsızdır. 

Almanya. Bismarck 1870’te gidip Fransızları yendi. Versailles’da Alman Birliği’ni (Reich) ilan etti. Fransa’dan yüklü savaş tazminatı aldı ve Reichsbank’ı (Alman Merkez Bankası) kurdu (1875). Para otoritesi olarak Reichsbank kendini Alman kapitalizmine kabul ettirdi. Ancak 1919’da Almanya’nın kaderi ters dönünce Reichsbank da aciz kaldı. En zor zamanda, Almanya’nın “efsane enflasyon”la perişan olduğu, Reichsbank’ın fiilen yok olduğu 1923 Kasımı’nda Hjalmar Schacht oraya başkan oldu. “Önemli an”ı hissederek kabul etti. Ne yapacağını tek başına kurguladı. Reichsbank’ın yeniden var olabilmesi dış desteğe bağlıydı. Bunu örgütleyebilecek adam ise Montagu Norman’dı. Trenlere binerek gitti. İki arkadaş gibi çalıştılar ve Norman İngiliz sermayesinin desteğini yarattı. Schacht, Almanya’nın kapitalizmden kopmaması için kotarılmış olan Dawes Komitesi’nin, kendi tasarısını ezmemesi için epey uğraştı. İki handikap arasındaydı: Bir yanda, Dawes Komitesi’nde saptanan borçların  daraltıcı etkileri; öbür yanda Amerika’dan akan “sıcak para”nın tetiklediği gelişigüzel harcamalar, istikrarsızlıklar. İkisinden de kurtulmak için uğraştı. Alman sermayesinin “Gelsin krediler!” açgözlülüğünü ve hükümetlerin yeteneksizliğini eleştirdi. Bir tür dokunulmazlık kazanmıştı. Ancak Weimar rejimi ona ayak uyduramadı. Böyle diyebiliriz. 1930’da istifa etti. Bu, dramın birinci perdesi.

TARİHSEL ÇÖKÜŞ

İkinci perde daha ağır bir dram. 1933 Martı’nda Hitler Schacht’a Reichsbank’ın başına geçmesini teklif etti. Almanya’nın uluslararası kapitalizmden çıkmaması, fakat kapitalist ülkelere karşı güçlü olmasını özlüyordu. Yepyeni “finansal icatlar”la Almanya’yı sırtındaki borç yükünden kurtardı. O arada Ekonomi Bakanı oldu. Dünya sermayesi Schacht’ı Almanya’daki tek güvenilir adam sayıyordu. İçeride ise Nazilerden tiksinmesine karşın, Almanya’yı güçlendireceğine, hatta buna bir savaşa varmayacak askeri üstünlükle erişileceğine inanıyordu. Fakat bir sınıra geldi. 1936’da Göring “Savaş Ekonomisi Bakanı” olunca Schacht’ın inişi başladı. O da eleştirilerine başladı. Askeri harcamaların enflasyonu körükleyeceğini  söylüyor, hatta Hitler’le ağız kavgası yapıyordu. 1938’de Reichsbank başkanlığı ile sınırlandı. Daha sonra da “affedildi”. Ve 1944 Temmuzu’nda Hitler’e karşı düzenlenen suikastın şüphelileri arasında tutuklandı (Doğru idi fakat kanıtlayamadılar). Sonraki dört yılı 32 hapishane ve temerküz kampında geçti. Nürnberg’de yargılanması (ve beraatı) da dahil!

FED’in Strong’u bambaşka bir öykü. 1920’lerde Amerika’nın sahip olduğu finansal varlıkları, ekonominin hızlı koşusunu kesmeden yönetti. O  direksiyonda ciddi beceri gösterdi. O karmakarışık 1920’lerde istikrar ile büyüme, enflasyon ile deflasyon arasında şaşmaz direksiyon hâkimiyetine sahip olabilmek müstesna nitelikti. Norman’la dostluğunun bir “ikramı” olarak, sık sık Londra’ya (başkalarından esirgeyerek!) altın gönderdi (Altınla swap yaptı!) 1925’te İngiltere’nin “Yeniden altın standardını başlatma” “müjde”sine de görünmez bir imza atmış oldu. 1928 Ekim’inde tüberkülozdan öldüğü zaman, herhalde bir yıl sonraki  tarihsel çöküşü öngörmemişti.

