19 Ocak 2017 Perşembe

Kılıçdaroğlu Bahçeli ile neden görüştü? - İLKER BELEK

Yanıt net: Cumhurbaşkanlığına Ekmeleddin’i, Ankara belediyesine Yavaş’ı neden aday gösterdiyse ondan.
O zaman CHP’yi MHP’ye yedeklemişti, o MHP şimdi AKP’ye yedeklendi. Artık Bahçeli’ye “başkanlığa destek verme” dense ne anlamı olur ? Açıklayacağız.
Kılıçdaroğlu’nun Baykal’ın kasetle indirilmesi üzerine parti başkanı yapılmasından sonra CHP özel bir misyonla hareket etmektedir.
O misyon AKP’nin kurmaya çalıştığı Yeni Türkiye’nin, bizim tanımlamamızla ikinci cumhuriyetin kurulmasına ortak olmaktır.


Tabanının da kabul ettiği gibi CHP’nin iktidar olmak gibi bir derdi ve olacak hali yoktur. Ama bu sonuç CHP ya da Kılıçdaroğlu’yla ilişkili değildir.
Zira artık kapitalist sistemin sosyal demokrat nitelikli bir partiye ihtiyacı kalmamış, devir değişmiştir.
Kapitalist sistem krizdedir. Toparlanma ihtimali bulunmamaktadır. Böyle olduğu için sermaye sınıfının yapabileceği tek şey, sosyal devlet döneminde işçi sınıfının basıncıyla kabullenmiş bulunduğu toplumsal sözleşmeyi yırtıp atmak ve mutlak sömürüyü derinleştirmektir.
Sosyal demokrat partiler kapitalizmin sosyalleştiği, kar oranlarının sosyalleşmeye olanak tanıyacak kadar yükseldiği çağın yapılarıdır.
CHP bu nedenle, bu sınırsız sömürü döneminde, halk sınıflarını dikkate alan her tür işlevini yitirmiştir. Oysa 1970’lerde Ecevit’in “toprak işleyenin, su kullananın” sözlerinin gerçek bir toplumsal karşılığı bulunuyor ve CHP buna uygun hareket edebiliyordu. Kapitalist düzen CHP’ye bu olanağı tanıyordu. CHP o dönemde düzenin gerçek bir muhalefet partisiydi.
Sınırsız sömürü döneminde ise, düzenin sahipleri, düzen içi bir aktöre bunu yaptırmazlar. CHP’nin kaderini, siyasetini belirleyen şey bu gerçekliktir. Avrupa sol partilerinin kişiliksizleşmesi de aynı durumla alakalıdır.
Artık toprağı işleyene, suyu kullanana verebilmek için kitleleri sosyalizm mücadelesine örgütlemek gerekir.
CHP için imkansız olan budur.
Kendisini ilga edemeyeceğine göre CHP açısından geriye tek bir seçenek kalmıştır: AKP’ye muhalefet ediyormuş rolünü oynamak.
AKP 1920 cumhuriyetini tamamen tasfiye etmek için çalıştığından CHP laiklik gibi kuruluş ilkelerini de görmezden gelmek zorundadır.
Dönem değişmiş, sermaye sınıfının siyasal gereksinimleri yeniden şekillenmiş, AKP buna göre siyaset üretmiş, yeni dönem düzen içi muhalefeti gereksiz kıldığı için CHP Kılıçdaroğlu’na teslim edilmiştir.
CHP’nin muhalefet ediyormuş gibi görünme görevi Kılıçdaroğlu’nın başkanlığa taşınma biçiminden bellidir: CHP yeni işlevini gayet iyi kavramış ve bu operasyona CHP’lilerin sesi bu nedenle çıkmamıştır.
Ancak CHP’nin tek işlevi muhalefet etmemek değildir. 2013 Haziran direnişi sonrasında yeni bir sorumluluk yüklenmiştir. O da, Haziran günlerinde patlayan enerjinin düzen dışı kanallara akmasını önlemektir. Bir operasyonla şekillendirilen CHP, halk sınıflarını düzen içinde eritmek amaçlı bir operasyonun sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ekmeleddin ve Yavaş’ın aday gösterilmeleri buna karşılık gelir.
Tabloyu tamamlayan son rötuşlar ise anayasaya aykırı olduğu kabullenilerek milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ve 15 Temmuz darbe sürecinde AKP’ye verilen destek olmuştur.
Bunların tamamı bilinçli tercihlerdir, çaresizlik, öngörüsüzlük sonucu oldukları düşünülmemelidir.
Kılıçdaroğlu’nun Bahçeli ile görüşmesini de buraya bağlamak gerekir. Kılıçdaroğlu başkanlığın engellenmesi konusunda ne gerekiyorsa yapıldığı havası yaratmak üzere Bahçeli’nin kapısını tıklamıştır. Maksat sonuç çıkarmak değildir, zaten bu görüşmeden herhangi bir sonuç çıkmayacağını herkes bilmektedir.
Bahçeli’nin odasından çıkacak tek şey, rejim değişikliğine karşı CHP tabanındaki son tepki kalıntısının da umutsuzluğa bağlanmasıdır. CHP’nin görevi laik kesimin siyasetsizleştirilmesidir.
CHP, MHP’lileri başkan adayı gösterdiğinde, Türkiye’de laiklik tehdit altında değil dediğinde, dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet dediğinde, Yenikapı’da AKP ile kol kola girdiğinde başkanlığa zaten onay vermişti.


Rejim değişikliği konusunda en az AKP ve MHP kadar sorumluluk sahibidir.
O nedenle başkanlığa hayır denilecek bu dönemde bir hayır da CHP’ye denilmek zorundadır. CHP sınırsızca sömüren Türkiye kapitalizminin asli aktörüdür.

İlker Belek / SOL

Yeni müfredat önerilerinde büyük yanlışlıklar: Osmanlı’ya eleştirel bakmazsan... - ORHAN BURSALI

Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı ve tartışmaya açtığı yeni müfredat içeriği ile ilişkili görüşleri okuyorum. Mesela “Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi” dersinde bilim eğitim başlığı altında öğretilecekler sayılıyor: Tekke, Zaviye, Sahnıseman, Darülmuallimat, Darülfünun, Enderun...
Osmanlı dönemlerinde “eğitim kurumları”nın neler olduğunun öğretilmesine karşı çıkmam. Ama mesela zaviye, tekke, dergâh, tarikat vb gibi, dini yapılaşmaların işlevlerini ve genişlemelerini sürdürdükleri yerleri “bilim ve eğitim kurumları” kabul ettiğini görüyoruz Bakanlığın. Ne eğitimi? Ne bilimi?
Tüm bunlar, halk için o dönemin evrensel nesnel bilgilerini ve okuma yazmayı öğretecek yaygın kurumların olmadığı, neredeyse 500 yıllık koca Osmanlı döneminde halkın hadi ileri kesimlerinin diyelim içine tıkıldığı yerlerdi. Oralardan hiçbir şey çıkmadı bilim, eğitim uygarlık adına.
Koskoca Osmanlı’dan bilim adına bize kalan bir cehalet dönemidir...
 
Elde var sıfır
Doğan Kuban bir toplantıda anlatıyordu. Oturmuş 3-5 yılını Avrupa ile Osmanlı’nın bilim, düşünce sanat karşılaştırmalarını yapmak için kaynak okumaya vermiş. Sonuçta Avrupa ile karşılaştıracak bir şey bulamamış.
Osmanlı’ya bir kahramanlık destanı olarak bakmak, ülkemize bir şey kazandırmaz. Osmanlı’nın neden çöktüğünün somut bilgileri verilmeli, mesela neden “1800 yılında Osmanlı Devleti’nin hiçbir yerinde okur-yazar oranı yüzde 5i geçmemekteydi ve ülke genelinde ortalama okur-yazar oranı muhtemelen yüzde 1di... Tanzimat dönemi sonunda Ahmet Midhat Efendi okuma yazma bilmeyenlerin nüfusun yüzde 90-95i kadar olduğunu, bunların kalemsiz ve dilsiz olduklarını yazmaktaydı...”
Oysa bir yazımda belirtiyordum:
19. yüzyıl ortalarında Avrupa’da yetişkinler arasında okur-yazarlık oranı büyük ölçüde artmış ve yüzde 50’lerin üzerine çıkmıştı. Mesela Almanya, Hollanda, İsviçre ve İskandinavya yüzde 70’in; İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika yüzde 50’nin üzerinde bir okuma yazma oranına erişmiştir. (Oktay Yenal’ın “Ulusların Zenginliği, Eğitim Boyutu” kitabına bakın...
 
300 yıllık boşluğu anlatın
Milli Eğitim yetkililerini, bu müfredatı hazırlayanları, mesela 1920’lere kadar Osmanlı ile Avrupa arasındaki 300 yıllık ister boşluğu deyin, ister gecikmeyi, ister mesafeyi, öğrencilere anlatmak hiç ilgilendirmiyor.
Geçmişten nasıl ders çıkartacağız?
Nedenleri niçinleri merak edecek bir eğitim sisteminiz yoksa bir işe yaramıyor.
Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethediyor, dönemin en güçlü lideri..
Avrupa Ortaçağı bitiriyor. Bilimin, teknolojinin sanayi devriminin ilk filizlenmeleri yeşeriyor.
Oysa tam da o yıllarda, dönemde İslamın Altın Çağı’nın sonu yaşanıyor. Bilim, felsefe, buluşlar, Avrupa’ya fark atmış.
Abbasilerle patlayan Altın Çağ, gerileme ve sönme dönemine giriyor.
Fatih, dönemin en büyük gücü olarak, İslamın Altın Çağı’nın sürdürülmesi önünde kararlar alsaydı, Osmanlı ve Türkiye bambaşka bir kulvarda ilerliyor olacaktı.
Oysa Osmanlı’da eğitim, medreselerde dinsel nakli ilimlerin cenderesine sokulacaktı...
 
Osmanlı’ya hizmet için her şey



“Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi yapısının çok tabiî bir sonucu olarak medreseler, kanaatimizce Osmanlılarda genellikle bürokrasiye eleman yetiştiren kurumlara dönüşmüş, ulema da bürokrasinin bir parçası hâline gelmiş... ...son devirlere kadar bu konumu hiçbir şekilde değişmemiş... İlim ve düşünce ancak bu sınırlar içinde ve devlet hizmeti için söz konusu olmuş...(Ahmet Yaşar Ocak)
Niye sanat yoktu Osmanlı’da..
Niye önemli müzisyenler çıkmadı?
Heykel, resim de yoktu. Bunlar olmayınca, tabii ki bilim de teknolojide, düşüncede yaratıcılık da olmazdı (Kuban).
Herkesin Padişahın kulu olduğu, Padişahın çıkarlarına hizmetin esas olduğu bir toplum yapısında, bu saydıklarımızın ne işi olabilirdi?
Mukayeseli bir kültür anlatımı yapılmazsa, çağdaşlığın, uygarlığın hedefleri önümüze konmazsa.. dünya tarihinin bize uygun gördüğü rol köle olarak kalmaktır.
Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kazanım ve değerlerini dışla, “daha fazla imam hatip okulları açacağızde (Çavuşoğlu), ‘Cihat’ı değerler sistemine sok, büyük bilim-düşünce akımlarından mesela pozitivizmi, dahası sekülarizmi bile sapkın düşünceler olarak damgalamanın peşinde koş...
Adeta bir cihatçı, köktendinci bir eğitim anlayışı ucundan ucundan eğitim sistemine el atmış durumda.
Bu kafayla gidecek hiçbir yerimiz yok.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Atatürk’e çatmanın dayanılmaz cazibesi - ALİ SİRMEN

Demokrasinin rafa kaldırılıp tek adam diktasının anayasal tescilini amaçlayan anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında, Bekir Bozdağ şöyle demiş:
- Bu yeni bir şey değil, Atatürk ve İnönü de partili cumhurbaşkanları idiler.
Atatürk’e çatmanın dayanılmaz cazibesinden bir türlü kendilerini kurtaramayanlar da bunun üzerine hemen eski defterleri ortaya döküp güya eleştirilerini sundular:
- Doğrudur, ama şimdi siz de aynı şeyi yapıyorsunuz.
El insaf! Amaçları laik Cumhuriyeti kurup, pekiştirip, güçlendirmek olanlar ile, onu yıkıp kalıntılarını süpürmek isteyenler arasında nasıl bir ayniyet olabilir ki?
Tarihsel olayları irdelerken dönemin koşulları içinde değerlendirmeyip, geçmişe sanki günümüzün koşulları o zaman da mevcutmuş gibi bakarak, yargıya varmak cehalet ile saçmalık arasında kolan vurmak sonucunu doğurur ve “Fatih insan haklarına saygılıydı” gibisinden anakronik safsataların telaffuzuna yol açar.
Fatih zamanında insan hakları diye bir kavram yoktu ki, hükümdar ona saygı göstersindi.
Kuvvetler birliği ilkesinin ürünü olan 1921 Anayasası’na göre hareket eden ve kurtuluş savaşını zafere yönelten birinci Meclis döneminde de, Cumhuriyeti ilan eden ikinci Meclis döneminde de, kuvvetler ayrılığı, daha toplumsal yaşamımızda kök salmış bir kavram değildi.


