“Tüm iktidar sermayeye!” - Aziz Konukman / BİRGÜN

 

Artık satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükünün hepsini satış öncesi devlet karşılamaya başladı.

1980 sonrasında dünya ekonomisinin küreselleşme sürecine girdiği dönemin sermaye birikim modeli olan post Fordist modelden kaynaklanan dört kalkınma paradigması vardır. Bunlar Washington Uzlaşması, Post Washington Uzlaşması, Pekin Uzlaşması ve Mumbai Uzlaşması. İlk ikisi IMF ve Dünya Bankası patentli uzlaşmalar. Türkiye tercihini birbirinin devamı niteliğinde olan Washington ve Post Washington’dan yana kullanıyor. Bu devamlılık içeren iki uzlaşmadan Post Washington olanı “Genişletilmiş Washington Uzlaşması” olarak da adlandırılır. Her ikisi de neoliberal politikaları esas alıyor ve dayatıyor.

Bu uzlaşmalarda uzlaşanalar IMF ile Dünya Bankası, dayatma dediğimizse bedava olmuyor, koşullu borçlarla oluyor. Şöyle yani “Şunları yaparsan sana şu kredileri veririm, senden isteğim dünya ekonomisine benim istediğim şekilde eklemlenmen.” Türkiye’de bu süreç ise 24 Ocak Kararları ile başlıyor. Ardından 90’lı yılların ikinci yarısına kadar bu süreç devam ediyor. Hedef ise bütçeyi küçültmek; enerji, sağlık, eğitim ve kamu hizmetlerini ticarileştirmek ve daha sonra da zaman içerisinde bu alanlara özel sermaye açmak. Bunun dışında bir başka hedef ise piyasayı düzenleyen, çeşitli mücadeleler sonucu ülkenin hukuk sistemine taşınmış regülasyonların tasfiyesi. Buna kuralsızlaştırma deniyor. Örneğin, taban ve tavan fiyatlarının zamanla kaldırılması. Bir diğer hedef ise Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi. Bu Washington Uzlaşması’nın üç tane temel politika aracı. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile daha çok serbest piyasaya yönelik eylemler öne çıktı. Mesela devletin müdahalesinin azaltılması, çiftçiyi koruyan desteklerin kaldırılması gibi. Özelleştirme bu programın ana öğesi değildi. Washington Uzlaşması dediğimiz bu dayatmanın çevre ülkelerdeki uygulama sonuçlarına bakıldığı zaman ülkeden ülkeye bu hedeflerin sıralaması değişebiliyor. Nitekim Türkiye’de de özelleştirme hemen 24 Ocak Kararları ile başlamadı.

Süleyman Demirel, 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarlığı’nda göreve getirdiği Turgut Özal'a program hazırlama vazifesi vermiş,
neticesinde 24 Ocak Kararları hazırlanmıştı.

İşgücü piyasalarında ise esnekleştirme gibi etkenler sonraki süreçte yürürlüğe girdi. Bunun ön hazırlıkları 24 Ocak Kararları’nın ardından gelen sıkıyönetim süreci geldi. Yani 24 Ocak Kararları’nın siyasi anlamda rahat uygulanabilmesi için askeri darbe kaçınılmaz oldu. Bunun laboratuvar denemesi ise 11 Eylül 1973 Darbesi’yle Şili’de yapılmıştı. Şili’de ortaya çıkan şey ise neoliberal politikaların otoriter bir rejimde uygulanabildiğiydi. Ama Türkiye’de ise demokratik bir rejim içerisinde bu neoliberal politikaları uygulamaya koydular. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla 24 Ocak Kararları’nın siyasi açıdan kolay yürütülebilmesi için 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi bunun tamamlayıcısı oldu. Böylece Şili deneyiminde görülen benzer sonuçlar Türkiye’de de görülmeye başladı. Şili’de direkt başlayan bizde ise piyasalarda liberalleştirmeye çalışarak başladı bu süreç. Uygulanamadığı görülünce de askeri darbeyle güvence altına alındı.


Bu sürecin ideolojik alt yapısı ise Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla birlikte somutlaştı. Özelleştirme ise bu yapısal uyum programlarının bir öğesi haline geldi. Turgut Özal’ın başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı da bunları benimsedi. 24 Ocak Kararları’nın iktisadi açıdan mimarı olan Turgut Özal, iktidarın da başı olarak bu politikalara kolaylıkla uyum sağladı. Özelleştirme politikaları da böylelikle benimsenmiş oldu. Her ülkede farklılık gösteren özelleştirme süreci de böylelikle yakalanmış oldu. Bununla ilgili Dünya Bankası, Türk sisteminin nasıl sorunları olduğuna ve özelleştirme gereksinimine dair raporlar yayımladı. Verimli değil, etkin değil gibi bir takım verilerin çarpıtılmasıyla ideolojik alt yapılarına adeta meşruluk kazandırdılar. 1985-1986 yılında özelleştirme süreci böylelikle başlamış oldu. AKP iktidara gelinceye kadar aşağı yukarı 8,2 milyar dolarlık bir özelleştirme geliri elde ediliyor. ANAP ideolojik olarak buna fazlasıyla hazır. Dünya Bankası raporlarıyla da Özal’ın görüşleri örtüşüyor. Bu özelleştirmelerin AKP’ye kadar hız kazanamamasının sebebiyse özelleştirmelerin hukuki altyapısının hazırlanmamış olması. Bir diğer sebepse işçi sınıfının örgütlü yapısı siyasal ve sendikal anlamda o dönemlerde çok ciddi şekilde direndi. Harb-İş ve Petrol-İş önderliğinde Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi kuruldu. Mümtaz Soysal başkanlığında epey mücadele edildi, pek çok şey Danıştay’dan geri döndü. Kısacası hukuki alt yapı oluşturulamaması ve direniş bu özelleştirme faaliyetleri sekteye uğrattı.

Ardından ise AKP iktidara geldi. AKP ile hukuki olanaklar daha da arttı. Anayasal rahatlamalar yaşandı. AKP ile hukuki alt yapı oluşturuldu ve özelleştirmelerin önü açıldı. 2004-2009 döneminde aşağı yukarı 30,4 milyar dolarlık bir özelleştirme yapıldı. Günümüze kadar ise 70 milyarı aştı. Bunun 50 milyar küsur kısmıysa bütçeye aktarıldı. 

Nereye varılmak isteniyor?

