15 Haziran 2014 Pazar

‘Ben Yazmıştım’ Sendromu-Mine G. Kırıkkanat

Atlas Okyanusu, dalgalarıyla kimi zaman sevip okşadığı, kimi zaman evire çeviredövdüğü kıyılarında yaşayan insanları yaşatır ya da öldürür.
Gelgitleriyle ünlü, sert bir ummandır Atlantik ve kucağında salladığı denizci kavimlerin karakterini de cefaya dayanıklı biçimler. Fransız Brötonlar, onları besleyen ya da aç bırakan okyanus gibi sevecen ve haşin, bilge ve cesur bir halktır.
Büyük Britanya adasından gelen Kelt’lere dayanır soyları. Özgün bir dilleri vardır: Brezhoneg. İsa’dan sonraki 200’lü yıllardan öteye Fransa’nın batıya uzanan en ucuna yerleşmiş, hatta bir ara bağımsız krallık bile kurmuşlar ama uzun sürmemiştir.Fransa’nın “tek dil, tek bayrak” altında birleşme tarihinde, en çok direnen, dolayısıyla en ezilenler olmuşlardır.
***
Bugün Fransız Brötonlar, cumhuriyete derinden inançlı, çoğunluğu sol geleneğe bağlı,dindarlığı da törpülenmiş bir toplum oluşturuyor. Bölgenin özelliği, hemen hepsi denize açıldı mı aylarca gelmeyen, hatta epeycesi denizde ölen erkeklerin yokluğunda, “kara komutanlığı”nın kadınlara geçmesi.
Yüzyıllardır kadınların çekip çevirdiği Brötanya, elbette parlamentoya en çok kadınmilletvekili gönderen bölge. Kadınlar belediye başkanı, okul müdürü, polis müdürü vb. değilse, en azından evin reisi, beyin ağası! Zaten bu ağa hanımlar da saltanatdüşkünlüklerini, kıs kıs gülerek, “Bröton kadınları biraz zorludur!” diye açıklıyorlar.Tahmin edebileceğiniz gibi, ayağımın okyanus köpüğüyle Brötanya’dan geliyorum,dostlar. Fransa’nın ilk kez gittiğim bu görkemli köşesinde, Quimper’de bir kitap fuarına katıldım. Dünyanın dört bir yanından 65 gerilim romanı yazarının davet edildiği fuarda, söyleşi yaptım, Türkiye’yi temsil ettim. Çok başarılı geçti fuar. Etkileyici yerler gördüm, yazar dostlar edindim, inanılmaz insan öyküleri dinledim, sizlere aktaracağım yazı projeleriyle döndüm.
***
Bir de ne göreyim? Hepi topu yirmi gün uzak kaldığım cinnet ülkemiz, yine yirmi ülkenin yirmi yılda görmediği kadar bela açmış başına; gündemi yine ateşten gömlek, geleceği yine fitili tutuşmuş barut fıçısı üstüne oturtulmuş!
Mesleğini dürüst yapan yorumcuların, başka bir deyişle kalemi satılık olmayan yazarların başarılı sayılanları, “ben yazmıştım” sendromundan mustariptirler. Çünkü yorum yaparlar, doğru yorumlar onları doğru öngörülere ulaştırır. Öngöremeyenlerin gözünü açmak için bıkmadan, usanmadan uyarırlar, tabii ki hiçbir işe yaramaz…Sonunda öngördükleri ve feryat figan uyarmaya çalıştıkları felaket gerçekleşir. Ama bu doğrulanma, zavallı yazara ne güven verir, ne mutluluk. Buruktur. “Ben yazmıştım!”der. İçinden bir kırgınlık geçer. Bilip bildiremediği, görüp önleyemediği acıya, ortakolmaktan başka çaresi yoktur.
***
İşte bu yazarlar arasında “yazmıştım” sendromu en vahim boyutlarda olan, en kırgın, en yılgın kalem, belki de benimki, sevgili okurlar. Çünkü yorum yazarlığıylayetinmemiş, Türkiye’yi bekleyen “son” kurguyu, iki romana dökmüşüm.
Şimdi tek korkum, büyük ürküntüm, 2006 yılında yayımlanan Destina’da anlattığım“haritadan silinmiş Türkiye”nin, 2003 yılında yayımlanan “Bir Gün Gece”depreminden bile önce gerçekleşmesi. Gerçek, hayallerimin ötesine geçti geçecek. Kurguladığım iki çöküş senaryosu, sankiaralarında hangimiz öne geçecek diye yarışıyor. Marmara’da depremin eli havada, önünde beklediği kapımızı; Ortadoğu’daki başıbozukların kanlı savaşı vurmaya başladı bile.
Destina’nın kurgusundaki yok olmuş Türkiye, 2026 yılına denk gelir. Bu yurt, bu gidişle“tek dil, tek bayrak” altında 2026 yılına kadar dayanacak mı, emin değilim…
Görünen köy kılavuz istemez, derler. Ama kör olmamak koşuluyla.
Bizim ellerde görünen köyü görmeyenler, hem kör olduklarını kabul etmiyor, hem de kılavuza kulak asmıyorlar.
Yeni Osmanlıyız, diye böbürlenenlerin babalarını hiç tanımadığı artık belli. Türkiye’yi, Osmanlı’nın boğulduğu Ortadoğu bataklığına yeniden sokmak, ancak muazzam bir cehaletin eseri olabilirdi, oldu.
Üstünde yaşadığımız coğrafyanın, cehaletle elde tutulamayacak kadar stratejikolduğunu da “ben yazmıştım!”...



G N O K T A S I
Haziran ve Yaz
Uzun günlere açılır
yağmurların vurduğu sabahlar
sardunyaların haberi olmadan
geçer balkonlardan baharkimsesizliğinle döner dolaşırHaziran’a çıkarsın
Kuşlar da korkar sessiz sokaklardan
Yalnızlıklar da
geceyarısı şehrin orta yerinde
senfonilerin bitmeyen düellosu başlar
hasretlerle özlemler silah çekerler kırlangıçlar hayatayıldızlar ölüme adanır
kuzey güneydoğu batı
bütün yönler ayrılıkları gösterir bütün ayrılıklarTemmuz denizlerine çıkar
sağında solunda kimseler kalmaz
sıkma canınıneler atlattın sen
artık önümüz yaz.
A. KADRİ ERGİN
► “Herkes kendi açısından haklı olabilir ama herkesin yanılması da imkânsız değildir.” MAHATMA GANDHİ  

Mine G. Kırıkkanat
Cumhuriyet

Yapan bedeli öder-Leyla Tavşanoğlu

Türkiye uzmanı Wertz’den Ankara’nın İslamcı dış siyasetine ağır eleştiriler:
Washington’da Türkiye’yi çok yakından izleyen Obama yönetimine yakın uzmanlardan birisi Prof. Michael Wertz. Wertz Musul’daki Türk Konsolosluğu’na IŞİD saldırısı ve konsolosluğun tüm görevlilerinin rehine alınmasını Ankara’nın bugüne kadar sürdürdüğü yanlış politikalara bağlıyor. Kafalara dank etti ama çok geç, demeye getiriyor. Ankara’nın Suriye politikasının ABD’nin ve NATO’nun çıkarlarını da tehdit ettiğine işaret eden Wertz, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle AKP hükümetinibirbirinden ayırıyor. “Türkiye Batı ittifakına sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bu hükümetbile bunu değiştiremez” diyor.

