Eze eze Batı’ya cevap... - Nilgün Cerrahoğlu

Sandığa gidin ki eze eze gelelim. Batı’ya cevap olacak, tamam mı?” dedi Cumhurbaşkanı Ordu mitinginde.
Hayır” diyeceklerin Cumhurbaşkanı tarafından böcek misali ezilmeye reva görüldüğü bir referendum yaşıyoruz.
RTE’nin “Türk usulü Başkanlığı”na destek veren seçmenler “milli irade”, itiraz edenler de “böcek” kategorisine giriyor bu durumda.
RTE acaba âlemi kör, herkesi sersem mi sanıyor? Dünya 16 Nisan referandumunun ne şartlarda yapıldığını ve nasıl bir güç tekelleşmesi içerdiğini bilmiyor mu? 


Ömür boyu başkanlık
Karşılaştırmalı uluslararası demokrasi ve insan hakları araştırmaları ile tanınan Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’ta referandum için kaleme alınan son yazılardan biri -misal- içinde bulunduğumuz tabloyu şöyle çiziyor:
(Referandum) Erdoğan’ın diktatör olup olmadığı üzerindeki biçimsel tartışmayı sonlandıracak. Değişiklik geçerse, 63 yaşındaki (RTE) yaşamının sonuna kadar Cumhurbaşkanı olabilir. Erdoğan’ı desteklemenin adı ‘milli irade’… (Ne ki) ülkeye OHAL hâkim… 150 gazeteci hapiste… En büyük medya grubu Doğan, tehditler, davalar, tutuklamalarla sindirilmiş. Referandumu eleştirebilen yayınlar, sınırlı sayıda okura ulaşan sol ve Kemalist yayınlardan ibaret. Kamu düzenine tehdit görülen ‘Hayır’ kampanyaları engellenirken, Cumhurbaşkanı’nın başını çektiği ‘Evet’ yayınları tam gaz tüm TV’lerinde eşzamanlı dönüyor…
Sade “Freedom House” mu?
Dünyanın belli başlı yayın organları bu referandumun ısrarla hem hiç adil olmayan, eşitsiz koşullarda yapıldığına dikkat çekiyor; hem rejimin çoktan zaten bilfiil büyük ölçüde nitelik değiştirdiğine işaret ediyorlar.
Washington Post’ta örneğin dün “Erdoğan rejiminin Türkiye’yi şimdiye dek nasıl değiştirdiğini” irdeleyen geniş bir okur anketi vardı.
Türk okurların Erdoğan rejiminin hayatlarında yarattığı değişiklikleri birinci elden tanıklıklarla İngilizce ve Türkçe anlattığı uzun yazıda, hoşgörünün nasıl buharlaştığı, muhalefete tanınan alanın nasıl eridiği, farklı kimliklerin nasıl dışlandığı, demokratik kurumların nasıl ardı ardına yitirildiği, cadı avlarının nasıl olağanlaştığı, güç yoğunlaşmasının nasıl yozlaştığı ve korku atmosferinin telefonda konuşmayı engelleyecek ölçüde hayatın nasıl her cihetine sızdığı anlatılıyordu. 

‘Seçilmiş diktatör’
WP’un, bu doğrudan tanıklıklara açtığı sütunlar Batı medyasında ilk değil.
İngiltere’den Guardian da benzer bir hamleyle okurlarından “tiranlık” olarak tanımladığı Türkiye’deki günlük yaşamlarını anlatmalarını istemiş; gelen önerilerle “tiranlıkta bir ayakta kalma rehberi” hazırlamıştı.
Diyeceğim o ki, “evet”ler elemtere fiş kem gözlere şiş… zafer sağlasa bile; “eze eze” devşirilecek bir meşruiyet görünmüyor ufukta.
Eze eze” gelmek için bastıran CB’yi, dünya, kendisine bu yolla “demokratik meşruiyet” sağlayan bir lider olarak değil; bilakis “tahammül yoksunu diktatör namzedi” olarak görüyor.
Uluslararası kamuoyunda son yıllara dek kinayeyle “Sultan” olarak anılan Erdoğan’ın adının, bundan böyle artık her latifeden arındırılmış “diktatör” şeklinde anıldığını görüyoruz.
Esip gürleyen bir RTE fotoğrafını kapağına yerleştiren “Economist”in son sayısı gene buna bir istisna değil. “Türkiye’nin diktatörlüğe kayışı” başlığını taşıyan derginin kapak yazısının altında ‘evet’lerin kazanması halinde Erdoğan’ın “seçilmiş diktatör” olacağı yazıyor.
Rejim değişikliği ötesinde RTE bu referandumda, Batı’yla arasında açılan “meşruiyet krizi”ni bir “ezici zafer” yoluyla aşmayı düşlüyor. Hollanda ve Almanya krizlerinde ayyuka çıktığına şahit olduğumuz kriz oysa ki sandıkta sağlanacak yüksek oranda “evet”lerle telafi edilecek bir şey değil.
Rejimlerin meşruiyeti “eze eze” elde edilmez. Uluslararası toplum sandıklardan “evet”lerin ne şartlarda ve nasıl çıkacağına bakıyor. Saddam da 2000’ler başında “cumhurbaşkanlığının devamı” için bir referanduma gitmiş ve göz kamaştırıcı zafer sağlamıştı. Dünyanın sonra Saddam’a ne gözle baktığını ve Iraklı liderin sonunun ne olduğunu gördük. 
 
Erdoğan rejiminin meşruiyetini ironik biçimde aslında olsa olsa yarın “hayır”ların zaferi artırabilir. Tarihi randevunun “hayır”lara vesile olması ümidiyle…

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Erdoğan 15 Nisan’ı kaybetti - AYDEMİR GÜLER

Anketleri bilmem ama, referandumdan öncesi Erdoğan için kayıptır, onu bilirim. Hem o kadar kayıptır ki 16’sından sonra oylama sonucu ne olursa olsun kimse Reis’in işgal ettiği pozisyona özenmemelidir. Kendisi açısından olabileceklerin en iyisi bile olsa tavsiye etmeyiz.
Bir proje olarak AKP çeşitli üçlemelere dayandı. Birinci üçlü emperyalizm-büyük sermaye-gericilikten oluşuyordu. Emperyalizmin yazdığı senaryonun sınıfsal karakteri içerdeki büyük sermaye tarafından onaylanıp kontrol edilecek ve gericilik tarafından hayata geçirilecekti.
Zor olmadı. Türkiye’de 1990’larda çok yorgun düşen siyasetin merkezi o kadar iddiasızlaşmış, yaratıcılıktan uzaklaşmıştı ki, Demirel cumhurbaşkanlığından, Ecevit de malulen emekli olunca geriye Erbakan takımından birkaç tasfiyeci muhterisi devşirmek yetti. 1990’larda biri diğerini kovalayan yönetim krizleri sahayı temizlemiş, senaryo yazarlarının önüne bir beyaz kâğıt koymuştu sanki. Borsayı fiştekleyip ekonomik kriz vesilesiyle yeni bir perde açmak, işin eğlenceli kısmı olmuştur muhtemelen. Devlet Bahçeli’nin jesti olmasa bir başka yol bulurlardı, kazananı önceden ilan edilmiş bir seçime gitmek için…

İkinci olarak, bu projeye -isterseniz artık Proje2000 diyelim- içkin işbirlikçiliği, yağmacılığı ve tarih içinde geriye yolculuğu bir “iyileşme” olarak yutturmak üzere birtakım müttefikler bir araya getirilmeliydi: Liberaller, Kürt ulusalcı özgürlükçüleri ve şeriatçı gericiler bir üçlü oluşturdular.
İlginçtir ve bir açıdan eksiktir. Popüler ve manipülatif tarihçiler Kemalist hareketin üç akımı düşman belleyip ezdiğini söylerler: İslamcılar, Kürtler ve komünistler. Üç benzemezi yan yana getirip yüzeydeki benzerliklerle yazılan büyük teoriler çok paspaldır. Nedir bu akımların ekonomi politiği, sınıfsallığı ve uluslararası dinamiklerle ilintileri, diye sorsanız, paspal tarihçi “teşbihte hata olmaz” deyip işin içinde çıkmayacak, düpedüz sırıta sırıta kaçacaktır! Sonra nerededir gayrimüslimler, nerededir ittihatçılardan türeyen muhalifler, kimse bilmez… Ama konumuz açısından detay olan bu noktaları geçelim; şu Proje2000’in vazgeçilmezi liberaller ile Kemalizmin ezdikleri listesinden komünistler örtüşmemektedir. Madem öyle, bol laf kalabalığıyla sosladığın solcuları kırpıp kırpıp liberal yapacaksın, liberallere de kızıl mı kızıl boncuklar dağıtacaksın!

Bu bir iktidar üçlemesi idiyse, ülke siyaseti de rastlantı bu ya, bir başka açıdan üçe bölünmeliydi. İktidar bloku ve zaman zaman görünür olup sonra geriye çekilen müttefiklerinin dışında geriye Kemalist-sosyal demokratlar ile Türkçü faşistler kalıyordu. Bu ikisi ana akıştan kopan, tepki duyanları bir görev bilinciyle toplayacaklardı. Yani onlara da Proje2000 içinde görevleri tevdi edilmiş olmalıydı. Böyle iktidara böyle sosyal demokrat muhalefet veya böyle faşist muhalefet…
Bunların devamındaki üçlüler daha örgütsel karakterdedir ve siyaset dilinde bunlara triumvira da denir: Erdoğan-Gül-Arınç triumvirası, sonra ilki sabit kalmak üzere Davutoğlu ile Akdoğan triumvirası, ardından… bir şey gelmiyor mu? Evet gelmiyor! Akar ile Fidan, bir de Soylu ve Albayrak... Belli bu yol Bilal’e kadar gidecek!

Neden olmuyor’a geleceğim. Ama sizin aklınıza başka bir soru takılmış olabilir: Bu resimlerde Fethullah Gülen nerede derseniz, o bir ruhtur ve hepsine içkindir, herkesin içine kaçmıştır. Gülen’i çıkartılmış şeriatçılık olmaz. Abant’ta ağırlanmayan liberal sayılmaz. Onsuz emperyalizmin Türkiye için yazdığı senaryo bayağı renksizdir. İçindeki Gülen alınmış bir Erdoğan kâğıttan kaplan bile değildir. O, projenin her tarafına yayılmış bir kanserleşme olgusudur.

Erdoğan ilk önce triumviradan vazgeçti. Abdullah, Bülent, Ahmet, Yalçın beylerin yerini başkası dolduramayacak diye değil. Sorun kalitede değil, hepsi birbirinden kalitesiz çünkü ve bunlardan çok var. Sorun çok daha bütünlüklü. Hangi düzlemi tutsan elinde kalıyor.

Emperyalizm ve büyük sermayenin Erdoğan tipi gericilikten haz etmesi epey zamandır mümkün değil. Ama böyle bir borç delisinden niye vazgeçsinler ki? O olmasa kimi yollayacaklar Suriye’ye; ve nasıl ayar verecekler bilumum başka aktöre? Gönüllüsü varken niye başkasını arasınlar orman kesip beton-asfalt dökmek için? İşçileri topluca öldürüp kârları yükseltme işini bu yobazlardan başka kim bu kadar başarıyla halledebilirdi? Emperyalistler ve sermayedarlar, kapı kapı gezip en kirli görevler için dilenen bir iktidara arka arkaya uzatma veriyorlar. Ama kabaca bu kadar. Ortada proje falan kalmadı.