Kamunun bir alanda çekilmesiyle özel sektöre bir birikim aktarımı oluyor. Hazıra konma, mirasın üzerine oturma gibi. Oğuz Oyan buna primitif sermaye birikimi demişti. Geçmiş servetlerin el değiştirmesiyle, devletten özel sektöre geçmesi söz konusu, bu Washington Uzlaşması’nın ruhuna da uygun. Kamunun ekonomideki payı böylelikle küçülmüş oluyor. KİT’lerin özelleştirilmesi, bütçenin küçültülmesi, kamunun ekonomide aktif rol oynadığı alanlardan geri çekilmesi olarak özetlenebilir. Bu alanlardan kamu geri çekilirken bu alanları özel sektöre bırakıyor. Sermaye birikimine bir alan açıyor. İlk varılmak istenen şey bu.

Bir başka şey ise bu özelleştirme gelirlerinin ciddi bir kısmı da bütçeye gelir olarak gidiyor. Bu özelleştirme gelirleri bütçeye gelmeseydi kamu hizmetleri üretimi vergilerle finanse edildiğinden sermayenin bu çarkı döndürmesi için yeni yükler aranacaktı veya bu yükü sermayenin üstlenmesi lazımdı. Çünkü bu kesimlerin dolaylı vergileri zaten fazla, ama sermayeden alacağı vergileri özelleştirme gelirleriyle bütçeye katılıyor. Aslında yapılan sermayenin vergi yükünü düşürmek. Yani sermayeye bir yandan servet transferini kolaylaştırıyorsun, diğer yandansa vergi yükünü azaltıyorsun.

Özelleştirme kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere güzelleştirme yatırımları yapılıyor. Sermaye bunları cazip bulsun da alsınlar diye uğraşıyorlar. Mesela BOTAŞ, TEDAŞ, EÜAŞ, TEİAŞ, TCDD gibi. Cumhurbaşkanlığı’nın yayımladığı yatırım programları var, burada yatırım, proje stokları var. Bu özelleştirme kapsamına alınan yerler hemen alıcı bulsunlar diye ciddi boyutlarda yatırımlar yapılıyor. Özelleştirilecek kurumların yatırımlarını bile devlet üstleniyor. Yatırım programına bakılacak olursa bunlar açık açık anlatılıyor. Özelleştirme gelirinin bir kısmı bütçeye aktarılıyor, ama geri kalanıysa borç ve sermaye aktarımı olarak özelleştirme programındaki kuruluşlara aktarılıyor. Bir kısmına borç veriliyor, bir kısmınaysa sermaye veriliyor yani. Bunlar KİT’se normalde borcu Hazine verecekti. Böylece borç vererek Hazine üzerindeki yük azaltılıyor, sermaye olarak vererek de alıcılara ciddi anlamda kaynak transferi yapmış olunuyor. Tekrar anlatmak gerekirse özelleştirme gelirinin büyük bir kısmı bütçeye gitti, bütçeye gidince sermayenin vergi yükü azaldı, bu yük oraya gitmeseydi gelir vergisi ve dolaylı vergilerle ödenecekti. Böylelikle özelleştirmelerle sermayenin vergi yükü azaldı. Sermaye sınıfının geneline yarar sağlandı. Özele gelince de bunları satın alacak kimselere de bütçenin dışında kalan parayla borç vererek ve sermaye aktararak Hazine yükünü azaltıp, alıcılara kaynak transfer etmiş oluyorsun. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de alıcılara yatırım programıyla satın alınacak kuruluşa masraf yapmasınlar diye satın alımdan evvel yatırım yapılıyor. Kısacası satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükü hepsini satış öncesi devlet karşılıyor.

Özelleştirilen kuruluşların yöneticilerine bakılacak olursa bu kaynak transferlerini yapanların oralarda görülmesi şaşırtıcı olmaz. Kamudan bu transferleri yapanlar bir dönem sonra özelleştirilen kurumların şirketlerinde yönetici olarak görülebiliyor.

Deregülasyonlar ve yönetişim

Bu deregülasyonların Washington ve Post Washington Uzlaşması üzerinden yapılması gerekiyor. Bunları yapacak düzenleyici kurumlar kuruluyor. Rekabet Kurulu, Enerji Kurulu vb. Bunlar düzenlemeleri yapacak kurumlar. Kurumların daha az maliyetle sermayeye aktarılabilmesi için kamuda yeniden bir düzenlemeye gidiliyor. Bütünüyle sermayeden yana bir yapılanmaya gidiliyor. Bunu da sonradan türetilen yönetişim denilen bir anlayışla yapıyorlar. Bu Post Washington’la gelen bir kavram. Bu kurullara 3 koltuk belirlediler. Bu koltukların birine STK’leri her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, diğerine her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve sonuncusuna da bürokratları akredite ederek yerleştirdiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yönetişim mode li sayesinde sermaye temelinde bir kaynak tahsisi güvence altına alındı. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani. Son yıllarda hazineye ait gayrimenkul satışları dışında özelleştirme gelirleri hız kesti. Bu durum özelleştirme gelirlerinin önemli bir kısmının bütçeye aktarılması ve dolayısıyla sermayenin vergi yükününün azaltılması politikasını sekteye uğratma riskini doğurdu. Bunu önlemek için büyük ölçüde sermaye kesiminin yararlandığı vergi muafiyet ve istisna tutarları ciddi bir şekilde artırıldı. Nitekim 2022 bütçesinde bu tutar 336 milyar TL olarak öngörülmüştür. Bu değer 2022 bütçe vergi gelirlerinin yüzde 26,7 ‘sine karşılık geliyor. Tüm iktidar sermayeye modeli benimsediği için bu duruma şaşmamak gerekiyor.

Bir ek olarak da kur korumalı mevduat hesaplarını önce bireyler açıyordu, sonra yasal düzenlemeyle şirketlere de bu olanak tanındı. Faiz 25 baz puan arttı yurtdışında, bizimkiler ise artırmaz. Böylelikle kur da giderek artar, yani sermayeye Hazine üzerinden ciddi bir koruma sağlanır. Bunların olabilmesi için elbette Cumhurbaşkanı tarafından bir ek bütçenin parlamentoya sunulması lazım. “Biz bunu 336 milyarın içinde vereceğiz” derse ayrı, ama bunu da yaparlarsa emeğe gelecek olan muafiyet ve istisnaların tutarı azalır. Yani 2 formül var ya ek bütçeyle bir düzenleme yapılır 336 milyar artırılır ya da 336 milyar bütçe sabit kalır ve emeğin istisna ve muafiyetini düşürür, sermayeninkini artırırsın. Bu ek bütçenin resmi adı 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetvellerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi. Bu teklifi sadece Cumhurbaşkanı sunabiliyor Meclis’e.

Piyasa devlet karşıtlığı yerine piyasayı tamamlayan devlet anlayışı hâkim kılınıyor. 80 öncesinde piyasa mı devlet mi kıyası varken, bugün bu ikisi birbirini tamamlayacak durumu hâkim. Piyasa dostu devlet diye bir şey uydurdular yani. Devleti küçülteceğiz, ama küçülttüğümüz bu devleti de piyasa dostu yapacağız diyorlar. Gelinen aşamada kamu hizmetleri de özel sektör anlayışıyla üretilmeye başlanıyor. Özel sektörün işletme tekniklerinin kamu hizmetine uygulanması da Post Washington Uzlaşması’yla devreye sokuluyor. Buna yeni kamu işletmeciliği modeli deniyor. Kamu hizmetini ticari esaslara/kurallara göre üreten işletme yani. Burada ucuz sağlık yok, burada herkese eğitim anlayışı yok. Burada olansa hizmetten yararlanan yurttaş değil müşteri olarak algılanıyor. Müşteri odaklı bir kamu hizmeti devreye girmiş oluyor. Yurttaş müşteri haline getiriliyor. Piyasayla uyumlu müşteri odaklı kamu hizmeti üretimi yapılıyor yani. Enerjiye erişim bir kamu hizmeti, insan hakkı olmasına rağmen ticarileşmiş oluyor, tarifler getiriliyor vb. Parayı veren düdüğü çalar özdeyişini çağrıştıran kullanan öder ilkesi piyasaya hâkim oluyor. Sonucunda kamu personel yapısıysa buna uygun hale getiriliyor. Taşeronlar, sözleşmeli personeller, salgınla birlikte evden iş yapma, online eğitim vb. ile işgücü piyasası giderek esnekleştiriliyor. Memurluk istisnai hale getiriliyor. Bu modelde üst düzey bürokratlar da CEO statüsüne dönüşüyor.

Bununla birlikte kamu özel işbirliği modeli de devreye sokuluyor. Kamu hizmetlerindeki özelleştirme uygulamalarına yönelik karşı çıkışların ve eleştirilerin yoğunlaşması üzerine bunlar arasındaki karşıtlık değil ortaklık öne çıkarılıyor. Kamu işletme modelinin bir versiyonu yani bu da. Ötekinde hizmeti kamu üretiyordu, bundaysa özel sektör şehir hastanesi, köprü, otoyol vb. yaparak sözleşme yapıyor. Yolcu garantisi, hasta garantisi, araç garantisi gibi şeyler devlet tarafından güvence altına alınıyor. Bütün bunların bir kısmı bütçeleştiriliyor. Devlet oralara kira ödüyor gibi yani. Bu aşamada koşullu yükümlülük denilen bir şey de var. İleride herhangi bir şekilde bu işletme borcunu ödeyemezse, borcunu Hazine üstleneceğinden bütçeye bir riskin doğması halinde inanılmaz bir yükü olacaktır. Bu modeli benimseyerek mali disipline uyuluyormuş izlenimi de veriliyor. Bütçeyi küçültüyorlarmış gibi gösteriyorlar yani. Devlet bu havalimanlarını, köprüleri vs. devlet yapsaydı yatırım talebi büyüyecekti ve bütçe skoru olağanüstü boyutlara çıkacaktı. IMF’nin bütçenin küçültülme dayatması gerçekleşemeyecekti. Bu tip özel sektöre yaptırılan yatırımlarla bütçede küçülme sağlıyorlar. Yani “bütçeden bir kuruş çıkmıyor” söylemleri buradan kaynaklanıyor. Oysa ileride risk doğduğunda bu gelecek yılların bütçesi üzerinde yük oluşturuyor. Bütçede bu risk tutarı dolar üzerinden belirleniyor. Risk doğduğunda dolar üzerinden ödeme yapılıyor. Risk doğmazsa sorun yok. Ulaştırma Bakanlığı bu yatırımları bütçeden yapacağız demeye başladılar, çünkü risklerde artış var bütçeye ileride yük olabilir. Dünya Bankası vs. de bu riske işaret etmişti.

Aziz Konukman / BİRGÜN



1 milyar poundluk ucuz reklam - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Chelsea’yi satın almak için 1 milyar pound teklif ettiğini söyleyerek bedava reklamın zirvesine çıkan Muhsin Bayrak aynı zamanda yeni medya düzeninin acziyetini gösterdi. İlginin yalan haberi oluşturduğu günlerdeyiz.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…

Bir ülkede yalan söylemek utanç olmaktan çıkmış.

Balık baştan kokmuş.

Devletin tepesindekiler, yalan söylediğini herkesin bildiğini biliyormuş yine de yalana devam edebiliyormuş.

Neler neler…

Mesela; Cumhurbaşkanı kendi iktidarından 30 yıl önce yapılan havalimanı, üniversite, yol için ‘Biz yaptık’ diyebilirmiş. Kendi iktidarından önce ambulans ile buzdolabının olmadığını bile söylemiş.

Ekonomi Bakanı, halk enflasyon altında inlerken gözlerindeki ışıltıyla “Ekonomimiz şahlandı” diye konuşabilirmiş.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı, aya sert iniş yapılacağını anlatır, Tarım Bakanı, kan ağlayan çiftinin mutluluk gözyaşları döktüğünü söylermiş.

İçişleri Bakanı durur mu...

Her gün birini terörist ilan eder ertesi gün yalan çıkınca yeni teröristleri sıralarmış.

Bu ülkede yalancının mumu hep yatsıya kadar yanmış ama suratı hiç kızarmamış.

Zamanla yalan ayıp olmaktan çıkmış, insanlık utanması olmayan yalancılar karşısında çaresiz kalmış.

Keşke masal olsa…

Bu yalan dünyanın gerçek reklamını ihraç ettik dünyaya.

YENİ MEDYANIN ZAYIF KARNI

Ukrayna savaşı nedeniyle Rus oligarkların mallarına el konulurken Roman Abramoviç, İngiltere Premier Lig’in efsane takımı Chelsea’yi satışa çıkardı.

AB Grup Holding’in sahibi Muhsin Bayrak“Chelsea’yi almak için 1 milyar pound nakit teklif ettim” diyerek çıktı sahneye.