***
Bu gerçeği saptadıktan ve iki dünya savaşı arası dönemde sanki Türkiye’de demokrasinin koşulları olgunlaşmıştı da, Atatürk ve İnönü engellemişlermiş gibi bir yargının insafsızın ötesinde abes olduğunu vurguladıktan sonra, hemen belirtelim:
Aklı başında hiç kimse Atatürk ve İnönü dönemlerinin demokrasi olduğunu ileri sürmez.
Aklı başında hiç kimse, tek parti dönemi yöntemleri ve kurumlarıyla 21. yüzyılın sorunlarına çare bulmaya, dertlerine deva olmaya kalkışmaz.
Bu gerçeğin altını böylece çizerken, başka bir gerçeği de görmezden gelemeyiz:
Tek parti dönemi, o dönemin Cumhurbaşkanı ve tek partisinin de, Genel Başkanı olan İnönü’nün önderliğinde, herhangi bir zorlama ve tehdit olmaksızın, siyasal iktidarın iradesiyle, tersine, yani çok partililiğe dönüşmüştür.
Bu dönüşüm sürecinin en önemli kilometre taşlarından biri de İnönü’nün cumhurbaşkanlığı makamını partiler üstü konuma kavuşturmak için attığı adımdır. İnönü hükümetin baskısından yakınan muhalefet partisi DP’nin lideri Bayar ile Başbakan Recep Peker’i Çankaya’ya çağırıp, dinledikten ve Bayar’a baskı yapılmasına izin verilmeyeceği konusunda teminat verdikten sonra, 12 Temmuz beyannamesi diye anılan açıklamasında şunları söylüyordu:
- Ben Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı da müsavi derecede vazifeli görürüm.
Cumhurbaşkanı İnönü, 18 Eylül 1947’de verdiği demeçte ise şunu açıklıyordu:
“Müfrit ve mutedil idare amirlerine her iki partiye karşı eşit şekilde vazife yapmak mecburiyetinde oldukları ve memur kaldıkları müddetçe herhangi bir şekilde partizanlık yapamayacakları yönünde kati talimat verdim.”
14 Mayıs 1950 seçimleri gerçekten bu teminat altında yapıldı ve iktidar el değiştirdi. 



***
Sonuçlarına bakıldığında tek partinin öyküsü otoriterlikten demokrasiye dönüşümün, çok partili dönemin öyküsü ise demokrasiden istibdada dönüşün öyküsüdür.
Biri laik cumhuriyeti kurmak, pekiştirmek, öbürü yıkmak peşinde olan ve her ikisi de haklılıklarını bu amaçlarında arayan iki iktidarın arasında herhangi bir ayniyet olamayacağı hususunu da bir kez daha vurguladıktan sonra Atatürk döneminin meşruiyeti konusuna gelelim:
Meşruiyet konusunda çağdaş ölçüt şudur:
Eğer bir iktidar topluma işbaşına geldiğinde var olandan daha fazla, hukuki, sosyal, ekonomik, politik hak sağlamışsa, demokratik meşruiyete sahiptir, sağlamamışsa değildir.
Bütün dönemleri bu ölçüye vurun! Kimin ne kadar meşru olup olmadığını rahatlıkla görürsünüz; tabii eğer izanınız Atatürk’e takmanın dayanılmaz cazibesi tarafından malul kılınmadıysa...


ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

18 Ocak 2017 Çarşamba

Feyhaman Duran; iki dünya arasında bir köprü - METİN CELAL

Osmanlı’da doğmuş, yetişmiş, olgunluk çağlarını Cumhuriyet döneminde yaşamış bir sanatçı Feyhaman Duran. Hat sanatı levhalarını natürmortlarında kullanacak kadar gelenekselle yakından ilgili, ama öncü de, Paris’te resim eğitimi almış, Cumhuriyet’in en önemli portre ressamlarından sayılıyor. 



Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılını kapsamlı bir Feyhaman Duran sergisi ile kutluyor. Sabancı Holding’in katkıları ve İstanbul Üniversitesi’nin işbirliğiyle düzenlen “İki Dünya Arasında” isimli sergide Duran’ın 997 eseri, sanatçının yaşamöyküsünün de izini sürerek sergileniyor.
Kendisine ün kazandıran portrelerinin yanı sıra peyzaj ve natürmortları, güzel yazı çalışmaları, minyatür, hat, tezhip ve seramikleri de yer alıyor sergide. Duran’ın evi ve atölyesi sergi alanında canladırılmış. Yaşadığı ortamla birlikte yaşadığı dönem, hem İstanbul hem de Paris’ten görüntülerle yansıtılarak izleyicilerin ressamın çağının içinde nasıl konumlandığını anlamaları sağlanmış. Aile yadigârı hat koleksiyonu da sergide yer bulmuş. Güler Sabancı’nın belirttiği gibi hat ve resim koleksiyonları ile tanınan Sakıp Sabancı Müzesi’ne çok uygun bir sergi ve ressam.
İstanbul Üniversitesi’nin katkısı önemli.
Feyhaman Duran sağlığında evini, içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber korunması amacıyla İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamış. Sergide Sabancı Müzesi koleksiyonunda bulunan eserlerin yanı sıra bu evden gelen eserler ve diğer koleksiyon ve Feyhaman Duran’ın çalışma aşamalarını yansıtan eskizleri yer alıyor.
Feyhaman Duran 17 Eylül 1302 (1886) İstanbul Kadıköy doğumlu. 5 yaşındayken kaybettiği babası Süleyman Hayri Bey şair. Ailesinde hattatlar da var. Annesini de genç yaşta kaybetmiş. 1895 yılında başladığı Galatasaray Sultanisi’nde resim öğretmenleri Viçen Arslanyan Efendi ve Şevket (Dağ) Bey, Feyhaman’ın yeteneğini keşfetmiş ve onu desteklemişler. 1910’da Abbas Halim Paşa, ailesinin portrelerini ısmarlamış genç ressama ve bu iş ona Paris yolunu açmış. Abbas Halim Paşa’nın desteği ile Paris’te resim eğitimi almış. Hocası Jean Paul Laurens’in etkisi ile de portre çalışmalarına ağırlık vermiş. “O dönemde artık bir yenilik olmaktan çıkmış, hatta bir anlamda akademikleşmiş olan empresyonizm”den etkilenmiş. I. Dünya Savaşı çıkınca 1914’te birçok ressam arkadaşı ile birlikte İstanbul’a dönmüş, Türk resminde 1914 Kuşağı’nı oluşturmuşlar. Savaş yılları herkes gibi onun için de maddi açıdan sıkıntılı geçmiş. 1919 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Kız Güzel Sanatlar Okulu) öğretmenliğe getirilmesi onu madden rahatlatmış. Uzun yıllar öğretmenlik görevini yürütmüş. Bu arada toplu resim sergilerine katılmış. Sanat örgütlerinde görev yapmış. 25 Ağustos 1922’de öğrencisi Güzin Hanım’la evlenmiş. 1938’de ressamların yurt gezileri programında Gaziantep’e gidip 10 tablo yapmış. Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün portrelerini çizmiş. Topkapı Sarayı Müzesi’nde çalışmalar yapmış. Geleneksel sanatları incelemiş, eserlerine yansıtmış. 6 Mayıs 1970’de vefat etmiş ve Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilmiş. (bkz. “Türk Resminde Bir Temel Taşı”, Gül İrepoğlu, antikalar.com/turk-resimde-bir-temel-tasifeyhaman- duran/)



Güzin Hanım’ın ailesinden Hattat Yahya Hilmi Efendi’den kalan Süleymaniye’deki evde neredeyse tüm yaşamlarını geçirmişler. İstanbul Üniversitesi’ne intikal eden ev de burası. Gerekli tamirat yapıldıktan sonra bu evin “Feyhaman Duran Müzesi” olarak halka açılması bekleniyor.
Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “İki Dünya Arasında” 30 Temmuz’a kadar sürecek. Sergi süresince Feyhaman Duran belgeselinin gösterimi, konferanslar ve çocuklara yönelik atölyeler de gerçekleştirilecek. Kaçırmayın.

Metin Celal / CUMHURİYET

Döviz piyasasında kargaşa: Merkez Bankası nereye? - ERİNÇ YELDAN

Döviz piyasasında kargaşa sürüyor. Yılbaşından bu yana doların Türk Lirası karşısındaki fiyatı 3.58’den 3.94’e değin yükseldikten sonra hafta sonu 3.72’ye geriledi. Nereden bakarsanız bakın, Türk Lirası’nın değer kaybı (eski ifadeyle devalüasyonu) yıllık bazda yüzde 25’i aşmış durumda. Bu kaybın büyüklüğü kadar, dövizin fiyatındaki aşırı oynaklık ekonomide karar alıcıları ve beklentilerini son derece olumsuz etkiliyor. 



TC Merkez Bankası ise bu çalkantıya faiz oranlarını açıkça değiştirmeden, dolaylı yollardan değiştiriyormuş gibi yaparak müdahale etme çabasında gözüküyor. Kısaca anımsayalım:
“Merkez Bankası faizi” dediğimiz şey aslında bankaların TCMB’den sağladıkları likidite ihtiyacının faiz maliyetini gösteriyor. Bu da kabaca iki ana yoldan oluşuyor: (1) haftalık repo piyasasından; ve (2) gecelik fon piyasasından. Haftalık repo faizi yüzde 8; gecelik piyasada ise gene iki olanak var: gecelik repo piyasası ve geç likidite (saat 16.00 sonrası, yani “son çare”) penceresi. Gecelik repo piyasasında faiz oranı yüzde 8.50; geç likiditede ise yüzde 10. Karışık değil mi? Evet, kesinlikle. TC Merkez Bankası da işte faizleri değiştirmeden, faiz maliyetini arttırmanın sırrını bu karmaşanın simyasında denemekte.
Geçen hafta Merkez Bankası önce haftalık repo ihalelerini iptal etti ve haftalık piyasada yüzde 8’den borçlanma olanağını kaldırdı. Sonra bu yetmeyince bankalararası para piyasasında borçlanma sınırını önce 22 milyar TL’ye, daha sonra da 11 milyar TL’ye indirdi. Yani, bankacılık kesiminde ihtiyaç duyulan likiditeyi yüzde 8-8.5 ile daha ucuza borçlanma olanağını ciddi biçimde sınırladı. Nakit ihtiyacı olan bankalar zorunlu olarak daha yüksek faiz ile çalışan (yüzde 10) geç likidite penceresine yöneltildi. Bu “ahlaksız teklif” aracılığıyla nakit ihtiyacı olan bankaların ödemek zorunda kaldıkları ortalama faiz maliyeti yükseltilmiş oldu, halbuki tek tek piyasalara bakıldığında faiz oranları değiştirilmemişti.
Böylelikle para piyasalarında Türk Lirası arzı sıkıştırıldığından, ellerinde dolar tutanların gevşemek zorunda kalacağı ve dolar talebinin düşeceği umuldu. Geçen hafta doların fiyatındaki çalkantı işte bu umut ile umutsuzluk arasındaki gidiş gelişin öyküsüdür.