Liberallerin bir bölümü içerde, diğerleri çoğunlukla faaliyetlerini Avrupa’dan yürütüyorlar. Kürt ulusalcının içerde olmayanları merkezi Suriye’ye devredecekmiş gibi duruyorlar. Neyin ne zaman olacağını hiçbiri bilmiyor. 2015’deki iki seçim arasında bir Amerikan temsilcisi “biraz sabır” tavsiye etmişti… Acaba?
İç siyaset tam alem! Durun, siz kardeşsiniz! Milliyetçi faşistlerin misyonu koalisyona girmek değildi ki. Zaten Bahçeli eyalete takıldı kaldı. CHP mi? Sorun şu ki, Proje 2000’in içinde zamanla üçüncü, ikinci aktör, akım, şahıs kalmaz. İslamcı bir sultanlığın içinde hangi sosyal-demokrasiden, kimin özgürlüğünden söz edeceksiniz? CHP, “İkinci Cumhuriyetin sosyal-demokratı” olmaya dünden (yani senaryo yazılalı beri) razıdır ama öyle bir şey yok ki!

Türkiye bugün “ama böyle konuşmamıştık” evresindedir. Herkes bir diğerine böyle demektedir ve Erdoğan bu nedenle yeniktir. Erdoğan aldatılma ve aldatma rekorunu keyfinden kırmadı.
Bu tablo tamir edilemez. Erdoğan yeniden projelendirilemez. Anayasayı değiştirmek her tarafı dökülen Erdoğan iktidarının tamirat denemesiydi. Oylama sonucundan bağımsız olarak asıl bu sonuca erişilemedi. Bu anayasa ya geçmez ve diğer yamaların da dikişleri atar. Ya da geçen şey bir anayasa işlevi kazanmaz. Hep delinir veya bir danışmanın dediği gibi olmadı denir, baştan yapılır! Anlaşıldı ki yapılamayacak… Yeni tamirat denemelerini ise göreceğiz. Her defasında daha zayıf olacaklarını bileceğiz.

Zayıflık-güçlülük… Siyasette göreli sözler bunlar. O yüzden yukarıdaki detaylardan bir tanesi sanıldığından daha önemlidir. Projenin, devrimcinin kırpılıp liberal yapıldığı sahnesi pek tatsız tuzsuzdu, ama zaten olmadı. Türkiye’de sol varlığını sürdürdü. Batıyı üs tutmayan ama emperyalizme karşı çıkan, gericiliği bir kimlik ve hak olarak değil insan ve emek düşmanlığı olarak gören, yağmanın sınıfsallığını kavrayan bir sol. Bütün bu toz bulutunun sınıf denerek yere indirilebileceğini ve sınıf tarafından süpürüleceğini bilen bir sol. Liberallikle, milliyetçilikle, Kürtçülükle terbiye edilmek istenmiş ve bütün testlerden başı dik çıkmış bir sol.

Aydemir Güler / SOL

Lafı uzatmadan - Bilgin Gökberk





Demirören’i, Hidayet’i vs başkan yapabilen sisteme..

Başkanların seçilerek değil atanarak gelmesine..
Federasyonların iktidar yakını spordan bi haber yöneticilerle doldurulmasına..
Kulüpler birliği başkanı olsun diye uğruna kulüp kurulan Gümüşdağ modeline..
Siyasetin ağzına bakan, emrinde yapılan spora..
Milli renkleri değiştirilen gayri milli takıma..
Artık bir klasik olan, göğsümüzde aslanlar gibi duran ay yıldız’ın yeri değiştirilerek göğsün bi kenarına minicik sponsor amblemi boyunda iliştirilmesine..
Referandum öncesi zırt pırt ‘evet’ propagandası yaparak Yeni Türkiye filan diyerek siyaset girmemesi gereken TC kurumu federasyonları siyaseti dibine kadar sokan siyasetin kucağına oturtan başkanlara..
Ligleri yayınlayan, yorumlayan tv’lere bile icazet alınarak yorumcu veren sisteme..
Dopingli sporcu sayısının dopingsizden fazla olmasını sağlayan, dopingi 15 yaş altına indiren, 40pınar’a bile doping sokan spor politikalarına..
Eğitim ekonomi hukuk adalet vs gibi sporun da tek el’den yönetilmesine..
Ve vesaire..
 
                                                                           ***

Hayır!

 Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

'Evet' çıkarsa morali bozmayacağız, 'Hayır' çıkarsa hayale kapılmayacağız -İLKER BELEK

Kendi haline bırakılsa, sandık güvenliği sorunu olmasa yüksek ihtimalle “hayır” çıkar.
Mevcut gerçeklikte ise bıçak sırtı bir durum var.

                                                                          *****

“Evet” çıkması AKP’ye ve tabanına moral verir. Bildikleri yoldan yürüme konusunda cesaretlendirir.
Ancak öyle bir ülke yarattılar ki çok yüksek oranda “evet” çıksa bile yönetemeyecekleri kesin.
Boğazına kadar borca batmış. Her ay 2.5 milyar dolar kadar cari açık veren. İşsizlik ve enflasyon oranları %12’ye oturmuş. İstihdam yaratma şansı olmayan. Borcunu ödemek için daha çok borçlanmak mecburiyetinde. Bir Türkiye’den söz ediyoruz.
Sahi ne oldu ? Mali krizi çözmek için Dolar bozacaklardı. İşsizliğe çözüm olarak her işletme 1 ek istihdam yaratacak, toplamda 3 milyon kişiye iş sağlayacaklardı.
Bütün bu altı boş laflardan artık hiç söz edilmemesinin nedeni, hiç başarı sağlanamamış olmasıdır. Anlık propaganda malzemesiydiler. Edildikleri yerde unutuldular.
AKP projesi Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi içindi. Sürdürülebilirliği dışarıdan sıcak para girişine bağlıydı. Bu strateji hem olduğu kadarıyla Türkiye’nin mevcut üretim kapasitesini yok etti hem de AKP’yi projeye mahkum hale getirdi.
Başlangıçta global piyasalarda para boldu. Türkiye’ye girişini sağlayan faiz oranlarının yüksekliğiydi. 2008 krizinin çözümü olarak daha da çok para basılması tercih edilince bu işten de en çok yararlananlardan birisi Türkiye oldu.
Sonradan ekonomik konjonktür değişti. Türkiye aşırı borçlandı ve borçluluğu yeniden borçlanması için risk olarak değerlendirilmeye başlandı. ABD ise “yükselen” piyasalara pompaladığı parayı geri emmek için faiz yükseltme kararı aldı.
AKP’yi ayakta tutan yüksek faiz, sıcak para döngüsü bu şekilde kırıldı. Yeni bir dönem açılıyor.
Bu yeni iktisadi dönem Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişmesiyle de kesişiyor. ABD artık Kürtler üzerinden proje geliştiriyor. Putin AKP’nin ABD’nin her dediğini yapmasına sinirleniyor. Putin’i kızdırmak domateslerin tarlada çürümesine neden oluyor. AKP tam açmazda.
“Evet” çıkması durumunda AKP bildiği yolda yürüyecek, ancak bu kez bildiği yol artık kullanılmayan bir yoldur. AKP’nin birbiriyle tutarsız kararlar vermesinin, bir Rusya’ya bir ABD’ye savrulmasının nedeni de budur.
Bu zikzaklı tavırlar, içerideki saldırganlıklar, defansta boşluklara, hücum hattında koordinasyonsuzluklara yol açıyor. Oyun düzenindeki bozukluk önümüzdeki dönemde daha da bariz hal alacak.
Sosyalist sol bu boşluklardaki olanaklara yoğunlaşacak.

                                                                      *****

“Hayır” çıkması AKP’nin fiili başkanlık rejiminden vazgeçmesine yol açmayacak. Bunun nedeni “hayır”ın örgütsüzlüğü ve CHP’nin “hayır”ı AKP’ye teslim etmeye hazır tutumudur.
Bu ortamda “hayır” sermaye sınıfı ve emperyalist güç odakları tarafından düzen içi yeni bir oluşumun ortaya çıkarılması açısından değerlendirilecek. “Hayır” enerjisi bu kanalda eritilmeye çalışılacak.
“Evet” nasıl mücadele olanaklarının tükenmesi anlamına gelmiyorsa, tek başına “hayır” da AKP’yi iş başına getiren, AKP’nin içinde güçlendiği düzeni sarsmaya yaramayacak.
“Hayır” şüphesiz 15 yıllık rejimden bıkmış toplum kesimlerine moral verecek. Ancak sermaye sınıfını geri adım atmaya zorlayan bir çizgide örgütlenemediği taktirde bu moral, çok yüksek ihtimalle, kısa süre içerisinde daha büyük bir moralsizliğe doğru savrulacak.

                                                                         *****

Gerçekçi olmalıyız. “Evet” durumunda üzerinde mücadele edeceğimiz zeminin mevcudiyetini görmeli, somut mücadele başlıkları üzerinden ilerlemeli, bu başlıklar üzerinden örgütlenme çağrısı yapmalıyız.
“Hayır” çıkması durumunda halkın bu yanıtını emperyalist savaş rejimine, kapitalist sömürü düzenine, AKP diktasına karşı örgütlemek için çalışmalıyız.
Sonuç değişmiyor: Görev işçi sınıfını örgütlemek. Yapacak çok iş var. Halk siyasal arayış içinde.


İlker Belek / SOL

Herkes için ‘Hayır’lı bir sonuç - NAZIM ALPMAN

Referandum için Türkiye’ye örnek olarak Şili gösterildi. 1988’de Şili Diktatörü Augusto Pinochet’ye karşı düzenlenen “No” kampanyasının yaratıcısı Eugenio Francisco Garcia Ferrada CHP tarafından İstanbul’a davet edildi. Geldi, toplantılara katıldı “aman ha” dedi:
-Kişiyi hedef almayın, kampanyayı gelecek üzerine oturtun. Biz öyle yaptık ve kazandık.
Öneriyi Türkiye’de uygulamak mümkün olamadı. Çünkü Türkiye’de Pinochet yoktu, Recep Tayyip Erdoğan vardı. Biricisi asker ikincisi sivil…
Birincisi askeri darbeyle gelmişti, ikinci üst üste kazandığı serbest demokratik seçimlerle…
Şili’de şehirlerin meydan ve caddeleri general Pinochet ile ne kadar doldurulmuştu bilemiyoruz. Türkiye’de ise bir santim boş yer kalmadı ki, üzerinde Tayyip Erdoğan ve “Evet” afişi, posteri, pankartı olmasın.
Bu yüzden referandum kampanyasının tam ortasında Erdoğan yer aldı.
Evetçiler Erdoğan’a evet diyorlardı.
Hayırcılar ise “Tek Adam”a hayır diye haykırıyorlardı.
Erdoğan referandumu, seçim eksenine oturttu. Sürekli olarak CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendi. Çünkü bir tek o kalmıştı Meclis’teki muhalefet lideri olarak. HDP’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş Edirne ve Figen Yüksekdağ ise Kandıra Cezaevlerine konulmuşlardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise iktidarın yediğinde yer almıştı. Türk-İslam sentezi klasörünün içinde güvenli bir bölge temin etmişti kendisine…
                                                                            •••
Geriye sadece Kılıçdaroğlu kalıyordu. Erdoğan da ona yükleniyordu:
»Bu Kılıçdaroğlu var ya…
Oysa yeni bir anayasa paketi oylanıyordu. İçinde öyle maddeler vardı ki, Türkiye Cumhuriyeti son durağına varacak, arkasından yeni bir yol haritası çizilerek öyle devam edilecekti. Meraklı sorular kafa kurcalıyordu:
»Cumhurbaşkanı Meclis’i feshedecek mi?
»Bu Kılıçdaroğlu var ya!..
»Meclis bakanlar hakkında gensoru önergesi verebilecek mi?
»Bakın bu Kılıçdaroğlu bugüne kadar taş üstüne taş koymadı biliyor musunuz?
»Kaç tane Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak?
»Kılıçdaroğlu kaç seçim kaybetti hâlâ koltuğunda oturuyor.
»İcranın başı olarak hesap sorulması için 400 milletvekili sayısı çok değil mi?
»Kılıçdaroğlu ve partisi şimdiye kadar hiçbir şeyin hesabını veremediler.
»Başka bir şey söyleyecek misiniz?
»Bu hayırcılar var ya benim türbanlı bacılarımı üniversiteye sokmadılar.
Eh bu kadar ülke ekseninde olunca başkası da mümkün değil tabii… Şili 1988’de avantajlıydı:
Darbeyle gelmiş bir diktatöre sahipti!
Sandık, seçim, demokrasi gibi kavramlara uzaktı. Sadece ülkesini yönetmek istiyordu. Şili halkı ona “yeter” diyebilirdi.
                                                                             •••
Bu alanda da sınır tanımıyor.
En son yaptığı bir benzetme ile gönüllerde taht kurdu. 15 Temmuz Darbe Girişimi gecesi ile Hazreti Muhammed’in saklandığı mağara arasında irtibatı aklılarla getirmesi gerçekten göz yaşartıcıydı.
İki olay arasında herhangi bir ilginin bulunmaması dışında hiçbir eksikliği olmayan bu tespit muhteşemdi.
Anadolu’da bazı imamlar iki önceki seçimden itibaren hutbelerine eklemeler yapıyorlardı:
»Oy vermeyeceksiniz, cemaatime katılıp beni de günaha sokmayın!
Bütün bunlara karşın referandumdan ‘Evet’ çıkması hâlâ garantilenmiş değil.
Neden?
Ülkenin en içinden “yanık” halde…
Canı yanan, yakılan çok fazla insan var.
Bu yüzden Türkiye “Hayır” diyecek.
Bu sonuç başta iktidar partisi olmak üzere herkesin hayrına olacak!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Patron devlet işçi millet - SERKAN ÖNGEL





“Yeni Türkiye, Sivil Toplum Örgütleri’nin, işadamlarının, sizlerin ellerinde yükselecektir”. Mart 2015’te Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle sesleniyordu işadamlarına. Ve soruyordu: “Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.”