1 milyar pound yani tam 20 milyar TL.

Ve çok ucuz bir reklam taktiği.

Muhsin Bayrak, arama motorlarında en çok aranan isimlerden oldu, sosyal medyada rüzgâr gibi esti. Bu noktada yalan rüzgârı karşısında yeni medya düzeninin çaresizliği devreye girdi.

Tık yarışındaki haber siteleri ‘Muhsin Bayrak kimdir’ başlıklarıyla hemen ilgiye üşüştü. Vergi rekortmenleri listesinde hiç görülmemiş Muhsin Bayrak, medya sayesinde bir günde 1 milyar poundluk adam oldu.

AYNI ANDA KRİPTO PARA REKLAMI

Tam bu sırada AB Grup Holding’in paralı reklamları TV’lerde dönmeye başladı. Birkaç inşaat projesinden sonra asıl niyet; şirketin kripto para borsası duyuruluyordu. Uluslararası haber ajansı Reuters, CNN International ile İngiltere’nin köklü gazetelerinden The Guardian bile düştü tuzağa.

Sülün Osman görse şapka çıkarırdı.

Pek çok kişi Muhsin Bayrak’ın bir oligarkın emanetçisi olabileceğini düşündü, yazdı.



Bir fotoğrafında Türkiye’de tek olan 650 bin euroluk otomobilinin önünde poz vermişti.

Sezgin Baran Korkmaz’ın tezgâhını araştırırken çok yakınındaki bir ismin söyledikleri geldi aklıma:

“Birinci kural çok zengin görüneceksin. 

İkincisi arkanda siyasetçilerin olduğunu düşündüreceksin. Bunlar hiç zor değil 

Türkiye’de.”

KAZMA KÜREKLE İSTANBUL’A

Muhsin Bayrak’ın hayatı da ayakkabı boyacılığından SBK Holding patronluğuna uzanan hikâyeye çok benziyordu. Medyanın hoşuna gitmesi için özenle hazırlanmıştı.

2016’daki bir röportajda anlattığına göre; 1975’te Bitlis Mutki’ye bağlı Direktaşı köyünde doğdu. Babası 7 köyün ağasıydı. 1990’larda PKK yüzünden tüm varlıklarını bırakıp bir panelvana 12 kişi doluşarak İstanbul’un yolunu tuttular. İnşaatlarda çalışmak için yanlarına kazma kürek almışlardı. Sonrası birkaç cümle; inşaatlarda çalışıp kendi inşaat şirketlerini kurdular, oto galeri açtılar.

Muhsin Bayrak röportajda anlatmaya devam ediyordu:

“AB Grup Holding bünyesinde 10 şirket var, 200’ü aşkın proje yaptık.”

Rakamlarla oynamayı her zaman sevmişti patron. Ama gerçekten Nişantaşı ve Bodrum’da inşaat projeleri vardı.

2015’te dilinden düşürmediği projesi ise bugünlerin ipucunu veriyordu.

İstanbul Basın Ekspres Caddesi’nde 4 kuleden oluşan Bayrak Towers’ı 350 milyon dolar yatırımla inşa edeceğini anlatıyordu. İnşaat başlamadan bir kuleyi Suudi Arabistanlı yatırımcılara 50 milyon euro’ya sattığını söylemişti. 

Bin 600 konutluk projeyi New York’ta mimarlara çizdiriliyordu. Gökdelenin tepesinde dev, dijital Türk bayrağı olacaktı. Hatta bir röportaj videosunda Muhsin Bayrak projesini anlatırken ‘Bayrak Tower’ diyor, yanındaki kişi ‘Bayrak Towersss’ diye düzeltince ters ters bakıyor. Ama halen Bayrak Towers diye bir bina bulunmuyor.

1 milyar poundluk bedava reklam stratejisine giden yolun izleri bununla sınırlı değil.

500 BİN KİŞİLİK AŞİRETİN AĞASI

Mesela; Muhsin Bayrak her yerde 500 bin kişilik Mutki Aşireti’nin başında olduğunu söylüyor.

500 bin kişi… 1 milyar pound kadar inanılmaz.

Zaten ne Mutki Aşireti’nin 500 bin mensubu var ne de o aşiretten Muhsin Bayrak’ı tanıyan 500 kişi.

Ama olsun, yalandan kim ölmüş…

Geriye kalıyor; siyasi destek.

Muhsin Bayrak sık sık AKP iktidarını öven açıklamalar yapmıştı. Milyonlarca liralık yatırım hikâyelerinin arasına mutlaka iktidara teşekkürlerini sıkıştırdı.

18 Mart 2019 tarihli DHA haberinin başlığı ise şöyleydi:

“Mutki Aşireti’nin lideri Muhsin Bayrak’tan Binali Yıldırım’a tam destek.’

Muhsin Bayrak haberde şöyle diyor: “İstanbul’u ancak tecrübeli bir siyasetçi yönetebilir. Aile üyelerimizle yaptığımız toplantıda bu ismin Binali Yıldırım 

olduğuna ve kendisini desteklemeye karar verdik.”

Sonuç malum.

Yenilgi olunca ‘500 bin kişinin ağası’ suskun.

Ama hayali büyük parayla bedava reklam stratejisinin en önemli işareti ABD Başkanlık seçimlerinden sonra gelmiş. 13 Nisan 2021’deki haber şöyle:

“ABD’de resmi konutuna taşınacağı için 

Washington D.C’deki dairesini satışa 

çıkaran ABD Başkan Yardımcısı Kamala 

Harris’in evine en yüksek teklif iş insanı 

Muhsin Bayrak’tan geldi. Bayrak 

‘Pazarlıklar bitmek üzere yakında 

imzaları  atacağız’ dedi. Ev 2 milyon 

dolardan satışa çıkarılmıştı.”

Sonra mı? Bir haber yok.

Ama Chelsea hikâyesine ilham verdiği kesin.

Nihayetinde Chelsea için teklif süresi cuma günü doldu. Teklif veren dünyanın sayılı üç şirketi arasında tabii ki AB Grup Holding yani Muhsin Bayrak yoktu.

Zaten bu reklam stratejisinin en avantajlı kısmı kolayca sıyrılmaktı.

Daha önce Abramoviç ile yakın temasta olduğunu anlatan Muhsin Bayrak avukatlarının bir hatası nedeniyle teklif veremediklerini söyledi. İddiaya göre; şirket avukatları yanlış adrese e-mail göndermişti. Muhsin Bayrak, Reuters’e yaptığı açıklamada “Çok üzgünüm” dedi.

Aslında medya bu ucuz reklam kampanyasına alet olduğu için çok üzgün olmalı.

Muhsin Bayrak olayı, haberin ilgiyi değil, ilginin haberi oluşturduğu yeni medya düzenini çok net ortaya koydu. Sosyal medyadan beslenen medyanın ‘tık’ yarışında gerçek ve doğru haber önemini yitiriyor, habercinin akıl ve arşiv süzgeçleri tamamen ortadan kalkabiliyor. Üstelik gazeteci güvenilirliğine büyük gedik açan bu tuzağa sadece ‘bir kısım’ değil tüm medya düşüyor.

Yalanın ayıp olmaktan çıktığı ülkenin medyasında bu açığı bulan dolandırıcılar cirit atıyor.

Timur Soykan / BİRGÜN

Bütün zalim olanları sen affetsen ben affetmem - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

“Affetmek, menekşenin kendisini ezen topuğa bıraktığı kokusudur”. Çoğunlukla Mark Twain’e atfedilen söz, ezen ile ezilen arasındaki çarpık hikâyeyi anlatıyor.

Bu aslında yargı içinde bir savaş. Adnan Oktar grubuyla ilgili verilen bozma kararından söz ediyorum. Oktar’a yapılan operasyon, aslında devlet içinde bir ayrışmanın görünür haliydi. Oktar grubu, aralarında Süleyman Soylu’nun da olduğu devletin zirvesindeki isimlerle samimi ilişkilere sahipti. Buna karşın Oktarcıları bir suç örgütü olarak gören, hatta casusluk faaliyetiyle suçlayanlar da vardı. 2018 yılında İstanbul Emniyeti düğmeye bastı. O dönem, Soylu ile kavgalı Mustafa Çalışkan’ın başında olduğu polis teşkilatı, operasyonu Ankara’ya haber vermeden yaptı. Korku, “sızma”sı ihtimaliydi.

Soruşturma davaya dönüştü. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, yargılamaların sonucunda toplamda 152 bin yıla varan ceza verdi. Derken, geçen hafta, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi, davada verilen cezaları esastan bozdu. Mahkemeye göre yetişkin ve çocuk yaştaki isimlerle toplu cinsellik rıza ürünüydü. Rıza olmasa, bu insanlar şantaj amaçlı görüntülere bakmadan, hemen o gün şikâyetçi olurlardı. İstinaf mahkemesi, 68 sanığı tahliye ederken, mallarındaki tedbirleri kaldırırken, “örgüt yok” diyerek Adnan Oktar dahil kalanların da serbest bırakılmasının önünü açtı.

Kararın ardından yargı kulislerinde dolaştım. Çeşitli notlar aldım.

En ilginci en sona saklayarak başlayayım…

KARARI OKTARCILAR YAZMIŞ GİBİ

Öncelikle mahkemenin vermiş olduğu bu radikal karar, “çok yukarıdan” gelen bir etkiye bağlanıyor. Zira son dönemin yargı pratikleri içinde, böyle radikal bir hamlenin, başka türlü olması pek de mümkün görünmüyor.

Bunu destekleyen bir olay ise yandaş medyanın tavrı. Oktar operasyonu, hükümet medyasının desteğiyle yapılmıştı. Ancak dikkat çekici şekilde, bozma kararının ardından yandaşlar sessizliğe büründü. Bu da bir tür “onay” demekti.

İkincisi, mahkemenin kararındaki detaylar. İstinaf mahkemesinin bozma kararı, yer yer Oktarcıların savunma dilekçesi gibi. Mahkeme sanki bir karar vermemiş bir kanaat oluşturmuş. Bunu yaparken kimi zaman ifadeleri sanıkların lehine olacak şekilde cımbızlamış. Örneğin bir mağdurun, “cinsel istismara uğruyordum” dediği kısmı çıkarmış. Yerel mahkemenin verdiği 152 bin yıllık cezayı sıfıra indirmiş. Haliyle meseleyi bir usul tartışmasından çıkarmış. İşin esasını tartışmış.

MAHKEMEYE UZANAN BAĞLANTI

Konuştuğum bir hukukçu, bozma kararının ardından, aynı istinaf mahkemesinin verdiği önceki kararları incelemişti. Oktarcıların 400 sayfalık bozma kararıyla karşılaştırmıştı. Anlattığına göre, mahkemenin hiçbir kararı, bu denli detaylı, böyle taraflı, bu kadar uzun değildi.

Bir başka hukukçu ise daha ilginç bir noktaya dikkat çekti. O da sanıklardan biriyle istinaf mahkemesi arasındaki dolaylı ilişkiye. Sanıklar arasında İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi eski Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun koruması da vardı. İşin ilginci, soruşturma dosyasından, Salihoğlu ile Oktarcıların zaman zaman görüştüğü anlaşılıyordu. Koruma da bu ilişkinin ortasındaydı. Salihoğlu, bu tuhaf ilişkinin açığa çıkmasının ardından istifa etmişti. Gelgelelim, cezaların temyizi Salihoğlu’nun bir dönem yönettiği adliyeye gelmişti. Salihoğlu’nun ortak kitap yazdığı isimlere bakınca bile mahkemenin hâkimleriyle tanışıklığı görülüyordu. Mahkeme belli ki bu dosyaya “özel önem” göstermişti.

Gelelim son ve ilginç detaya…

İSRAİL İLİŞKİSİNDE OKTARCILAR

Oktarcılar, Türkiye’deki İslamcı yapılar içinde İsrail’le belki de en sıcak ilişkiye sahip grup. Oktar, İsrail’deki Sanhedrin hahamlarıyla kamuoyu önünde de yakın diyalog kuruyor. Karşılıklı ziyaretler gerçekleştiriliyor. Bu sayede Oktar’ın tutukluluğu İsrail parlamentosunda bile gündeme geldi. İşte bilinen tüm bu nedenler, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile Oktar kararının eşzamanlılığını daha da şaşırtıcı hale getiriyor. “Acaba Oktar kararı, İsrail-Türkiye ilişkilerinde bir düzelmenin sonucunda mı alındı” fikri herkesin aklında.

Burada somut bir detay da var…

Oktarcılara yıllardır destek veren ailelerden biri, Gökçaylar. Davanın sanığı Ayça Gökçaylar, Oktar’ın önde gelen kedicikleri arasında yer alıyor. Abla Tuğba Gökçaylar ve annesi de grubun açık destekçileri arasında bulunuyor.

İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, geçen gün Türkiye’ye geldiğinde, anne şu fotoğraflı mesajı paylaştı: “Kızım İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u İstanbul’da karşıladı ve kısa ziyaretinde ona eşlik etti.”

Gerçekten de Tuğba Gökçaylar, Herzog’un yanındaydı. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı’nda da görülüyordu. Sebepsiz değil, bir zamanlar hosteslik yapan Tuğba Gökçaylar, İsrail konsolosluk çalışanı olmuş, İsrail-Türkiye görüşmelerinin ortasına düşmüştü.

Ayça Gökçaylar’ın davanın sanığı olması bir yana, Ayça-Tuğba kardeşlerin yaşamı Oktar’ın kedicikler topluluğunun içindeydi.

Daha da ilginci, bu İsrail meselesi davada da gündeme gelmiş, Gökçaylar’ın İstanbul Konsolosluğu kartviziti dava dosyasına girmişti.

Kısacası Herzog’u karşılayıp Erdoğan’la buluşturan isim Oktarcı olmasının yanında, bizzat davanın da tarafıydı.

DEVLET ‘AFFET’ Mİ DIYOR?

Buradan sonra…

Devletlerin hesaplaşmalarının adının karıştığı öykülerin gölgesi, mahkeme kararlarının üstüne düşmeye devam edecek. Muhtemelen bizzat Adnan Oktar’ın tahliyesinin de konuşulacağı önümüzdeki günler, devlet içindeki grupların itişmesine de sahne olacak. Elbette filler tepişirken çimenler ezilecek.

Nereden mi biliyorum?

Kararın ardından tepkisini gördüğüm, dava sürecinde yaşadığı cinsel saldırıları anlatan bir mağdur tam da şunu söylüyordu: “Çocuk yaşta başıma hayal edemeyeceğim şeyler geldi. Devlete inandım, güvendim. Adli Tıp’a, karakola, mahkemeye gittim. Yüzlerce kişinin içinde ağlayarak başımdan geçen iğrenç olayları anlattım. Rezil olayım diye alıp bunları sosyal medyada yayımladılar. Yıllarca sabrettim. Nefes alamadığım günlerin sonunda her şey bitti, yeni bir hayat kuruyorum derken, devlet ‘pardon’ dedi. Bana da ‘Affet’ mi diyor? Ben şimdi bir daha bu ülkeye, bu yargıya, bu devlete nasıl güveneyim.”

Menekşeler ezildi. Kokularını devlerin topuğuna bıraktılar. Devlet; devlerin mi, yalnız mevsiminde açan çiçeklerin mi? Yakında hepimiz daha net göreceğiz.


Barış Terkoğlu / Cumhuriyet




Sinemamızda ’90’lardan günümüze edebiyat uyarlamaları + Eserleri sinemaya en çok aktarılan yazarlar (Mesut Kara / EVRENSEL)

 


Sinemamızda ’90’lardan günümüze edebiyat uyarlamaları 

Sinema, kendi dilini oluştururken bütün sanatlardan yararlanır. En çok da edebiyattan yararlanmıştır. Türkiye sinemasında da edebiyat uyarlaması filmlerin sayısı oldukça fazladır. Daha önce bu sayfada edebiyat uyarlaması filmlere yer vermiştik. Ayrıca 14 Şubat 2021’de “Eserleri sinemaya en çok aktarılan yazarlar” başlıklı bir yazı da yayımlamıştık.

O yazıda da belirttiğimiz gibi 1917 tarihli “Pençe” filminden bugüne dek, “122 edebiyatçımızın eserlerinden senaryolaştırılan filmler, 445 kez uyarlanarak, beyaz perdeye aktarılır.

1917 yılında Sedat Simavi tarafından çekilen, seyirci karşısına çıkan ilk konulu, uzun metrajlı, sinema filmi “Pençe” Mehmet Rauf’un aynı adlı oyunundan sinemaya aktarılır.

Yerli edebiyattan uyarlamalar 1950’lerden başlayarak ülkemizde artarak sürer. Popüler yazarlarımızın hemen tüm romanları sinemada kullanılır.

Bu yazımızda 90’lardan günümüze dek sinemamızda filmleşen edebiyat uyarlamalarından söz edeceğiz.


1990’larda yapılan edebiyat uyarlamaları oldukça çeşitlilik gösterir. Siyasal içerikli ve darbe yıllarını konu alan romanlarımız da bu dönemde sinemaya aktarılır, dönemin gündeminde olan İslami mesajlar taşıyan filmler de. Geçmiş yılların edebiyatçılarından romanlar da uyarlanır sinemaya. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan “Yaban” (1996), Ahmet Hamdi Tanpınar’dan “Yaz Yağmuru” (1993) dikkat çeken filmler olarak yer alır.


Yakın tarihimizde yaşanmışlıkları anlatan romanlarımızdan uyarlanan filmleri de şöyle sıralayabiliriz: Tarık Buğra’dan Yağmur Beklerken (1992), Yılmaz Karakoyunlu’dan Salkım Hanımın Taneleri (1999) ve Nihat Sırrı Örik’den Abdülhamit Düşerken (2002). Melih Cevdet Anday’dan Aylaklar (1994) ve Raziye (1990), Muzaffer İzgü’den Zıkkımın Kökü ve Bedii Faik’ten Yalancı (1993) içerisinde hem mizah hem de nostalji bulunan filmler olarak sinema tarihimizdeki yerlerini almışlardır.

    Orhan Pamuk’tan Kara Kitap (Gizli Yüz, 1990) ve Metin Kaçan’dan Ağır Roman (1997) gibi toplumun her kesimi tarafından tanınan iki romanın sinemaya aktarılması Türk sinemasına izleyiciyi geri kazandırmak adına da önemli bir başarı sağlamıştır. Her iki roman da adından çok söz ettirmiştir. Sinemamız, durgun bir dönemde bu romanların ünlerinden başarıyla yararlanmıştır.

SİYASİ İÇERİKLİ UYARLAMALAR   

Siyasal içerikli ve darbe yıllarını konu alan romanlarımız da bu dönemde sinemaya aktarılmıştır: Ümit Kıvanç’tan Bekle Dedim Gölgeye (1990), Bekir Yılmaz’dan Darbe (1990), Habib Bektaş’tan Gölge Kokusu (Eylül Fırtınası, 1999), Rıfat Ilgaz’dan Karartma Geceleri (1990) ve Mehmet Eroğlu’ndan (1990) Yarım Kalan Yürüyüş (80. Adım, 1996)

    1990’lı yıllar biterken dönemin belirleyici özelliklerinden biri de İslami mesajlar taşıyan filmler olmuştur. Hekimoğlu İsmail’den Minyeli Abdullah (1990) ve Emine Şenlikoğlu’ndan uyarlanan Bize Nasıl Kıydınız (1994) bu tür filmler içinde kendinden en çok söz ettiren ve tartışma yaratan yapımlar olmuştur.

FİLMLERDEN ÖRNEKLER

Tomris Giritlioğlu, 2009 yılında Yılmaz Karakoyunlu’nun (aynı adlı kitabından) yazdığı senaryoyu filme alır. Filmin adı Güz Sancısı’dır, anlatılan 6-7 Eylül 1955 yılında yaşananlardır. Yaşananları tutkulu bir ‘aşk öyküsü’ üzerinden anlatır film. Senaryo ekibinde Nilgün Öneş, Etyen Mahçupyan, Tayfun Pirselimoğlu, Ali Ulvi Hünkar’ın olduğu filmin başlıca rollerinde Murat Yıldırım, Beren Saat, Okan Yalabık, Belçim Bilgin, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt, Avni Yalçın, Zeliha Berksoy, Tuncel Kurtiz, Onur Saylak, Ruhi Sarı yer alır



Bekle Dedim Gölgeye (1990)

Ümit Kıvanç’ın romanından yola çıkarak Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı film, Atıf Yılmaz’ın 12 Eylül ve öncesine eğildiği, politik içerikli çalışmalarından biri. Bekle Dedim Gölgeye, üç devrimci arkadaşın 1960’lardan ’80’lere uzanan hikayesini konu alır. Filmin başlıca rollerinde Hale Soygazi, Aytaç Arman, Metin Belgin, Cüneyt Çalışkur, Mehmet Gürhan, Füsun Demirel, Lale Mansur, Levent Tülek gibi oyuncular vardır.



80. Adım (1994)

Yönetmen: Tomris Giritlioğlu. 12 Eylül sonrasında bir araya gelip geçmişi sorgulayan, birbirleriyle hesaplaşan eski eylemci bir grup arkadaşın öyküsü. Çocukluk yıllarını yetimhanede geçiren ve 18 yaşındayken hızlı bir eylemci olup işkencelerden geçen Korkut Lâçin, kadınların ve arkadaşlarının hayranlık duyduğu, gizemli bir kişiliğe sahiptir. Polis tarafından aranmaya başlayınca çareyi ülkeden kaçmakta bulur. 1983 yılıdır, korkut İstanbul’a dönmüştür. Ülke darbenin kanlı ilk yıllarını geride bırakmış, seçim ortamına girmiştir. Korkut İstanbul’a döndüğü andan itibaren yeniden yurt dışına çıkmayı düşünmektedir. Bütün isteği Uzakdoğu’daki o adaya dönmektir Korkut’un. Orada da çözmesi, hesaplaşması gerektiği bir sorun vardır. Bunu yapmadan geçmişiyle, eski arkadaşlarıyla olan hesabı kapatmak istiyordur.

Eylül Fırtınası (1999)

Oynayanlar: Tarık Akan, Zara, Kutay Özcan, Deniz Türkali, Hazım Körmükçü, Oktay Sözbir, Meral Çetinkaya, Cezmi Baskın, Yosi Mizrahi, Mesut Akusta, Nejat İşler. Atıf Yılmaz, Bekle Dedim Gölgeye (1990) filminden sonra, ikinci kez 12 Eylül’ü anlatan bir filme yönelir Eylül Fırtınası ile. Habib Bektaş “Gölge Kokusu” kitabını sinemaya uyarlamasını ister. Kitap etkiler Atıf Yılmaz’ı. “Habib Bektaş’ın ‘Gölge Kokusu’ kitabı sinemaya uygulanabilirlik bakımından ilginç bir romandı. Öneri de kendisinden gelmişti. 12 Eylül’ü bir çocuğun gözünden anlattığı için insanların kolay izleyebileceğini düşündük. Filmde başrolleri dedeyi oynayan Tarık Akan, Zara ve 100 çocuk arasından seçilen, muhteşem ’oyunuyla’ harikalar yaratan sevimli Kutay Özcan üstleniyorlar.12 Eylül askeri darbesinin ilk günleri. Siyasi nedenle gözaltına alınan annesi Ayten’le birlikte bir gününü hücrede geçiren 5 yaşındaki Metin, dedesi Hüseyin Efe tarafından ertesi günü alınır ve Bozcaada’ya götürülür.

Kaynakça:

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Arslantepe, Türk Romanı ve Türk Sineması İlişkileri

Marmara İletişim Dergisi, Sayı 14 • Ocak 2009 • İstanbul

                                                                              ***

Eserleri sinemaya en çok aktarılan yazarlar(14 ŞUBAT 2021)

Yazının başlığı ‘Edebiyattan Sinemaya’; ya da “Sinemada Edebiyat Uyarlamaları” da olabilirdi fakat bu başlıklar kısa bir gazete yazısına sığmayacak çok geniş kapsamlı içerikleri çağrıştırdığı için, bu alanda yapılan kapsamlı çalışmalara, tezlere, kitaplara ad olabilir belki. Bu kısa yazıda sinemaya uyarlanan edebiyat eserleri üzerinden, sadece başlığa çıkardığımız bir kesitten söz edeceğiz.

Daha önce bu sayfada zaman zaman sinemamızın edebiyatçıları üzerine de, edebiyat alanında ürünler vermiş sinemacılar üzerine de yazdık. Birçok önemli ve değerli edebiyatçımız sinema alanında da çalışmalar yapmış, senaryolar yazmış, filmler çekmişti.

Yedinci sanat sinema, kendi dilini oluştururken bütün sanatlardan yararlanır. En çok da edebiyattan yararlanmıştır. Türkiye sinemasında da edebiyat uyarlaması filmlerin sayısı oldukça fazladır, fakat geçmiş yıllarda, Yeşilçam döneminde edebiyatçıların sinemayla ilişkisi aynı oranda güçlü değildir. Bunun nedeni edebiyatçıların, sanatçıların, aydınların Yeşilçam sinemasına mesafeli durmaları, küçümsemeleriydi. Oyuncu, yönetmen ve teknik kadrolar açısından oldukça şanslı ve zengin olan Yeşilçam’ın en önemli sorunu, eksikliği senaryoydu denebilir.