Tarihin 1920’de çağrısı ile tanıdığımız üç kişilik üzerinde düşünmek lazım. Birbiriyle yakın fakat apayrı “maceralar” içinde kişiliklerini, kalitelerini sergileyenler. Koşullar ve kurumlar mı kişilikleri belirliyor? Yoksa tersi mi?

‘PARAN BİLE YOK!’

1930’da İsmet Paşa konuşuyor: “Ben Lozan’dan şu gözlemle döndüm: Milli haklar teslim olundu. Fakat Avrupa yoksun kaldığı bütün imtiyazları (geçireceğimiz) mali buhranlar sayesinde tümüyle ele geçirmek ümidindedir. Bu tahmin değildir. En yetkili ağızlardan yüzüme karşı söylenmiştir.”  Çok açık.

En yetkili ağız Lord Curzon’du. “Bağımsızlık diye tutturdun. Vermediklerinin tümünü yelek cebime koyuyorum. O yokluklar içindeki ülkede çaresiz kalacaksın. Sonunda bana geleceksin. Ben de cebimdekileri çıkarıp istediklerimi alacağım. Çünkü para sadece bende var!” diyordu. İngiltere Dışişleri’nin “tek tabanca”sı, eski Hindistan Genel Valisi kendine göre haklıydı. Paranın merkezi City of London’dı. Curzon Hindistan’a bakma alışkanlığıyla bakıyordu. Sözü “Paran bile yok!” demekti.

Doğruydu. Moral haklılıkla, Mustafa Kemal’in dehasıyla kavuştuğumuz Cumhuriyetin henüz kendi parası da yoktu, merkez bankası da. Lozan’da (İskender kılıcıyla) devralınan Osmanlı banknotlarının üzerinde henüz padişah tuğrası vardı. Toplam hacmi 158 milyon liradan biraz fazla. Karşılığı (altın) yoktu! Bank-ı Osmani-i Şahane (1863) ise İngiliz-Fransız ortaklığı idi. Bizim değildi.  Bu ilk perde.

İkinci perde 1925’te başlıyor. Cumhuriyet Devrimi kendi merkez bankasını kuracaktır. Kurdurmamak lazım. Eğer kurulacaksa yine dünya sermayesi kurmalı!  Merkez bankası ülkenin finansal bağımsızlığı demektir, temel taşıdır. Ayrıntılara girmeyelim. Sonraki üç dört yıl dünya sermayesinin işbirliği yapacağı yerli  bankacıları bularak (yerli-yabancı ortaklıkla) merkez bankası projeleri yapma vaktidir. Yabancı uzmanlar gelir, raporlar hazırlarlar: Demiryolu yapmayın. Kemer sıkıp “istikrar” sağlayın, ki bizler emin olup size biraz “altın” verelim, birlikte kuralım. Hiç şaşmaz. İçeride siyasetçiler de vardır: “Viserig’den sonra Alman Mösyö gelmiş, gayet dikkatli rapor hazırlamış, hastalığı ve tedavi çarelerini ortaya koymuş. Bu rapor ne oldu efendiler? Masalarda saklanmıştır” (Fethi Bey-Okyar, 1930).

Doğru. İsmet Paşa o raporları okuyup rafa kaldırmıştı. Ekonomi çetin mücadele alanıdır. Cumhuriyetin bakışıyla finans sermayesinin arzuları bağdaşmaz. İsmet Paşa ile Maliye Vekili Şükrü Bey (Saracoğlu) Cumhuriyet Merkez Bankası yasasını hazırladılar. Bankamız 11 Haziran 1930’da 1715 sayılı yasa ile doğar. Paranın minimum altın rezervi  bulunur. Kurucu Heyet 1931 Şubatı’nda, Hissedarlar Genel Kurulu haziranda toplantılarını yapar. idare meclisi ve denetçiler seçilir. Cumhuriyet Merkez Bankası Umum Müdürü (Başkan) olarak Salahattin (Çam) Bey’i seçerler. Tümü “dört dörtlük”’ adamlardır. Ekimin 3’ünde banka çalışmaya başlar.