                                                            ***
İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değeri üç biçimde tanımlanır: (1) faiz oranı; (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır. Türkiye’de beklenen enflasyonun yüzde 10; uluslararası risk priminin de yüzde 3.5- 4 arasında olduğunu düşünürseniz, beğenseniz de beğenmeseniz de Türk Lirası üzerindeki denge faiz yükünün yüzde 13- 14 arasında olması gerektiğini görmemiz gerekmektedir. Bu da, mevcut yüzde 8-10 arasının oldukça üstündedir.
Küresel döviz piyasalarında bir günde gerçekleşen işlem hacminin 4.5 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu türden bir işlem hacmini “elinde dolar tutan teröristtir” milliyetçilik retoriği ile yönlendirmek mümkün değildir. Eğer küresel sermaye hareketlerine açık bir ekonomi modeli izlenecekse, “oyunu” (evet kapitalizmin kumarhane masalarında gerçekten bir “oyun” oynanmakta) kurallarına göre oynamanız, uluslararası işbölümünde size düşen görevi yerine getirmeniz gerekmektedir; yani “yükselen piyasa” olmak için yüksek faiz ile çalışmak...
Oysa bir başka yol daha var, anımsatalım: sermaye hareketlerinin denetlenmesi ve kontrolü, Şili, Malezya örnekleri... Neden olmasın? Aykırı düşünmek niye bu kadar zor?


Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Varlık Barışı diye bir fondöten - ÇİĞDEM TOKER

Bütçe dendiğinde, eskiden “açık” nedir, en çok ona bakılırdı. Gelir ile gider arasındaki fark fazla mı, devlet yılın başında tahmin ettiği açık rakamını tutturabilmiş mi, iyi vergi toplamış mı, neye ne harcamış gibi sorulara yani.

“Açık” kavramı yine önemli. Fakat artık, kapatıcı özelliği güçlü fondöten misali, bazı makyaj teknikleri uygulanıyor.
Örneğin en son 2016 bütçe sonuçları. Evet, tam bir yıl önce gelir ile gider arasında 29.7 milyar TL diye tahmin edilen açık tahmini tuttu. Hatta Maliye Bakanı Naci Ağbal, öngörülenin 430 milyon TL de altına indiklerini bile söyledi.
Ne ki, makyaj kalktığında ortaya çıkan şu: Vergi yapılandırması denilen, özel kanunla çıkarılmış “af” olmasa, açık hedefi tutmayacaktı. Geçen yıl ortasında başlatılan bu uygulama sonucu gelen 13.7 milyar TL bütçeye artı yazdı çünkü. Bu makyaj, bütçedeki harcama artışlarını perdelemede epeyi işe yaramış olmalı. 2016’da kamu harcamaları aldı başını gitti çünkü yine.

                                                                             ***
Taşıttan örnek verelim. Her başbakanın, yılda en az bir kez mikrofonlar önünde açıklama yaptığı konudan: Taşıt harcamalarında tasarrufa gidilecek. Maliye’nin yeni verileri, bu beyanın usanç yaratan samimiyetsizliğini bir kez daha kanıtladı. 2015’te kamu taşıtları için, bütçeden 1 milyar 537 milyon TL harcanmıştı.
Son aralık bütçe rakamlarıyla gördük ki, 2016 yılındaki toplam taşıt harcaması 2 milyar 270 milyon TL’ye ulaşmış.
Bırakın tasarrufu, 733 milyon TL’lik bir artıştan söz ediyoruz. Bu tutarın 1 milyar 58 milyon TL’siyle havayolu taşıtları alınmış. (Aralarında, geçenlerde 77.8 milyon dolara satın alındığı THY’ce KAP’a bildirilen Tunus’un devrik lideri Zeynel Abidin Bin Ali’nin Airbus A340 – 500 tipi uçağı var mı emin değiliz. Fakat uçak alımlarında en yüklü tutar, 425.8 milyon TL ile yine aralık ayında yapıldığını belirtelim.
Geçen yıl vergilerimizden yapılan taşıt alımlarının 886 milyon TL’si zırhlı makam araçları dahil kara taşıtları, 336 milyon TL’si de demiryolu araçlarına dair.
Taşıt bahsine ek olarak, 2015’teki 1.5 milyar TL’lik taşıt alımının 569 milyon TL’si havayolu, 934 milyon TL’si de yine zırhlı araçlara dahil, karayolu taşıtları içindi.
Bu arada bütçe verilerine göre 2013 yılında 756 milyon TL olan taşıt harcamalarının, dört yıl içinde üç katın üzerinde arttığını da not düşelim. 


                                                                                ***
Yıllar itibarıyla, en istikrarlı artış gösteren farklı harcama kalemlerinden biri taşıtsa, diğeri de “özel güvenlik harcamaları”. Hani terör örgütünün Çağlayan Adliyesi’nde rehin alınarak şehit edilen Savcı Mehmet Selim Kiraz olayında, kaldırılacağı söylenen, en fazla alımın yapıldığı Akdeniz Güvenlik şirketini anlattığım yazımın erişimin engellenmesi kararına konu olduğu şirketler. Geçen yıl özel güvenlik şirketlerine, bütçeden 1.5 milyar TL ödendi. Bu, 2013’te 534 milyon TL olan harcama kaleminin, dört yılda üç katın üzerinde bir artış gösterdiği anlamına da geliyor.
Üstelik devlet tekelindeki güvenlik harcamalarının arttığı bir zaman diliminden söz ediyoruz. Yine son iki yıl karşılaştırmasından örnekleyelim: 2015’ten 2016’ya toplam bütçe harcamaları yaklaşık yüzde 15 oranında artarken, kamu düzeni ve güvenlik hizmetlerine ayrılan pay yüzde 21 oranında artmış. Hasılı, büyük binalar, saraylar yapıldıkça özel güvenlik harcamasının arttığını söylemek yanlış olmaz. Yerin izin verdiği ölçüde dikkatinize getireceğimiz son seçilmiş verimiz de “mefruşat” harcaması olsun. Devletin mobilya takımı, halı, perde, çerçeve, sehpaya harcadığı para yani. Bütçeden mefruşata geçen yıl 1.2 milyar TL harcanmış. Bir önceki yıla göre (947 milyon TL) 217 milyon TL artış demek bu.
Başkanlık rejimiyle ilgisi olmayan bir yazı okudunuz.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

17 Ocak 2017 Salı

Bilimsel özgürlük ve üniversiteler - OĞUZ OYAN


Türkiye'de her türlü özgürlüğün, başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere, büyük bir baskı altına alındığı günlerden geçiyoruz. Böyle bir ortamda "bilimsel özgürlük" alanının da bundan etkilenmemesi düşünülemez. Milli Eğitim Bakanı'nın açıkladığı son müfredat programı evrim kuramını içermeyen bir biyoloji dersinin topluma yutturulmasının canbazlıklarıyla meşgulken, Türkiye'de bilimin ileriye gitmesi beklenemez.

Ama Türkiye'de üniversiteleri yıllardır din-ticaret baskısı  altına alan, 10 yıldır tarikat/cemaat üniversitelerinin oluşturulmasına her türlü maddi/manevi desteği veren bir siyasal İslam yapılanmasından başka ne beklenebilirdi?
Bilimsel özgürlük alanı hem üniversite içinde hem de dışında büyük tehdit altındayken; üniversitelerin hem kendi iç ilişkilerinde hem de iktidara karşı ilişkilerinde gözetmeleri gereken kurumsal özerklik tarihe karışırken; iktidarın desteğiyle üniversitelere yuvalanmış cemaatçı yapılanmalarla hiçbir ilgisi olmayan üniversite öğretim elemanları ifade özgürlüğünü kullanmaktan dolayı kurumlarından uzaklaştırılırken, tüm bu gelişmelere seyirci kalan veya daha kötüsü açıkça destek veren üniversite yönetimlerinin tarihsel sorumluluklarını not ediyoruz.

Üniversitelerdeki bu kuşatılmışlığın, özgürlüklerde genel bir gerileme ortamına, din temelli bir tek adam rejiminin oluşturulmasına, OHAL koşullarında Anayasaya açıkça aykırı bir anayasa yapım sürecine denk düşmesi ve tüm bu baskılara toplumdan yükselen demokratik tepkilere pervasızca bir saldırganlıkla yanıt verilmesi, ayrıca kaygı vericidir.

Kısmi ve dar kapsamlı değişiklikler diye geçiştirilmeye çalışılan Anayasa değişikliklerinin, Ali Rıza Aydın dostumuzun vurguladığı gibi, Anayasa’nın 23 maddesinde kısmi değişiklikler yapması, 10 maddesini tümüyle değiştirmesi, 5 maddesine ekleme yapması, 20 maddesinde çeşitli ibareleri çıkarması, 21 maddesini ise tümüyle yürürlükten kaldırması; özetle, 177 maddelik Anayasa’nın 79 maddesine müdahale etmesi; ve anayasal rejimi değiştiren, tek adama ısmarlama elbise gibi biçilen yeni anayasanın tek bir partinin mutfağında  pişirilerek Meclise ve topluma dayatılması, yeni rejimin nihai hukuksal zemininin hazırlanması anlamındadır.

İşte böyle bir ortamda 7 Ocak 2017 tarihinde çoğunluğunu üniversite öğretim elemanları derneklerinin oluşturduğu demokratik örgütlenmeler, "Bilimsel Özgürlük ve Üniversitenin Kurumsal Özerkliği" başlığı altında Ankara'da ortak bir çalıştay düzenleyerek ortak bir bildiri hazırlamayı ve genel sessizliğin içinde ortak bir ses olmayı başarmışlardır.