Bülent Oran, Safa Önal, Erdoğan Tünaş gibi rekortmen senaristin, az sayıdaki farklı ismin sipariş üzerine yazdıkları senaryolar bir süre sonra birbirinin tekrarı seri üretimlere dönüşmüştü. Sinemaya destek olan, senaryolar yazan edebiyatçılarımız da vardı elbette. Bir elin parmakları sayısındaki bu edebiyatçılar arasında Nâzım Hikmet, Vedat Türkali, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’in ayrı/önemli bir yeri vardır. Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle farklı isimlerle de senaryolar yazan Nâzım Hikmet, Muhsin Ertuğrul’un tek egemeni olduğu “Tiyatrocular Dönemi”nin senaristlerindendir. Edebiyat alanında eserler veren, iz bırakan diğer isimler de Yeşilçam’ın küçümsendiği dönemde senaryolar yazarak, senaryo ya da diyalog yazımlarına katılıp, destek vererek var olan olanaklar ya da olanaksızlıklar içinde de farklı ve iyi sinema yapılabileceğini gösterirler.

Edebiyatçının sinemaya desteği katkısı, sinema alanında çalışması dışında, Türkiye’de sinema da başlangıç yıllarından günümüze dek edebiyat kaynaklarından yararlanır, edebi yapıtlar sinemaya uyarlanır.

1917 yılında Sedat Simavi tarafından çekilen, seyirci karşısına çıkan ilk konulu, uzun metrajlı, sinema filmi  “Pençe” Mehmet Rauf’un aynı adlı oyunundan sinemaya aktarılır. Fakat İ. Arda Odabaşı, filmin konusunun Mehmet Rauf’un Pençe adlı oyunundan oldukça farklı olduğunu yazar.

Araştırmaca Yalçın Özgül’ün çalışmalarına göre 1917 tarihli “Pençe”den bugüne dek, “122 edebiyatçımızın eserlerinden senaryolaştırılan filmler, 445 kez uyarlanarak, beyaz perdeye aktarılarak sinemaseverlere sunulmuş.”

Bu alanda yaptığı kapsamlı araştırmayı “Kelimelerden Görüntüye” adıyla 2004 yılında ES Yayınları’ndan kitaplaştıran Araştırmacı Orhan (Ünser) abi bu değerli çalışmasını kaynak kitap olarak bize bırakıp erken yaşta, vakitsizce aramızdan ayrılmıştı. Yapılan tez çalışmalarından haberdar olamadığımız için Orhan Ünser’in kitabı (Araştırmacı Yalçın Özgül’ün hazırladığı, önümüzdeki aylarda kitaplaştıracağı) “Edebiyattan Sinemaya; A’dan Z’ye Sinemamızda Edebiyat Uyarlamaları” adlı çalışması dışında bildiğim elimizdeki tek kitaptı.

1950’li ’60’lı, ’70’li yıllarda dönemin çok satan, Yeşilçam’ın melodram dünyasına da çok uyan Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Esat Mahmut Karakurt gibi yazarların eserleri çok sık uyarlanıyordu egemen anlayışın temsilcisi yönetmenlerce. 30 yıllık süreçte, özellikle bu üç yazar önemli sayıda eseriyle kitapları dışında uyarlanan, aktarılan filmlerle de Yeşilçam seyircisiyle buluşmayı başarmıştı.


AĞLATAN YAZARLARDAN AĞLATAN FİLMLERE

Yeşilçam sinemasının ağlatan (ağlak) melodramlarının küçümsendiği yıllarda eserleri sinemaya en çok uyarlanan yazar, 25 filmle beyaz perdede yer bulan Kerime Nadir olur. Orhan Aksoy, Nevzat Pesen, Orhan Elmas, Ümit Utku, Nişan Hançer, Şadan Kamil, Atıf Yılmaz, Arşevir Alyanak, Kemal Kan, Türker İnanoğlu ve Mehmet Dinler Kerime Nadir eserlerinden uyarlama yapan yönetmenlerdir. 

1940 yılında yazdığı “Seven Ne Yapmaz?” adlı romanı, 7 yıl sonra Şadan Kamil’in senaryo ve yönetmenliğinde, Selma Kayahan, Orhon M. Arıburnu, Berin Aydan ve Cahit Irgat’ın oyunculuklarıyla sinemaya uyarlanan ilk romanı olur.



Yine o yıllarda (1954-65 arası) Esat Mahmut Karakurt’un eserlerinden sinemaya uyarlanan film sayısı 22’dir. O yılların çok satan, çok okunan yazarlarından Muazzez Tahsin Berkant’ın eserlerinden ise 20 filme uyarlama yapılır. Yazarın eserlerinden en fazla uyarlama yapan yönetmen de Nejat Saydam olur. Nejat Saydam imzalı filmler tarih sırasıyla şöyle: 1961 “Bülbül Yuvası” ,1961 “Küçük Hanımefendi”, 1964 “Gençlik Rüzgârı”, 1965, “Garip Bir İzdivaç”, 1968, “Sarmaşık Gülleri”, 1970 “Bülbül Yuvası”

SİNEMA VE OSMAN ŞAHİN

’60’lı yıllarda (’60-65 arası) yapılan toplumsal gerçekçi filmleri, 1968 rüzgarını geride bırakıp yükselen toplumsal muhalefetle, sinemaya da yansıyan Yılmaz Güney ve toplumcu filmlerin etkisiyle beğeni ölçütleri de değişiyordu.

Bu değişim içinde ve sonrasında 1973’den günümüze sinemaya eserleri en çok uyarlanan yazar 23 eserinden 23 filmle Osman Şahin oluyordu. İlk kez 1973 yılında Feyzi Tuna Osman Şahin’in “Musallim ile Kuşde” adlı öyküsünden “Kızgın Toprak” adlı filmi yapıyordu. Osman Şahin’in eserlerinden en fazla uyarlama yapan yönetmen de Şerif Gören.

Yönetmenin Osman Şahin eserlerinden sinemaya aktardığı filmler ve yılları şöyle;1982 Tomruk, 1983 Derman, 1984 Firar, 1985 Kan, 1985 Kurbağalar

(Mesut Kara / EVRENSEL)


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -26 Haziran 2025-

  Kıbrıs'ta 'İsrail işgali': Siyonist gettolar oluşturuluyor. Adanın güneyinde ve kuzeyinde İsraillilerin yoğun bir biçimde topr...