Cumhuriyet, bağımsızlık mücadelesinin bir defalık olmadığını bilenlerin yönetimidir. Yeni yeni hedeflerle. Finansal alanda üstün kaliteye sahipseniz ve bunu bağımsızlık için geliştirebiliyorsanız, öteki cephelerde de teminatsınız. Kişilik ve onun kalitesi Cumhuriyetin cevheri demektir.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 

‘MEDENİ DÜNYA’

1938 Martı’nda Salahattin Çam, İdare Meclisi’ne açıklama yapıyor. 1937’nin Martı’nda Başvekil’in (İsmet Paşa) kendisiyle görüştüğünü, bütçe ödenekleri dışında  paraya ihtiyaç doğduğunu, bankanın katkısını sorduğunu, bunun üzerine kendisinin bunun enflasyona yol açacağını açıkladığını, ısrar edilirse görevden çekilebileceğini, bunun üzerine İsmet Paşa’nın teklifinden vazgeçtiğini açıklıyor.  Ve şunu ekliyor: “Yazın İstanbul’da iken, İnönü benimle görüşmek istediklerini duyurdular. Dolmabahçe’ye gittim. Motörle yaptığımız bir tenezzüh (gezinti) sırasında aynı meseleyi açtılar. Önceki görüşümü arz ettim.”

Burada geçen 30 yılda kapitalizmin modalaştırdığı bir “bağımsızlık” meselesi yok. Okuyucu görecektir. Cumhuriyet, bir medeni dünya demektir. Yapmacıksız, kendi kişiliklerimizle kurulup sürdürülebilir. Bağımsızlık, o kalitenin ilişkiler örgüsü içinde doğar. Teknik işler sonra gelir.

Hissediyorum, diyeceksiniz ki Cumhuriyete günümüz vasatlığının kendi “dar kalıpları” içinde bakanlar bunlarla ilgilenmez! Doğrudur. Onları bırakalım. Bu yazıyı gazetecilerin “şeyh”i, sevgili kuzenim Altan Öymen’e, yaklaşan önemli doğum gününe karşılama armağanı olarak yazdım. Kendisini şimdiden kutlayabiliriz.

Bilsay Kuruç / CUMHURİYET







TARİHTE BUGÜN (14 MART)

 


OLAYLAR

1489 - Kıbrıs Krallığı'nın Kraliçesi Catherine CornaroAda'yı Venedik Cumhuriyeti'ne sattı.

1794 - Eli Whitney, pamuk ayrıştırma makinesinin patentini aldı.

1827 - II. Mahmut döneminde, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane kuruldu