- Musul’un IŞİD’in eline geçmesi, bunun ardından da Türkiye’nin MusulKonsolosluğu’nun, Suriye muhalefeti içinde El Kaide’yle bağlantılı olan IŞİD tarafından işgal edilerek bütün konsolosluk personelinin rehin alınmasının sizce ne gibi etkileri ve yankıları olacaktır?M.W.- Kuzey Irak’taki gelişmelerin çok önemli yankıları ve etkileri oldu. Türkiye, İslamcı grupların NATO’daki ortaklarını tehdit etmekle kalmayıp Türkiye’nin kendisini düşman olarak gördüklerini anlamakta çok geç kaldı. Musul’un düşmesi Türkiye ve ABD için Kürt gruplarla daha yakın güvenlik koordinasyonu kurmanın yaşamsal önemi olduğu anlamına gelmektedir.
- Türk-Amerikan ilişkilerinde son gelişmelerden birisi iki ülke arasında ekonomik, ticari ve güvenlik işbirliği alanlarında odaklanan American-Turkish Council’ın (ATC) üst yönetiminin Başbakan Erdoğan’ın isteği üzerine istifa etmesi oldu. Bu son gelişmenin ışığında ikili ilişkilerin yakın dönem geleceğininasıl görüyorsunuz?M.W.- İyi görmüyorum. ATC üst yönetiminin bu biçimde istifa etmesi son derece şaşırtıcı, beklenmedik bir gelişme. ATC Başkanı Büyükelçi James Holmes ve ekibinin istifasıyla Türk hükümetiyle Türk iş dünyası buradaki en önemli müttefiklerini kaybettiler. ATC kuruluşundan beri çok önemli kişilikleri bir araya getirdi. Yıllardır da bu başarılı çalışmayı devam ettirdi.
Bu işin nerede biteceği bilinmiyor. Hiç kuşkusuz bu gelişme özellikle ikili ticari ilişkileri zayıflatacaktır. Bu, bence yanlış yola doğru atılmış bir başka adımdır.- 17 Mayıs 2013’te, Başbakan Erdoğan’ın Başkan Obama’yla Oval Ofis’te yaptığı son görüşmeden sonra ikili ilişkilerin iyice gerginleşmekte olduğu izlenimi var. Ne oldu da böyle oldu? Böyle olmasında Suriye çıkmazı ya da başka etkenlerin rolü var mı?
M.W.- Bir kere Suriye çıkmazı rol oynuyor. Kimileri Türk hükümetinin Suriye muhalefeti içindeki aşırı İslamcılara göz yumduğunu, kimileri ise yine Suriye muhalefeti içindeki Müslüman Kardeşler unsurlarına Türk hükümetinin doğrudan ve aktif olarak yardım ettiğini düşünüyor. Bu yapılanlar hiç kuşkusuz ne ABD’nin ne de NATO’nun çıkarına hizmet eder. Bu önde gelen bir sorun haline geldi. SorunBaşbakan Erdoğan’ın geçen yılki, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ondan sonraki ziyaretleri sırasında ele alındı. ABD yönetimi, Ulusal Güvenlik Danışmanı, Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı pozisyonlarını açıkça dile getirdiler. Ama Washington’da en az üç yıldır süregelen bir tartışma var.
Bu da Türkiye’de
 insanların ifade özgürlüklerinin sınırlanması. Biliyorsunuz, ifade özgürlüğü ABD’nin sadece temel ilkelerinden değil, aynı zamanda da varlık nedenidir.ABD’nin kurucuları İngiltere’den dinsel baskılar nedeniyle buraya göç ettiler. Dolayısıyla insanların siyasi inançlarını özgürce ifade edebilmeleri ABD tarihinin köklerine kazınmıştır. Müttefikimiz ülkelerden birinde bu ilkelerin tahrip edilmesi burada çok derin kaygılar yaratır.
AKP hükümeti temsilcilerinin ikili ilişkiler hakkında gerçekdışı, temelsizhikâyeleri, özellikle komplo teorisine meraklı Türklere anlatmaları ne ülkelerine ne AB’ye ne de ABD’yle ilişkilere yarar sağlar. Bunu yapan bedelini öder.
Türkiye, İslamcı grupların NATO’daki ortaklarını tehdit etmekle kalmayıpTürkiye’nin kendisini düşman olarak gördüklerini anlamakta çok geç kaldı. Musul’un düşmesi Türkiye ve ABD için Kürt gruplarla daha yakınkoordinasyon kurmanın yaşamsal önemi olduğu anlamına gelir.
AKP bile sizi Batı’dan koparamaz
Ankara’nın son dönemlerde izlediği politikalar güçlü, müreffeh bir Türkiye istemeyenlere bol bol malzeme verdi.
- NATO antlaşması derken aklıma şu soru geldi. Kasım 2013’te Türkiye, NATO’yu denetlemek amacını güden Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) diyalog üye olmaya karar verdi. NATO müttefiki olan Türkiye’nin böyle bir karar almasını çelişki olarak tanımlayabilir miyiz?M.W.- Bu tabii ki çelişki. Türkiye’nin ŞİÖ’ye bu kategoride üye olmasından pek bir şey beklemediğimizi söyleyebilirim. Türkiye Batılı bir ülkedir; Avrupa gelenekleriköklerine sinmiştir. Türkiye Batı ittifakına sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bu hükümetle bile bunun değişmeyeceğini sanıyorum. Hükümetinizin Çin, Rusya gibi ülkelerle güvenlik konularında daha yakın çalışmaya girmeyi seçmek istemesi sadece Washington’da değil, hem Türkiye destekçilerinde hem de Türkiye’den hoşlanmayan, onu AB’de görmek istemeyenleri de nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin Batı’nın iyi bir ortağı olamayacağını düşünmeye sevk ediyor. Dolayısıyla, güçlü, müreffeh bir Türkiye istemeyenlere AKP hükümeti bol bol malzeme verdi.
- İyi de insanlar Türkiye ve AKP hükümetini ayrı ayrı tutamıyorlar mı?
M.W.- Tabii ki ikisini ayrı tutuyorlar. Washington’da yönetimin, siyaset uzmanlarının, düşünce kuruluşlarının Türkiye’de neler olup bittiğini çok iyi bildiğini hiç kimseaklından çıkarmasın. Burada herkes Türkiye’de AKP hükümeti, muhalefet ve Türk toplumunun içindeki farklı eğilim gruplarını çok iyi biliyor. Türkiye çok çeşitli eğilimleri ve bir hayli de çelişkileri bünyesinde barındıran bir ülke. Öte yandan AKP seçilmiş bir hükümet; Türkiye’yi temsil ediyor. Dolayısıyla da izlediği politikalardan sorumlu. Yaptıklarının Batı ittifakına ve ABDTürkiye ilişkilerine zaman zaman yarar vermediğini de görmek zorunda.- Erdoğan son zamanlarda Türkiye’de bütün olanlardan Batı ittifakı ve ABD’yi sorumlu tutuyor. Öyle ki hem ABD hem de Batı Türkiye için en büyük şeytanlar haline geldi. Bu duruma ne diyorsunuz?