İşte o bildiri:
"Toplumların demokratik değerlerinin oluşumunda, ekonomik, sosyal, kültürel gelişimlerinin sürdürülmesinde bilimsel özgürlüğün ve üniversitelerin sağladığı bilgi ve düşünce birikiminin önemli bir yeri bulunduğuna kuşku yoktur.Yüzyılların tarihsel gelişiminin de gösterdiği gibi uygarlığın temelinde olan Rönesans'ın ve Aydınlanma'nın kökeninde, bilim ve sanatın özgürlük alanlarının sürekli genişlemesinin yadsınamaz etkileri olmuştur. Bilim ve sanatın özgürleşmesi ile karşılıklı etkileşime giren ve dinsel ve siyasal baskılardan kurtuldukça aklın özgürleşmesine ve bilimsel ilerlemeye daha fazla katkı sunan üniversiteler de toplumların ileri yönlü deviniminde daha fazla belirleyici olmuşlardır.
Bugün de bilimsel özgürlüğün kısıtlanmadığı ve siyasal iktidarların uygun maddi destekleri sunmak dışında üniversitenin kurumsal özerkliğine müdahale etmediği toplumlarda, üniversiteler kendi ülkelerinin bilimsel ve teknolojik gelişmesinde öncü rolünü oynayabilmekte ve daha yüksek kalitede araştırma ortamı sunarken daha nitelikli mezunlar da vermektedirler.
Bu tarihsel sorumlulukların yerine getirilebilmesi için, düşünce ve ifade özgürlüğü, bilimsel özgürlük ile kurumsal özerklik, yükseköğretimin üzerinde yükselmesi gereken üç temel sütundur. 
Ne yazık ki ülkemizde yükseköğretimin bu üç temel sütunu da her geçen gün yeni düzenlemeler, uygulamalar ve müdahalelerle yıpratılmaktadır. Akademisyenler düşüncelerini özgürce açıklamak istediklerinde soruşturmalar ve görevden uzaklaştırmalarla baskı altına alınmakta; haklarında herhangi bir soruşturma dahi yapılmadan işlerine son verilmektedir. Birçok üniversite üst yönetimi de bu sorumluluğa ortak olmaktadır. Emeklilik haklarının kısıtlanmasına yönelik tasarruflara gidildiği için birçok öğretim üyesi yaş haddini beklemeden emekliliğini istemekte ve daha kapsamlı bir tasfiye süreci işletilmiş olmaktadır. Tüm bunlara ek olarak KHK düzenlemeleriyle yeni sınırlamalar getirilmekte, "Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı" kapsamındaki araştırma görevlileri Yükseköğretim Yasasının güvencesiz statüdeki 50/d kapsamına geçirilmekte; rektörlerin belirlenmesinde zaten yetersiz olan söz hakkı da öğretim üyelerinin ellerinden alınmaktadır. Böylelikle üniversiteler bilimsel yetkinlik yerine vasatlığın, özerklik yerine siyasi referansların prim yaptığı bir ortama sürüklenmektedir.
Ülkemizde bilim camiası, bilimsel özgürlük konusundaki hak ihlallerine ve üniversitenin kurumsal özerkliğinin ortadan kaldırılmasına karşı sesini yükseltirken yalnızca kendi varoluş koşullarını değil demokrasinin ve ülkemizin geleceğini de savunmaktadır."

Oğuz Oyan / SOL

KKTC Batı Trakya Türklerine Dönüştürülmesin... - EROL MANİSALI

Türkiye’nin terörle ve Suriye’deki savaşla boğuştuğu, Ankara’daki iktidarın “başkanlık ve tek adamlık” dışında bir şey düşünmediği bir ortamda, Kıbrıs görüşmelerinin yapılması büyük bir yanlıştır.
“Kürt açılımı ve Esed açılımında(!) olduğu gibi” büyük yanlışlara gebedir. Çünkü Kıbrıs meselesi Kıbrıs Türklerinin sorunu olduğu kadar Türkiye’nin (ve Lozan’ın) güvenliği ile de ilgilidir.
Türkiye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de etkili bir biçimde var olmak zorundadır. Sadece enerji kaynakları ve yolları bakımından değil, Kürdistan projesinin engellenmesi için de kaçınılmazdır. Kıbrıs’tan koparılmış bir Türkiye yalnız Kıbrıs Türklerinin yok olmasına değil, stratejik bölgesel çıkarlarının da ortadan kaybolmasına yol açacaktır.


Görüşmelerde Türkiye’nin kırmızı çizgileri
1) Türkiye’nin fiili ve etkili garantörlüğü kesinlikle kalmalıdır. Belli bir süre sonra kalkması, AB ya da NATO’ya devredilmesi gibi formüller kesinlikle kabul edilemez. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Devleti AB’nin üyeleridir, istedikleri gibi oynarlar. NATO ve (ABD’nin) Suriye’de yapmakta oldukları ortadadır. PYD’yi Karpas’a bile uzatabilirler.
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere fiili ve etkili garantörler olarak kalmalıdır.
2) TSK, en az kolordu düzeyinde KKTC’de sürekli olarak bulunmalıdır. Rum devletinin güçlü bir ordusu bulunuyor: Rum devleti ve Yunanistan askeri yönden bir bütün olarak çalışıyorlar. İngiltere’nin ABD tarafından da kullanılan Agratur ve Dikelya üsleri, Birleşik Krallığın “malı olarak” adada bulunuyorlar.
16 Mayıs 2008’de Bıçak Sırtı köşemde, “yeni yabancı üslerle ilgili olarak” yayımladığım yazıya ne Ankara’dan ne de ilgili yabancı büyükelçiliklerden “yalanlama gelmemişti”.(*)
Bazı “yabancı” ülkelerin KKTC’de fiilen üs ve tesis hazırlığında olduklarını yerleri ile yazmıştım. TSK’nin kullandığı hava üssü, çakma CAS şirketine devredilmişti. Sadece M. Ali Talat bir açıklama ile “ihalenin usulüne uygun yapıldığını” söylemişti. Yanılmıyorsam yazıma yanıt, FETÖ’nün Ergenekon kumpası ve Silivri ile verildi!
3) Rum yerleşiminin KKTC’de serbest hale getirilmesi, “ileride Kıbrıs Türklerinin aynen Batı Trakya’da olduğu gibi” azınlık haline sokulmalarına yol açar.
Bugün Türkiye, “Batı Trakya Türkleri üzerinden Yunanistan’da ne kadar var ise (bulunuyorsa) Kıbrıs adasında da o kadar marjinal konumuna düşer”.
1974 öncesinde de Kıbrıslı Türkler, Rum baskısından İngiltere’ye kaçmak ve göçmek zorunda kalmışlardır.
2002 sonunda iktidara gelenlerin ilk sözü şu olmuştu: “Bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek.” Ve işler 2003 Annan Planı sonrasında bu noktaya getirildi. Türkiye’yi adadan ve KKTC’den tamamen koparmaya çalışıyorlar BOP’nin bir sonucu olarak. 

Önce Ege, şimdi Kıbrıs
Son birkaç yıl içinde önce Ege adalarını fiilen işgale başladılar, Yunan askerleri ile birlikte bayrağı da dalgalanıyor. Şimdi sıra büyük lokma KKTC’ye geldi.
23 yaşımdan beri hayatım “Kıbrıs meselesi” içinde geçti. Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nda (TMGT) Dış İlişkiler Komisyonu başkanı iken, Avrupa Konseyi’nde (CENYC’te) 1960 Londra ve Zürih anlaşmalarının Kıbrıs Türklerine ve Türkiye’ye sağladığı hakların savunuculuğunu yaptım.
1974 sonrasında Ankara’daki ilgili siyasiler ve Denktaş’la yakın ilişkilerim oldu. Kıbrıs sorununu anlatan 10 dolayında kitap yayımladım. Ama bugünkü kadar hiç karamsar olmamıştım.
Bir yanda Kıbrıs’la ilgili çok kritik görüşmeler sürüyor, öte yanda Ankara’daki siyasilerin ve TBMM’nin tutumuna ve haline bakıyorum. Kıbrıs Türkleri de “hangi Türkiye” sorusunu kendilerine soruyor olmalılar!
İşin Kürt açılımında, “Müslüman Kardeşler” açılımında, Suriye Sünni açılımında olduğu gibi, Türkiye’nin stratejik ulusal çıkarları ile çatışması olasılığının korkusunu taşıyorum.
Yarın KKTC Batı Trakya Türklerinin konumuna düştüğünde acaba birileri yine “hata yaptık, aldatıldık” diyecekler mi?
Eğer Kıbrıs’ta korktuklarım başımıza gelirse, Meclis’teki yeni anayasa dayatmalarının bir bedeli de Kıbrıs olacaktır.

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Erol Manisalı, Bıçak Sırtı, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2008

16 Ocak 2017 Pazartesi

HAYIR: Kapitalist sömürü düzeninize - İLKER BELEK


Otoriter yönetim biçimlerini koşullayan bir zemin var. ABD’de Trump, bizde başkanlık bununla bağlantılı. Bir patron dünya sisteminin tepesine oturmayı başardı. Kapitalizmin özüne dönüşüdür.
Özde dizginsiz sömürü var. Frenleyici tek faktör işçi sınıfı mücadelesiydi. Bu faktör şimdi yoktur ve kral çıplaktır.

İkinci dünya savaşı tekelci sermayenin akıl ve vicdan dışı kar arayışının sonucuydu. Sovyet sosyalizmi olmasaydı insanlık belki de on yıllar boyunca Hitler ile yaşamak zorunda kalacaktı. Kapitalizmi sosyalleşmeye mecbur bırakan güç işçi sınıfıdır, sosyalizmdir.
Trump’ı yaratan tekelci sermayedir, işçi sınıfı mücadelesindeki düşüştür, dünyanın solsuzluğudur, sosyalizmin yıkılmış olmasıdır. Ama bir o kadar da kapitalist dünya sisteminin tıkanmışlığıdır. Tıkanmışlık düzeni diktatörlere mecbur kılıyor. Demokrasi denilen şey artık kadın, göçmen ve işçi düşmanı Trump’tır.

Bu gelişme çaresizliktir. Çaresizlik kar oranlarının düşmesine ilişkindir. Çare bir dönem Çin’di. Oradaki ucuz emekti. Çin, “komünist partisi”nin öncülüğünde köylü yığınlarını sefalet ücretiyle proleterleştirmiş, dünyanın fabrikası olmuştu.

Emperyalist tekeller yıllar boyunca Çin’de işçi kanından kar damıttı. Ama işler kaçınılmaz şekilde arap saçına döndü. Merkez ülkelerde işsizlik sorunu çözümsüz bir hal aldı. Emperyalist siyaset bu soruna çare olarak, göçmenlere karşı tepkiyi örgütlüyor, faşizmi patlatıyor.
Kapitalizm artık batmış bir sistemdir. İnsanlığa verebileceği tek şey otoriteryen başkanlardır, diktatörlüklerdir. Artık sömürmenin ortası yoktur. İnsanı sonuna kadar tüketecekler. Bu iş faşizmsiz, dinsiz, başkanlıksız olmaz.

Bizdeki gelişmeleri bu bağlam içinde okuyamazsak çuvallarız. AKP bu kaotik ortamda Türkiye’ye şekil vermeye çalışıyor. Yeni Osmanlıcılık, padişahlık ve saltanat ilanları, şimdi başkanlık dayatması emperyalist hegemonya krizinin yarattığı belirsizliklerde rol, petrol ve Dolar kapma telaşının ürünleridir.

Bölgede hegemonya kurabilir miyiz, güneyimizdeki petrolden nemalanabilir miyiz, global hasıladan daha büyük bir lokma ısırabilir miyiz, işçi sınıfını nasıl uyuşturup, örgütsüzleştirebiliriz ? Bütün dertleri budur. Bu iktisadi-siyasi nesnellik başkanlık arayışının zeminidir.
Başkanlık salt Erdoğan’ın hayali değildir, Erdoğan yoktan var olmamıştır, ABD AKP’ye uzun yıllar boyunca nedensiz destek vermemiştir. Başkanlık, yönsüz, pusulasız, takatsiz, çaresiz Türkiye’nin, Türkiye burjuvazisinin çözümü olarak önümüzdedir.
Sermaye sınıfının zımni ya da açık biçimde başkanlığa destek vermesinin nedeni, yeni rejimin vaat ettiği kazanç garantisidir.