  • 1919 - Tıp Bayramı ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'nin kuruluş yıldönümü; Hikmet Boran önderliğinde, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışı nedeniyle bugün Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır.
  • 1906 - Fazıl KüçükKıbrıslı Türk politikacı ve gazeteci (ö. 1984) doğdu.
  • 1919 - Yunanların İzmir'e çıkarma planı, İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, İtalya Başbakanı Vittorio Emanuele Orlando ve ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından kabul edildi.
  • 1923 - Gençlerbirliği Spor Kulübü Ankara'da kuruldu.
  • 1935 - İstanbul Belediye Meclisi Darülaceze'nin adını Düşkünler Evi olarak değiştirdi.
  • 1939 - Adalet Bakanlığı Arap harfleriyle ders verenlerin cezalandırılmasına ilişkin genelge yayımladı.
  • 1939 - Slovakya Cumhuriyeti ve Karpatlar UkraynasıNazi Almanyasının baskısı altında Çekoslovakya'dan bağımsızlıklarını ilan etti.
  • 1939 - Hatay MeclisiTürk lirası'nı resmi para olarak kabul etti.
  • 1951 - Kore SavaşıBirleşmiş Milletler Kuvvetleri, Seul'ü geri aldı.
  • 1953 - Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Stalin'in ölümü üzerine yerine getirilen Malenkov, görevini 8 gün sonra Kruşçev'e devretti.
  • 1953 - İstanbul Üsküdar'daki Paşakapısı Cezaevi'nde isyan çıktı 300 mahkum Adalet Bakanlığı'nın disiplin kararlarını protesto etti.
  • 1954 - Başbakan Adnan Menderes'in yeğeni Özdemir Evliyazade Demokrat Parti'den açık bir mektupla istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi'ne geçmişti Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar'a sözle hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
  • 1955 - CHP'ye ait malların Hazine'ye geçmesine dair kanun gereği, Ziraat Bankası'nda muhafaza edilen Atatürk'e ait eşyalar, Maliye tarafından devralındı Atatürk'e ait kılıçlar, madalyalar, altın anahtarlar müzeye verilecek.
  • 1956 - Merkezi Zürich'te bulunan Uluslararası Basın Enstitüsü'nün bülteninde, Başbakan Menderes'in Türk basını hakkındaki sözlerine yer verildi: "Sık sık basından bahsediyoruz Ancak Türk basını dört beş kişiden ibarettir Diğerleri ise kağıt ticareti ve tirajlarını arttırmak için muhalefet yaparlar" dedi.
  • 1958 - ABDKüba'daki Batista rejimine ambargo uygulamaya başladı.
  • 1964 - Birleşmiş Milletler Güvenlik KonseyiBarış Gücü'nün Kıbrıs'a gitmesini kararlaştırdı.
  • 1969 - Tiyatro sanatçısı Ayberk Çölok komünizmi övdüğü iddiasıyla tutuklandı.
  • 1969 - Şaki Hamido saklandığı bir tavuk kümesinde yakalandı.
  • 1969 - Birlik Partisi Genel Başkanı Hüseyin Balan,16 Şubat'ta İstanbul Taksim'de yaşanan Kanlı Pazar olayları nedeniyle İçişleri Bakanı Faruk Sükan hakkında Meclis'e bir gensoru önergesi verdi Ancak önerge, Adalet Parti'lilerin oylarıyla reddedildi Muhalefet sözcüleri Kanlı Pazar'ı hükümetin düzenlediğini ileri sürdüler İçişleri Faruk Sükan kendini savunarak "Biz hesabımızı burada da veririz, mahkemeyi kübrada da" dedi.
  • 1974 - Ankara Cumhuriyet Savcılığı,Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği'nin (Töb-Der) kapatılması için dava açtı.
  • 1975 - Keşan'da askerlik yapan Fatih Laçingil, bölüğe yeni katılan Şaban Dereli'yi parasını gasbedip öldürdü. 12 Eylül döneminde idam edildi.
  • 1980 - ABD Hava Kuvvetleri'ne ait C-130 tipi askeri nakliye uçağıİncirlik Hava Üssü'ne iniş yaparken düştü. 18 ABD askeri öldü.
  • 1981 - Başbakan Bülent Ulusu yaptığı basın toplantısında altı ayda 6223 kişinin gözaltına alındığını,16888 kişinin hüküm giydiğini bildirdi "Amacımız herkesin evinde huzur içinde oturabileceği, rahatça işyerinde çalışabileceği bir güven ortamını tam olarak sağlamaktır" dedi.
  • 1983 - Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin kurulmasını öngören yasa tasarısı, Danışma Meclisi'nde kabul edildi. Tasarıya göre 8 ilde DGM kurulacak.
  • 1984 - Askeri Yargıtay yayımcı İlhan Erdost'un Mamak Askeri Cezaevi'nde dövülerek öldürülmesi ile ilgili davada hapis cezasına çarptırılan Şükrü Bağ hakkındaki mahkumiyet kararını bozdu.
  • 1984 - İstanbul'da Bilsak Tiyatro Atölyesi kuruldu.
  • 1984 - 120 TİP'li hakkında İstanbul Sıkıyönetim Savcılığı tarafından dava açıldı.
  • 1988 - İslami İlimler Araştırma Vakfı'nın düzenlediği seminerde İslam devletinde tekelciliğin yasal olduğu, sendikanın, grevin, lokavtın ve toplu sözleşmenin yerinin olmadığı, emekli maaşının da haram olduğu ileri sürüldü.
  • 1988 - Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir araştırmada Türkiye'de her 32 kişiden birinin devlet tarafından fişlenmiş olduğu belirtildi MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün fişlediği kişilerin 1,7 milyona ulaştığı bildirildi.
  • 1988 - DGM Savcısı Nusret Demiral tarafından hazırlanan iddianamede Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) yöneticileri Nabi Yağcı(Haydar Kutlu) ve Nihat Sargın'ın 66'şar yıl hapse mahkum edilmeleri istendi.
  • 1993 - Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, "Laiklik bir din değildir Bu düşünce yanlıştır Laiklik din ve vicdan hürriyetine saygıdır." dedi Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz Kuran'ın yeniden tefsir edilmesini istedi ve İlmihal kitabı ile İslam tarihinin de yeniden yazılmasından yana olduğunu belirtti Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dan Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz'a destek geldi Özal, "Çağa ayak uydurmak için değişimin şart olduğunu "Aksi halde Osmanlının düştüğü yanlışlık tekrarlanır Dini konulara yeni anlayış getirmek lazım Bu konuda korkmadan çalışmak gerekir" dedi.
  • 1995 - İstanbul Gazi mahallesindeki olayları protesto için Ankara'da düzenlenln yürüyüşte polisle göstericiler arasında çatışma çıktı, 36 kişi yaralandı.
  • 1998 - İran'da Richter ölçeğine göre 6,9 büyüklüğünde deprem oldu.
  • 1998 - YÖK, başörtüsü takmanın ve taktırmanın suç olduğunu açıkladı.
  • 2000 - Greenpeace, yıllardır çevre kirliliği konusunda mücadele ettiği uluslararası kuruluşlardan Shell petrol şirketine ortak oldu.
  • 2000 - Naim Süleymanoğlu, Ankara'da devam ettiği idmanlarda koparmada 145 kg kaldırarak dünya rekoru kırdı.
  • 2008 - Emek Platformu'nun Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısına karşı Türkiye genelinde işyerlerinde gerçekleştireceği 2 saatlik iş bırakma eylemi saat 10:00 - 12:00 arasında gerçekleştirildi. Aralarında Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen, BASK, TMMOB ve Türk Tabipleri Birliği'nin de bulunduğu 17 konfederasyon, sendika ve sivil toplum örgütünden oluşan Emek Platformu öncülüğündeki eylem, hastaneler, demiryolları ve okullarda etkili oldu.
  • 2003 - Türkiye'nin 59'uncu HükümetiSiirt Milletvekili Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığında kuruldu.
  • 2008 - Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman YalçınkayaAdalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde dava açtı.
  • 2011 - Sanatçı İbrahim Tatlıses İstanbul'da silahlı uğradığı silahlı saldırıda ağır yaralandı.