M.W.- Başbakanınız, yıllar önce ABD’nin en deneyimli diplomatlarından birisi olan Büyükelçi Ricciardone’yi “acemi” diyerek aşağılamakla kalmadı, geçen yıl da dahabeterini yaparak ABD yönetimi ve ABD Büyükelçisi’nin Türkiye’nin dış dünyadaki pozisyonunu küçük düşürmeye çalışan bir komplonun parçası olduklarını ima etti. Bunlar kesinlikle kabul edilebilir sözler değildir. Sadece kabul edilemez değil, bu sözler Türk ulusal güvenliği ve çıkarlarına da zarar verir.
AKP hükümeti temsilcilerinin ikili ilişkiler hakkında gerçek dışı, temelsiz hikâyeleri, özellikle komplo teorisine meraklı Türklere anlatmaları ne ülkelerine ne AB’yle ne de ABD’yle ilişkilere yarar sağlar. Bunu yapan bedelini öder. Yani tahrip edilen ilişkileri onarmak çok zor olur.- İyi de, bütün Türkiye AKP demek değil ki. AKP’nin yaptıklarının bedelini neden bütün Türkiye ödesin?
M.W- Ben Türkiye’yi ya da AKP’yi cezalandırmak anlamında söylemedim tabii ki. Başbakanınız eğer Almanya’nın en önde gelen siyasetçilerinden Cem Özdemir’i kamuoyu önünde sert biçimde eleştirir, ertesi gün de Özdemir’in eşi sokakta saldırıya uğrarsa bu durum Washington’da büyük kaygılar yaratır. Başbakanınız Erdoğan’ın Köln’de yaptığı gibi eleştirilerini ifade eden seçilmiş
Alman milletvekilleri
 ve Alman halkına hoş olmayan sözler söylemesi anlaşılan Berlin’deki Türkler arasında seçilmiş Alman politikacıları tehdit etmeye yeşil ışık olarak algılanmıştır. Bu da inanılmaz bir durumdur. Alman hükümetinin Berlin’deki Türk Büyükelçisi’ni konuyla ilgili olarak (Hüseyin Avni Karslıoğlu) DışişleriBakanlığı’na çağırması da şimdiye kadar yaşanmamış bir olaydır. Bütün bu olanlar Alman olsun, Fransız olsun, ABD’li olsun artık hiçbir siyaside yardıma ihtiyaç duyarsa Türkiye’nin yardımına koşmak gibi bir istek uyandırmayacaktır.
Hükümetiniz sorundan besleniyor- Erdoğan’ın, Türkiye’deki protesto gösterilerinde aşırı şiddet kullanan polis hakkında, “Polisler nasıl kendilerini tutabiliyorlar şaşırıyorum” demesini nasıl karşıladınız?
M.W.- İç meselelerini Türklerin kendilerinin çözmeleri lazım. İçişlerinize karışmak ne bizim görevimiz ne de çıkarımıza hizmet eder. Türk toplumu hâlâ demokratik bir biçimde yönetiliyor. Hâlâ özgürce oy verilen seçimler yapılıyor. İfade özgürlüğü sınırlansa da sosyal medya ve bir kısım basında yine özgürce yazılmış haber ve yazılar yayımlanıyor.Hâlâ Türkiye’de özgür tartışma ortamlarının bulunması önemli. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili gayet canlı tartışmaların devam ettiğini biliyorum. Dışardan bakan bir gözlemci olarak soruyorum: Acaba gösterileri engellemek için yüzlerce polisi ve TOMA’larıİstanbul’a yığmak akıllı bir iş midir? Bence değil. Ama bu Türk hükümetinin aldığı bir karar. Dışardan bakıldığı zaman da bunun yatıştırmak yerine sorunları tırmandırma politikası olduğu izlenimi uyanıyor.
Gülen’in iadesi söz konusu değil
- Erdoğan zaman zaman Fethullah Gülen’in ABD’den iadesinin isteneceği mesajları veriyor. Sizce ABD Gülen’i Türkiye’ye gönderir mi?
M.W.- Başkan Obama’yla başbakanınız arasındaki telefon görüşmesiyle ilgili farklı haberler yer aldı. ABD yönetiminin bu konudaki tutumu gayet net. Türk hükümetiGülen’le ilgili somut veriler gönderirse ilgili makamlar bunları inceler. Fethullah Gülen ABD’de daimi ikamet hakkına sahip bir kişi. Zaten yıllardır da burada yaşıyor.
Onun Türkiye’ye geri verilmesi olasılığı görünmüyor. ABD, kendisine sığınan kişilerin haklarını sonuna kadar gözetir. Tek bir kişiyle ilgili tartışmalar yüzünden kafamızkarışmamalı. Bunun yerine ikili ilişkilerde olanbitene odaklanmalıyız. Buna ek olarak Türkiye’de olanbiteni yakından izlemeliyiz. Şu sıralar sadece Gülen hareketi değil, hedefe oturtulan gazeteciler, kimi Kürtler ve sol siyaset unsurlarına yönelik bir cadı avı başlatıldığını görüyoruz. Bence Başbakan Erdoğan’la Fethullah Gülen arasındaki çatışmayı kişisel olarak görmemeliyiz. Bu çatışma çok daha karmaşık.
Telefon görüşmesi doğru duyurulmadı
- Demin Başkan Obama’yla Başbakan Erdoğan arasındaki telefon görüşmesine değindiniz. Bizdeki yandaş medyada Başkan Obama’nın, Gülen’in iadesi isteğine “Mesaj alınmıştır” dediği iddia edildi ama Amerikantarafı bunu hemen yalanladı. İşin aslı nedir sizce?M.W.- Bizim tarafımızdan Başkan’ın söylediklerinin yanlış anlaşılması diye bir durum söz konusu değil. Çünkü Başkan’ın söyledikleri söylemediklerinden çok daha açıktı. Başkan’ın bir başka ülkenin lideriyle yaptığı konuşma hakkında Beyaz Saray’ın düzeltme açıklaması yapması alışılmışın dışında. Türkiye’de yayılan bilgilerin doğruolmadığı da açıktır. Tabii ki bu çok talihsiz bir durum. Üstelik bunu yapmak tabii ki karşı tarafa güven vermez.
- Elli küsur yıl sonra bir ABD Başkan Yardımcısı, yani Joe Biden ilk kez Kıbrıs’ı ziyaret etti. Bu ziyaret ne anlama geliyor sizce?
Başkan Yardımcısı Biden bir çözüme varılması için belli bir momentum ve dinamik yaratmak üzere adaya gitti. Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye ekonomik ve siyasi maliyeti de göz önünde tutulmalı. Bence ABD yönetimi bir çözüm için elinden geleni yapmaya hazırdır.
P O R T R E
MICHAEL WERTZ 
Almanya’da Frankfurt Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Profesör unvanınıaldıktan sonra Hannover Üniversitesi’nde dersler verdi.
Washington’da
 Georgetown Üniversitesi’nde Alman ve Avrupa AraştırmalarMerkezi’nde öğretim üyesi.
ABD’nin önde gelen
 düşünce kuruluşlarından German Marshall Fund’da Atlantik ötesi dış politika ve AB’yle ilgili araştırmalar yaptı.
ABD Ulusal Güvenlik Grubu üyesi sıfatıyla Obama yönetimine yakın düşünce kuruluşu Center for American Progress’de üst düzey uzman olarak iklim değişiklikleri, göç ve güvenlik konularına odaklanarak özellikle Türkiye, Meksika ve Brezilya gibi gelişmekte olan demokrasiler üzerine çalışıyor.   