Tekelci sermaye, toplumsal belirsizliklere tereddütsüz biçimde kendi lehine hızla müdahale edecek otoriter yönetimlerin arayışındadır. Süreklileşmiş ekonomik ve toplumsal krize ancak milliyetçi ve dinci reflekslerle yanıt verebilen işçi sınıfının da sürece önemli derecede onayı vardır.
Bizde AKP’nin yıllardır iktidarda bulunması ve Erdoğan’ın çevresindeki taban desteği solun siyasetsizliğinden, kuyrukçuluğundan; Avrupa’da faşist partilerin yükselmesi komünist ve sosyalist partilerin sosyal demokratlaşmasındandır.

Öte yandan, bu otoriteryen yönelimlerin hiç birisi, burjuvaziye arka plandaki sorunun çözümü olanağını vermeyecektir. Zira sorun kendileri, kendi düzenleridir. Böyle olduğu için düzen muhalefeti çareyi iktidara benzemekte aramaktadır.

İşçi sınıfına toplumsal çıkarlarını hatırlatmayan, sosyalist bilinci sınıfa taşımayan siyaset tarzı, olası referandumdan “hayır” sonucunu çıkarmayı başarsa bile, bu nedenle bu krizi derinleştirmekten başka işlev görmemiş olacaktır.

İlker Belek / SOL

Cumhuriyet’i hak etmek... - ERDAL ATABEK


Atatürk 10 Kasım 1938 günü aramızdan ayrıldı.
O günü hatırlıyorum. Kandıra’daydık. 8 yaşındaydım.
Bütün öğretmenler hıçkırarak ağlıyorlardı.
Babam, başöğretmen, üzgündü. Ben şaşkındım.
Şimdi düşünüyorum da,
bu millet ağlamakta haklıymış.
Atatürk’ü kaybetmek her şeyi kaybetmekmiş.
Keşke neden ağladığımızı bilseydik.
Ağlamışız ama nedenini bilememişiz.
Aslında Cumhuriyeti kaybediyormuşuz.
Sonraki yıllarda adım adım Cumhuriyeti kaybediyormuşuz.
Atatürk bir “Aydınlanma Yıldızı”.
Işığı hâlâ, her şeye karşın, ufkumuzu gösteriyor.
Ama dogmaların karanlığı, önyargıların sisi ışığı örtüyor.
Cumhuriyeti istiyor musunuz?
Hak etmeniz gerekiyor dostum.
Eğer kaybediyorsanız,
hak etmemişsiniz demektir.
Unutma;
Hak etmediğin hiçbir şey senin değildir.
Ne adın, ne unvanın, ne yetkin, ne aşkın, ne geleceğin...
Eğer hak etmiyorsan,
Cumhuriyet de senin değildir.
***
Orhan Karaveli, “Atatürk Cumhuriyeti bana emanet etti” demişti.
KOOP-C söyleşisiydi. Ne güzel söz, diye düşünmüştüm.
Atatürk, Cumhuriyeti bize emanet etmişti.
Biz, Cumhuriyet kuşaklarıyız.
Eğer bugün biz bu emaneti koruyamadı isek, görevimizi yapmamışız demektir.
Hadi gelin, bunu kabul edelim.
Görevimizi yapmadık
Toplum cahil miydi? Görevimiz eğitmekti.
Toplum bilinçsiz miydi? Görevimiz bilinçli kılmaktı.
Toplum işsiz miydi? Görevimiz iş yaratmaktı.
Güneydoğu yoksul muydu? Görevimiz orada olmaktı.
Görevimiz orada, onlarla beraber olmaktı.
Doğu’yu, Güneydoğu’yu sürgün yeri yaptık. Yanlış yaptık.
Yanlış yaptık, kabul edelim.
“Bizdendi, değildi” ayrımını biz yaptık.
Kendimizi ülkenin sahipleri sandık, öyle davrandık.
Yanlıştı.
Şimdi “dünün ötekileri” kendilerini ülkenin sahibi sanıyor.
Onlar da yanlış yapıyor.
Ülkelerin gerçek sahibi orada yaşayanların tümüdür.
İktidar, herkes için geçicidir.
Şimdi, Cumhuriyeti istiyor musunuz?
Şimdi, evet şimdi, hak etmeniz gerekiyor.
Çünkü dün, Cumhuriyet size verilmişti. Armağan edilmişti.
Size emanet edilen bir armağandı Cumhuriyet.
Değerini bilemediniz, çünkü hak etmemiştiniz.
Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı üzerinde, bir dâhi, Mustafa Kemal Atatürk, “Yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” demişti.
Ve “yarın Cumhuriyeti ilan etmişti”.
29 Ekim 1923.
Cumhuriyet. 100. yılına beş yıl kaldı.
Şimdi bir “Tek Adam İktidarı” arifesini yaşıyorsak eğer,
Cumhuriyeti hak etmediğimiz içindir.
Cumhuriyete sahip çıkamadığımız içindir.
Öyleyse? Evet öyleyse?
***
Şimdi görev Cumhuriyettir.
Şimdi görev Cumhuriyeti hak etmektir.
Cumhuriyet.
İnsanlığın Aydınlanmasının mirası.
Atatürk’ün bizlere emaneti.
İnsan olmanın anahtarı.
İnsan kalmanın erdemi.
Özgürlük - eşitlik - kardeşlik tılsımının sembolü.
Cumhuriyeti hak etmek.
Yaşamımız bahasına görevimiz budur.
Zorbalığı kabul etmemek, direnmek.
Aşağılanmaya boyun eğmemek, dikilmek.
İnsanca yaşamı savunmak.
Nasıl mı?
Atatürk söylemiş;
“Ya İstiklal Ya Ölüm”...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Anayasa piyesi! - YAKUP KEPENEK

Bağışlayın; bu yazı büyük ölçüde karşılıklı görüşlere dayandığından başlığında piyes deniliyor.
Demokrasinin temel değerleri konusunda iyice körleştirilen Türkiye, devlet yönetimini bütünüyle değiştiren bir anayasa yapımı sürecinde çok ürkütücü bir ilkellik ve bilgisizlik döneminden geçiyor.


Bilgisizlikten gelen ilkellik
İlkellik, erken seçim yapılır korkutmacasıyla; gizli olması gerekirken açık oy kullanımlarıyla; çıkacak olan anayasa şimdiden yürürlüğe konmuşçasına Meclis kürsüsü kırılarak ve düşüncelerin değil, elleri ve dişleriyle bedenlerin çarpışmasının yarattığı çağdışılıklarla sahneleniyor.
Bilgisizlik ise siyasetin boğazını geçmiş, başına vurmuş. Bakınız nasıl?
Adalet anlayışı ülke sınırlarını aşmış olan Adalet Bakanı Bozdağ, anayasa değişikliği görüşmelerinin başladığı gün Meclis’te yaptığı konuşmada:
Partili cumhurbaşkanı Türkiye’nin yeni tanıştığı bir şey değil. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk partili, milletvekili, genel başkan. İsmet İnönü de öyle. Ne oldu tarafsızlığına halel mi geldi? Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir” diyor; diyebiliyor!
Bu sözlere ilk oylamaya yedi milletvekili ile birlikte katılmayan ve neden katılmadığını kamuoyuna açıklama gereği bile duymayan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Meclis grubundaki yardımcılarından, Grup Başkanvekili Engin Altay,
Biz 1923 ile 1950 arasındaki dönem için bu ülkede demokrasi vardı dedik mi?” diye sorarak Cumhuriyetin değerleri konusundaki bu engin bilgisiyle Adalet Bakanı’na teslim oluyor!
Bu sırada sahneye Hürriyet gazetesinin yazarlarından A. Selvi giriyor (12 Ocak); Bakan Bozdağ’a hatırlatıyor: Muhafazakâr kesimin bazı kalemleri, “Eleştirdiğimiz tek parti dönemi örnek gösteriliyor” diye karşı çıktı.
Bakan, anlaşılan muhafazakâr kesime karşı çok daha duyarlı; birkaç kez altını çizerek sözlerine açıklık getiriyor “Benim oradaki sözlerim Atatürk ve İnönü’nün hem partili hem Cumhurbaşkanı olmalarıyla ilgili ve sınırlıdır”.
Gözler sahnenin diğer tarafına çevriliyor. Selvi, Bakan’a CHP’nin itirazlarını da hatırlatıyor. “CHP bile o dönemin kötü bir dönem olduğunu söylüyor diyen Bakan, tarihe geçecek sözlerine ‘Bunlar nasıl Atatürkçü?’ ” diye noktayı koyuyor.
Siyah perde iniyor! 

Görgü tanığı
Alman faşizminden kaçarak 1930’larda ülkemize gelmiş olan büyük hukukçu Prof. Dr. E. E. Hirsch, bir bilge görgü tanığı olarak, bakın ne diyor:
Türkiye Büyük Millet Meclisi, üyeleri sadece tek parti mensubu oldukları halde, Hitler döneminin Alman Rayhstag’ı gibi… Politik nüfuzu sıfır olan bir evet efendimciler topluluğu hiç değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi pek çok değişik, hatta birbirine zıt akım ve menfaatlerin çarpıştığı... Enine boyuna tartışıldıktan sonra bunlar arasında bir denge ve uzlaşma sağlanan bir arenaydı... Tek parti sistemi Türkiye’deki işleyiş tarzıyla hiçbir şekilde peşinde maiyeti olan bir ‘Führer’ devletine benzemiyordu. Bu sistem devletin üst kademelerinden emir verilmeyen, yön verilen bir tür parlamenter demokrasi niteliğindeydi. Ama son karar mercii parlamentoydu. Yasama erki de, sadece parlamentodaydı. (Hatıralarım; Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1985; s.348-49).
O dönemde atılan sağlam temeller eğrisiyle doğrusuyla, toplumsal ve ekonomik gelişme ve ilerleme sağladı; toplum, çok kısa sürelerle de olsa özgürlüğün tadına vararak yaşadı.
Oysa, bugün atılmakta olan yanlış temellerin yaşanmakta olan bu karanlık günleri bile aratacağını sahnelenen anayasa piyesi çok açık gösteriyor!

Yakup Kepenek / CUMHURİYET

‘Trump krizi’ üzerine spekülatif düşünceler - ERGİN YILDIZOĞLU


Bu “tuhafTrump krizine, ABD’de “dış politika paradigması” krizini aşacak bir “Büyük Strateji” arayışı bağlamında bakabiliriz.
Soğuk Savaş”tan sonra bütün “Büyük Strateji” üretme çabaları başarısız oldu. Ancak, ABD yönetici sınıfı her seferinde, Clinton ve Bush başkanlıklarının II. döneminde olduğu gibi, yeni bir “Büyük Strateji” üzerinde, çeşitli çıkar grupları arasındaki çelişkileri aşarak uzlaşmayı başardı.
Bu kez ortada hâlâ yeni “Büyük Strateji” yok. Aksine bir belirsizlik, hatta yeni başkanın bir başka ülkenin “kuklası” olduğuna ilişkin iddiaların yarattığı bir skandal var. Bu skandala, yakından bakınca da karşımıza ekonomide “küreselleşme”, siyasette de Rusya çıkıyor.