ÖLÜMLER

  • 1883 - Karl Marx, Alman filozof ve ekonomist (d. 1818)
  • 1932 - George Eastman, Amerikalı mucit. (DY-1854)
  • 1938 - Aleksey Rıkov, Bolşevik devrimci (d. 1881)
  • 1946 - Werner von Blomberg, Nazi Almanyası'nın Savunma Bakanı d. 1878)
  • 1955 - Şamran Hanım, Türk besteci ve kanto sanatçısı (d. 1870)
  • 1959 - Faik Ahmet Barutçu, Türk siyasetçi (d. 1894) Siyasetçi Faik Ahmet Barutçu Ankara'da İstanbul'da Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra Trabzon'a döndü İstikbal gazetesini çıkardı Zaman zaman Mustafa Kemal Paşa'yı bile eleştirmekten çekinmeyen, ama bütünüyle Kurtuluş Savaşı'nın yanında yer alan İstikbal1922'ye kadar Anadolu basınının önde gelen yayını oldu Faik Ahmet Barutçu1 ve 2 Hasan Saka hükümetlerinde devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yaptı Uzlaştırıcı, hoşgörülü ve muhalefete saygılı bir siyaset adamıydı Daima demokrasi ve basın özgürlüğünü savundu
  • 1968 - Josef Harpe, I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasında Alman Generaloberst (d. 1887)

                            

Kaynaklar: Vikipedi, https://www.tarihtebugun.gen.tr/ , https://www.tarihtebugun.org/

Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...