Leyla Tavşanoğlu
Cumhuriyet

13 Haziran 2014 Cuma

‘Türkiye’nin Kilidi Açıldı!’-Meriç Velidedeoğlu

6 Haziran” Cuma günü Diyarbakır’da yapılan “Çözüm Süreci Çalıştayı”nda,“Türkiye”nin “kilid”i açılmış. 
Demek Türkiye kilitliymiş. Peki, “kilit” altında olmasına karşın, nasıl oluyor da bu denli soyuluyor?
 
Taşınır - taşınmaz “varlık”larıyla, tüm “doğa”sıyla, “hava”sıyla, “insan”ının “emeği”yle v.ö’lerle... 
Ne ki sözü edilen “kilit”, bu sayılanları koruyan “kilit” değilmiş. “Çalıştay”da konuşulan; “Türkiye”de geçerli olan, uygulanan “sistem”in, “kapalı sistem”inin kilidiymiş; böyle söylemiş İçişleri Bakanı “Efkan Ala”. 
Ayrıca bu “kapalı sistem”in beslendiği “iki” temel sorun varmış; biri “din ve vicdan” sorunu, öteki de “etnik kimlik”miş! 
Değerli dostlar, “Bakan Ala”nın bu “kapalı sistem” ve “kilit” söylemi üzerinde biraz duralım diyorum. 
Yalnız önce, “Bakan”ın “etnik kimlik”le hangi kimliği işaret ettiğine açıklık getirmek gerekir; “Bakan Ala”nın bununla işaret ettiği kuşkusuz “Kürt kimliği”dir, kendisinin söylemini bu boylamda ele alacağız; ayrıca hemen bir ayraç (parantez) açarak şunu da belirtmeliyiz, Türkiye’deki “Kürt” kökenli yurttaşlar “Lozan Antlaşması”na göre“etnik” olarak sayılmamışlardır, “Bakan”ın dikkatine... 
Ve bilindiği gibi yakın tarihimiz “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin oluşumunu içerir ki bu süreç “Kurtuluş Savaşı” kısacası “Kurtuluş” ve yengiyi (zafer) izleyen“Kuruluş” dönemli olarak ortaya konulur. 
Her iki süreçte de “din ve vicdan” konusu, yaratılan “etnik” sorunlar (bölünme)“emperyalizm”in “maşa”larınca türlü biçimlerde ortaya konmuştur. 
“ Kurtuluş ” u n “Başkomutan”ı, “Kuruluş”un “Önder”i olan “Atatürk”; bu iki dönemin “19 Mayıs 1919”dan “1927” yılına dek olan sürecini, en ince ayrıntılarıyla yazdığı büyük “Söylev”iyle halka anlatmıştı; üstelik “300”ü aşan tarihsel “belge”yle. 
“Bakan Ala”nın sözünü ettiği -açıkça söylenirse- “Kürt Kimliği”yle “din ve vicdan”sorununu, “Anadolu”nun parçalanarak, Güneydoğu’da bir “Kürt Devleti” kurmak isteyen “Kürt Teali Cemiyeti”yle; tam bir “din devleti” oluşturma peşinde olan“Teali-i İslam Cemiyeti” üzerinden adım adım dile getirir “Söylev”de “Atatürk”
“Lozan Antlaşması” ve “Cumhuriyet”in ilanıyla, “Kürt Teailiciler”in Anadolu’da“Kürt Devlet”i kurma düşlerine son verilir. 