Küreselleşmeden sonra...
Financial Times’dan Martin Wolf, “Dünya düzensizliğine uzun, sancılı yolculuk” başlıklı yazısına “küreselleşme dönemi biterken, yeni dönemi korumacılık ve çatışma mı belirleyecek” sorusuyla başlıyordu (05/01/2017). “Trump krizini” şifreleri de bu saptamanın içinde. Bir alıntı da, Prof. James Kurth’un “11 Eylül”den 10 gün önce yayımlanmış bir denemesinden (Kurth o zaman, ABD Harp Akademileri Savaş Stratejileri bölümü başkanı): “On yıldır, ABD’nin dünya düzenine ilişkin büyük projesi küreselleşmeydi... küreselleşme ABD için, ABD de dünya için o kadar merkeziydi ki, Soğuk Savaşı izleyen dönemin adını bu kavram koydu... ABD liderleri küreselleşmeyi, serbest piyasanın, açık sınırların, liberal demokrasinin, hukuk düzeninin yayılması olarak tanımladılar.” (The National Interest 01/09/2011) Kısacası Kurth’un “Küreselleşme biziz” saptamasının gösterdiği gibi ABD hegemonyasının adıydı küreselleşme. Ve gerek neo-liberalizmin özelliklerine, gerekse de mali krizin sergilediklerine bakınca, “küreselleşme mali sermayenin hegemonyası altında inşa edilmişti” diyebiliyoruz.
Şimdi, küreselleşme biterken, Financial Times’dan Münchau’nun vurguladığı gibi, yükselen popülizmin önünün kesilebilmesi için “mali sermaye ile sanayi sermayesinin çıkarlarının aynı şey olmadığının görülmesi”... dolayısıyla da mali sermayenin hegemonyasının kırılması gerektiğine ilişkin bir yaklaşım güçleniyor. Halen egemenliğini korumaya çalışan ABD merkezli mali sermaye de bu yaklaşıma direniyor. 

Güçler dengesi...
Wolf’un “Yerini korumacılık ve çatışmalar mı alacak” sorusu ise bir “güçler dengesi dönemine” girildiğini gösteriyor. Burada da, mali sermayenin bu kez, Soğuk Savaşın ardından (Soğuk Savaş kalıntısı güvenlik mantalitesinden de yararlanan) “Doğu Bloku topraklarının kullanıma açılarak paylaşılması projesi”nin sonuçlarıyla karşılaşıyoruz.
Şimdi, bir taraftan bu paylaşımın sınırlarına gelinmesinin ötesinde, bir süredir Rusya bu sınırları geri itiyor. Diğer taraftan Çin, mali, askeri ve teknolojik bir güç olarak hızla yükseliyor; kendi yakın çevresinden öte, Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’ya, yeni nüfuz alanları ediniyor.
Rusya’nın ekonomik, askeri, teknolojik açılardan, nüfus, mekân ölçeği bağlamında ABD hegemonyasının yerini alarak kendi “küreselleşmesini” kurma olasılığı yok. Buna karşılık Çin çok farklı bir gelecek senaryosu sunuyor.
Bu koşullarda ABD’de bir yaklaşım, klasik jeopolitiğin kuralları gereğince, Rusya’ya, Çin’in yükselişini dengeleme sorunu bağlamında bakıyor. Sanayi sermayesinin çıkarları açısından da Rusya’nın doğal kaynakları, teknoloji, yatırım gereksinimi, tüketim potansiyeli, kısacası Batı kapitalizminin kapasite fazlası, talep yetersizliği sorununa bir çare olma şansı da bu jeopolitik yaklaşımı destekliyor. Trump’ın Rusya politikası da bu yaklaşıma yakın gibi duruyor.
Sanırım, ABD’de sermayenin “küreselleşmeci-‘liberal’- emperyalizm” eğilimi ile “ulusalcı -güçler dengesi- emperyalizm” eğilimlerinin “Büyük Strateji” oluşturma mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Erhan Ünal, Köy Enstitüleri ve ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (1)(2)

(1)
Geçen cumartesi Halk TV’nin Gürkan Hacır tarafından hazırlanan ve -hiç kaçırmamaya gayret ettiğim- “Şimdiki Zaman” programının konuğu, değerli yazar Erhan Ünal’dı. Ünal’ın “Toprak Biterken - Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” başlıklı son kitabının çıkış noktasını oluşturduğu programda tartışılanlar, Köy Enstitüleri konusunda kafamda -biraz “ütopik” nitelik de taşısa!- yeni soruların belirmesine yol açtı.
Toprak Biterken - Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” adlı kitabın tanıtım yazısı şöyle: “Küresel Finans Oligarşisi’nin kesin ve değişmez hedefi, küresel olarak tüm insanlığın üzerinde mutlak bir hâkimiyeti, her bir insan için kaçınılmaz olan beslenme zorunluluğu üzerinden devamlı kılmaktır.
Bu sebeptendir ki KFO, çeşitli kıtalarda var olan tarımsal üretim tarzı ve ona dayanan değişik beslenme biçimlerini, oluşturmuş olduğu bir ana plan (Master Plan) doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve standart hale getirmek amacındadır. - Küresel Finans Oligarşisi’nin (KFO) son hedefi, dünyanın üzerindeki ‘Küresel Diktatoryasını’ açık ve karşı konulamaz biçimde ilan etmektir. Bu hedefe ulaşabilmek için de güç biriktirmektedir. Bu güç birikimi, yukarıda ifade ettiğim gibi gücü oluşturan tüm öğelere teker teker sahip olmakla mümkün olabilir. Yani; tohuma, toprağa, suya ve dolayısıyla insana, tam anlamıyla sahip ve hâkim olmayı gerektirir.- ‘Küresel Finans Oligarşisi’ (KFO) tarafından, kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi ve bu sayede dünya gıda pazarının kontrolü ve yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Orta ve uzun vadede ise dünyada tüm insanlığın beslenmesi; yani kimin ne yiyeceği ve kimin neleri yiyemeyeceği bu merkez tarafından belirlenecek, daha açık bir ifade ile ‘dikte’ edilecektir” 



Köy Enstitüleri kalsaydı…
Alıntının içeriğinden de anlaşıldığı gibi, KFO’nun kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi hedefinin olmazsa olmazı, tarımda köylülerin çabalarıyla gerçekleşen çeşitliliğin bir an önce sınırlandırılması, hatta orta vadede sonlandırılmasıdır. Çünkü küresel ölçütlerde planlanan “endüstriyel tarım”, ancak böyle bir sınırlandırmadan ve onun ardından gelecek köy tarımı tasfiyesinden sonra kendine yaşama alanı bulabilir.
Şimdi gelelim Köy Enstitülerinin kurulmasını sağlayan yasanın bir maddesine. Bu maddeye göre yasa, köylerde gerçekleştirilecek “üretim eşliğinde eğitim”i bu eğitimden geçecek köy çocuklarını sonradan köylerine yabancılaştırabilecek yönelimlerden korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Yasada bu hedefe erişilmesi amacıyla enstitü mezunları için eğitimlerini tamamlamalarının ardından on yıllık bir zorunlu hizmet süresi de öngörülmüştür. 


Küresel boyutta endüstriyel tarımın karşıtı olarak köy tarımı…
Köy Enstitüleri projesinde 1960 yılına kadar Türkiye’nin her yerinde bu enstitülerin faaliyete geçmesi öngörülmüştü.
Bu durumda Küresel Oligarşi’nin bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de endüstriyel tarım aracılığı ile köylerdeki tarımsal etkinliği yok etmesi, daha en baştan önlenmiş oluyordu. Eğer Köy Enstitüleri 1953 yılında kapatılmasaydı, yakın zamanlara kadar dünyada temel gıda maddelerini tümüyle kendisi üretebilen birkaç ülkeden biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün yumurtayı ve samanı bile ithal etme zorunluluğu ile karşılaşması düşünülebilir miydi?


                                                                          ***
( 2)
Geçen haftaki yazımda, Erhan Ünal’ın “Toprak Biterken – Küresel Oligarşi ve Yaşamın Gaspı” adlı son kitabından yola çıkarak, bu oligarşinin dünya çapındaki hegemonyasını pekiştirmek uğruna dünya gıda pazarının denetlenmesi ve yönlendirilmesi için harcadığı çabalardan söz etmiştim. Bu bağlamda Erhan Ünal’dan yaptığım alıntılardan biri de şuydu: Küresel Finans Oligarşisi (KFO) tarafından, kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesi ve bu sayede dünya gıda pazarının kontrolü ve yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Orta ve uzun vadede ise dünyada tüm insanlığın beslenmesi; yani kimin ne yiyeceği ve kimin neleri yiyemeyeceği bu merkez tarafından belirlenecek, daha açık bir ifade ile ‘dikte’ edilecektir
KFO, bu amacına erişebilmek için kısa vadede tarımsal üretimde çeşitliliğin en aza indirgenmesini hedeflemekte, bu hedefe erişebilmek için de köylerde köylülerin çabalarıyla gerçekleştirilen tarımsal çeşitliliğin en kısa zamanda sınırlandırılmasını ve orta vadede de sonlandırılmasını gerekli görmektedir. Çünkü küresel ölçütlerde planlanan “endüstriyel tarım”, ancak böyle bir sınırlandırmadan ve onun ardından gelecek köy tarımı tasfiyesinden sonra kendine yaşama alanı bulabilir.


Köylülerin kentlileştirilmesi aldatmacası…
Türkiye Cumhuriyeti’nde temelleri şimdiden atılan ve yaklaşık on milyon köylünün “kentli kılınmasını” öngören proje, işte böyle bir niyetin somutlaştırılmasıdır. Eski köylüler yeni ‘mahalleli’lere dönüşünce artık endüstriyel tarım aygıtının dişlileri olup çıkacaklardır. Böylece terk edilen eski köy tarımı arazileri de artık yeni amaçlar için kullanılacaktır.
Daha kısa süre öncesine kadar dünyada temel besin maddelerini kendisi üreten 4-5 ülkeden biri olan Türkiye’nin bugün yumurtadan zeytine ve samana kadar her şeyi ithal etmek zorunda kalışı, işte bu parlak(!) kentlileştirme planının ilk somut sonuçlarından biridir.
Bu noktada, geçen haftaki yazımda şöyle demiştim: “Şimdi gelelim Köy Enstitüleri’nin kurulmasını sağlayan yasanın bir maddesine. Bu maddeye göre yasa, köylerde gerçekleştirilecek ‘üretim eşliğinde eğitim’i bu eğitimden geçecek köy çocuklarını sonradan köylerine yabancılaştırabilecek yönelimlerden korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Yasada bu hedefe erişilmesi amacıyla enstitü mezunları için eğitimlerini tamamlamalarının ardından on yıllık bir zorunlu hizmet süresi de öngörülmüştür…” 


Endüstriyel tarımın karşıtı olarak köy tarımı…
Köy Enstitüleri projesinde 1960 yılına kadar Türkiye’nin her yerinde bu enstitülerin faaliyete geçmesi öngörülmüştü. Yukarıdaki alıntıdan da açıkça görülebileceği gibi, bu hedef aynı zamanda ülkemizde köy tarımını feda etmek pahasına öngörülen o çok parlak(!) küresel endüstriyel tarım düşüncesinin yolunu sonrasız tıkayan bir hedefti.
Özetle söylemek gerekirse, 1940 yılında gerçekleştirilmesine başlanan Köy Enstitüleri Projesi’nin daha ellili yıllar başlamadan türlü siyasi(!) düşüncelerle ve temelsiz suçlamalarla felce uğratılması, bir Cumhuriyet insanının ve kültürünün şekillendirilmesini olanaksız kılmakla kalmamış, fakat bu ülkenin tarımsal geleceğini de neredeyse engellenemez bir yıkıma sürüklemiştir!

Ahmet Cemal / CUMHURİYET

15 Ocak 2017 Pazar

Kim bu Aga Enerji? - ÇİĞDEM TOKER

Rize Havalimanı ihalesi Cengiz İnşaat- Aga Enerji ortaklığına verildi. Eylülde iptal edilen ilk ihalenin ardından 11 mali teklifin geldiği yeni ihalede, ikili en düşük teklifi verdiği için seçildi: 1 milyar 78 milyon 434 bin 462 TL. 

 
AA haberine bakarsanız 11 teklif gelmesi Rize’de sevinçle karşılanmış.
Karadeniz Otoyolu projesinin ardından, aynı denizin bu kez 22 metre altına kadar inilerek 88.5 milyon ton doldurulacak olması mutluluk verici tabii.
Bu miktarın daha önce 100 milyon tonun üzerinde olacağı söyleniyordu. (Aradaki eksilme neyden kaynaklandı kimse açıklamadı.)
Keza proje maliyetinde de eylüle 250 milyon lira bir artış var.
İlk ihalede projenin 750 milyon TL’ye mal olacağı açıklanmıştı... Farkın kısmen kur artışından kaynaklandığı varsayılabilir. Lütfedip kimse açıklamıyor. 
 
Zaten malum Mehmet Cengiz, devletten aldığı ihalelerin sayısı ve büyüklüğü, yürüttüğü işlerin mali hacmiyle, fiilen iktidar aktörü konumunda.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çok önemsediği “bu millet”e ettiği küfür, ona yaptırım değil, daha fazla proje olarak geri dönmüştür.
İşin bu kısmını ilginç bile bulmayabilirsiniz artık.
İlginç olabilecek fasıl Cengiz’in yanındaki Aga Enerji adlı şirket.
CHP Zonguldak Milletvekili Ünal Demirtaş, Bayburt Grup bünyesinde olduğunu belirttiği Aga Enerji’ye “esrarengiz şirket” diyor. Bir internet sitesi bile olmadığı için.
Ereğli-Devrek karayolu dolayısıyla yaptığı açıklamada Aga Enerji’nin Bayburt Grup bünyesindeyken, ad ve adresini değiştirip merkezini İstanbul’a taşıdıktan sonra büyüdüğünü söylüyor. 82 milyon TL’lik Ereğli- Devrek yol hakedişinin neredeyse yarısının 4 ayda ödendiğini belirtiyor. 


Aga Enerji, İstanbul’da Bakırköy-Kirazlı, Ataköy-İkitelli metro hatlarını yapıyor.
Anımsarsınız, Bayburt Grup bünyesindeki bir başka şirket olan Şenbay’a Avro üzerinden yapılan Gayrettepe Metro hattı ihalesi dolayısıyla bu köşede değinmiştim. (Davet yöntemli ihale Şenbay’a 999 milyon 769 bin Avro’ya verildi.) 

***
Sözün özü, Şenbay da Aga Enerji de aynı grubun bünyesinde.
Rize Havalimanı ihalesindeki ilginç detay, teklif listesinde.
İhalede ikinci en düşük teklif, 1 milyar 101 milyon 502 bin TL ile Şenbay- Limak’tan gelmiş. Dolayısıyla Bayburt Grup patronajının, aynı ihaleye bir Cengiz, bir de Limak ile katıldığı anlaşılıyor.
İki teklif arasında 23 milyon TL fark görünce, insan merak ediyor tabii:
Aynı patronaj aynı havaalanına teklif verirken ne değişiyor?
Bugün 1.1 milyar TL’de sonuçlanan ihale yatırım bedelinin beş ay önce 750 milyon TL olduğunu bir daha hatırlatalım. Hâlâ dünyanın en pahalı benzininin niye biz kullanıyoruz diye merak ediyor musunuz?

Cumhuriyet hesaplaşması
AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk, başkanlık sistemiyle 200 yılın hesabının sorulacağını söylemiş. Külünk, bırakın Cumhuriyet ilanını, hesaplaşmayı padişah yetkilerine sınır getiren ilk belge olan Sened-i İttifak’a kadar götürüyor.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da “Artık marjinal ve radikal söylemlerle iktidar yolu açılmayacak, kapanacak. Ve herkesi merkeze doğru seçecek. Muhafazakâr kesim belirleyici olacak” diyor.
Her iki ifade de, hukuk çiğneyerek, baskı kurarak, gece yarısı oturumlarında ısrar ederek, tabiri caizse “döve döve” sürdürülen anayasa değişikliğinin geçmesi halinde Türkiye’yi bekleyen kopuşun altını bir kez daha kalın kalın çiziyor.
Her iki ifadeyi de Türkiye’nin OHAL rejimi altında olduğu, 11’i gazetemizden, 147 gazetecinin tutuklu bulunduğu, bir meslektaşımızın (Tunca Öğreten) 21 gündür gözaltında olduğu gerçeğiyle birlikte bir daha okuyun. Referandum -eğer gelinirse- bu tarihsel kırılmanın en çetin aşaması olacak.
Bir kadın milletvekilinin, Meclis’teki anayasa ihlalini belgelediği için iktidar partisi milletvekili tarafından saldırıya uğradığı bir ülkede yapılacak referandumun eşit ve adil geçeceğine inanan var mı acaba? 

Dolar üzerinden kiracı devlet
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Elinde dolar ve Avro’su olan terörist” uyarısı üzerine Hazine’yi göreve davet ettim.
Önceki yazımda tarifeleri dolar üzerinden belirlenmiş Hazine-şirket sözleşmeleri “TL’de sabitlensin” dedik. Daveti tekrarlarken düzeltme yapalım. Hazine’nin şirketlere dolar üzerinden kira ödeyeceği şehir hastanelerinde, temel bir veri güncellenmeli. Alıntı yaptığımız Kalkınma Bakanlığı raporu, 17 şehir hastanesi için Hazine’nin 27 milyar dolar kira yükümlülüğü olduğunu belirtiyordu. Geçen yıl yayımlanan rapordaki rakamlar geride kalmış.
Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre Kamu Özel İşbirliği esasına göre, sözleşmesi imzalanan proje sayısı 21’e yükselmiş.Yanı sıra ikisi teklif aşaması, ikisi hazırlık, dördü YPK onay, biri de ön fizibilite olmak üzere 9 proje daha yolda. Toplam 30 şehir hastanesinden oluşan bir portföyden söz ediyoruz.
Devletin 17’si için 27 milyar dolar kira ödeyeceği şehir hastaneleri, sayı 30’a çıktığında, şirketlere toplam yükümlülük de herhalde 50 milyar dolardan aşağı olmayacaktır.
Hazine’nin üstlendiği bu tutarlar, bizim vergilerimizden karşılanacak.
Fakat şehir hastaneleri ile ilgili pek çok bilginin duyurulduğu Sağlık Bakanlığı sayfasında bu küçük (!) detay yer almıyor. “Döviz-terörist” ilişkisi konuşulurken buradan soralım o halde: Devletin, şehir hastanelerinde şirketlere karşı üstlendiği kira bedeli kaç milyar dolar oldu? 

7x24 ameliyat doğru mu?
Ankara’da iki şehir hastanesi yapılıyor. Biri Bilkent diğeri Etlik’te. Bilkent Entegre Sağlık Kampusu’nun bu yıl açılması planlanıyor. Etlik’in de 2018’de.
3800 yataklı Bilkent Entegre Sağlık Kampusu inşaatında çalışan işçiler iki ay önce ücretlerini alamadığı için yürüyüş yapmıştı.
Sağlık turizmi anlayışına göre tasarlanan ve yatırımcı kuruluş Dia’nın her santimetrekaresinden 25 yıl boyunca gelir elde edeceği bu hastanede, 148 ameliyathane olacağı belirtiliyor. 7 gün 24 saat de ameliyat garantisi verildiğini duyduk.
Bir kulis bilgisi olarak öğrendiğimiz bu bilgi eğer doğruysa dehşet verici. Sadece hasta adayları için değil, kampus bittiğinde oraya taşınacak hastanelerde çalışan doktorlardan beklenen “performans” açısından da.

ÇİĞDEM TOKER/CUMHURİYET

Ağzınızla kuş tutsanız, ülkeyi düzlüğe çıkartamazsınız... - ORHAN BURSALI

Yok hayır, bu başlıktan kastım genel siyaset değil özel siyaset; eğitim meselesi. Ama ülkenin geleceği açısından da bir no’lu konu!
Size, 3 yılda bir yapılan PISA sınavlarında ülke öğrencilerinin neden geriye doğru ilerlediğini de yazmayacağım. Öyle ki Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yetkililer “Sonuçlar devletin aleyhine kullanılmaya başlanıyor” diye kızmaya başladılar. Yani eğitimin kötüye gittiğini yazmak, vatan hainliği suçlamasından önceki basamak haline dönüşüyor!
Derdim, bakanlığın açıkladığı yeni eğitim müfredatı taslağı ve burada yapılan değişiklikler.
Bir sürü şey, ama en dikkat çekici nokta derslerden evrim ünitesinin çıkarılmış olması. 

Trene bakan öküzler gibi
O da sadece lise son biyoloji dersinde okutulan “hayatın başlangıcı ve evrim” ünitesi tekmelenmiş; nereye, dışarıya!
Düşünün: Liseyi bitirecek öğrenciler evrim ve hayatın oluşumu ile gelişimi konusunda sıfır bilgi sahibi olacaklar. Aptal aptal bize ve dünyaya bakacaklar: Darwin mi, evrim mi, hayatın başlangıcı mı, onlar da ne Allah aşkına!”
Bu liseliler üniversitelere girecekler, yabancı akranlarıyla karşılaşacaklar, ve ayıptır söylemesi ama öküz trene bakar gibi kalacaklar.
O halde: Üniversitelerden de biyoloji derslerini kaldırmalılar. O da yetmez, genetik, moleküler biyoloji, tıbbi biyoloji, hepsini kaldırmalılar. Evrim konusunu kaldırırsanız, üniversitedeki bu dersler niye kalsın ki?

Biyoloji = evrim
Biyoloji demek evrim demek. Genetik, moleküler ve tıbbi biyoloji (hatta tıp!)... Bütün bunlar evrim demek.
Evrim olgusu (düşüncesi değil, olgu!) tüm bu bilimlerin temelidir ve evrim olgusuyla birlikte var olabilirler, anlaşılabilirler, anlatılabilirler! Bu dersler ancak evrim boyutuyla var olabilirler.
Dünyada tüm bu alanlarda araştırmalar evrim gözlüğü ile yürütülür.
Bana tek bir ülke gösteremezsiniz ki (belki bazı İslam ülkeleri ve en geri kalmış bazı ülkeler dışında) okullarında, dahası ilkokuldan itibaren evrim ünite olarak yer almasın!
Evrim üzerine dünyada her ay yüzlerce araştırma yapılır ve bilim dergileri bu araştırma sonuçlarıyla dolar taşar...
30 yılı aşkındır dünya bilimini izleyen, bilim gazetecisi, yazarı ve yayıncısıyım.
Bilim dünyasının mesleki dergilerinde, evrim olgusunu reddeden, yokluğunu tartışan tek bir makale göremezsiniz.. Gülerler insana... 

Jeolojiyi, kimyayı, fiziği de kaldırın
Bir şey daha diyeyim: Jeoloji-jeofizik derslerini de kaldırın. Çünkü bunlar da evrimsel düşünce olmadan anlaşılmaz. Eski varlık bilimleri, dünyanın evrimi, hangi çağlardan nasıl bugüne geldi, canlılar nasıl adım adım başkalaştı, bunlar hangi katman ve tabakalarda görülüyor, hayatın denizden başlayıp karaya nasıl yayıldığı vb.. tüm bunlar evrimsel gelişmenin temel konuları.
Kimya bile evrimle temelden ilişkili.
Kozmoloji, astrofizik, hatta fizik...
Bilimleri, evrenin nasıl oluşup geliştiği, nasıl evrim geçirdiği gibi sözcük ve kavramlarla anlatabilirsiniz.
Siz evrimi değil, evrim sözcüğünü, kavramını ve konseptini de ortadan kaldırıyorsunuz.
Yarınki adımınız da evrim sözcüğünü yasaklamak olabilir. Size yol gösteriyorum yapacaklarınız hakkında!
İslamın Altın Çağı’nda İslam felsefecileribilimcileri bile evrim konusunda Avrupa’yı geçen anlatımlarda bulunuyorlardı. Bugünkü kafa İslam ortaçağının bile gerisinde. 


IŞİD’ci kafalar yetiştirirsiniz
Ülkenin önünü karartıyorsunuz. Bilimsel bilgiyi, olguyu reddederek ancak IŞİD’ci kafalar yetiştirirsiniz.
Bilimi dışlayarak dünyayla hiçbir ilişki kuramazsınız.
Bilim olmadan, ne teknoloji üretebilirsiniz (ki ne kadar çok istiyorsunuz, ekonomide katma değer üretmek ve para kazanmak istiyorsunuz, biliyorum) ne de çağdaş dünyanın bir parçası olabilirisiniz.
Zaten olmak istediğinize ilişkin de bir işaret görmüyorum.
Ortalıktaki sendikanız ile birlikte bilimsel bilgiyi ortadan kaldırarak, bugünkü dünya gerçekleriyle zerre kadar ilişkisi olmayan dini hurafelerle kafaları doldurmak istiyorsunuz.
Şu kadarını belirteyim: Bu tam bir geleceğe ihanettir. Bu sizin çok kullandığınız ve sevdiğiniz bir sözcük olduğu için kullanıyorum.
Kara cahil, dünyadan-uygarlıktan-çağdaşlıktan kopuk nesillerle dolu bir ülkenin harcını karıyorsunuz.
Ağzınızla kuş tutsanız, bu ülkeyi düzlüğe çıkartamazsınız bu kafayla.
Evrim olgusu derslerden kaldırılamaz. Hemen konmalıdır.
Eğer bu ülkede, adına üniversite denen, bilimle uğraştığı iddiasında olan kurumlar ve insanlar varsa, ayağa kalkmalılar.
Geleceğimize sahip çıkmalıyız!

ORHAN BURSALI / CUMHURİYET

Henüz APO zamanı değil - ALİ SİRMEN

Başlıkta geçen APO, Abdullah Öcalan değil. APO 1960’ların sonlarında ve erken 1970’lerde, Federal Almanya’da işbaşında olan CDU-CSU SPD “Büyük koalisyon”undan, düş kırıklığına uğramış olan solcu gençlerin başlattıkları Ausser parlamentariche opposition - “parlamento dışı muhalefet” (PDM ) akımının inisiyalleri. 

 
F. Almanya’da Sosyal Demokratlar’ın Hıristiyan Demokratlar ile koalisyon içinde de olsa, nihayet iktidara adım atmaları, solcu gençlerin onlara bağladığı umutların gerçekleşmesini sağlayamayınca, lideri ve gayri resmi sözcüsü bir süre Rudi Dutschke olan bir grubun, parlamento dışı muhalefet sloganıyla, siyaseti sokağa taşıma girişimleri, Avrupa’yı yakından izleyen Türkiye’de de yankı buldu.
O sıralarda Akşam’daki köşemde özendirerek, konuyu oldukça izlediğimi anımsıyorum. Ama daha da ilginci, Altan Öymen gibi, Alman siyasetini de yakından tanıyan, önemli gazeteci yazarlar da konuyu etraflıca işlemişlerdi.
APO koşullar böyle bir politikayı zorunlu kılmadığından bir ölçünün ötesinde yankı bulmadı. Türkiye’de ise PDM’ci akımlar, 12 Mart ile noktalandı. 

***
Parlamentonun siyasetin ağırlık merkezlerinden biri olması demokrasinin önde gelen sağlık göstergelerinden biridir.
AKP’nin “Türk tipi başkanlık sistemi” etiketi altında sunmaya çalıştığı tek adam sultasını egemen kılmayı öngören anayasa değişikliğiyle parlamento bütün işlevlerini kaybederek işlevsizleştirilecektir.
Yasama ve yürütmeyi denetleme işlevlerinden yoksun kalacak olan parlamento, sistemin egemeni tek adamın aynı zamanda parti başkanı sıfatına da sahip olacağından kompozisyonu bakımından da, tek adamın tek başına at koşturduğu bir alan olacaktır.
Büyük gerginlikler içinde süren görüşmeler sonunda AKP’nin, anayasanın 175. maddesinin öngördüğü gizli oy zorunluluğunu da hiçe sayarak istediği, parlamentonun işlevsizleştirilmesi sonucunu parlamentodan geçireceği görülüyor.
CHP’nin girişimleri yalnızca TBMM’de gerginliğin artması ve pek hoş olmayan olayların yaşanmasına yol açıyor, hepsi bu!
Bu durum karşısında kimi siyasi gözlemci ve yazarlar CHP’nin Meclis’ten çekilerek, AKP ile Devlet Bahçeli’yi tarihi sorumluluklarıyla baş başa bırakması önerisini ileri sürüyorlar.
PDM’yi yeniden gündeme getiren bir politikayı benimsemenin zamanı gelmiş midir? 

***
Her ne kadar, zaten fiilen yürürlükte olan tek adam sistemiyle parlamento bütün işlevlerini yitirmişse de henüz muhalefeti parlamento dışına taşımanın zamanının gelmediği, böyle bir davranışın, zaten Meclis’i işlevsizleştirmeyi hedefleyen AKP’nin işine yarayacağını belirtmek gerek.
Tek adam sultasına karşı, dengeler ve güvenceler sistemini savunanların, parlamentoyu bırakıp gitmeleri pek akıl kârı değildir, velev ki o parlamento bütün işlevini ve işlerliğini yitirmiş de olsa.
Siyasette önemli olan eldeki olanakları kullanarak, amaçlanan sonuca ulaşmaktır.
Tek adam sultasına karşı savaşımda tüm olanaklar kullanılıp, tüketilmiş değildir.
Parlamento sonrasındaki aşama, halkoylamasıdır.
Şimdi mesele zaten fiilen yürürlükte olan tek adam rejiminin, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların çaresi değil, nedeni olduğuna, bu yüzdendir ki, Saray’dan istenen anayasa değişikliğinin ülkenin çıkarına olmadığına seçmeni ikna etmektir.
Oy dağılımına ve kamuoyu yoklamalarına bakınca, bunun kolay olmadığı görülüyor.
Ama içinde bulunulan objektif koşullar da her geçen gün dengeleri tek adamın aleyhine değiştirecek nitelik taşıyor.
Bu durumda yapılması gereken, baskı rejimini isteyenlere yaradığı geçmişte görünen gerginlikleri yaratacak her türlü davranıştan kaçınarak, sakin, soğukkanlı, sabırlı bir ısrarlılıkla seçmene değişiklikle amaçlananların zararlarını anlatmaktır.
Gitgide artan bir hızla bozulan siyasi, sosyal ve ekonomik ortam böyle bir çabayı mümkün kılıyor.
Parlamentoyu boykot zamanı henüz gelmedi.

ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

14 Ocak 2017 Cumartesi

Trump’ın başkanlığına beş gün kala... - ERHAN NALÇACI

İnanın ki hakkında yazmak istediğim son insan Trump. Ama öyle olaylar oluyor ki uluslararası ilişkiler üzerine yazan bir kişi bugünlerde etrafa şöyle bir bakıyor ve sonunda tekrar Trump’ı ele almak zorunda kalıyor.


Tabi ki aslında ele alınan Trump değil, bütün çürümüşlüğü ile emperyalist düzen.
Bizim neslin gençliği “soğuk savaş” yıllarında geçti. “Soğuk Savaş” her ne kadar emperyalizmin sosyalist iktidarlara karşı geliştirdiği iğrenç bir silahsa da diplomasinin bir ciddiyeti vardı. Şimdi yaşananları görünce bu ciddiyetin de Sovyetler Birliği’nden doğduğunu anlayabiliyoruz.

Şu hale bakın, bir hafta sonra ABD başkanı olmak üzere seçilmiş bir kişinin seks kasetinin Rusların elinde olduğunu CIA servis ediyor, Ruslarsa “Bizde yok” diyor.
CIA ayrıca İsrail’e dönüp “elinizdeki her istihbaratı Trump ile paylaşmayın, İran’ın eline geçebilir” diye tavsiyede bulunuyor.

Zaten bir ABD başkanını Hillary’nin bilgisayarından yazışmaları ele geçirip seçtirenin Ruslar olduğu iddiası öylece ortada duruyor. Üstelik bunun gerçek olma ihtimali var.

ABD’de işçi sınıfının neredeyse yüzyıldır yenik durumu, sermaye içindeki çıkar grupları arasındaki çekişmeleri ABD siyasetinin temeli haline getirmişti. Ancak Kennedy’lerin suikasta uğramasından Nixon’a karşı Watergate Skandalı’na kadar her türlü rezalet kendi raconu içinde halledilmişti. Şimdi olanlar gerçekten hiçbir şeye sığmıyor.

20 Ocak’ta fiili olarak göreve başlayacak olan Trump’ın bütün meşruiyetini yok etmek ve olası bir “kansız” darbeye veya bir suikasta kamuoyu yaratmak istedikleri çok belli oluyor.
Sonuçta düzen ne kadar çürürse çürüsün, biz müdahale etmeden çökmeyeceği için ne olduğunu anlamak zorundayız. Bilgi teorisi boşluk tanımaz, eyleme kılavuzluk etmesi için elimizdeki verileri birleştirmek ve bir hipotez ileri sürmek zorundayız. Yeni veriler geldikçe tezleri değiştiririz.
ABD sermaye sınıfı çıkarları doğrultusunda ortadan yarılmış durumda. Obama/Clinton ekibinin arkasında duran tekeller, vekâlet savaşlarını, soğuk savaşı andırır şekilde Rusya’yı askeri olarak kuşatmayı, bu esnada artan silah ticaretini savunuyorlar, ancak muhtemelen Çin ile doğrudan kapışmayı göze alamıyorlar. Çin’deki reel yatırımları ve ellerindeki değerli kâğıtlara Çin’in yaptığı yatırım ve ABD içindeki onlara da kâr bırakan ticaretin döngüsü buna izin vermiyor.
Trump’ın arkasındaki sermaye sınıfı ise; Çin’e büyük bir askeri destek sağlayan Rusya’yı bu ittifaktan koparmayı, ekonomiyi Çin’e bağlı olmaktan çıkarmayı ve en nihayet daha fazla güçlenmeden Çin’e müdahale etmeyi istiyor.

Şimdiden üç başlık Trump ekibi ile Çin’in arasını çok kötü bir şekilde germiş durumda: “Tek Çin Politikası”, Kuzey Kore’nin nükleer silah kapasitesine Çin’in gerektiği gibi müdahale etmediği iddiası ve Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları.

Çin ilk defa geleneksel terbiyeli üslubunu değiştirdi ve ABD’den intikam almaktan bahsetti.
ABD’de 20 Ocak öncesi ve esnasında birçok eylem planlanıyor. Bunların bir kısmı sınıfsal içeriğinden yoksun ve hatta belki Trump karşıtı bir müdahalenin sivil ayağı.

Buna karşılık işçi sınıfı da 20 Ocak’ta büyük bir miting hazırlığı içinde. Bu mitingin sonuçlarını izleyeceğiz.

Bu maskaralığa son verecek, oynanan oyunun kurallarını bozacak ABD işçi sınıfına selam olsun.

Erhan Nalçacı / SOL