16 Nisan’da yapılacak olan Anayasa referandum oylaması bu amaca yani şirketleşmeye yönelik köklü bir değişimi amaçlıyor.
Hiç şüphe yoktur ki Türk tipi başkanlık sistemi dünya açısından bir model olacaktır. Çünkü önerilen sistem gerçeklikte başkanlık değil patronluk sistemidir. Devletin yapısal olarak dönüşümüdür.
Yeni dönemin şiarı belli ki “patron devlet, işçi millet” olacaktır.
Küreselleşme süreci ile birlikte “yönetişim” kavramı anahtar bir rol oynamaya başladı. Bu kavram toplumsal çıkar ya da kamu yararı denilen, sermayenin hareket alanına kısıtlayan her alanda adeta bir anahtar hatta maymuncuk işlevi gördü.
Yönetişim “birlikte yönetmek” anlamına geliyor. Küresel sermayenin (emperyalizm ya da üst akıl da diyebilirsiniz) hem finansal hem de ideolojik örgütleri olan Dünya Bankası, IMF vb kurumlar uzun zamandır bu kavram temelinde yeni bir sistem inşa etmeye çalışıyor.
Sistem, yönetime sermayenin, herhangi bir yasal kısıtlamaya tabi olmadan doğrudan dahil edilmesini amaçlıyor. Halkın söz ve karar hakkı ise STK’lerin inisiyatifine teslim ediliyor. Halk adına sözü STK’ler (Sivil Toplum Örgütleri) söylüyor.
Sermaye de, hükümet de üçüncü sektör olarak tanımlanan bu alanda (STK alanında) son derece aktif. Hem kendi örgütleri var, hem de kendi adlarına sosyal sorumluluk bağlamında faaliyet yürüten kurumlar.
Türkiye’de STK’lerin etkinliğinin son 10-15 yıllık süreçte ne ölçüde yaygınlaştığı, bunlara ne gibi işlevler verildiği ortada.
Kamu kaynaklarının, arazilerinin hangi kurumlara ve nasıl aktarıldığına tanığız.
Üstüne üstlük eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kritik alanlarda kamunun etki alanı daraltırken bu kurumların nasıl işlevsel bir araç olarak kullanıldığını da görüyoruz. Vakıf Üniversiteleri’nin bu alanların piyasalaştırılması açısından oynadığı rol sermaye açısından paha biçilemez boyutta.
AKP’nin uzun yıllara yayılan iktidar dönemi adeta kamu kaynaklarının hükümet ve sermaye arasında paylaştırılması ve yağmalanması şeklinde yürüdü. Ancak zaman zaman toplumsal muhalefet, zaman zaman yasal mevzuat bu süreci yavaşlattı. O yüzden bu yasal süreçler ve toplumsal muhalefet bir engel olarak algılandı.
Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2015’te başka bir toplantıda “siyasilere düşen işadamlarının önünü açmak, bir yerde tıkanma varsa bunu gidermektir” diyor. Bu noktada ‘pratik’ olunması gerektiğini söyleyen Cumhurbaşkanı, “Eğer bu konuda pratik olmazsak neticeye varamayız. Hiçbir zaman mevzuat amcaya lütfen takılmayalım. Bununla bir yere varılmaz. Başarının sırrı pratik çözümdedir”.
Nedir bu pratik çözüm?
Belli ki yeni rejimde bakanlıkların yerinde özel sektör temsilcilerinin şekillendirdiği yönetişim aygıtları olacak. Özel sektör ile iktidar arasındaki ortaklık kalıcı olarak oligarşik bir sermaye iktidarını önümüze getirecek. Böylelikle devleti doğrudan sermaye yönetecek, yöneticiler ise komisyoner olacak. Bir distopya gibi. Acaba çok mu karamsarım?
Daha önceki yazılarımda Yatırım Danışma Konseyi’nden (YDK) bahsetmiştim. Çokuluslu şirketlerin temsilcilerinin, Türkiye’deki iş dünyasının temsilcilerinin ve ilgili kamu kurumlarının katılımı ile oluşan bir danışma kurulu YDK. Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu bünyesinde faaliyet yürütüyor. Her tavsiyeleri bir talimat gibi algılanıyor. Yatırım ortamını iyileştirmek, işadamlarının önünü açmak demek!
Nasıl açılır işadamlarının önü? Sermaye üzerindeki vergiyi, sosyal güvenlik primini kaldırırsın. Kıdem tazminatı sistemini tasfiye edersin. Sendikaları ortadan kaldırır, grevleri yasaklarsın. Halk üzerindeki vergiyi, emeklilik prim sürelerini ve yaşını artırır, emekli aylıklarını düşürürsün. Kamu yararına faaliyet yaratan odaları devre dışı bırakırsın. Yasaları ortadan kaldırır, talimat sistemini getirirsin. İtiraz edene yaşam hakkı tanımazsın.
Ekonomi; sermayenin, siyaset manipülasyonun alanı haline gelir. Siyaset becerisinin karşılığında ödüllendirilir.
Halkın ekonomik süreçlere seçimler yoluyla dahil olmasını engelleyen, ekonominin idaresini “üst akıla” (emperyalizme) teslim eden bir rejime gidiyoruz.
17 Nisan’da bu kâbustan uyanmaya var mısınız?

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

Son kavşak - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Venezüellalıların Türkiye için yaptığı “hayır” videosunu gördünüz mü? Video, Başkan Chavez’in yetkilerini katlayan Venezüella’nın 2009 referandumuna atıfla; “Biz ettik siz etmeyin, bizim gibi ‘evet’ demeyin; aman sıkı durun, ‘hayır’ deyin!” mesajını veriyor.
“(Chavez) Bize istikrar sözü vermişti. Ona inandık” diyor Venezüellalı hayırcı dostlar: “Başlangıçta o da yollar, köprüler, hastaneler yaptı. Zaten biz dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahiptik. Her şeyin iyi olacağını düşünmüştük. Güçlü bir ülke istiyorduk. Sonra referandumla her şey değişti. Başkan ülkeyi elinde topladığı tüm güçlerle yönetmeye başladı. Yolsuzluk yayıldı. Devletin tüm malları varlık fonuna devredildi. İşler birden kötüye gitmeye başladı. Politikacılar, muhalif gazeteciler hapse atıldı. Başkan hastalanınca, eski bir otobüs şoförünü (mevcut Başkan Nicolas Maduro) yerine halef seçti. Ülkeyi o da kafasına göre yönetmeye başladı. Koşulları değiştirmek için bu sistemde elimizden hiçbir şey gelmiyor. Enflasyon halihazırda yüzde 700’ün üstünde. Güvenlik yok. Durum feci. Keşke demokrasimiz olsaydı. Siz Türkler, bu büyük hatayı yapmayın. Tüm gücü tek insana vermeyin. Gelecekte işin ehli olmayan biri başa gelip ülkeyi mahvedebilir. Hayır deyin!”
 
Dünya ‘hayır’ diyor
 
Aslında bir plebisit olan pazar günkü referandum, bizim oylarla sınırlı kalmayıp dünyaya açılsaydı, “hayır”lar öyle anlaşılıyor ki açık ara önde gidecekti...
Bizim “Törkiş referendum” taa Venezüella’da bile böyle yankı yapıyorsa, gerisini hesap edin.
Bugüne dek “Haydi Türkler bastırın, Evet deyin!” diyen tek değerlendirmeye rastlamadım.
Dünyanın dört bir yanında herkes pazar günkü oylamaya, bir korku filmine bakar gibi bakıyor. France 24 TV’de bu hafta izlediğim bir söyleşi, dehşet içinde Türkiye’de muhalif politikacılar ve gazetecilere, aydınlara yapılan şiddetli baskıyı gündeme getirdikten sonra, “2000’ler başında Batı’nın sevgilisi olan Erdoğan ne oldu da diktatör oluyor?” sorusunu soruyordu. Financial Times son referandum analizinde şaşkınlığa gark olmuş edayla “Erdoğan tüm zalimliğine rağmen (nasıl oluyor da?) anketlerde hâlâ başa baş çekişiyor?”
sorusunu gündeme taşıyordu.
İtalya’nın etkili haftalık siyasi dergisi “L’Espresso” iki hafta üst üste yer ayırdığı referandum değerlendirmelerinin ilkinde, Erdoğan ve Putin’in yer aldığı kapakta “Diktatörler ve Biz” başlığını kullanıyor; 16 Nisan referandumuyla Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığını, Boğaz’ın iki yakasının açıldığını vurguluyordu.
 
‘Tek adam’ çöküşle geliyor
 
Aynı derginin son sayısında “Son Kavşak” başlığıyla yer alan çarpıcı bir değerlendirme göze çarpıyor. Gigi Riva imzasını taşıyan yazı; söze Erdoğan’ın yaşamını hikâye eden “Reis” filminin gişede çakılmasını anlatarak giriyor. 8 milyon Avro’ya mal olan filmin sade yarım milyonluk gişe yapmasını, toplumdaki Erdoğan isyanıyla açıklayan yazar, baskın propagandaya karşın bugün sondajlarda hâlâ belirsiz bir durum varsa, bunu; her şeye rağmen direnç gösteren bir sivil topluma bağlıyor. Yazının en ilginç olan kısmı “Bu referanduma neden ihtiyaç duyuldu” sorusuna getirilen cevap. L’Espresso, RTE’nin elindeki gücünü artırma ihtiyacını, “badireye dönüşen dış politika”nın sarpa sarmasıyla açıklıyor. “Sultanlığı bırakın” diyor dergi, “Reis kendi topraklarından parça yitirebilir... Ekonominin kötülemesi, kendisini, iç düşmanlardan kurtularak mutlak güç kullanımına itmiştir...”
Baş aşağı giden ekonomi bir yanda, maceracı dış politika diğer yanda “Reis”, güç zehirlenmesinden çok, L’Espresso’ya göre karanlık günlere gebe bir kavşakta “sıkışmış olduğu için” bütün gücü toplamaya teşne görülüyor. Venezüellalılar Türk halkına gönderdikleri “hayır” videosunda hani “Referandumda tüm gücü başkana verdik. Sonra her şey gümledi” diyorlar ya...
Sebep-sonuç ilişkisi aslında farklı. İşler zaten iyi gitmediği için dünyayı böyle dumur eden bi referandum gündeme geliyor.
Güney Amerika da dahil RTE, Batı’dan yükselen tüm bu sesleri, referandumun yeni anlatısı olarak icat ettiği “haçlı-hilal çatışmasına” bağlayacaktır.
Ama o durumda “hilal” cephesinden de birilerinin “Evet”e arka çıkması gerekmez mi?
O cenahtan da Reis için “Çok yaşa, varol!” seslerinin yükseldiğini pek duymuyoruz. Ben duymadım. Siz duydunuz mu?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sanatçıların ‘HAYIR’ı... - ZEYNEP ORAL

Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Bunun yanıtını bizler, hepimiz vereceğiz... Üç gün sonra kullanacağımız oyla geleceğimizi belirleyeceğiz.
Araştırmalar, “Evet” ve “Hayır”ın at başı yarıştığını söylüyor. Sonuç ne olursa olsun, toplumun yarısı mutlu, yarısı mutsuz olacak. Ama bir de şu var:
Bunca yıllık AKP iktidarının sonunda geldiğimiz nokta korku egemenliğidir. İşini kaybetmekten, mal varlığını yitirmekten, suçlanmaktan, hapsedüşmekten, vay sen de FETÖ’cüsün, PKK’lisin tehditlerinden korkan (ki içinde yaşadığımız bu koşullarda, korkmak çok doğaldır) aklı başında birçok insan seçiminin rengini gizlemek zorunda. Hayır oyu verecek çok insan son ana dek tam tersini söylüyor... Sürprizlere hazır olun!
Sonuç ne olursa olsun... Birlikte yaşayacağız. Birlikte yaşamak zorundayız. Dün Özgür Mumcu’nun gerçekçi ve doğru yazısı “Hayır birleştirir, Evet dağıtır” yazısının ışığında, Türkiye çok kan kaybetse de, yaralanıp berelense de, çok acı da çeksek, birlikte yaşamanın yollarını aramaktan hiç ama hiç vazgeçmemek zorundayız...


Sanatın özü muhaliftir!
 
Son zamanlarda sanatçıların ve yazarların da referandumda kullanacakları oyu açıkladıklarına tanıklık ediyoruz. Benim hatırlatmak istediğim şu:
Sanatın özünde muhalefet vardır.
Sanatta tarafsız olamazsınız...
Sanatta “tarafsız olmak” egemen taraftan olmak demektir, güçten, iktidardan yana olmak demektir. Ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın, sesini duyuramayanın karşısında olmak demektir. Korku ve tehdit ve baskı düzeninden yana olmak demektir...
Sanat, sanatçının bilinçli eylemiyle, bilinçli bir faaliyetiyle, üretimine mutlak kendi kişiliğini, kendi aldığı tavrı getirecektir. Tavır almak, taraf olma zorunluluğunu getirir.
Biz, yaratıcı olmayan sıradan insanlar, biz izleyiciler, bizler de bilinçli ya da bilinçsiz tavır alıyoruz. Okuduğumuz şiire, dinlediğimiz müziğe, bakmakla yetinmeyip gördüğümüz resme ya da yontuya, izlediğimiz filme ya da oyuna, kendi kişiliğimizle, kendi bilgimizle, kendi kültürümüzle, kısaca beni ben yapan tüm birikimlerimizle, temsil ettiğimiz her şeyin toplamıyla bakıyoruz ve değerlendiriyoruz... Hem zaten, “değer” dediğimiz şey, değer ölçülerimiz “taraf olmaktan” ayrılamaz.
 
Stefan Zweig’den günümüze
İstanbul Film Festivali’nde izlediğim nice film bu tema çerçevesinde gelişiyordu. Hele Stefan Zweig’in (1881-1942) son yıllarını işleyen “Şafak Sökmeden” filmi... Filmin eleştirisine girmeyeceğim. (Josef Hader’in muhteşem oyunculuğuna değinmesem olmaz!)
Yıl 1936 Zweig, faşist Almanya’yı terk etmiş Brezilya’da yaşamaktadır. Buenos Aires’teki 14. PEN Kongresi’ne katılır. Ve susar... Hep susar... Hitler ve Almanya aleyhine bir şey söylemek mi, söylememek mi?
Ve film felsefi tartışmaya dalar diyaloglar aracılığıyla... Neyse ki Zweig eserleriyle tavrını ortaya koydu...
Muhteşem bir açılış sahnesi ve sadece aynalardan izlediğimiz intiharı seçmiş Zweig ve Lotte’nin görüntüleri arasında, benim aklıma hep şu soru takıldı: Acaba konuşsa, haykırsa, HAYIR için savaşsa, ölümü değil yaşamayı seçer miydi?
Son günlerde en sevdiğim “Hayır”, Tülay Günal’ın harika yorumladığı Brecht’in dizeleri aracılığıyla oldu. Paylaşıyorum:
 
“Böylesi çok iyi değiştirmeyelim hiçbir şeyi
Bunu mu diyelim güle oynaya?
Bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan?
Boşunu mu alalım dururken dolu bardak?
Yani biz hep dışarıda mı kalalım?
Titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye
Bekleyelim mi hep nasılsa büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür diye?
HAYIR
Bizce en iyisi kalkmak yeter artık demektir
Vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
Karşı çıkmaktır vargücümüzle acıyı doğuranlara
Yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara.
HAYIR”


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Toplu hipnoz deneyine ‘hayır’ - ÖZGÜR MUMCU

Cemaatçi subaylar orduda kritik pozisyonlara nasıl geldi? Siyasi kumpas davalarıyla önlerinin açılmasıyla ve YAŞ’ta AKP’nin ihraç kararlarını engellemesiyle.
Yani davalarla komuta kademesi yeniden tanzim edildi. YAŞ’ın senelerce ihraç kararı almamasıyla da cemaatçi subayları ordudan uzaklaştırmanın yolu kesildi.
Hava kuvvetlerinde cemaat baskısıyla ayrılan pilotlar için CHP’nin verdiği soru önergelerini iktidar geçiştirmekle yetindi.
Bırakalım uyarıları dinlemeyi, bunlar olurken iktidar çevreleri siyasi kumpas davalarına tam destek verdi. Böylelikle darbe girişiminde bulunan askerlerin, girişimde bulunabilecek yerlere kurulmasına katkıda bulundu.
Zaten 2010 Anayasa referandumuna mezarlardaki ölüleri oy vermeye çağıran Gülen’le beraber “evet” isteyerek, yargının taşeronluk ihalesini cemaate vermişlerdi. Böylelikle kumpas davalarının tıkır tıkır işlemesini de sağlamış oldular. Kamuoyunu, devleti siyasi ve askeri bir felakete sürükleyecek istikamette “evet” oyu vermeleri için yanılttılar.
Gülen’i sabah akşam övmeleri, yargıdaki cemaat örgütlenmesi sorulduğunda “Buna kargalar bile güler” diyen bakanı, Ahmet Şık’ın emniyetteki cemaat yapılanmasını deşifre eden kitabının toplatılmasını “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diye savunan Sayın Erdoğan’ı  aklımıza getirmeyelim.
Gezi’de beliren toplumsal tepkiyi Sayın Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatları’nda cemaatçilere şikâyet etmesini, kaset kumpasları çıktığında yine Sayın Erdoğan’ın “Bunun neresi özel hayat, bu genel bir ahlaksızlıktır” diye tavrını koymasını görmezden gelelim.
Darbeci subaylar terfi merdivenlerini ikişer üçer tırmanırken onların önünü açmak için tutuklanan subaylarla ilgili asılsız haberleri yapan bugünün reisçi medyasını da unutalım.
Cemaat medyasında senelerce “vesayeti tasfiye etmek” adına darbeci subayların terfilerine hizmet eden köşe yazılarıyla keselerini dolduran başdanışmanları, AKP milletvekillerini, bugünün herkesten reisçi gazetecilerini de bilmezden gelelim.
Bütün bunları unutmamızın tek yolu, toplu bir hipnoz seansı. İşte bu referandumdaki “evet” kampanyasının amacı da bu. Cemaatin devleti ele geçirmesindeki büyük sorumluluklarını unutturmak. Bütün hakikatlerin tersine çevrilmesi, sorumlulukların başkalarının üzerine atılmasının sebebi pazar gününe kadar bu toplu hipnoz seansını tamamına erdirmek. En ufak hayır sesine dahi tahammül edilmemesinin gerekçesi de bu. Yapmaya çalıştıkları büyü için herkesin daima ve sadece onları dinlemesi gerek. Ancak vakit, cemaati bu devletin başına sarmanın siyasi hesabını verme vakti.
Haziran seçimlerinden sonra kan gövdeyi götürdü. İstikrar ve güvenlik için oy istediler ve aldılar. Sonuç? Sayısız terör saldırısı ve eski ortaklarından gelen bir darbe girişimi.
Bugün devletin bekası için yine oy istiyorlar. Geçen sefer neler yaşadığımız ortada. Ne için oy isteseler tam tersi olduğuna göre, devleti yaşatmak için oylar “hayır”a...

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘İki partili sistem’ ve MHP - ÇİĞDEM TOKER

Fotoğraftaki manşetin tarihi, 28 Ocak 2011. 12 Eylül referandumu üzerinden 4.5 ay geçmiş.
Genel seçime 4.5 ay var. Yer, Ukrayna’nın başkenti Kiev.
TMSF el koyduktan sonra ayrılacağım “o zamanki” Akşam gazetesinin Ankara temsilcisi olarak, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın resmi ziyaret programını izledik. Erdoğan’a, gezi sonunda yaptığı basın toplantısında soramadığım soru için fırsatı, toplantı bitimindeki fotoğraf çekimi sırasında yakaladım.
Soruya dair bir ön bilgi: Kulislerde yoğun olarak “MHP’nin baraj altında kalabileceği” konuşuluyor, yazılıyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin referandumdan sonrası izlediğim basın toplantısındaki sözü, hafızalarda taze:
“Yeni bir süreç başlamıştır. İki partili bir rejime gidilmesi için çalışma yapılıyor. Bir anlamda MHP’yi kurban etmeye çalışan bir anlayış var. Partimize karşı tasfiye hareketi var. Bunu MHP’liler ve ülkücüler görecektir. Türk milleti görecektir. Önümüzdeki seçimler çok daha farklı sonuçlanacaktır.”
Kiev’e, fotoğraf çekimine dönelim, Erdoğan, “Siyasi kulislerde iki partili Meclis istediğiniz konuşuluyor. Böyle bir isteğiniz gerçekten var mı” soruma şu yanıtı veriyor:
“Doğrusu evet. Bu sistemi faydalı buluyorum. Çünkü ikili sistemde parlamentolar daha etkin işliyor. Yönetiminde de istikrar söz konusu oluyor. ABD’ye bakın, kanunlar nasıl çıkıyor. Biz de Ticaret Kanunu’nda örneğini yaşadık. Nasıl olduysa muhalefet destek verdi. Kanunu üç günde çıkardık.”
Akşam’ın o tarihteki genel yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya, bu diyaloğu işlediğim köşe yazısını, haber olarak manşete taşıyor. Ve gündem dalgalanıyor.

 
Üç gün sonraki ilk grup toplantısında Bahçeli çok sert. Erdoğan için başkanlığın “tek adamlığa yönelik heveslerin bastırılamaz bir yansıması olduğunu, tiranlığa özendiğini, Ortadoğu sultanlarını örnek almaya başladığını” söyleyip ekliyor:
“Anlaşıldığı kadarıyla Recep Tayyip Erdoğan, sürekli büyüttüğü nefretiyle, yıllardır hesaplaşmak için fırsat kolladığı Cumhuriyet’i darağacına çıkarabilmek amacıyla önümüzdeki seçimi bir dönüm noktası olarak tayin etmiştir. Kendisi için demokrasi vasıtadır ve Türkiye’nin yıkılması ve Türk milletinin etnik kıvılcımla yanması için ara istasyondur. Bu zihniyet bundan sonra her şeyi ikilemeyi mi amaçlamaktadır? İki partili yapının yerleşmesi için iki dilli, iki milletli iki bayraklı bir karanlığa girilmesi mi istenmektedir? Başbakan Erdoğan bir tarafta milletimizi 36’ya bölüp küçültürken öbür tarafta siyasi terziliğe soyunmuş ve bu defa da partileri kesip biçmek için küresel işbirlikçilerinden aldığı kör makasla harekete geçmiştir.”
Bahçeli bu sözleri “iki partili sistem istiyorum” diyen Erdoğan için söylüyor. 

Ve şimdi iki partili sistem
“Tek adam” yetkilerinin tamamı bir yana. Altı yıl sonra, Bahçeli desteğiyle önümüze getirilen anayasa teklifi, açıkça değil arkadan dolanarak da olsa iki partili sistem öngörüyor. Anayasa Mahkemesi’nde iptal başvurusunu düzenleyen 150. maddeye yapılan ince bir ayarla. “İktidar ve ana muhalefet partisi” ifadesi, “en fazla üyeye sahip 2 parti” olarak değiştiriliyor.
Herhalde MHP, bu yeni tarifteki iki partiden biri değil!
Dört ay önce Burhan Kuzu’nun Bundan sonra 2 parti olacak, biri AKP biri CHP” sözünü hatırlayınca soru işaretleri azalmak şöyle dursun tuhaf bir karanlıkta çoğalıyor.
Anayasa teklifi geçerse eyalet sisteminin geleceğinin açık açık konuşulduğu, iki partili sistemin kurgulandığı bir yapıya MHP neden “evet” diyor?
Altı yıl öncesinden bugünleri görmüşken üstelik...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Yeni Türkiye’ye Kemalist aşı denemesi: ‘Savaşçı’ - TAYFUN ATAY

Milliyetçi anti-terör dizilerinden seyrimize en son sunulan Savaşçı’nın (Fox TV) bende bıraktığı en genel izlenim, AKP Türkiye’sini Kemalizm’le buluşturma çabası oldu.   
Denilebilir ki dizi, 15 Temmuz’u bu buluşmayı sağlama yolunda bir “milat” olarak değerlendirmekten, bu yönde “Allah’ın lütfu” addetmekten yana olduğu hissi uyandıracak mahiyette bir açılış yaptı.
Karşımıza büyük haksızlığa, iftiraya, itibarsızlaştırmaya uğramış halde ama tevekkülle zindanda ömür tüketen, bir zamanların onurlu ve şerefli kahraman subaylarıyla çıkıldı.
Elbette jenerikte not düşüldüğü üzere, dizimizin gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi olmayıp tüm aktarılanlar, karakterler, olaylar hayal mahsulüdür.
Ama yine elbette ki hayallerimiz, hayatın içinden çıkmaktadır ve öykümüzde çizilen karakterler de Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. operasyonlara muhatap olmuş “Kemalist” askeri bürokrasiyi çığır çığır çığrıştırmaktadır!..

                                                                                ***
 
“15 Temmuz”, bu memleketin “gerçek” kahraman ordusunu temsil edenlere bir iadei itibar vesilesi olarak değerlendirilmeli; Savaşçı’nın ana fikri bu…
Fakat “Rabbimiz de, milletimiz de bizi affetsin” diyerek kaybedilecek vakit de yoktur!
Çünkü tart edilmiş, tasfiye edilmiş, zindanlara istif edilmiş kahraman bordo berelilerimizin çok büyük tehlikedeki vatanın savunması için yeniden ve bir an önce karargâha yol tutması gerekmektedir.
O yüzden “paralel-paralel” yürünen yollarda “Kemalist mıntıka-temizliği” yapılırken süpürülmüş, ama şimdi ocağına düşülüp göreve çağrılmış “Savaşçı”ya,“Hiç kimse size kusura bakmayın bile demiycek, biliyosun di mi?” şeklinde seslenilir kurguda…
Ve sunulan cevap, işte o, Kemalizm’in dönüşüdür:
“Biliyorum Komutanım! Ama bunun bir önemi yok. Kemal Paşa, Samsun’dan İzmir’e kadar boynunda
idam fermanıyla yürüdü. Bizimki onun yanında ne ki?!”

                                                                             ***
 
Anti-terör kapsamlı, referandum-endeksli, fırından yeni çıkmış dizilerimizden ilki olan İsimsizler (Kanal D), burcu burcu “Yeni Türkiye” kokan ve bağır bağır AKP bağıran bir içerikle karşımıza geldi.
İkincisi olan Söz (Star TV), temkinli ve mütereddit vaziyette ve küresel (cihatçı) terörizm anıştırmalı bir kurguyla, dolaylı ve daha mesafeli bağlandı AKP’nin “Yeni Türkiye”sine…
Üçüncüsü Savaşçı ise işte yukarıda da söylemeye çalıştığımız üzere, “Yeni Türkiye”ye “eski asker”i (bir bakıma “yeni köye eski âdeti” de denilebilir!) bağlama yolunda hamarat mı hamarat bir girişim.
Bir “özümseme” girişimi bu: Temel motivasyonu, Kemalizm’i “Yeni Türkiye” için (elbette eskiden olduğu gibi temel prensip değil) “mütemmim cüz” kılmak olan bir girişim…

                                                                             ***
 
Bunun yanı sıra ben diziyi izlerken 15 Temmuz üzerinden Balyoz, Ergenekon ve diğer yargı süreçleri ile hesaplaşma veya helâlleşmenin ötesinde, kişiye-özel, daha doğrusu “yazara-özel” bir hesaplaşma dinamiği üzerine de düşünmedim dersem yalan olur!..
Yaratıcısı Süleyman Çobanoğlu’nun çok değil dört yıl öncesinde, aşağı yukarı aynı konsept (anti-terör) üzere olup reytingin de zirvesindeki “Sakarya Fırat” dizisinin “barış diye diye” ekrandan sökülüp atılmasıyla da bir yüzleşme düşüncesini kışkırtmıyor mu Savaşçı? Tabii ki en çok “devletlular” açısından!..
“Yeni Türkiye”nin mimarları, o yıllarda yol alış güzergâhlarıyla aynı “paralel”de nasıl Ergenekon’da, Balyoz’da ve diğer davalarda pek çok “savaşçı”yı hapse attırdıysa, “Sakarya Fırat”ı da ekrandan attırmıştı.
Demek ki bu yalnız o davalarda mağdur edilen “Savaşçı”nın değil, “Sakarya Fırat”ın da geri dönüşü ve iadeiitibarıdır!..
Ve sonuçta “Yeni Türkiye”de hiç geri dönmemecesine aramızdan ayrılan bir şey varsa o da “barış”tır.

                                                                             ***
 
Savaşçı üzerine şimdilik bu kadar ama ne onun ne de diğerlerinin üzerine söyleyecek sözümüz bitmedi. Devam edeceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Daha yeni başlıyoruz… - ORHAN AYDIN

-Ne olacak ağabey, geri sayım başladı. Ortalık karmakarışık buradan ne çıkacak kestiremiyorum.
-Sessiz milyonları duyamıyoruz, meydanlara çıkmak istiyorlar ama önleri kesiliyor. Karşılarında askeri, polisi, yandaşı, televizyonları, gazeteleri ile kâğıttan kaplan bir güruh var. Bildiri dağıtıyorlar ya yasaklanıyorlar, ya saldırıya uğruyorlar, konuşuyorlar hakaretten ya içeri atılıyorlar ya haklarında dava açılıyor. Akla gelen her tür yoldan ‘Hayır’ demek yasak. Mitingler bile yasaklanıyor. Kapalı salon toplantıları yasaklanıyor. ‘Hayır’ çadırları paramparça ediliyor, sokak ortasında insanlara meydan dayağı atılıyor. Polis seyrediyor, yargı seyrediyor. Hele Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde kaymakamlar, valiler, belediye başkanları açıkça halkı tehdit ediyorlar.
-Çivisi çıkmış durumda işin.
-Korkuyorlar. Uçan kuştan, esen yelden, açan çiçekten, akan sudan, yağan yağmurdan, doğan güneşten korkar gibi. ‘Evet’ diyenler ‘Hayır’ diyenlerin seslerini bile duymaktan nefret ediyorlar. Tapınma zirve yapmış durumda. Aşsızmış, işsizmiş, yoksullukmuş, talanmış, yalanmış filan umurlarında değil. Ülkenin varını, yoğunu ve milyarları iç edenlerin kendilerine sundukları iki lokma ekmeğe vicdanlarını pazarlıyorlar.
-Tapınma dediniz ya galiba insanlık tarihinde böylesi görülmedi.
-Görüldü. Yalanla kurulan imparatorluklar, diktatörlükler var. Tamamı din ve ırkçılık soslu. Bizdeki güruhun örnek aldıkları ve neredeyse süreçleri bile örtüşen diktatörlükler. Almanya ve İran’da yaşananlarla bugün bu topraklarda yaşananlar arasında binlerce benzerlik var. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bu iki kalkışma yakın tarihler oldukları için anlaşılması daha kolay olanlar.
Hitler seçimle geldi. Sonuçları insanlık için yıkım, kayboluş, savaş, kan ve ölüm, 1979 tarihinde İran ‘evet’ dediği için şeriatın pençesinde can çekişiyor. Toplumsal dibe vuruş, çürüme, dine ve onun ‘esaslarına’ esir edilmiş koca bir uygarlık.
-Bir insan bile bile nasıl esareti onaylar, nasıl kul olmayı seçip özgürlüklerine kelepçe takılmasını kabullenir?
-Erdem, şeref, haysiyet ve vicdan ölünce emir kulu olman kolaydır.
-Ya bizimkilere ne demeli ağabey. Seslerini çıkarmayan zavallılardan söz ediyorum. Adlarına ‘sanatçı, oyuncu, yazar, çizer’ filan deniyor. Hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi davranıyorlar.
-Bu konu beni küfürbaz ediyor. Utanma eşiği atlanmış. Sanki oynadıkları oyunlar, çektikleri filmler, yazdıkları şiirler, romanlar, öyküler, çizdikleri karikatürler, yaptıkları danslar, söyledikleri şarkılar özgürmüş gibi, sanki sanat ve sanatçılar ötekileştirilmemiş, düşman ilan edilmemiş gibi, sansür, yasaklama yokmuş gibi ve sanki cami avlularından çıkıp gelenler sanat alımlayıcılarıymış gibi.
Çıkarcılık, bencillik ve cahillik kuşatmış akıllarını ve korku.
-Utanç verici.
-Dahası var bunlar asıl utancı yarın her şey kaybedildiğinde bu ülke insanlığının önüne çıkarken yaşayacaklar.
-Kaybedince ne olacak ağabey.
-Kazanınca da kaybedince de aynı şey olacak. Daha çok üretmemiz gerekecek. Barışı, eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü, uygarlığı haykıran, aşkı haykıran ürünlerle bezemeliyiz hayatı.
Adaletsizliği, iç etmeyi, talanı, yalanı, doğa ve çevre düşmanlığını yere çalan, aydınlanmayı ve bir arada yaşamayı seslendiren, gericiliği dibe çakan, laikliği haykıran ürünler.
Daha yeni başlıyoruz.
-Daha yeni başlıyoruz. Bu pis kumpası bozmanın umarı bizim elimizde.
-Bizim ve bize ışık tutan örgütlenmiş onurlu, erdemli çoğulun.
Şimdiden işe koyulma vaktidir.
‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ diyenlerin karşısında barikat kurmanın oyununu, romanını, şiirini yazmalıyız, şarkısını, resmini, filmini ve dansını yaratmalıyız.
Yoksa yok olacağız.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Artık zikzak bitti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Referandumdan daha önemli meselemiz yok haklı olarak. Sonucunun yaşamımızı olumlu ya da olumsuz, ama derinden etkileyeceği kesin bir tercih yapacağız ülke olarak. Elbette “hayır”lısı olacak.
Ancak bu kaotik ortamda dış politikada olanı biteni kaçırıyor gibiyiz. Oysa Türkiye her zamankinden daha da derin bir krize giriyor. ABD ile Rusya arasında Ortadoğu’ya yönelik planlar/hedefler çerçevesinde baş gösteren sorunlar Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorlayacak çünkü, bu kesin. Gelişmeler Ortadoğu’ya ilişkin son “Round” olarak da değerlendirilmeli. Çünkü Rusya ile ABD’nin bazı konularda gerçekleştirdikleri ortaklığın sonuna gelindi artık. Bölge gittikçe “sıcak” bir hale bürünüyor.

Suriye krizinde, krizi daha da derinleştiren bir “taraf” olmakta hiç zorlanmamıştı Türkiye. Ne de olsa, hep Suriye’nin yanında olmakla beraber önceleri “fiilen” devreye girmemiş bir Rusya’ya karşın, Batılı tüm emperyal güçlerin Suriye karşıtlığında saf tutmanın zor bir tarafı yoktu Türkiye açısından. AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın hem Şii hem Esad nefretinin, gerici Arap rejimlerince de, emperyal güçlerce de destek bulması bu taraf tutmayı kolaylaştırmıştı elbette.
Meselenin sadece Suriye’nin yanında olmak ya da olmamaktan çıktığı, ABD ile ABD karşıtı eksenin kalıcı olarak karşılıklı konumlandıkları bir döneme giriliyor. Bölgede kesin hakimiyet için son zarlar da atılıyor. Erdoğan ile hükümetinin aynı anda hem ABD hem Rusya tarafında yer almasının mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. Bunu bildiği için Recep Tayyip Erdoğan kesin tercihini yaptı bile. Suriye’nin Donald Trump’ın emriyle vurulmasından duyduğu memnuniyeti, İsrail’le aynı anda hem de, dile getirdiği an tercihinin ne olduğu belli olmuştu. Şimdi tersi tutum almasına olanak yok.
Alırsa, doğalgazını Türkiye üzerinden geçirerek gazın nakli için düşünülen diğer güzergah Güney Kıbrıs’ı devreden çıkarma adına (da) ilişkilerini düzelttiği İsrail’i karşısına almış olacak. Tersi tutum alırsa ilişkilerini bir dolu taviz vererek düzelttiği Rusya’yı tamamen kaybedecek. Ne tarafa yönelse, Fırat Kalkanı’na göz yuman ABD ile Rusya’dan birinin karşısında olacak. Ülkeyi getirip bıraktıkları nokta işte bu. Mısır’ın “darbeci” lideri Abdülfettah Sisi, yalpalamayan politikası sayesinde Erdoğan’dan daha güvenilir, ne yapabileceği kestirilebilen biri olduysa bu her yöne hem karşı hem taraf olmadığı içindir.
Taraftarlarının “dünya lideri” sandığı AKP lideri Erdoğan, “15 Temmuz Darbe Girişimi”nde kendisini yalnız bırakan (hatta içinde olduğunu söylediği) ABD’ye karşı sitem edip, Rusya’ya yine 15 Temmuz’da verdiği destek için teşekkürlerini sunduktan iki ay sonra, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından yeniden ABD yanlısı oluverdi. ABD ile birlikte Şam’ı vurmaktan, güvenli bölge oluşturmaktan söz edeli şunun şurasında ne kadar zaman oldu?
AKP liderinin zikzak yapma şansı yok artık. Tercihini ABD-İsrail’den yana yapmış bir “lider” olarak, “Kuzey Kore belasını arıyor” diyen Trump’ın Kore’ye yapacağı saldırının da destekçisi demektir. Çünkü artık kesin tercihlerin yapıldığı bir döneme giriliyor.
G7 Toplantısı’na Suriye karşıtı kararın eyleme dökülmesi için Rusya faktörünün aşılması gerektiğinde bunun “yardımcı aktörlerinden” biri Türkiye olacak haliyle. Topraklarını ABD - Batı emperyal güçlerine kapatması mümkün müdür Türkiye’nin sizce? Kapatmaması halinde Rusya için Türkiye hedef ülke olmayacak mıdır? Tersi söz konusu olduğunda da ABD/AB’nin hedefi olacağı şaşırtıcı mıdır?
Katar’ın, Suudi Arabistan’ın gazına gelip Suriye’ye sefere çıkan son derece yeteneksiz Ahmet Davutoğlu’nun hezeyanlarının dış politika sanılmasının bedelini ülke olarak biz ödeyeceğiz. Rusya, Türkiye tarafından verilmiş sözleri, uçak krizinden bu yana aslında inandırıcı bulmadığını hep belli etti. Şimdi, şu sıralar Türkiye’ye charter uçuşlarına yasak getirebileceği söylentilerinin gerçekleşebilme ihtimali var. Ucundan görünmeye başladı bile yaptırımlar. Camdan sarayında otururken başkasının evine taş atmanın bedeli çok ağır olacak.
Referandum bizim beka meselemiz elbette. Ama sonuç ne çıkarsa çıksın, dış politikada atılmış bu kadar yanlış adımın sonucu da beka meselemiz. Ülkeyi açık hedef haline getiren Erdoğan mezhepçi, sürekli düşman yaratan üslubunun Trump’ınkine benzemesinden ötürü kendisini güvende hissediyorsa ciddi olarak yanılıyor.
Ortak dili kullanıyor ama onunla “ortak sofra”ya oturmayacak Trump(giller). Sofraya nasıl geleceği belli olmaz.
Dua etsin de o sofrada aş olmasın Erdoğan. 

MUSTAFA K. ERDEMOL/ BİRGÜN

Erdoğan’ın en tehlikeli mesajı! - Ayşenur Arslan

Yaptıkları, yapacaklarının teminatı. Çırak, usta ve şimdi de REİS olarak Türkiye’yi adım adım hizaya getirdi. Geriye rejimin adını koymak, bunun için de başkanlık sistemini getirmek kaldı.
Bunun için “EVET” istiyor. Tek adam olmak... Tek adam olarak her konuda “tek başına” karar vermek... Ülkeyi; yasaları, kurumları ve insanlarıyla hayalindeki gibi yoğurmak istiyor.
Ve öyle anlaşılıyor ki, bu hayaline ulaştığı zaman, dünya da ahiret de ondan sorulacak.
Baksanıza, Bursa’da konuşurken ne dedi:
“Buna (anayasa değişiklik paketine) karşı çıkacağım derken dünyanızı da ahiretinizi de tehlikeye atmayın.”
Doğrusu bu, anayasası ve yasaları laiklik temelinde düzenlenmiş bir ülkede yaptırım gerektiren bir ifade. ANAYASA –özellikle laiklik bağlamındaki hükümleriyle- HENÜZ YERİNDE DURDUĞUNA GÖRE, bir cumhurbaşkanı yurttaşların “ahireti” hakkında görüş belirtemez. Uyarıda bulunamaz. Hele hele bu yolla hiç oy isteyemez.
Dahası bu, dilinden hiç düşürmediği İslam’a da aykırı. Hiç kimse, insanların ahireti konusunda söz ve karar sahibi değildir. Olamaz. İslam’a göre, ahiret, yani cennet ya da cehennem konusunda hüküm sadece ve sadece Allah’ındır. Aksi de şirk koşmaktır. Yani, inançlarına göre en büyük günahtır!Yani; kendinizi ister demokrat, ister sosyalist, isterseniz bir mümin olarak niteleyin Erdoğan’ın bu sözlerine tepkisiz kalamazsınız.
Peki, öyle mi oldu?
Olmasını beklemiyordum. Gördüğüm kadarıyla da olmadı.
Zira, cümlenin içinde inanca / İslam’a dair herhangi bir ifade, tek bir kelime bile sesleri kısmaya yetiyor.
Siyasetçiler, sıradan insanlar, köşeciler, aydınlar topluma ters düşmekten... Dışlanmaktan... Kimi zaman aslında inançsız olduğu halde yine de “inançsız” sanılmaktan... Kısacası akıntıya karşı yüzmekten korkuyor. Korktukça geriliyor. Geriledikçe sahip olduğu yaşam alanını kaybediyor ve daha çok korkuyor.

                                                                           • • •

Pakistan’ın başının derdi Lal Mescit’in imamı Molla Aziz, binlerce genci mücahit, silahlı militan ve hatta intihar eylemcisi olarak yetiştirmekle açıktan övünüyordu. Çünkü, içinde bulundukları durumu “savaş hali” olarak niteliyordu:
“Biz şeriat istiyoruz, onlar (Pakistan yönetimi) istemiyor. Bu, konuşup tartışarak değil ancak savaşla çözülebilecek bir sorun.
Kuran şeriatını hakim kılmak istiyorsak savaşacağız.”
Elbette, Molla Aziz ile Erdoğan arasında bir benzerlik yok. Kıyaslamıyorum da.
Ancak şunu düşünmenizi istiyorum:
Erdoğan’ın iktidara geldiği ve kimi liberal demokratın onun iktidarından “demokrasi” umduğu yılları düşünün... O yıllardaki AB heyecanını, demokrasi palavralarını hatırlayın. Bir de geldiğimiz noktaya bakın. Aradaki fark çok büyük. Çok önemli.
Türkiye’de başlıca tam 22 tarikat / cemaat faaliyette. Aralarında Gülenciler ya da Süleymancılar, İsmail Ağa gibi çok bilinenleri de var... Cerrahiler gibi sanat dünyasının ilgi duyduğu tarikatlar veya İcmalciler, Kırkıncı Hocacılar gibi az bilinen cemaatler de…
Sadece Gülen Cemaati’nin okulları, yurtları ile Türkiye’yi nasıl kuşattığını (onca yazılıp çizilene inanmayanlar dahil) herkes somut biçimde gördü.
Onlara yönelik operasyonlar vesilesiyle, örneğin bir savcının Süleymancı olduğuna da tanıklık etti.
Bu arada, zavallı yoksul çocukların can verdiği yangınla, ortaya tarikat yurtlarına dair bir başka örnek çıktı.
Bunlar buz dağının üstü. Kim bilir tarikat / cemaat örgütlenmesi ve medreseleri hangi boyutlarda…
Bu topraklarda kim bilir kaç Lal Mescit faaliyette...
Pakistan, Afganistan hep böyle değildi. ABD’nin ve genel olarak Batı’nın Sovyetler’e karşı oluşturduğu “mücahit ordusu” bugün başta onların olmak üzere Dünya’nın baş belası.
ABD’nin süper güç olabilmesi için zavallı ülkeler feda edildi. Sıra şimdi Türkiye’de mi acaba?
Yoksa, Gaziantep’te herkesin bildiği IŞİD Mahallesi varlığını sürdürebilir mi?
Bir Cumhurbaşkanı siyaset için ahiret mesajı verebilir mi?
Verir de, siyasetçiler, sıradan insanlar, köşeciler, aydınlar, hukuk adamları, büyük patronlar sinip susup oturur mu?
Kusura bakmayın ama ne demokratsınız ne de Müslüman.
Cumhuriyet’in kazanımları üzerine oturmuşsunuz… Referandumda HAYIR çıksa da çıkmasa da mücadele etmeden bu ülkenin, Cumhuriyet’in kurtarılamayacağını biliyor... Ama bunun için harekete geçmeye korkuyorsunuz.
Bakalım harekete geçebilmeniz, uyanabilmeniz için daha kaç mesaj, kaç medrese gerekecek!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Ahmet Necdet Sezer’e dil uzatana bak sen! - ENVER AYSEVER

AKP döneminde en büyük hasarı düşünce dünyası ve etik değerler gördü. Belleksiz, bencil, çıkarcı bir toplum yaratıldı ve şimdi meyve vermeye başladı. Artık arsız ve cahil olmak mevki edinmek için birinci koşul. Liyakat, eğitim, dürüstlük falan dalga geçilen kavramlar. AKP’li ol, biat et, sonrası kolay… Devletin malı deniz nasılsa… Vekil olmak, bakan olmak kolay elbet!

Sözde dindar bir partinin bakanıyken “Bakara Makara” konuşmaları ortaya saçılan Egemen Bağış, bir toplantıda RTE onu fark etsin, affetsin diye Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için: “Bu adam apartman görevlisi bile olamaz” demiş. Önce şunu anımsatayım, apartman görevlisi/kapıcı bir emekçidir ve tüm meslekler gibi saygıyı hak eder. Ayrıca bir kimse bakan olur, başbakan olur, padişah olur ama insan olmak o kadar kolay değil!


Milyonlarca insandan inanç bezirgânlığıyla oy alacaksın önce, onların değerleriyle alay edip, dalga geçeceksin sonra… Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk sanıklarından biri olacaksın, siyasal güçten dolayı yargılamadan kaçırılacaksın ve hâlâ yüzün kızarmadan ulu orta konuşacaksın. Peki, hakkında konuşulan kişi kim? Onurlu, haysiyetli bir Cumhurbaşkanı… Hakaret eden kim? Sözcük israfı olur uzun uzadıya anlatmak aslında ya, neyse…

Bu ülkenin Meclis’i, üstelik dönemin AKP’sinin de oylarıyla Ahmet Necdet Sezer’i cumhurbaşkanı seçti. İlk kez Türkiye hukuka bunca bağlı, ölçüsünü evrensel ilkelerden alan sivil bir cumhurbaşkanı tanıdı. Tabii bu da kimsenin işine gelmedi. Elindeki terazi evrenseldi Sezer’in. Bir partiye ait olmadığı için, halkının yararı, insanlığın pusulası hangi yönü gösteriyorsa o anlayışla imza koydu ya da koymadı önüne gelen yasalara. Dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin herkese eşit mesafede durdu Sayın Sezer.
Kamu kaynakları konusunda hassastı, oturduğu Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün bir emanet olduğunu bilerek davrandı. Kendisine ayrılan bütçeden artan miktarı hazineye iade etti. Kırmızı ışıkta durdu, market sırasında bekledi, yurttaşlarla arasına asla mesafe koymadı. Sanata, edebiyata, bilime saygı duyduğunu gösterdi, hissettirdi ve önünü açtı. Görev süresi boyunca bir tek yurtdışı seyahati yaptı, Suriye’ye. Bölgenin barışı için taşın altına elini koydu. Her mikrofona konuşmadı. Makamının ağırlığını taşıdı ve en önemlisi Gazi Meclis’e saygı duydu. Vicdanına hesap verdi sadece Sayın Sezer… Küresel kapitalizme boyun eğmedi!

Tüm bu söz ettiğim konular Egemen Bağış için bir anlam ifade eder mi derseniz, “hayır” yanıtını alırsınız! Lâkin ölçüsüzlüğün ne boyutta olduğunu anlamamız bakımından bu anımsatma önemli. Reza’nın önüne yatan, inançlara hakaret eden, bir kâğıt parçasına yazdıklarıyla aldığı hediyeye(!) kılıf hazırlayan adamların yönettiği bir cumhuriyet burası! Üstelik Meclis’te tümü aklanıp, pürü pak oldular! O gazi, yüce Meclis bunların elinde itibarını tartışmaya açtı. Hani 15 Temmuz Darbe Girişimi için ağzına geleni söylüyorlar ki haklılar; ancak illa meclis tankla, topla bombalanmaz, unutmamak gerekir. Koca Meclis’in bu suçlulara ortak olması anlaşılır mı? Hak verilir mi? Elbet Ahmet Necdet Sezer’i sevmeyecek Bağış ve şürekâsı! Sevse, bence Sayın Sezer kendinden kuşkuya düşerdi…

Geçen gün AKP belediyesinde çalışan bir şoförle tanıştım. Taşeronda çalışıyormuş. “Yılda bir evime et zor girer” dedi. Seçim öncesi verilen sözleri anımsattı, ağzına geleni söyledi. Sordum: “Pazar günü oyunun rengi nedir?” diye. “Ben siyasetten anlamam, fukarayım. Ezen ezmeye devam edecek, biz de sürünmeye” dedi. Çocukları olduğunu, bu sömürüye karşı dirayet göstermesi gerektiğini, söyledim. “Keşke” dedi umutsuzca…

AKP sürecinin bir büyük başarısı da budur. Artık devran dönmez diye boyun eğdirilmiş ahali. Başa gelen çekilir inancıyla, muhtaçlar toplumu yaratılarak, her tür kavram ve değer sömürülerek iktidar etmeye devam ediyorlar. İşte “Hayır” demenin en önemli anlamı bu! Hani milletin adamları yönetiyor ya ülkeyi… Soruyorum: Ahmet Necdet Sezer mi milletin adamı, yoksa ona ve millete hakaret edenler mi?

Enver Aysever / BİRGÜN

Atatürk'ün özel yanları... - CAZİM GÜRBÜZ

Ahmet Haşim yazmış "Bize Göre"sinde... Bakalım neler yazmış:
"Yeni harflere dair ilk defa fikir teatisi için Dolmabahçe Sarayı'na davet edilenler içinde Gâzi'yi bizzat görmeye gidenlerden biri de bendim.
Heyecanım çoktu.
(...) Kapıdan bir ışık dalgası halinde giren teksif edilmiş (yoğunlaşmış) bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birdenbire gözlerim kamaştı. Göz bebekleri en garip ve esrarengiz madenlerden yapılmış bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlandığı asabi bir çehre... Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi... Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar...
Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni yeni bir âlemin meydana gelmesine yol açan fikirler kaynağı başı, bir yanardağ zirvesi gibi taşıdığı ateşe kayıtsız, mavi gök altında, sessiz ve gülümseyerek duruyor.
Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli çağlayanlardan yegâne müteessir olmayan, meğer onun genç başı imiş."

Afet İnan'ın "Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler" kitabından seçtiklerimle sürdürelim yazımızı.
İsmet İnönü anlatıyor:
"Atatürk'ü bir halk toplantısı içinde görmek hakiki bir zevk, müstesna bir fırsattır. Yarım saat içinde bütün durgunluklar gider. Taze ve canlı havanın neşesi her çehrede uyanır, asıl mühim olanı, toplantıda bulunanlarda birbirlerine karşı sevgi, geniş yürek ve bağlılık olmasıdır. Cemiyet fertleri birbirine ve hepsi Atatürk'e sarılmıştır ve bir kitle hâsıl olmuştur."
Ve Celal Bayar, Kurtuluş Savaşı günlerine dair anılarından bir bölüm:
"Zaman olurdu ki çok bunalırdık, ailelerimiz yanımızda değil, haber alamayız. Mecliste müzakere, münakaşa saatlerce sürerdi. Sonra Bakanlar kurulunda gece yarılarına kadar konuşma ve kararlar. Memlekette yer yer isyan hareketleri, padişah olumsuz, Avrupa düşman... Bütün bu durumlar karşısında, sonu ne olacak diye bir fikir buhranına kapıldığımız olurdu. Bu etki altında Mustafa Kemal ile görüşmeye giderdik. Birçok konuşmadan sonra Çankaya'dan aşağı inerken, biraz önceki ruh halinden sıyrılmış bir insan olurduk. Bütün işleri yalnız başına yapabilirim diye bir özgüven hâsıl olurdu."

Ve "Bütün Dünya Dergisi"nin Mart 2017 sayısında Kaya Boztepe'nin aktardığı bir anıyı ben de sizlere aktararak yazımı bitireyim: Balıkesir gezisindedir Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda değerli hizmetler etmiş birisi huzuruna gelir ve bir davadan yargılandığını, haksız yere hüküm giydiğini belirterek, Atatürk'ün duruma müdahale etmesini ister. Dava konusunu Atatürk de bilmektedir, çok üzülür. Yanında bulunan bir Adliye Subayı'nı çağırır ve "Bunu düzeltiniz" der. O subay "Efendim, bütün yargısal aşamalar tükenmiş, hüküm kesinleşmiş, yapacak bir şey yoktur" diye görüş belirtince de, "Ama ben konuyu biliyorum, tanıklık edebilirim, yeniden yargılanabilir" diyerek, bu yönde girişimde bulunulmasını ister ve mağdur olan o kişiye dönerek "Neden daha önce bana gelmedin. Gelir o zaman tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta cumhurbaşkanı bile adalete saygılı olmak zorundadır" der.
İşte Atatürk'ün adaleti... 


Kaynak: Atatürk'ün özel yanları... - Cazim GÜRBÜZ

Başbakan’ın cevaplamadığı soru - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, referandum mitingleri yaparak anayasayı ihlal ediyor. Beğenmese de yürürlükteki anayasaya göre tarafsız davranmak, kendisi için bir ödev. Cumhurbaşkanı’nın il il miting yapıp cumhurbaşkanı sıfatıyla bir kanaat, bir siyasi görüş için oy isteyememesi gerekiyor.
Emredilen bunun tersi gibi, gözümüz, kulağımız, algımız, ufkumuz saldırgan bir propagandaya maruz kalıyor.
Devlet olanaklarını sonuna kadar suiistimal etmeler, bütçe olanaklarını kullanarak taşımalı sistemle miting alanı doldurmalar, fotoğrafçılık tekniklerinden kurnazlık devşirip olduğundan kalabalık göstermeler.
Gazetecilik rehin alınmışken agresiflik dozu artan bu propagandanın maksadı ortada: Beş altı gün sonra “evet” çıksın.
İyi. Bunu anladık. Peki, teklif kabul edilirse parlamenter sistemi bitirecek olan “partili cumhurbaşkanlığı” denilen ucube hemen mi devreye alınacak?
Hayır.
Ölünceye dek dokunulmazlık sahibi, istediği sayıda, canının istediği kişileri kendine yardımcı olarak atayacağı, aklınıza gelecek her konuda ve alanda ferman niteliğinde kararname çıkarabileceği sistem değişikliği için iki buçuk yıl beklenmesi lazım.
Ta 2019 Kasım’ına kadar. Eğer hayır çıkmazsa, Bakanlar Kurulu’nu ortadan kaldıracak değişikliklerin yürürlüğe gireceği tarih bu. İlk kez birlikte yapılacak Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından yani.

***

Buna karşılık, Erdoğan’ın tek belirleyici olacağı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yeni üyeleri hemen seçilecek. Sonuçların Resmi Gazete’de yayımlanışını izleyen 30 gün içinde.
Yaklaşık bir hafta süre verelim. Ve diyelim ki sonuçlar 23 Nisan’da Resmi Gazete’de yayımlandı. Bu durumda HSYK’nin yeni kompozisyonu mayısın 23’üne kadar değişmek zorunda.
Kabul halinde, 13 kişiden oluşacak yeni HSYK’nin -adında yüksek kelimesi çıkıyor- 11’i cumhurbaşkanı ve Meclis tarafından seçilecek.
Kimse Meclis’in üye seçiminde çoğulculuk romantizmi aramasın. Orada AKP aritmetiği konuşacak. Kalan iki kişi de zaten cumhurbaşkanının atadığı Adalet bakanı ile bakanlık müsteşarından oluşuyor.
Hasılı, anayasa değişikliğinde en acil iki uygulamadan biri Erdoğan’ın yeniden AKP üyesi olması. Diğeri HSYK’nin yenilenmesi.
Peki, bu acele neden?
İşte bu soruya Başbakan Binali Yıldırım bile cevap veremiyor.

 
Evet, dün İsmail Küçükkaya’nın Çalar Saat programında tüm soruları yanıtlayan Yıldırım, bu soruyu duymazlıktan geldi.
Üyelerin nasıl seçileceğini, Meclis’in kendi kontenjanını hangi usulle kullanacağını, turları ve Meclis’in üye seçen bir üstün irade olarak neden devreye sokulduğunu, hepsini anlattı. Mesela, “Milli iradenin kayıtsız şartsız tecelli ettiği Meclis yargıya üye seçemiyordu. En büyük demokratikleşme burada başlıyor” bile dedi.
Ama Küçükkaya’nın “Bu madde niye hemen yürürlüğe giriyor” sorusu havada asılı kaldı. Sorunun yanıtı için Prof. Kemal Gözler’in “Elveda Anayasa” kitabına kulak verelim:
“Eğer 16 Nisan’da oylanacak anayasa değişikliği kabul edilirse, son altı buçuk yılda HSYK’nin yapısı ve üye kompozisyonu 3 defa değiştirilmiş olacaktır. Birincisi, 2010’da seçilen ve o zamanlar ‘Gülen Cemaati, şimdi FETÖ/PDY’ denen grubun hâkim olduğu HSYK; ikincisi 2014’te seçilen ve ‘Yargıda Birlik Platformu’nun hâkim olduğu HSYK ve üçüncüsü de 16 Nisan’dan sonra, üyeleri bir ay içinde cumhurbaşkanı ve TBMM tarafından seçilecek olan HSK. HSYK, ülkenin en sükûnete ihtiyacı olan organıdır. Böyle bir organın yapısının ve üyelerinin bu kadar sıklıkla değiştirilmesi, şüphe uyandırıcıdır.”
Haydi açıklayın bakalım, yürütme ve yasama değişikliğini Kasım 2019’a bırakırken, HSYK’yi mayısta değiştirme acelinizi.
Hadi.
Nedir aceleniz sahi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Evet’ ve ‘Hayır’da uzun lafın kısası - EROL MANİSALI

Ey Türk Milleti, hiç kafa karıştırmadan, en basit bir biçimde gerçeği görelim:
- Bir tek adamın (veya kadının) 80 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nde, siyasete, ekonomiye, orduya, kültüre, hiçbir denetim ve müeyyide olmadan, tek başına karar vermesine ya evet ya da hayır diyeceksiniz. Kısacası, rejimin tamamen değiştirilmesini kabul ediyor musunuz? Etmiyor musunuz?
- Ülkenin, mevcut anayasada olduğu gibi laik bir düzen içinde devamı mı? Yoksa İslami esasların hayatın her alanında egemen olduğu ve Türkiye’nin “Ortadoğululaştığı, Arapgil bir yapıya doğru gittiği” bir ülke mi?
- 80 milyon yurttaşın bireysel katılımlarıyla belirleyecekleri, sivil toplum örgütlerinde katılımcı olarak yer alacakları, Avrupa’da olduğu gibi siyasal partilerini kuracakları ve parlamentoyu oluşturacakları “katılımcı bir demokrasi” mi? Yoksa bir tek kişinin sorgusuz sualsiz her şeyde mutlak egemen olduğu bir ülke mi?
- Çocuklarınızın çağdaş ve uygar dünyanın bugüne kadar geliştirdiği olanaklarla eğitimi mi? Yoksa kızların ve erkeklerin tamamen ayrıştırıldığı ve eşitliğin ortadan kaldırıldığı bir düzen mi?
- Kadın-erkek ayrımının her alana yayıldığı, kadına sadece türban takma özgürlüğünün tanındığı, diğer özgürlüklerin Arap ülkelerinde olduğu gibi kısıtlandığı bir yapı mı?
- Emperyalizmin bu coğrafyadaki hesaplarına karşı çıkarak, 1 Mart 2003’te olduğu gibi bir duruş mu? Yoksa bir tek kişinin insafına bırakılmış ve bu yapının “her türlü zaafının ortaya çıkacağı bir risk ortamı” mı?
- Kul mu olmak istersiniz? Yoksa uygar bir ülkenin eşit haklara sahip yurttaşı mı?
18 maddenin teknik ayrıntıları içinde kaybolmadan, “evet” ya da “hayır” derken tercihinizi bunlara göre yapacaksınız. Ve bunun dönüşü çok zor olan bir yanlış olabileceğini hiç aklınızdan çıkarmayacaksınız.
Atatürk ve arkadaşları bağımsız, laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, karşılarında emperyalizmle işbirliği yapan örgütler ve kişiler vardı. Bunlar FETÖ’nün dünkü kaynakları olarak bugünkü zemini oluşturdular ve dini siyasete alet ederek en büyük günahı işlediler, cezalarını da gördüler. 

Neyi seçiyoruz?
 
16 Nisan’da bir parti ya da adam seçimi yapılmıyor: Yarın nasıl bir Türkiye istediğimize karar vereceğiz; Avrupa’ya benzeyen bir Türkiye mi? Yoksa “Arapgil” ve Ortadoğululaşmış, hatta bölünmüş bir ülke mi?
Yarınki Türkiye’nin ne olacağını, vereceğiniz oylarla belirleyeceksiniz. Bu bir iktidar değişimi değil, rejim değişimidir. Onun için çocuklarınızın, torunlarınızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini belirleyeceksiniz; uçurumdan önceki son yol ayırımı misali.
Atatürk, “Her millet kendi kaderini çizecek güce sahiptir” diyordu ve bunu da kanıtladı. Karşısındakiler ise “Her toplum layık olduğu hayatı yaşar” diyerek, hilafeti, gericiliği savunarak dini siyasete alet ediyorlardı.
Atatürk, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken din tacirlerini ve emperyalizmle işbirliği yapanları karşısına alıyordu. Bunlar o günün FETÖ’cüleriydiler.
Bahçeli ve Barzani’nin aynı cephede yer alarak ortaya koydukları gerçek, durumun eski günlerden farklı olmadığının göstergesi değil mi?
 
16 Nisan bir anlamda 1 Mart 2003’teki cepheleşmenin tekrarı gibidir: FETÖ’cüler, din tüccarları ve emperyalistler 1 Mart’ta olduğu gibi boy göstermişlerdir. 

 
Demokrasiyi savunmak, BOP’a karşı olmak, emperyalizm ve uzantısı FETÖ’ye karşı direnmek, bir bütünün parçalarıdır. Aynen 1 Mart 2003’te olduğu gibi. Bunları birlikte düşünmeliyiz.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Son perde: Yalpalama, çürüme ve iflas - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Referanduma bir hafta kala iktidar blokunun devlet imkânlarıyla doldurduğu meydanlarda idam vaadi var, tehdit var, tahkir var, gerçek dışı senaryolar var ama 17 Nisan sabahına dair tek bir tatmin edici söz yok. Hayır çıkması halinde projenin sahiplerinin bu sonucu kabul edeceğine ve rejim değişikliği iddiasından vazgeçeceğine ilişkin bir güvence de yok. Ne OHAL’in ne kadar uzatılacağını ne muhalif aktörlere daha hangi cephelerden saldırılacağını biliyoruz. Yarınından endişe eden milyonlara demokratik bir ülkenin asgari gereklerini dahi vaat etmeyen bir yönetime maruz kalmış durumdayız.
Cumhurbaşkanı başdanışmanı geçenlerde baklayı ağzından çıkardı ve dedi ki Hayır çıksa da başkanlık sistemi rafa kaldırılmayacak! Bu elbette Hayır verecek özneleri sindirmeye, sandıktan uzaklaştırmaya yönelik bir hamle olabilir. 7 Haziran’ı takip eden sürecin hatırlatılması da bu taktik setinin bir parçasıdır. Ancak bunun ötesinde iktidar blokunun B ve C planlarının olduğunun da göstergesi olarak yorumlanabilir. Toplumsal muhalefete baskıyı arttıracak ve çıkar gruplarıyla yeniden pazarlığa oturacak iktidarın erken seçim kartını oynaması ya da rötuşlanmış yeni bir başkanlık paketinin hazırlanması şaşırtıcı olmaz. O nedenle 17 Nisan sabahı laik cumhuriyet ve demokrasiyi merkeze alan bir mücadele hattı Hayır’dan güç alarak ve genişletilerek sürdürülmelidir. Mevcut sistemin aksayan yönlerine dair kapsamlı bir reform programı Hayır diyen demokratik güçlerce gündeme konmalıdır. Bu programı mevcut iktidar blokunun uygulayamayacağı da açıkça söylenmelidir.
Unutmayalım başdanışmanının “sistem anomalisi” dediği şey devlet içi sert bir hesaplaşmanın uzantısıdır. Demokratların aleyhine olduğu gibi yoksul AKP’lilerin de Bahçeli’nin arkasına takılan MHP’li seçmenin de zararınadır. Devleti tümüyle kontrol etmek isteyen egemen güçlerin projesi olan Türk tipi başkanlık istikrarsızlığın anayasallaşmasıdır. Bu yüzden ısıtılarak önümüze konmasına izin verilmemelidir.

Lümpenleşme-çürüme

Saray’ın, AKP’nin ve hatta Bahçeli’nin kendine biat eden bir kitle dışında rıza devşirme kapasitesi bu referandumda bitti tükendi. AKP açısından bakıldığında 2010 referandumuyla kıyas kabul edilmeyecek bir gerileme söz konusu. Ne hazindir ki bu ülkede devletin en tepesinde olanlar, kitleleri evet’e ikna etmek için ana muhalefet partisi genel başkanını aşağılamayı marifet biliyorlar. Mezhepçi önyargıları kullanıp toplumun vasatına düşmanlık tohumu ekiyorlar. Meydanları adeta stüdyoya çevirip, kes-biç-yapıştır ile sahne şovları tertip ediyorlar. Kibir ve alay, muktedirin zehri olmuş nicedir; hem kendini hem toplumu çürütüyor. Lümpenleşen kitleler meydandaki o üsten bakışın, güç sarhoşluğunun etkisiyle Hayır diyenlere fiili saldırılarını artırıyor. Referandum yarışı artık yalnızca eşitsiz bir yarış değil aynı zamanda Hayır diyenler için örgütlü şiddete rağmen cesaretini ve direncini koruma imtihanı. Devletin valisinden emniyet müdürüne, kaymakamından muhtarına tüm kademelerinin evet’ten yana taraf tuttuğu bu konjonktürde her bir Hayır onlarca evet’e bedel.

Seçmenle alay etmek

Billboard’larda evet’i anlatan her slogan gerçek dışı; tıpkı emperyalizmin taşeronluğunu yapan iktidarın Batı düşmanlığı gibi. Sırf 16 Nisan’da tek adamlık rejimi kurulabilsin diye “Haç ile Hilal’in savaşı” hikâyesi anlatanların takkesi Tomahawk füzeleriyle bir çırpıda düşüverdi. ABD ve Batı karşıtlığından politik rant devşirmeye çalışan iktidar bloku Trump’ı tebrik etmek için sıraya girdi. İsrail ve Batı ile, daha da ötesi PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile aynı coşkuyu paylaştı. Hatta Saray-AKP-Bahçeli koalisyonu Amerikan müdahalesini savunmak söz konusu olduğunda ABD’deki az sayıdaki Trump severi dahi gölgede bıraktı. Soru ortada, ABD’nin bir ülkeye müdahalesi eğer kutlanacak ve dahası istenecek bir şey ise 15 Temmuz ve ABD ilişkisine dair söylenenlere ne denecek şimdi? Putin’e övgüler yağdıran AK troller şimdi Trump’a mı çevirecek rotasını? Yoksa Mavi Marmara olayında olduğu gibi “dün dündür bugün bugündür” ile sorgusuz sualsiz iktidarın arkasında hizalanması mı beklenecek AKP’lilerden? Seçmenin zeka ve basireti ile bu denli dalga geçilen bir başka dönem olmamıştır. Seçmen hiçbir derdine derman olmayacak bir referandum için devlet kasasından harcanan paraların hesabını sormalıdır. O paralarla kaç okul, kaç hastane, kaç fabrika kurulabileceğini sorgulamalıdır. Şimdilik paranteze alınan ama referandum sonrasında peşi sıra neticeleri ortaya çıkacak olan iktisadi türbülansta evet kampanyasının maliyetinin büyük yer tuttuğu açıktır.
Belli ki 17 Nisan sabahı birlikte yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuzu unutmuş bir iktidar bloku var karşımızda. Rabia işaretinden evet, Reis imgesinden Holywood aksiyon kahramanı yaratıp bunları yanyana koyacak kadar politik tutarlılıktan uzak bir siyasi hat bu. Geleceği yok ama geleceğimize kastetme potansiyeli var!

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN  / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...