“Cumhuriyet”in ilanından “dört ay” sonra da “3 Mart 1924”te, “TBMM”ce kabul edilen bir “yasa”yla da; bundan sonra yapılacak yasaların “şeriat”a göre değil de, çağın gereksinmelerine göre yapılacağı bildirilerek “laik”liğin kapısı açılır; “laik yaşam”a adım adılır; ardından “1928”de de, Anayasa’daki “Devletin dini; dini İslam’dır” maddesi kaldırılır. Ve böylece “Bakan Ala”ya göre, “TC Devleti”nde“kapalı sistem” oluşur; üstüne üstlük “laiklik ilkesi”nin “1937”de Anayasa’da yer almasıyla, Türkiye’ye “KİLİT” vurulur, kilitlenir... 
Böylece oluşan “Türkiye”nin işte bu “yapı”sı; “Bakan Ala”a göre, “1980’den sonra -1984’te artık iyice beliren ‘PKK’nin bebeleri de öldürmeye varan cinayetleriyle-‘Kürt ve dinselleşme’ sorunlarını, ‘2000’li yıllara dek yaşamamıza” neden olacakır. (Aydınlık, 7.5.2014) 
“2003”te “AKP” iktidarıyla, işte bu “Eski Türkiye”, bu “kapalı sistemi”yle geride bırakılıp; “Yeni Türkiye”nin “inşa”sına başlanacaktı, “Ala”ya göre; bunun için de“ilk adım”, yerel yönetimlere “özerklik” getirecek “İl Özel İdareler Yasası” ile atılacaktı. 
“AKP” iktidarının daha ikinci yılında düzenleyip “TBMM”den oylarıyla geçirdikleri bu“parçalama” yasası, dönemin “Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer” tarafından“veto” edilir (Temmuz 2004). 
Bundan sonra “AKP iktidarı” adımlarını daha dikkatli atacak ama “açıla açıla” yol alacaktı. 
Bakan Ala’nın, “din ve vicdan” sorunu dediği “bağlam”da “Erdoğan”: “Anayasa’da ayrıcalıklı madde olamaz!”, “fetva”sıyla, “laiklik ve rejim”le ilgili “değiştirilemez”maddeleri işaret eder... Yine Bakan “Ala”nın, “etnik kimlik” konusuna Erdoğan -parmak ısırtacak- desteğini, “Türk Kimliği”ni “azınlık” düzeyine getiren“Türkiyeli” söylemiyle yapar... Böylece, “PKK”nin önderi “Öcalan”la “müzakere”masasına oturulur. 
“Bakan Ala”, bu yolla sağlanacak “çözüm”ü, “Türkiye’nin kimseye ihtiyaçduymadan, kendi başına yapacağını” söylüyor, “kargaları bile güldürerek!”...  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Buyrun Cenaze Namazına! - CAN DÜNDAR

Erdoğan, “En yakın zamanda Şam’a gidip Emevi Camisi’nde namaz kılacağız” dediğinde tarih, 5 Eylül 2012 idi.

O dönem Başbakan, Washington’ın desteğini arkasında hissediyordu. 
Suriye’de rejim devrilirse Türkiye’nin bölgesel güç rolüne kavuşacağına inanıyordu. 
Dışişleri Bakanı gibi o da Esad’ın düşmesinin an meselesi olduğunu sanıyordu. 
Yanılıyordu.
***
O bunları söylerken Amerika, Şam’da işlerin kötüye gittiğini, Esad’ın boşluğuna radikal İslamın yerleşeceğini görüp politikasından çark etmişti bile... 
2013’te CIA’nın eski Başkanı Michael Hayden, Suriye’deki iç savaş sonunda ülkenin tamamen çözülme ihtimaline karşılık, Esad’ın kazanma ihtimaline yakınlık duyduğunu açıkladı. 
Washington, kötünün iyisine yönelmişti. 
Ancak Ankara, “Bölgede benden habersiz kuş uçmaz” böbürlenmesine kendini fena kaptırmıştı. 
Şam rejimini devirmek için kirli ilişkilere girdi. 
Topraklarını Esad karşıtı İslamcı örgütlere açtı, muhaliflerin İstanbul’da toplanmalarına önayak oldu, mülteci kamplarında onlara askeri eğitim, silah, mühimmat verdi. Suriye’ye savaşmaya giden militanların Türkiye sınırlarından geçişine göz yumdu. Yaralananlar için hastaneler kurdu. 
TIR’larla silah nakletti. Bu TIR’ları çeviren polisleri, savcıları “vatana ihanet”le itham etti. 
Ama olmadı. 
Esad gitmedi.
***
Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Musul’daki Türk Konsolosluğu’nu basıp 80 kişiyi rehin alması, Türkiye’nin Suriye politikasının iflasıdır. 
Bu tablo, Amerika’nın Afganistan’da yaptığı hatanın aynıdır. 
Türkiye, kendi yarattığı canavarın esiri olmuştur. 
Üstelik -Amerika’dan farklı olarak-, artık o canavarla komşudur.
***
Başbakan’ın Emevi Camisi’nde namaz rüyası gördüğü günlerde EsadYurtgazetesine verdiği demeçte, Erdoğan’ın ikili görüşmelerde kendisine tek sorduğu şeyin, Müslüman Kardeşler’in Suriye’ye dönmesi olduğunu söylüyordu. 
Suriye’yi yakından bilen bir diplomatla görüştüm: 
Esad’ın radikal İslamcılar meselesini iyi kullandığını anlattı. 
“İki nedenle onların örgütlenmesine göz yumdu, liderlerini genel af kapsamındaserbest bıraktı” dedi: 
Birincisi; ülkedeki El Kaide varlığı, Esad’a muhaliflerine karşı rahat silah kullanma imkânı verdi. 
İkincisi; bu sayede, Batı’daki El Kaide korkusunu kendisine desteğe dönüştürebildi. 
Nitekim Batı kamuoyu, kör bıçakla Şiileri gırtlaklayan şeriatçıları görünce, “Esadbunlardan iyiydi” demeye ve Suriye’ye müdahaleye ayak diremeye başladı.
***
Sözünü ettiğim röportajda Esad şöyle diyordu: 
“Radikal İslamın ideolojisi, toplumu yakan bir alevdir. Bu alev genişler, yarın Türkiye’yi de ‘kâfirler’den temizlemek için cihat başlatırlar. Yani Suriye yanarken Türkiye rahat edemez. Sınırlarını bu teröristlere açmanın bedelini ağır öder.” 
Gelinen nokta tam da budur. 
-İsmail Saymaz’ın benzetmesiyle- 2 yıl önce Emevi Camisi’nde namaz hayali kuranlara, bugün Musul’da “Buyrun cenaze namazına” denilse yeridir.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Üç Koyup Hiç Almak!-Ahmet Tan

Özal’ın devamıyım!” diye propaganda yaptı. 
Ama Allah’ı var; onun gibi “Bir koyup üç alacağız!” falan demedi. 
Özal bu sözü ABD’nin 1991’deki Irak’a ilk saldırısı sırasında söylemişti. 
“Üç” derken Musul ve Kerkük’ü kastediyordu. 
“Bir”in ne olduğunu kimse tam bile bilemedi. 
Ama sonunda bize düşen “üçün biri” yani PKK olduğu ortaya çıktı. 
Özal, Irak’ın işgaline yardım ve yataklık etme karşılığı Amerika’nın bize Musul ve Kerkük’ü armağan edeceğine inanmıştı. 
Tıpkı Erdoğan’nın Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğu’da söz sahibi olmayı umduğu gibi. 
Büyük devlet adamlığı “büyük düşünmek” demekti. 
Özal’a göre Musul ve Kerkük’teki “Kürt akrabalarımız” bizi kucaklamaya hazırdı. 
Tabuları yıkılacak, Türkiye bir federasyona dönüşecekti. 
Ve bizim himayemizde kurulacak “Kürdistan”la barış içinde ve elbette petrol içinde yüzecektik. 
Sonunda “Irak’ın toprak bütünlüğü kırmızı çizgimizdir!” diye diye bu ülkenin fiilen bölünmesine tanıklık ettik. 
Çekiç Güç adıyla ABD’nin ülkemize yerleşmesine ve bu sayede Kuzey Irak’ta sadece Barzani’nin değil, PKK’nin de güçlenip kökleşmesine göz yumduk. 
Bu arada Apo’yu Amerikalılardan teslim aldık. 
Günü gelince de kendisiyle müzakereye oturduk... 
Bir de baktık ki bir dönem PKK’ye destek olan, sonra da yönünü AKP’ye dönen Barzani’nin Kürdistan’ı koskoca Musul’u ve Kerkük’ü “nevzuhur” bir terör örgütüne kaptırmış. 
Bu Ortadoğu, yeryüzünün en şaşırtıcı, en kanlı, en cehenemi coğafyası... 
Tevekkeli değil yüce Tanrı tüm peygamberleri bu bölge için göndermiş. 
Kuran’da adı geçen 25 peygamber var. 
Hiçbirisi Norveçli veya İzlandalı değil. 
Hepsi Ortadoğu’dan ve Ortaoğu’yu adam etmek için gönderilmiş.


Barzani – Nizani? 
Çok değil birkaç yıl önce “Diyarbakır’a uzanmaktan” söz eden Barzani; Musul ve Kerkük’ü niye, nasıl ve ne karşılığı böyle kolayca teslim etti? 
Yoksa o da “2 koyup 10 alma” gibi bir sevdanın mı peşine takıldı?
TSK’ye Kızmayalım 
AKP’ye, RTE’ye dil uzatmayalım. 
Ne olmuş yani?! 
Karargâha sessiz ve kibar bir dalış yapmışlar. 
Kimseye zarar vermemişler. 
Ardından zarif tırmanışla... 
Sadece Türk bayrağını indirmişler. 
Yakmamışlar, çiğnememişler. 
Hatıra olarak alıp götürmüşler. 
Yerine PKK bayrağı falan da çekmemişler. 
Buna şükredelim!

Hayali Cihangir Manşetler:  
Özal’ın bir koyup üç almak hayali uzun bir süre “vizyon” olarak görüldü. Tıpkı Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı gibi. Ama Musul gibi Kerkük de usul usul elimizden kaydı gitti!!

IŞİD Kopya mı Çekti?! 
Bundan beş yıl önce 20 Temmuz 2009 tarihinde ABD’de bir düşünce kuruluşu (Uluslararası Kriz Grubu-ICG) bir rapor yayımladı. Anadolu Ajansı’nın aktardığı rapor bugün Musul ve Kerkük’ün başına gelecekleri anlatır gibiydi: 
“Barzani kuvvetleri Musul’a giremez durumda. Burada, Arap nüfus çoğunluğu var. Arap direnişi ise ABD birlikleriyle Peşmergeleri çoktan yıldırdı. Barzani’nin Musul’da hiçbir otoritesi yok. 
Kerkük konusunda da rapor şöyle diyor: 
“Peşmergeler her an Kerkük’ü de kaybedebilir çünkü burada da ancak ABD desteğiyle durabiliyorlar. ABD birlikleri Irak’tan çekilince Şii ve Sünni Arapların ilk işi neredeyse Bağdat yakınlarına kadar güneye sarkan peşmergeleri kovalamak olacaktır.”İyi mi? 
Acaba Irak Şam İslam Devleti Örgütü bu raporu okuyup mu yola çıktı? 
Yoksa Amerikan ICG adlı kuruluş, illegal güçlere kopya mı veriyor?

AHMET TAN
Cumhuriyet 

8 Haziran 2014 Pazar

Muhalefetin sözde çatısı!-Ömer Faruk Eminağaoğlu/SOL

Cumhurbaşkanlığı seçimi için strateji geliştirmeye çalışan CHP ve MHP, halkta en çok karşılığı olan ve kendi tabanlarının da birlikte sahiplenebileceği ortak bir adayı belirleme arayışlarını sürdürüyorlar. Bunu da çatı aday diye ifade ediyorlar. Çatı adayın aranması bulunması bir yana, seçime günler de kalmasına rağmen hala daha seçime çatı adayla mı girecekleri ve böyle bir durumda çatı adayın nasıl belirleyeceği konusu belirsizliğini de koruyor. Çatı adaydan uzak dursalar da durmasalar da yaklaşım böyle olunca, seçim sonucunu kestirmek şimdiden zor olmasa gerek…
***
AKP, anayasa değişikliği yoluyla başkanlık sistemini getiremeyince, yine her zaman yaptığı yola başvurup, fiili durum yaratma yoluna gitmiş, birçok görevi yasalarla Cumhurbaşkanının alanına taşıyarak, Cumhurbaşkanını daha güçlü hale getirmiştir. Örneğin artık Genelkurmay Başkanından MİT Müsteşarına kadar bazı görevliler hakkındaki soruşturma izinlerinde son söz hakkı, 2014 yılındaki düzenlemelerle Cumhurbaşkanı'na aktarılmıştır. Değiştirilen seçim yöntemi nedeniyle, artık halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanının, sistemde doğal olarak temsili olmaktan çıkacağını ve bu durumun yaratacağı gücü de düşünün…
Bunlar, gözü hep daha fazlasında ve daha yukarıda olan mevcut Başbakanın Cumhurbaşkanı adayı olacağının ve Cumhurbaşkanlığı görevini de adeta bir başkan gibi yürüteceğinin zaten açık ve somut işaretleri de olmuştur. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduğunda tüm görevlerini sonuna kadar kullanacağını ifade etmiştir. Gezi sürecinde her alanda emirler yağdırdığı, bu emirlerin kamunun her birimince uygulandığı da görülmüştür. Erdoğan da, emirlerinin yurdun neresinde ne derece uygulandığı yönünden böylece başkanlığının bir denemesini yapmıştır.
İktidarın her konudaki baskı ve dayatmalarına karşı gezi parkında, halkın üstelik örgütlenmeden bu baskılara karşı durmak şeklindeki ortak payda etrafında kenetlenip bir araya gelmesiyle yeşeren iradenin, ülkenin her yerine kök salmasıyla başlayan gezi direnişi birinci yılını doldurmuş, bu süreçte bir çok bedel de ödenmiştir. Demokrasinin ne hale geldiği, polis devletinin ne kadar derinlerde yapılandığı, merkezi idare karşısında yerel yönetimlerin özerkliğinin kağıt üzerinde kaldığı da, direnişinin yıl dönümünde bir kez daha görülmüştür ki, bunlar da direnişin haklılığını ayrıca ortaya koymuştur.
İktidar, yan yana gelen iki kişiyi bile kendisine tehlike gördüğünden, tamamen silahsız ve saldırısız yani demokratik tepki niteliğindeki davranış içinde olan, bu kapsamda kalınca da kendilerine ihtar bile yapılamayacak kişilere, polis sonraki adımları atabilmek için adeta bir sokağa çıkma yasağı varmışcasına, Başbakanın emrinden de hareketle, keyfi olarak dağılın diye ihtar yapmış ve sonrasında her türlü şiddete başvurma yoluna gitmiştir.
En ilginç örneklerden bir tanesi de sanırım Ankara Büyükşehir Belediyesinin yaptığı uygulama olmuştur. Direnişin yıl dönümünde Kızılay'dan, halkın toplanma saatinde konvoy biçimde sayısızca, boş, servis dışı ya da bir iki yolculu belediye otobüslerini geçirerek halkın alanda, alan kapsamındaki yollarda toplanmasına engel olmuş, polise lojistik destek sağlamış, hem polis devletinin ne kadar yaygınlaştığı, hem de başbakanın emirlerinin bir belediye tarafından bile nasıl doğrudan uygulandığı bir kez daha görülmüştür.
Bugün iktidar karşısında çatı aday arıyoruz diyen CHP ve MHP ise, iktidarın baskıları karşısında kenetlenen bu iradeden ilginç biçimde en başından beri uzak durmuşlar, bürokratik muhalefet anlayışını benimsemişler, şimdi yine mesafe koymuşlar ve bu sürece dahil olmamışlardır. Anılan partiler gezi konusunda örgütsel olarak nasıl bir tutum takınacaklarına ilişkin karar almadıkları için de, mensuplarının tepkileri hep bireysel kalmıştır. Halkın kenetlendiği böyle bir ortama ve böyle bir taban içine, halkın arasına el ele kol kola verip girmeyen ve uzak duran söz konusu parti liderleri, bu tutumlarıyla iktidarın daha rahat biçimde baskılarını sürdürmesine ve şiddetin devam etmesine zemin de yaratmışlar, halkı yalnız bırakmışlardır.
İktidarın hukuk ve demokratik dışı eylemleri karşısında kenetlenen ve şiddete bile maruz kalmalarına rağmen dağılmayan halkın içinde kurumsal boyutta yer almayan söz konusu siyasal partiler, hala iktidar karşısında çatı aday arıyoruz diyerek, gerçekte böyle bir çatının altındaki tabanın içine girmeden, o tabana bakmadan, kendilerinin tepeden tavanda belirleyip dayatacakları adayın, halkta geniş karşılığı olan çatı aday olabileceğini düşünüp, bu yöntemin de halka dayatma değil demokrasinin gereği olduğuna herkesin inanacağını sanıp, rahat hareket edebilmişlerdir.
***
Nasıl ki AKP demokratik olmayan yapısıyla demokratik hükümet görevini yürütüyor ve ülkede bu olaylar yaşanıyorsa, muhalefet de her şeyi görüntü veya söz ile halledeceğini sanıp, demokratik olmayan bakış ve uygulamalarıyla ondan geride kalmıyor. Demokrasi hala daha bu halde ise, kuşkusuz o ortam içindeki iktidar ve muhalefetiyle bu halde…
Ömer Faruk Eminağaoğlu  /  SOL

Bir Ülkenin Ölümü- ÇİĞDEM TOKER

Bittiğinde 2.5 milyon ağaç kesilmiş olacak. 
70’den fazla hayvan türü ortadan kalkacak. 
Kentin hayat damarları olan su havzaları kuruyacak. 70’den fazla sulak alan beton dolgularla kapatılacak.

Leylekler, geyikler, kartallar... 
Onlarca hayvan türü, endemik bitki yok olacak. 
Hiçbir şey onları durduramıyor. 
Önce “acele karar” alıp köyleri kamulaştırdılar. 
Binlerce ağacı kestiler. 70 gölün suyu da kanallarla Karadeniz’e boşaltıldıktan sonra artık İstanbul’un 3. Havalimanı temel atmaya hazır. 
Hiçbir şey onları durduramıyor. 
Ne hukuk, ne mahkeme kararı, ne doğa sevgisi, ne kuraklık... 
İşaretleri gelmeye başlayan, katlettikleri doğanın, günün birinde kimseden izin almadan kendi yasasını uygulayacak olması bile korkutmuyor... 
Doğa bu... Günü geldiğinde ne mahkeme kararı, ne ruhsat, ne lisans, ne ihale, ne rant, ne de pazarlık dinler.
İstanbul ölüyor.
***
Yeryüzünün en eşsiz yaylalarından birinde doğup büyümüş. 
Şimşirdereli Havva Bir’in taşıyamadığı bacağı mosmor. 
HES müteahhidini koruyan jandarmanın copuyla davul gibi şişmiş. 
Tek suçu üçbeş megavatlık bir santral uğruna destursuz girilen hayat alanını savunmak... 
O onurlu kadın İkizdere’de “Bizi susuz bırakmaya ne hakkınız var?” diyedursun, çantacı-rantçı-devlet işbirliğiyle Ankara’daki salonlarda hâlâ “Yatırımcıyı teşvik”, “Enerji ihtiyacı” ezberleriyle anlaşmalar imzalanmaya devam ediyor. 
Bir değil, üç değil, 100 değil. 
Gümüşhane, Trabzon, Rize, Artvin, Ordu, Bayburt ve Giresun’da 2 bin HES planlanıyor. 
Karadeniz ölüyor.
***

Çantacı-rantçı-devlet el ele. 
Enerji ihtiyacı, ÇED raporu, acele kamulaştırma, su kullanım anlaşması, yürütmenin durdurma kararının kaldırılması, jandarma coplarıyla ölüyor bu ülke. 
Meydanlar, salonlar hâlâ utanmadan “Bir karış vatan toprağı” hamasetiyle inlerken, bir santiminin 10 bin yılda oluştuğu topraklar yağmacılara teslim ediliyor. 
Ne içme suyu, ne yok olan balıklar, ne karacalar, ne çiçek kokusu... 
Hiçbir şey korkutmuyor onları. 
Günü geldiğinde ne mahkeme kararı, ne ruhsat, ne lisans, ne ihale, ne rant, ne de pazarlık dinleyecek olan doğanın intikamı bile.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

7 Haziran 2014 Cumartesi

AKP’nin İçi; Kapalı Kutu-ŞÜKRAN SONER



CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak dünkü gelenekselleştirdiği ekonomik gidişe ilişkin raporunda, Başbakan Erdoğan’ın ekonomi yönetimini 3 ay içinde değiştirebileceğinin altını çiziyor. Zaten periyodik ekonomik duruma ilişkin genel değerlendirme raporları hep ilgimi çekiyordu, dünkünü daha da anlamlı buldum. Biliyorsunuz medyaya güncel en çok yansıyanı, üzerinde tartışma yapılanı, tek konueksenli; Başbakan Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı ve kararlarını ağır eleştirileri üzerinden...
Sadece özerklik kapsamında geçerli hukuksal düzenlemeler nedeniyle değil,Başbakan’ın fren tutmayan söylemlerine yansıttığı öfkesine karşın, istifası beklenen Başkan Başçı’nın görevden alınması ile ortaya çıkabilecek piyasalardaki güven bunalımı kaygılarıyla, Başçı’ya Bakanlar Kurulu’na sunulan savunması çerçevesinde süre tanındığı biliniyor. Ekonomiden sorumlu bakanlar Babacan ve Şimşek’in Başçı’nın yanında, daha doğrusu kararına ilişkin çok ölçülü desteklerinin haberlerini dinlediğimizde zaten Erdoğan ile ekonomi yönetiminin karşı karşıya geldiklerinidüşünmüştük... Piyasa yorumlarında, Başbakan’ın “faiz indirimi istemininreddedilmesi” tartışmasında, bakılan pencereye göre Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan ile uzun soluklu ekonomik veriler üzerinden değerlendirme yapan bankanın, kendi pencerelerinden haklı oldukları vurgulamaları ile söz konusu tartışmanın tatlıya bağlanması, güncel gündemden düşürülmesi yeğlenmişti...
***
Demokrasinin işlediği her ülkede bu türden tartışmaların sağlıklılık işareti sayılması gerektiği, bizde mutlak otorite Başbakan Erdoğan’ın yönetim üslubu yüzünden sorun gibi algılandığı, İktidarlarının 12 yılı içinde çok az da olsa bu türden gelişmelerin görülebildiği anımsatmalarını duyar gibiyim... Özellikle Cumhurbaşkanı Gül ve partininkurucu kıdemlilerinden Arınç için birden fazla örnek verilebilir... En dikkat çekici olanları kuşkusuz Gezi sonrası yaşanan örneklerdi... Ancak Başbakan Erdoğan’ın İktidarlarını yönetme üslubu içinde çok çarpıcı yanıtlarını da unutmamalıyız. Gezi sürecinde önce biraz sessiz kalmış, sonra yurtdışı dönüşünde bir güne, akşamsaatlerine taşırarak sığdırdığı 4 ayrı halka seslenişte, parti içi çatlak seslere karşı öfkesini, tüm muhalefet ve Gezi kadrolarını asıl hedef almış olarak fazlası ile kusmuştu... Kuşkusuz bizler cemaatle bozulan ortaklık kutsal İktidar ittifakında gelinen boyutları, en yakın çevresi, parti kurucusu arkadaşlarının içinden yerine bir başkası getirilerek kendisine yönelik darbe kaygılarını henüz duymamıştık...
***
Diyebilirsiniz ki.. “Doğal ilişkileri nedeniyle en çok karşısında durabilenlerle Gezi sonrası da birden fazla konuda kendi siyasal raconlarına göre ‘edepli’ üslupta karşı karşıya gelişleri oldu. Bugün gelinen noktada Gül ya da Arınç gibi ağır top isimlerin Erdoğan’ın iradesi karşısında kesin bir duruşları asla beklenmemeli... Hele Babacan gibi uzun soluklu gözde velihatı sayılmış isimlerden asla...” AKP’ye en yakın çevrelerin yalancısıyız... Aslında işler sarpa sardıkça, Başbakan Erdoğan’ın fren tutmayan öfkesi, başına buyruk yönetim algılaması... Hele de cemaatle ortaklığın bozulması, 17 Aralık süreci sonrası yaşananlarla.. içerden bizim algılamalarımızın, saklananların ötesinde tahribatlar var...Kirli, ele geçirilmiş sermaye-medya çıkar ilişkilerinin.. binlerce yargı, galiba on binlerce polis, kamu görevlisi temizliği sayesinde, ortaya saçılmış kirli çamaşırların suçlularının yargı önünde hesap vermeleri şimdilik gündemden düşmüş, dosyaları ortalıktan kaldırılmış olsa da kapalı kutu AKP içindeki deprem, tahribat öyle kamuoyuna yansıtılmaya çalışıldığı gibi hafif değil. İçerde tutulmaya çalışılan çatlaklar öyle dışardan sıvayla, badanalarla kapıtalabilecek gibi hiç değil... AKP içinde yaşananları, daha doğrusu dile getirilemeyenleri, kaygı, tepkileri, parti içi demokrasi kültürü sıfır, biat kültürü, hele de kaderini, geleceğini Başbakan Erdoğan’a bağlamışlıkla sınırlı olarak algılamak çok yanlış olabilir... Elbette AKP’nin dağılmamasını duygusal taraf olmanın çok ötesinde, kendi çıkarları ile de bağlantılı olarak da isteyen bir çoğunluk ve de deneyimli siyasetçiler var... Ama Başbakan Erdoğan kimliği üzerinden öylesine bir güç, ağırlık, baskı gerçekliği, örülmüş kader bağları ağı var ki... Ağzını açanın hayatı kayacak. Siyaseten sonunun geleceği baskısı,korkusu öylesine egemen, belirleyici ki... Susmak bugün için yenilgi olsa dagelecekte var olma kapısı... Yine de bu haliyle AKP’nin, İktidarlarının ayakta tutulması sanılandan çok daha zor...


ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet