18 Nisan 2017 Salı

Haçlı uşaklığı ve bekâ mücadelesi! - Arslan BULUT / YENİÇAĞ


Referandum sırasında ve sonrasında "Haçlı seferi", "Haçlı uşağı" kavramları çok kullanıldı!
11 Eylül'de İkiz Kuleler'in uçakla vurulmasından sonra "Yeni Haçlı Seferi"nin başladığını ABD Başkanı Bush söylemişti! Türkiye'nin de bir "cephe ülkesi" olduğunu da ilan etmişti. Cephe ülkesi olarak gördüğü Türkiye'ye önce 63 bin Amerikan askeri göndermeye karar vermiş, AKP iktidarının onayıyla Güneydoğu Anadolu'da kiralamalar yaparak dokuz noktada askeri üs kurmaya başlamıştı. Meclis'e de bu işgali onaylayan bir tezkere gönderilmişti.
Meclis'te de "evet" oyları "hayır" oylarından fazlaydı ama bu karar için nitelikli çoğunluk gerekiyordu. O çoğunluğa ulaşılamadığı için tezkere reddedilmiş oldu. Böylece Haçlı ordusunun Türkiye'nin Güneydoğusunu, askeri havaalanlarını, Samsun ve Trabzon imanlarını işgal etmesi önlenmiş oldu.
Bu olaylar sırasında kimler Haçlı ordularına uşaklık etti, kimler karşı çıktı?

***
Suriye huzurlu bir ülkeyken, Türkiye-Suriye sınırına bir İsrail şirketini 49 yıllığına yerleştirmek isteyenler kimdi, buna karşı duranlar kimdi?
Müslüman Libya'nın parçalanması sürecine, özel harekât tecrübesine sahip ekipler göndererek ve İzmir'i, havadan müdahalenin komuta merkezi yaparak hizmet eden iktidar böylece ne yapmış oldu?
Müslüman Suriye'ye sınırdan İsrail kontrolü sağlanamayınca, aftan yararlanarak ipten kazıktan kurtulmuş ne kadar suçlu varsa, askeri eğitim vererek, silahlandırarak, lojistik destek vererek, terör grupları oluşturan ve bunlarla Suriye'yi yıkma operasyonları yapan kimlerdi?
Şimdi İran'ı parçalama sürecine kimler hizmet ediyor?
Arap Baharı'nın düğmesine, 2005 yılında İstanbul'da bir toplantı ile basan, İhvancılara ve diğer örgütlere Amerikan parası dağıtanlar kimdi?
Terör örgütü ile Haçlı devletlerinin gözetiminde masaya oturanlar neye hizmet ediyordu? Abdullah Öcalan'ın yazdığı metinleri yasa olarak TBMM gündemine getirenler, hangi zihniyetle bunu yapıyordu? Dolmabahçe'de Türkiye'yi ortak vatan ilan edenlerin kime hizmet ettiği belli değil midir?

***
Okurumuz Hakan, "16 Nisan referandumu, diğer seçimlerde olduğu gibi şaibelidir. Üç milyon oy pusulası sonradan mühür basılarak geçerli sayıldı ve evet oyları yüzde 51'e yükseltildi. AKP iktidarı artık Türkiye'yi yönetemez. Atatürk ve arkadaşları, Vahdettin'in kararlarına uysaydı bugün Türkiye Cumhuriyeti olmazdı" dedi.
Banu Avar, şu görüşleri paylaştı:
"Türk milleti büyük bir oranla eyalet sistemine, federasyona 'hayır' dedi.
Onlarca yıldır il, ilçe, köy, seçim, oy, sandık hesaplarının iç yüzünü anlattık. Belki şimdi daha iyi anlaşılmıştır. 'Demokrasi' birilerinin işine yaramasa rafa kaldırılırdı!
Bu ülke seçimle, sandıkla kurulmadı. Bu ülke birbirine sımsıkı kilitlenmiş farklı görüşte vatanseverlerin gayretiyle, müdafaa-i hukuk dernekleriyle milletin kuvvetiyle kuruldu. Ah vah edenler(!) Mustafa Kemal Atatürk'ün hangi dönemde hangi şartlar altında mücadele ettiğini bir daha okuyunuz. Atalarımız, emperyalizme, işgale, bölünmeye ilk adımda pes etselerdi bugün hayatta olmayacaktınız. 
Evet-hayır maratonu da ülkeyi ikiye bölmenin bir aracı oldu. Sakin, soğukkanlı olunuz. Bölgenin ve ülkenin gittiği noktayı bilgi ışığında değerlendiriniz. Ufkun ötesini görmeye çalışınız."

***
Atilla Kaya, ülkücülerin bundan sonra ne yapacağını açıkladı:
"Yüzde 51 istedi diye, '94 yıllık parantezi kapatmanın'  sevincini yaşamayı umanlar varsa, bizim için bekâ mücadelesi asıl şimdi başlıyor demektir."
Mücadele için nasıl bir yol izleneceğine dair ilk işareti ise Müsavat Dervişoğlu, MHP'den istifa ederek verdi.
Kaynak: Haçlı uşaklığı ve bekâ mücadelesi! - Arslan BULUT

17 Nisan 2017 Pazartesi

Referandum kesin sonuç: Yarılma - TAYFUN ATAY





Çok mu iyi oldu?!
Şu anda (16 Nisan, saat 21.00) yüzde 51 küsurda “Evet” oyu ile yüzde 48 küsurda “Hayır” oranlarını ekranda izlerken...
CHP’lilerin, Ümit Özdağ’ın, Meral Akşener’in, YSK’nin dehşet verici keyfilikteki son dakika kararına (mühürsüz oy pusulalarına kabul!) itirazları doğrultusunda...
Nereye gideceği belirsiz bir noktada, endişe içinde sonumuzu merak ediyoruz. 


***
Çok mu iyi oldu?!
15 Temmuz “dâbbe”sinin ardından içine savrulduğumuz OHAL rejimi ve KHK’ler rüzgârında memleketi son derece kritik bir seçim olan başkanlık sistemi için adeta oldu-bittiye getirmek!..
Ve şaibeli bir oylama sürecinin, bir dolu itirazın ardından kafa kafaya denilebilecek bir sonuçla memleketin yüzde 48 buçuğundan fazlasının, evet, neredeyse yarısına yakınının “Hayır” dediği bir başkanlık anayasasına vasıl olmak!..
“Siyasal-demografik”, daha doğrusu kantitatif (sayısal) meşruiyeti olsa da sosyolojik meşruiyeti, “kalitatif” (niteliksel) geçerliliği tartışmalı bir anayasanın ve başkanlık sisteminin içinde kendimizi bulmak!.. 

***
Çok mu iyi oldu?!
Eşitsiz, adaletsiz, hakkaniyetsiz bir “Evet”çi kampanya sürecinin ardından neredeyse “10-0” önde girilmiş bir seçimde ilk 3 büyük şehirde çoğunluğun (İzmir’de ezici çoğunluğun) “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
En büyük 6 şehirden 5’inin nüfusça çoğunluğunun “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
81 ilin 33’ünün nüfusça çoğunluğunun “Hayır” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi...
Tunceli, Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak gibi şehirlerde neredeyse 4 ya da 3 kişiden birinin ancak “Evet” dediği bir anayasa ve başkanlık sistemi... 

***
Çok mu iyi oldu bunlar?!
Çok mu iyi oldu Gezi’den bu yana fiilen, dilinizde “Yüzde 50” retoriğiyle böldüğünüz memleketi bir de şimdi tam ortasından “resmen”, üstelik bir dolu şaibe eşliğinde, mühürsüz oy pusulalarıyla kâğıt üzerinde de ikiye bölmüş olmak!..
21’inci yüzyılın “Yeni Türkiye”si mi?..
Ortasından yarılmış bir memleket!..
Cumhuriyet’in 100. yılı mı?..
Ortasından yarılmış bir memleket...
2053, 2071 hedefleri mi?..
Ortasından yarılmış bir memleket!..
Ve yıllardır sayenizde birbirine habire hınç, öfke ve nefret biriktirerek öbeklenmiş iki farklı nüfus...
“Biz ayrı dünyaların insanıyız” deme noktasına yine sayenizde gelmiş iki ayrı toplum...
Aynı ülkede neredeyse iki ayrı “ulus”... 

***
Referandumun sonucu bu:
Birbiriyle buluşma, konuşma, kucaklaşma imkânlarını yitirmiş yarımlarımızın kristalleşmesi...
2013’te İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun “Artık inşa süreci” diyerek menzili maksudunu belirlediği AKP Türkiye’sinin, sözde “Yeni Türkiye”nin şu birkaç yılda bizi getirdiği ve referandumla tescillettiği nokta:
Ortasından bölünmüş Türkiye!.. 

***
Evet, çok mu iyi oldu böyle olması?!
Ve esas soru:
Böyle olmasaydı, olmaz mıydı?..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Büyük türbülansa girerken - ERGİN YILDIZOĞLU

Karşımızda bölünmüş bir toplum var. Bir yarısı öbürüne kinli; karısını, kızını ganimet gibi görüyor.. Çünkü Erdoğan liderliğindeki AKP’de temsil edilen siyasal İslamın getirdiği noktada Türkiye, küreselleşme sonrası dünyanın ürettiği büyük türbülansların içine bu bölünmüşlükle giriyor. Öyleyse, bu trajedinin içinde, sonuç ne olursa olsun “Hayır” diyenleri bu ülkenin halklarının geleceğini koruma görevi bekliyor.

Aşılamaz bir bölünme
Bu bölünmüşlüğün temelinde ekonomik, siyasi hatta etnik çelişkiler olsaydı maddi çıkarlar temelinde bir uzlaşma noktası bulmak, çelişkileri yönetmek mümkündü. Ne yazık ki siyasal İslamın 15 yılda ülkeyi getirdiği noktadaki bölünme, kimlikler arasındaki, uzlaştırılması, yönetilmesi son derecede zor hatta kısa dönemde olanaksız farklardan kaynaklanıyor.


Toplumda, özellikle Gezi olayından sonra belirginleşen bu bölünmenin fay hattı, bireylerin öznelliklerinin merkezinden, dayandıkları “anlam sistemleri- hakikat rejimleri” arasındaki farklardan geçiyor. Bu durum, ülkede artık tek paylaşılan bir realite, tek bir toplum olmadığını gösteriyor. Örneğin “Evet” cephesi referanduma adeta bir “cihat savaşına” gider gibi giderken, “Hayır” cephesi sandığa, adeta sıradan bir parlamenter cumhuriyette yaşıyormuş gibi gidiyordu. Her iki “toplumun” da kendi içlerinde sınıflara bölünmüş çelişkili kümeler olması da kısa ve orta dönemde pek bir anlam ifade etmiyor. Bu öznelliklerin oluşturduğu kimlikleri ayakta tutan fanteziler, bu sınıfsal/maddi çelişkileri örtüyor.


Bu bölünme nasıl aşılır, nasıl yönetilir sorusunun cevabı, “Haklar ve özgürlükler anlamında laik bir demokrasi süreci içinde” olabilirdi. Şimdi daha (belirsiz) bir süre AKP rejimi altında yaşayacağımız için, “Hayır” diyenleri, siyasal İslamın “ötekisi” durumunda olanları daha fazla gerginlik baskı, belki de terör bekliyor. Özetle ülke ve toplum çok tehlikeli “vakitlere”, çok tehlikeli bir bölünmüş, kırılganlık içinde giriyor. 


‘Uyanmaya çalıştığımız kâbus’
Ulysess’de Stephen, “Tarih uyanmaya çalıştığım bir kâbustur” diyordu. Bizim için de öyle. Dahası, AKP rejimi bu ülkenin özgün tarihinin şeriat-cihat, küreselleşme de (neo-liberal emperyalizm) kapitalizmin tarihinin faşizm gibi çoktan gömüldüğünü sandığımız canavarlarını canlandırdı. “Kâbus” daha da ağırlaştı.



Küreselleşmenin parçalanmaya dönüşmesi, hem ABD hegemonyasının düzen kurma gücünü kaybetmesinin bir semptomu, hem de büyük güçler arası nüfuz alanları rekabetini, kendi çıkarını ifade eden bir düzeni gerektiğinde askeri araçlarla dayatma çabalarını güçlendirerek parçalanmayı hızlandıran bir gelişme. Bir alt düzeyde, karşımızda ABD ve Avrupa’da yükselen milliyetçilik ırkçılık, sağ popülizm çıkıyor. Tarih bize büyük güçler arası rekabet ile sağ popülizmin birbirini besleyerek ülkeleri savaşlara doğru sürükleyen bir sarmal yaratabildiğini gösteriyor. Bu resme kronik ekonomik durgunluğun toplumsal etkileri ve savunma sanayiinin sermaye birikimi açısından önemi eklenince, çok patlayıcı bir karışım şekilleniyor.
Türkiye, bu patlayıcı karışıma fünye olabilecek bir (ABD-Batı ve Rusya rekabetinin basıncı altında hızla yoğunlaşan mezhep- etnik savaşları) bölgede bulunuyor. Bu noktada, en son Suriye’de kimyasal silahlar gerekçesi akla Saddam’ın Irak’ını, Esad’ın devrilmesi durumunda ortaya çıkacak kaos Libya’yı düşündürüyor. Kürtlerin farklı parçalardaki varlıklarını birleştirme çabaları, büyük güçlerden aldıkları destek, İran ve Türkiye’nin geleceğine ilişkin yeni soruları gündeme getiriyor.
Bu büyük belirsizliğin içinde, bu ülkenin halklarının yaşamlarını güvenceye alabilecek bir yol bulabilmek için de kendi tarihimizin kâbusundan, bölünmüşlüğü derinleştiren, iç savaşı kışkırtan canavarların pençesinden kurtularak bir an evvel uyanmak gerekiyor. Bu görev de “Hayır”cılara düşüyor!


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Referandum ellerinde patladı - OSMAN ÇUTSAY

Referandumun belirsiz sonucunu nasıl yorumlamalı?

Sonun başlangıcı, evet. Ama nihai perdenin ne zaman inmeye başlayacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.
Her durumda, şu yaşananlara iki yüze sahip bir “malumu ilam” diyebiliriz. Birinci yüz: Türkiye iki parçaya ayrılmış durumda. Bundan pek fazla korkanlar var, onlar devam etsinler. Bizim gibiler için kesinlikle korkulacak bir şey değil. Sonuçta “Halkın yarısı, İslamcı hırsızlara ve barbarlara, yani bir tiranlığa kafa tutmaya hazırlandığı yolunda açık sinyaller yaymaya başladı” diye okuyabiliriz bu sonuçları.
İkinci yüz ise Batı: Washington olsun, Brüksel, daha doğrusu Berlin-Paris hattı olsun, Ankara’daki kabile devleti maskaralıklarını, sahnedeki İslamcı bayağılıkları fazla ciddiye alamayacaklarını ihsas ve hatta kısmen de ilan ettiler. Bekleyecekler yani. Bakacaklar.
Neyi mi?
Türkiye’nin nasıl yönetilemeyeceğini...
Ankara’nın hiçbir hesabı tutmaz bundan böyle. Artık ikiye bölünmüş ülkenin bir yarısı, tiranlığa veya “çöküşe kilitlenmiş” İslamcı mafya devletine karşı daha militan önlemlere sıcak bakmaya hazırlanıyor. Cumhuriyetçilerin tabanı genişliyor. Peki, sokağa çıkarlar mı? Halk, bunun için gerekli örgütlenme adımlarını atar mı?

En azından, Türkiye’nin artık eskisi gibi yürüyemeyeceğin görenlerin sayısı arttı. Örnek verelim: Şu haliyle Evet’in, CHP tabanıyla tavanı arasındaki mesafeyi tehlikeli biçimde kanırttığını biz buradan bile duyabiliyoruz. Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği zihniyet, içeride ağır bir darbe alabilir. Bu, İslamcı tiranların en korktuğu şeylerden biri. Bize göre ise, böyle bir sonuç, ancak sosyalist ve devrimci hareketin belli mesafeleri alması ve belli noktalarda örgütlenmesinden sonra elde edilebilir. TKP’in açıklamalarının ciddiye alınmasında, devrimci kalmak isteyenler açısından yarar var. Neyse...
CHP’ye bir biçimde el koymuş ve AKP’nin 15 yıllık yedek gücü denebilecek kadroların bundan sonra ayakta durmaları, yerleştikleri yerlerde kalmaları ve partilerinin tekliğini korumaları çok zor.
Erdoğan, sırf bu nedenle bile seçim sonuçlarının gözden geçirilmesini ve referandumun yenilenmesini sineye çekebilir. Bu CHP yönetimi giderse, AKP’nin çöküşü hızlanabilir çünkü.

“Türkiye iki parça” demiştik.
Diğer koruyucu yarı parça, her durumda sessiz ve korkak “çoğunluk” veya “sinik yüzde 50”den oluşuyor. İslamcı Ankara’nın militanları, bu sessiz çoğunluk veya yüzde 50’nin etkin olamayacağını iyi biliyor, o nedenle galiba, yıllardır milis güçleri örgütlemeyi öne aldılar. Adamlar, İslamcı mafya tiranlığını, kendi milis/polis/ordu örgütlenmeleriyle korumaya mahkûmlar. Çünkü her an azalabilecek o “sessiz yüzde 50”ye güvenerek, rejim falan kuramayacaklarını Ankara’nın despotları çok iyi biliyor. O halde? Cephelerin birbirine çarpmaması mümkün değil yakın bir gelecekte.
Kaldı ki, bir de dışarısı var.

İçerideki bu çıkışsızlığı, dışarıdaki güvensizlik pekiştiriyor. Avrupa Almanyası, böyle bir Türkiye’nin önünün kapalı ve sorunlarının da bulaşıcı, örneğin Alman iç politikasını sarsıcı olduğunu gördü.
O nedenle referandum akşamı Berlin’den gelen ilk tepkiler, “Bir görelim bakalım, bu iş bizi zorlamadan nereye gider?” sorusunda odaklandı. Böyle yorumlanabilir. Bu tabloda asıl sorun şu: Berlin’in açık bir kuşku ve mesafe koyarak baktığı bir iktidara, bir rejim düşürmesine, kapitalizm içi bir maceracılığa, fazla bir ömür biçilemez. Berlin’in desteklemediği bir ortamda, tornavida bile üretemeyecek durumdaki bir ülkenin yakın geleceği belirsizlik içinde demektir.

Erdoğan’ın tabansız kapitalist rejim düşürmesi, eğer Almanya Avrupası’nı da etkileyecek şekilde toplumsal kaosu tetiklerse, bu, krizlerden kurtulamayan Avrupa Birliği’nin kabullenebileceği bir şey olmaz. Maceracı ve özel mülkiyet gasplarını bile siyaset sanan mafya kafalı her İslamcı’yı, eğer yeni güvenlik önlemleriyle bir denetime tabi tutamazlarsa, er ya da geç indirirler.

Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel referandum sonrasında “Şiddetli seçim kavgasının bizde de nihayet bitmesi iyi oldu” diye açıklama yaptı. Eski Avrupa Parlamentosu Başkanı ve SPD Genel Başkanı Martin Schulz, referandum sonuçlarının “Türkiye’nin Erdoğan demek olmadığını gösterdiğine” dikkat çekti. Asıl önemlisi, Angela Merkel’in sağ kolu konumundaki Başbakanlık Müsteşarı Peter Altmaier, AGİT ve Avrupa Konseyi’nin referandum süreciyle ilgili raporlarını bekleyeceklerini bildirdi.
“Ey Avrupa!” diye bağırmalar boşuna değil yani. Dış çember çok daraldı.
Bunlar “onların” sorunları.

Bizim bakışımız biraz farklı: Bundan sonra her şey Türkiye devrimci hareketinin ferasetine kalmış görünüyor. Kendisini solcu sananların bile sandık hezeyanıyla görmek istemediği bir fırtına tablosunun unsurlarıyız artık. Bu referandumun bir aldatmaca ve üçkağıt olduğuna sadece toplumun devrimci kesimleri değil, artık halkın en az yarısı ve hatta daha fazlası da inanıyor. Bu kuşku, kapitalizmin rıza gıdasını fena zehirler. İslamcı Ankara ve dışarıdaki -kaldıysa eğer- az sayıdaki destekçisi, 1917’nin 100’üncü yılında, bir içgüdüyle, asıl bundan korkuyor.

Yeni bir cumhuriyet kurulmazsa, bu toprakları korkunç zamanlar bekliyor. Halk, bu sahneyi görmeye başladığını dün gösterdi. Bu, yeni durumun yeni bir yüzüdür. Tarzan gerçekten çok zor durumda...

Osman Çutsay / SOL

Bu halk AKP’ye boyun eğmez Türkiye bu anayasaya sığmaz - İLKER BELEK

AKP referandum sürecinde her şeyi yaptı. Devletin parasını, uçağını, helikopterini, makam aracını kullandı. Yetmedi YSK’sı mühürsüz zarflarla atılan oyların geçerli sayılacağını ilan etti.
Sonuçlara çokça itiraz edileceği anlaşılıyor. Ancak Anadolu Ajansı’nın verilerini doğru kabul etsek de sonuç şudur: AKP kaybetti ve MHP dağıldı.

1 Kasım 2015’te, AKP’nin oy oranları İstanbul’da %48.7, Ankara’da 48.8 idi. AA verilerine göre referandumdaki evet oranı İstanbul’da %48.9, Ankara’da 48.1.
AKP, yerel seçimleri de dikkate alırsak, 1994 yılından beri ilk kez İstanbul ve Ankara’yı kaybetti.
Bu sonuçlar AKP’nin, sözünü kendi tabanına dinletmek konusunda bile önemli sıkıntı yaşadığını gösteriyor.

“Normal” bir ülkede olsa, bu denli gerilimli bir ortamda, bu denli kıl payı farkla onaylatılmış bir değişikliğin yürürlüğe konulması hiç düşünülmezdi. Ancak AKP’nin tam tersini yapacağı ve hatta muhalefet partilerinin itirazlarının sonuçlanmasına bile fırsat vermeden anayasayı uygulamaya koyacağı belli.

Yine de sonuç değişmeyecek: Nasıl ki referandum sürecindeki zorlamalar, hayır çalışmasına çıkarılan engeller, yeterli derecede farklı bir evet elde etmeye yetmediyse, bu zorlama da önümüzdeki dönemde AKP’nin önünü açma konusunda işe yaramayacak.

Türkiye yalnızca AKP’nin değil, düzen partilerinin hiç birisinin yönetemeyeceği bir dönemeçte yol alıyor.

Bunun nedeni emperyalist sistemin hegemonya krizi ile kapitalist düzenin bir türlü aşamadığı durgunluk-kriz sarmalıdır. Hegemonya krizi emperyalistlerin Türkiye gibi ülkelerle ilgili kararlarında belirsizlikler yaratıyor. Dünya yeni bir paylaşım savaşının eşiğinde iken büyük güçler kendi konumlarını belirlemeye çalışıyorlar. Hep bunların taşeronluğunu yaparak geçinmiş çevre ülkeler bu nedenle tutunacak dal bulamıyorlar.

Kapitalizmin bunalım-kriz sarmalı ise sıcak para girişlerine muhtaç çevre ülkeleri mali açmazlara mahkum ediyor.

Bu iki sorun tam bir alt üst oluş koşullarında bulunduğumuzu gösterir.

AKP böyle bir dönemde kendi taban desteğini bile yitiriyor. ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın ellerine teslim oluyor. Ayakta kalabilmek için bu büyük güçlerin her dediğini yapmaya hazır bir görüntü veriyor. Çaresizlik içinde oradan oraya savruluyor. Ancak bir yandan da boyundan büyük işler çevirmeye çalışıyor. Bu durum kendisini emperyalizmin gözünde çekilmez bir partner haline getiriyor. Hesabın bir türlü kesilememesinin nedeni ise aynı: Hegemonya krizi.

Acımasız bir nesnelliğin içindeyiz. AKP yönetemez. Emperyalizmin AKP’ye yönelik herhangi bir müdahalesi ise sorunu emekçi sınıflar açısından daha da karmaşık hale getirir. Tek çıkış yolu Gordion’un düğümünü işçi sınıfının kesmesi.

O nedenle en başından beri evet ya da hayır’ın sonucu değiştirmeyeceğini, CHP’nin gericilik, eşitsizlik, yoksulluk sorunlarıyla uğraşacak hal ve politikasının bulunmadığını, bu nedenle süratle antiemperyalist, antikapitalist ve aydınlanmacı, yani sosyalist mücadeleyi yükseltmek gerektiğini belirtiyor ve bu bakımdan büyük olanakların bulunduğuna dikkat çekiyoruz.

Referandum sonucu evet olarak kesinleşse bile, hayır tarafı üzerine basacağımız güçlü bir zemindir. Yapılacak ilk iş, referandum öncesinde başladığımız işi güçlendirerek sürdürmek, yani hayır’ı düzen dışına doğru siyasallaştırmak olmalı.

İlker Belek /SOL

15 Nisan 2017 Cumartesi

3. Cumhuriyete doğru - ALİ SİRMEN

Cumhuriyetin ilan edildiği tarihi toplantıda, olaydan altı ay kadar sonra sahibi olduğu gazeteye Mustafa Kemal’in isteği üzerine “Cumhuriyet” adını verecek olan Yunus Nadi Bey Ankara’daki Meclis’teki 29 Ekim 1923 günkü konuşmasında, yapılanın zaten yürürlükte olanın adını koymak olduğunu söylüyordu. Zaten Cumhuriyeti getiren anayasa değişikliği yasasının başlığı da şöyleydi: “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanun.” Bülent Tanör’ün de belirttiği gibi, burada anahtar “tavzihan” (açıklığa kavuşturarak) sözcüğüdür.
Ancak Türkiye’nin uzun bir süredir, Cumhuriyet sürecine girmiş olduğunu kimileri 29 Ekim 1923 gününe kadar anlamayacaklardı. 2017 referandumu arifesinde, “16 Nisan’da halk kendi devletini kuruyor” diyen Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum da tıpkı Yunus Nadi’nin 29 Ekim 1929’da yaptığı gibi “malumu ilan” ederken, kimileri laik Cumhuriyetin tarihe karıştığını ve 2. Cumhuriyet sürecine girildiğini hâlâ anlamıyorlardı.
Eğer Uçum’un temenni ettiği gibi sandıktan “evet” çıkarsa, artık herkes 16 Nisan 2017’yi 2. Cumhuriyetin miladı olarak kabul edecektir.



Gelişmeleri okumasını bilenler ise laik Cumhuriyetin antitezi 2. Cumhuriyete geçiş sürecinin 3 Kasım 2002 seçimleriyle başladığını gayet iyi farkındaydılar. 

***
Tıpkı laik Cumhuriyet olayında olduğu gibi, 2. Cumhuriyetin ardında da büyük askeri zaferler bulunmaktadır. Bu kez dize getirilen düşman, kimilerinin laik Cumhuriyetin güvencesi olarak niteledikleri, Prof. Süheyl Batum’un ise kendisine yönelik saldırılar karşısında kolayca teslim olması üzerine “kâğıttan kaplan” olduğunu söylediği TSK’dir.
TSK’ye karşı Ergenekon ve Balyoz meydan muharebelerinin kazanılmasında, Fethullahçı ve “yetmez ama evet”çi 2. Cumhuriyet kadrolarının büyük katkılarını, bunların sonradan tasfiye edilip içeri tıkılmış olmaları yüzünden görmezden gelmek büyük tarihi nankörlük örneklerinden biri olabilir ancak.
Tıpkı Anadolu’ya geçmeden önce altı ay Osmanlı payitahtında amaca elverişli koşullar olup olmadığını araştırmış olan laik Cumhuriyetin kurucusu gibi, anti laik, ümmetçi Cumhuriyeti yaşama geçirmek misyonunu tarihin kendisine yüklediği 2. Cumhuriyetin önderi de, hedefine adım adım ilerlemiş, bu arada kendini kısa bir süre için demokrasi tramvayına binerken görüntületmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, 2. Cumhuriyetin önderi en büyük zaferini, hem laik Cumhuriyetin simgesi olan Çankaya Kalesi’ni düşürüp hem de yargıyı teslim aldığı 12 Mart 2010 referandumu ile kazanmıştır.
Laik Cumhuriyet nasıl kendi varlığının temelini oluşturan uluslaştırma sürecinde Milli Eğitim’e bel bağladıysa, 2. Cumhuriyet de tümüyle vazgeçemediği milliyetçi söylemleri sürdürürken bir yandan da esas temeli olan ümmetçi yapıya kavuşmak üzere ulussuzlaştırma süreci için artık milliliği kalmayan Milli Eğitim’e güvenmiştir.
29 Ekim 1923 ile 16 Nisan 2017 arasındaki benzerlikleri arttırmak mümkün ama gereksizdir. 

***
Her şey, artık ayan beyan gösteriyor ki, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum malumu ilan ederken, 16 Nisan’ı doğru değerlendirmektedir. Laik Cumhuriyetin üniter yapısının yerine neyin ikame edileceğine kadar, her şeyin düşünüldüğü 2. Cumhuriyetin “29 Ekim”i olacaktır 16 Nisan.
Tabii eğer sandıktan evet çıkarsa...
Ama eğer beklendiği gibi, sandıktan “hayır” çıkarsa, zaten toplumun yarısının onayını almayı bir türlü başaramadığı ve toplumsal barışı gerçekleştiremediği için kısa süreli olmaya mahkûm 2. Cumhuriyetin ömrü daha da kısalacaktır.
Tarihte geri dönüş olmadığından, yeniden 1. Cumhuriyete dönüş beklenmemelidir.
Ama daha 2. Cumhuriyetin miladı ilan edilmeye uğraşılan 16 Nisan 2017’de bile totaliter tek adam rejimi yapısının aşılmasını sağlayacak çağdaş ve demokratik 3. Cumhuriyet silueti ufukta görünmeye başlamıştır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Eze eze Batı’ya cevap... - Nilgün Cerrahoğlu

Sandığa gidin ki eze eze gelelim. Batı’ya cevap olacak, tamam mı?” dedi Cumhurbaşkanı Ordu mitinginde.
Hayır” diyeceklerin Cumhurbaşkanı tarafından böcek misali ezilmeye reva görüldüğü bir referendum yaşıyoruz.
RTE’nin “Türk usulü Başkanlığı”na destek veren seçmenler “milli irade”, itiraz edenler de “böcek” kategorisine giriyor bu durumda.
RTE acaba âlemi kör, herkesi sersem mi sanıyor? Dünya 16 Nisan referandumunun ne şartlarda yapıldığını ve nasıl bir güç tekelleşmesi içerdiğini bilmiyor mu? 


Ömür boyu başkanlık
Karşılaştırmalı uluslararası demokrasi ve insan hakları araştırmaları ile tanınan Washington merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’ta referandum için kaleme alınan son yazılardan biri -misal- içinde bulunduğumuz tabloyu şöyle çiziyor:
(Referandum) Erdoğan’ın diktatör olup olmadığı üzerindeki biçimsel tartışmayı sonlandıracak. Değişiklik geçerse, 63 yaşındaki (RTE) yaşamının sonuna kadar Cumhurbaşkanı olabilir. Erdoğan’ı desteklemenin adı ‘milli irade’… (Ne ki) ülkeye OHAL hâkim… 150 gazeteci hapiste… En büyük medya grubu Doğan, tehditler, davalar, tutuklamalarla sindirilmiş. Referandumu eleştirebilen yayınlar, sınırlı sayıda okura ulaşan sol ve Kemalist yayınlardan ibaret. Kamu düzenine tehdit görülen ‘Hayır’ kampanyaları engellenirken, Cumhurbaşkanı’nın başını çektiği ‘Evet’ yayınları tam gaz tüm TV’lerinde eşzamanlı dönüyor…
Sade “Freedom House” mu?
Dünyanın belli başlı yayın organları bu referandumun ısrarla hem hiç adil olmayan, eşitsiz koşullarda yapıldığına dikkat çekiyor; hem rejimin çoktan zaten bilfiil büyük ölçüde nitelik değiştirdiğine işaret ediyorlar.
Washington Post’ta örneğin dün “Erdoğan rejiminin Türkiye’yi şimdiye dek nasıl değiştirdiğini” irdeleyen geniş bir okur anketi vardı.
Türk okurların Erdoğan rejiminin hayatlarında yarattığı değişiklikleri birinci elden tanıklıklarla İngilizce ve Türkçe anlattığı uzun yazıda, hoşgörünün nasıl buharlaştığı, muhalefete tanınan alanın nasıl eridiği, farklı kimliklerin nasıl dışlandığı, demokratik kurumların nasıl ardı ardına yitirildiği, cadı avlarının nasıl olağanlaştığı, güç yoğunlaşmasının nasıl yozlaştığı ve korku atmosferinin telefonda konuşmayı engelleyecek ölçüde hayatın nasıl her cihetine sızdığı anlatılıyordu. 

‘Seçilmiş diktatör’
WP’un, bu doğrudan tanıklıklara açtığı sütunlar Batı medyasında ilk değil.
İngiltere’den Guardian da benzer bir hamleyle okurlarından “tiranlık” olarak tanımladığı Türkiye’deki günlük yaşamlarını anlatmalarını istemiş; gelen önerilerle “tiranlıkta bir ayakta kalma rehberi” hazırlamıştı.
Diyeceğim o ki, “evet”ler elemtere fiş kem gözlere şiş… zafer sağlasa bile; “eze eze” devşirilecek bir meşruiyet görünmüyor ufukta.
Eze eze” gelmek için bastıran CB’yi, dünya, kendisine bu yolla “demokratik meşruiyet” sağlayan bir lider olarak değil; bilakis “tahammül yoksunu diktatör namzedi” olarak görüyor.
Uluslararası kamuoyunda son yıllara dek kinayeyle “Sultan” olarak anılan Erdoğan’ın adının, bundan böyle artık her latifeden arındırılmış “diktatör” şeklinde anıldığını görüyoruz.
Esip gürleyen bir RTE fotoğrafını kapağına yerleştiren “Economist”in son sayısı gene buna bir istisna değil. “Türkiye’nin diktatörlüğe kayışı” başlığını taşıyan derginin kapak yazısının altında ‘evet’lerin kazanması halinde Erdoğan’ın “seçilmiş diktatör” olacağı yazıyor.
Rejim değişikliği ötesinde RTE bu referandumda, Batı’yla arasında açılan “meşruiyet krizi”ni bir “ezici zafer” yoluyla aşmayı düşlüyor. Hollanda ve Almanya krizlerinde ayyuka çıktığına şahit olduğumuz kriz oysa ki sandıkta sağlanacak yüksek oranda “evet”lerle telafi edilecek bir şey değil.
Rejimlerin meşruiyeti “eze eze” elde edilmez. Uluslararası toplum sandıklardan “evet”lerin ne şartlarda ve nasıl çıkacağına bakıyor. Saddam da 2000’ler başında “cumhurbaşkanlığının devamı” için bir referanduma gitmiş ve göz kamaştırıcı zafer sağlamıştı. Dünyanın sonra Saddam’a ne gözle baktığını ve Iraklı liderin sonunun ne olduğunu gördük. 
 
Erdoğan rejiminin meşruiyetini ironik biçimde aslında olsa olsa yarın “hayır”ların zaferi artırabilir. Tarihi randevunun “hayır”lara vesile olması ümidiyle…

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Erdoğan 15 Nisan’ı kaybetti - AYDEMİR GÜLER

Anketleri bilmem ama, referandumdan öncesi Erdoğan için kayıptır, onu bilirim. Hem o kadar kayıptır ki 16’sından sonra oylama sonucu ne olursa olsun kimse Reis’in işgal ettiği pozisyona özenmemelidir. Kendisi açısından olabileceklerin en iyisi bile olsa tavsiye etmeyiz.
Bir proje olarak AKP çeşitli üçlemelere dayandı. Birinci üçlü emperyalizm-büyük sermaye-gericilikten oluşuyordu. Emperyalizmin yazdığı senaryonun sınıfsal karakteri içerdeki büyük sermaye tarafından onaylanıp kontrol edilecek ve gericilik tarafından hayata geçirilecekti.
Zor olmadı. Türkiye’de 1990’larda çok yorgun düşen siyasetin merkezi o kadar iddiasızlaşmış, yaratıcılıktan uzaklaşmıştı ki, Demirel cumhurbaşkanlığından, Ecevit de malulen emekli olunca geriye Erbakan takımından birkaç tasfiyeci muhterisi devşirmek yetti. 1990’larda biri diğerini kovalayan yönetim krizleri sahayı temizlemiş, senaryo yazarlarının önüne bir beyaz kâğıt koymuştu sanki. Borsayı fiştekleyip ekonomik kriz vesilesiyle yeni bir perde açmak, işin eğlenceli kısmı olmuştur muhtemelen. Devlet Bahçeli’nin jesti olmasa bir başka yol bulurlardı, kazananı önceden ilan edilmiş bir seçime gitmek için…

İkinci olarak, bu projeye -isterseniz artık Proje2000 diyelim- içkin işbirlikçiliği, yağmacılığı ve tarih içinde geriye yolculuğu bir “iyileşme” olarak yutturmak üzere birtakım müttefikler bir araya getirilmeliydi: Liberaller, Kürt ulusalcı özgürlükçüleri ve şeriatçı gericiler bir üçlü oluşturdular.
İlginçtir ve bir açıdan eksiktir. Popüler ve manipülatif tarihçiler Kemalist hareketin üç akımı düşman belleyip ezdiğini söylerler: İslamcılar, Kürtler ve komünistler. Üç benzemezi yan yana getirip yüzeydeki benzerliklerle yazılan büyük teoriler çok paspaldır. Nedir bu akımların ekonomi politiği, sınıfsallığı ve uluslararası dinamiklerle ilintileri, diye sorsanız, paspal tarihçi “teşbihte hata olmaz” deyip işin içinde çıkmayacak, düpedüz sırıta sırıta kaçacaktır! Sonra nerededir gayrimüslimler, nerededir ittihatçılardan türeyen muhalifler, kimse bilmez… Ama konumuz açısından detay olan bu noktaları geçelim; şu Proje2000’in vazgeçilmezi liberaller ile Kemalizmin ezdikleri listesinden komünistler örtüşmemektedir. Madem öyle, bol laf kalabalığıyla sosladığın solcuları kırpıp kırpıp liberal yapacaksın, liberallere de kızıl mı kızıl boncuklar dağıtacaksın!

Bu bir iktidar üçlemesi idiyse, ülke siyaseti de rastlantı bu ya, bir başka açıdan üçe bölünmeliydi. İktidar bloku ve zaman zaman görünür olup sonra geriye çekilen müttefiklerinin dışında geriye Kemalist-sosyal demokratlar ile Türkçü faşistler kalıyordu. Bu ikisi ana akıştan kopan, tepki duyanları bir görev bilinciyle toplayacaklardı. Yani onlara da Proje2000 içinde görevleri tevdi edilmiş olmalıydı. Böyle iktidara böyle sosyal demokrat muhalefet veya böyle faşist muhalefet…
Bunların devamındaki üçlüler daha örgütsel karakterdedir ve siyaset dilinde bunlara triumvira da denir: Erdoğan-Gül-Arınç triumvirası, sonra ilki sabit kalmak üzere Davutoğlu ile Akdoğan triumvirası, ardından… bir şey gelmiyor mu? Evet gelmiyor! Akar ile Fidan, bir de Soylu ve Albayrak... Belli bu yol Bilal’e kadar gidecek!

Neden olmuyor’a geleceğim. Ama sizin aklınıza başka bir soru takılmış olabilir: Bu resimlerde Fethullah Gülen nerede derseniz, o bir ruhtur ve hepsine içkindir, herkesin içine kaçmıştır. Gülen’i çıkartılmış şeriatçılık olmaz. Abant’ta ağırlanmayan liberal sayılmaz. Onsuz emperyalizmin Türkiye için yazdığı senaryo bayağı renksizdir. İçindeki Gülen alınmış bir Erdoğan kâğıttan kaplan bile değildir. O, projenin her tarafına yayılmış bir kanserleşme olgusudur.

Erdoğan ilk önce triumviradan vazgeçti. Abdullah, Bülent, Ahmet, Yalçın beylerin yerini başkası dolduramayacak diye değil. Sorun kalitede değil, hepsi birbirinden kalitesiz çünkü ve bunlardan çok var. Sorun çok daha bütünlüklü. Hangi düzlemi tutsan elinde kalıyor.

Emperyalizm ve büyük sermayenin Erdoğan tipi gericilikten haz etmesi epey zamandır mümkün değil. Ama böyle bir borç delisinden niye vazgeçsinler ki? O olmasa kimi yollayacaklar Suriye’ye; ve nasıl ayar verecekler bilumum başka aktöre? Gönüllüsü varken niye başkasını arasınlar orman kesip beton-asfalt dökmek için? İşçileri topluca öldürüp kârları yükseltme işini bu yobazlardan başka kim bu kadar başarıyla halledebilirdi? Emperyalistler ve sermayedarlar, kapı kapı gezip en kirli görevler için dilenen bir iktidara arka arkaya uzatma veriyorlar. Ama kabaca bu kadar. Ortada proje falan kalmadı.

Liberallerin bir bölümü içerde, diğerleri çoğunlukla faaliyetlerini Avrupa’dan yürütüyorlar. Kürt ulusalcının içerde olmayanları merkezi Suriye’ye devredecekmiş gibi duruyorlar. Neyin ne zaman olacağını hiçbiri bilmiyor. 2015’deki iki seçim arasında bir Amerikan temsilcisi “biraz sabır” tavsiye etmişti… Acaba?
İç siyaset tam alem! Durun, siz kardeşsiniz! Milliyetçi faşistlerin misyonu koalisyona girmek değildi ki. Zaten Bahçeli eyalete takıldı kaldı. CHP mi? Sorun şu ki, Proje 2000’in içinde zamanla üçüncü, ikinci aktör, akım, şahıs kalmaz. İslamcı bir sultanlığın içinde hangi sosyal-demokrasiden, kimin özgürlüğünden söz edeceksiniz? CHP, “İkinci Cumhuriyetin sosyal-demokratı” olmaya dünden (yani senaryo yazılalı beri) razıdır ama öyle bir şey yok ki!

Türkiye bugün “ama böyle konuşmamıştık” evresindedir. Herkes bir diğerine böyle demektedir ve Erdoğan bu nedenle yeniktir. Erdoğan aldatılma ve aldatma rekorunu keyfinden kırmadı.
Bu tablo tamir edilemez. Erdoğan yeniden projelendirilemez. Anayasayı değiştirmek her tarafı dökülen Erdoğan iktidarının tamirat denemesiydi. Oylama sonucundan bağımsız olarak asıl bu sonuca erişilemedi. Bu anayasa ya geçmez ve diğer yamaların da dikişleri atar. Ya da geçen şey bir anayasa işlevi kazanmaz. Hep delinir veya bir danışmanın dediği gibi olmadı denir, baştan yapılır! Anlaşıldı ki yapılamayacak… Yeni tamirat denemelerini ise göreceğiz. Her defasında daha zayıf olacaklarını bileceğiz.

Zayıflık-güçlülük… Siyasette göreli sözler bunlar. O yüzden yukarıdaki detaylardan bir tanesi sanıldığından daha önemlidir. Projenin, devrimcinin kırpılıp liberal yapıldığı sahnesi pek tatsız tuzsuzdu, ama zaten olmadı. Türkiye’de sol varlığını sürdürdü. Batıyı üs tutmayan ama emperyalizme karşı çıkan, gericiliği bir kimlik ve hak olarak değil insan ve emek düşmanlığı olarak gören, yağmanın sınıfsallığını kavrayan bir sol. Bütün bu toz bulutunun sınıf denerek yere indirilebileceğini ve sınıf tarafından süpürüleceğini bilen bir sol. Liberallikle, milliyetçilikle, Kürtçülükle terbiye edilmek istenmiş ve bütün testlerden başı dik çıkmış bir sol.

Aydemir Güler / SOL

Lafı uzatmadan - Bilgin Gökberk





Demirören’i, Hidayet’i vs başkan yapabilen sisteme..

Başkanların seçilerek değil atanarak gelmesine..
Federasyonların iktidar yakını spordan bi haber yöneticilerle doldurulmasına..
Kulüpler birliği başkanı olsun diye uğruna kulüp kurulan Gümüşdağ modeline..
Siyasetin ağzına bakan, emrinde yapılan spora..
Milli renkleri değiştirilen gayri milli takıma..
Artık bir klasik olan, göğsümüzde aslanlar gibi duran ay yıldız’ın yeri değiştirilerek göğsün bi kenarına minicik sponsor amblemi boyunda iliştirilmesine..
Referandum öncesi zırt pırt ‘evet’ propagandası yaparak Yeni Türkiye filan diyerek siyaset girmemesi gereken TC kurumu federasyonları siyaseti dibine kadar sokan siyasetin kucağına oturtan başkanlara..
Ligleri yayınlayan, yorumlayan tv’lere bile icazet alınarak yorumcu veren sisteme..
Dopingli sporcu sayısının dopingsizden fazla olmasını sağlayan, dopingi 15 yaş altına indiren, 40pınar’a bile doping sokan spor politikalarına..
Eğitim ekonomi hukuk adalet vs gibi sporun da tek el’den yönetilmesine..
Ve vesaire..
 
                                                                           ***

Hayır!

 Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

13 Nisan 2017 Perşembe

'Evet' çıkarsa morali bozmayacağız, 'Hayır' çıkarsa hayale kapılmayacağız -İLKER BELEK

Kendi haline bırakılsa, sandık güvenliği sorunu olmasa yüksek ihtimalle “hayır” çıkar.
Mevcut gerçeklikte ise bıçak sırtı bir durum var.

                                                                          *****

“Evet” çıkması AKP’ye ve tabanına moral verir. Bildikleri yoldan yürüme konusunda cesaretlendirir.
Ancak öyle bir ülke yarattılar ki çok yüksek oranda “evet” çıksa bile yönetemeyecekleri kesin.
Boğazına kadar borca batmış. Her ay 2.5 milyar dolar kadar cari açık veren. İşsizlik ve enflasyon oranları %12’ye oturmuş. İstihdam yaratma şansı olmayan. Borcunu ödemek için daha çok borçlanmak mecburiyetinde. Bir Türkiye’den söz ediyoruz.
Sahi ne oldu ? Mali krizi çözmek için Dolar bozacaklardı. İşsizliğe çözüm olarak her işletme 1 ek istihdam yaratacak, toplamda 3 milyon kişiye iş sağlayacaklardı.
Bütün bu altı boş laflardan artık hiç söz edilmemesinin nedeni, hiç başarı sağlanamamış olmasıdır. Anlık propaganda malzemesiydiler. Edildikleri yerde unutuldular.
AKP projesi Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi içindi. Sürdürülebilirliği dışarıdan sıcak para girişine bağlıydı. Bu strateji hem olduğu kadarıyla Türkiye’nin mevcut üretim kapasitesini yok etti hem de AKP’yi projeye mahkum hale getirdi.
Başlangıçta global piyasalarda para boldu. Türkiye’ye girişini sağlayan faiz oranlarının yüksekliğiydi. 2008 krizinin çözümü olarak daha da çok para basılması tercih edilince bu işten de en çok yararlananlardan birisi Türkiye oldu.
Sonradan ekonomik konjonktür değişti. Türkiye aşırı borçlandı ve borçluluğu yeniden borçlanması için risk olarak değerlendirilmeye başlandı. ABD ise “yükselen” piyasalara pompaladığı parayı geri emmek için faiz yükseltme kararı aldı.
AKP’yi ayakta tutan yüksek faiz, sıcak para döngüsü bu şekilde kırıldı. Yeni bir dönem açılıyor.
Bu yeni iktisadi dönem Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişmesiyle de kesişiyor. ABD artık Kürtler üzerinden proje geliştiriyor. Putin AKP’nin ABD’nin her dediğini yapmasına sinirleniyor. Putin’i kızdırmak domateslerin tarlada çürümesine neden oluyor. AKP tam açmazda.
“Evet” çıkması durumunda AKP bildiği yolda yürüyecek, ancak bu kez bildiği yol artık kullanılmayan bir yoldur. AKP’nin birbiriyle tutarsız kararlar vermesinin, bir Rusya’ya bir ABD’ye savrulmasının nedeni de budur.
Bu zikzaklı tavırlar, içerideki saldırganlıklar, defansta boşluklara, hücum hattında koordinasyonsuzluklara yol açıyor. Oyun düzenindeki bozukluk önümüzdeki dönemde daha da bariz hal alacak.
Sosyalist sol bu boşluklardaki olanaklara yoğunlaşacak.

                                                                      *****

“Hayır” çıkması AKP’nin fiili başkanlık rejiminden vazgeçmesine yol açmayacak. Bunun nedeni “hayır”ın örgütsüzlüğü ve CHP’nin “hayır”ı AKP’ye teslim etmeye hazır tutumudur.
Bu ortamda “hayır” sermaye sınıfı ve emperyalist güç odakları tarafından düzen içi yeni bir oluşumun ortaya çıkarılması açısından değerlendirilecek. “Hayır” enerjisi bu kanalda eritilmeye çalışılacak.
“Evet” nasıl mücadele olanaklarının tükenmesi anlamına gelmiyorsa, tek başına “hayır” da AKP’yi iş başına getiren, AKP’nin içinde güçlendiği düzeni sarsmaya yaramayacak.
“Hayır” şüphesiz 15 yıllık rejimden bıkmış toplum kesimlerine moral verecek. Ancak sermaye sınıfını geri adım atmaya zorlayan bir çizgide örgütlenemediği taktirde bu moral, çok yüksek ihtimalle, kısa süre içerisinde daha büyük bir moralsizliğe doğru savrulacak.

                                                                         *****

Gerçekçi olmalıyız. “Evet” durumunda üzerinde mücadele edeceğimiz zeminin mevcudiyetini görmeli, somut mücadele başlıkları üzerinden ilerlemeli, bu başlıklar üzerinden örgütlenme çağrısı yapmalıyız.
“Hayır” çıkması durumunda halkın bu yanıtını emperyalist savaş rejimine, kapitalist sömürü düzenine, AKP diktasına karşı örgütlemek için çalışmalıyız.
Sonuç değişmiyor: Görev işçi sınıfını örgütlemek. Yapacak çok iş var. Halk siyasal arayış içinde.


İlker Belek / SOL

Herkes için ‘Hayır’lı bir sonuç - NAZIM ALPMAN

Referandum için Türkiye’ye örnek olarak Şili gösterildi. 1988’de Şili Diktatörü Augusto Pinochet’ye karşı düzenlenen “No” kampanyasının yaratıcısı Eugenio Francisco Garcia Ferrada CHP tarafından İstanbul’a davet edildi. Geldi, toplantılara katıldı “aman ha” dedi:
-Kişiyi hedef almayın, kampanyayı gelecek üzerine oturtun. Biz öyle yaptık ve kazandık.
Öneriyi Türkiye’de uygulamak mümkün olamadı. Çünkü Türkiye’de Pinochet yoktu, Recep Tayyip Erdoğan vardı. Biricisi asker ikincisi sivil…
Birincisi askeri darbeyle gelmişti, ikinci üst üste kazandığı serbest demokratik seçimlerle…
Şili’de şehirlerin meydan ve caddeleri general Pinochet ile ne kadar doldurulmuştu bilemiyoruz. Türkiye’de ise bir santim boş yer kalmadı ki, üzerinde Tayyip Erdoğan ve “Evet” afişi, posteri, pankartı olmasın.
Bu yüzden referandum kampanyasının tam ortasında Erdoğan yer aldı.
Evetçiler Erdoğan’a evet diyorlardı.
Hayırcılar ise “Tek Adam”a hayır diye haykırıyorlardı.
Erdoğan referandumu, seçim eksenine oturttu. Sürekli olarak CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendi. Çünkü bir tek o kalmıştı Meclis’teki muhalefet lideri olarak. HDP’nin Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş Edirne ve Figen Yüksekdağ ise Kandıra Cezaevlerine konulmuşlardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise iktidarın yediğinde yer almıştı. Türk-İslam sentezi klasörünün içinde güvenli bir bölge temin etmişti kendisine…
                                                                            •••
Geriye sadece Kılıçdaroğlu kalıyordu. Erdoğan da ona yükleniyordu:
»Bu Kılıçdaroğlu var ya…
Oysa yeni bir anayasa paketi oylanıyordu. İçinde öyle maddeler vardı ki, Türkiye Cumhuriyeti son durağına varacak, arkasından yeni bir yol haritası çizilerek öyle devam edilecekti. Meraklı sorular kafa kurcalıyordu:
»Cumhurbaşkanı Meclis’i feshedecek mi?
»Bu Kılıçdaroğlu var ya!..
»Meclis bakanlar hakkında gensoru önergesi verebilecek mi?
»Bakın bu Kılıçdaroğlu bugüne kadar taş üstüne taş koymadı biliyor musunuz?
»Kaç tane Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak?
»Kılıçdaroğlu kaç seçim kaybetti hâlâ koltuğunda oturuyor.
»İcranın başı olarak hesap sorulması için 400 milletvekili sayısı çok değil mi?
»Kılıçdaroğlu ve partisi şimdiye kadar hiçbir şeyin hesabını veremediler.
»Başka bir şey söyleyecek misiniz?
»Bu hayırcılar var ya benim türbanlı bacılarımı üniversiteye sokmadılar.
Eh bu kadar ülke ekseninde olunca başkası da mümkün değil tabii… Şili 1988’de avantajlıydı:
Darbeyle gelmiş bir diktatöre sahipti!
Sandık, seçim, demokrasi gibi kavramlara uzaktı. Sadece ülkesini yönetmek istiyordu. Şili halkı ona “yeter” diyebilirdi.
                                                                             •••
Bu alanda da sınır tanımıyor.
En son yaptığı bir benzetme ile gönüllerde taht kurdu. 15 Temmuz Darbe Girişimi gecesi ile Hazreti Muhammed’in saklandığı mağara arasında irtibatı aklılarla getirmesi gerçekten göz yaşartıcıydı.
İki olay arasında herhangi bir ilginin bulunmaması dışında hiçbir eksikliği olmayan bu tespit muhteşemdi.
Anadolu’da bazı imamlar iki önceki seçimden itibaren hutbelerine eklemeler yapıyorlardı:
»Oy vermeyeceksiniz, cemaatime katılıp beni de günaha sokmayın!
Bütün bunlara karşın referandumdan ‘Evet’ çıkması hâlâ garantilenmiş değil.
Neden?
Ülkenin en içinden “yanık” halde…
Canı yanan, yakılan çok fazla insan var.
Bu yüzden Türkiye “Hayır” diyecek.
Bu sonuç başta iktidar partisi olmak üzere herkesin hayrına olacak!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Patron devlet işçi millet - SERKAN ÖNGEL





“Yeni Türkiye, Sivil Toplum Örgütleri’nin, işadamlarının, sizlerin ellerinde yükselecektir”. Mart 2015’te Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle sesleniyordu işadamlarına. Ve soruyordu: “Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.”

16 Nisan’da yapılacak olan Anayasa referandum oylaması bu amaca yani şirketleşmeye yönelik köklü bir değişimi amaçlıyor.
Hiç şüphe yoktur ki Türk tipi başkanlık sistemi dünya açısından bir model olacaktır. Çünkü önerilen sistem gerçeklikte başkanlık değil patronluk sistemidir. Devletin yapısal olarak dönüşümüdür.
Yeni dönemin şiarı belli ki “patron devlet, işçi millet” olacaktır.
Küreselleşme süreci ile birlikte “yönetişim” kavramı anahtar bir rol oynamaya başladı. Bu kavram toplumsal çıkar ya da kamu yararı denilen, sermayenin hareket alanına kısıtlayan her alanda adeta bir anahtar hatta maymuncuk işlevi gördü.
Yönetişim “birlikte yönetmek” anlamına geliyor. Küresel sermayenin (emperyalizm ya da üst akıl da diyebilirsiniz) hem finansal hem de ideolojik örgütleri olan Dünya Bankası, IMF vb kurumlar uzun zamandır bu kavram temelinde yeni bir sistem inşa etmeye çalışıyor.
Sistem, yönetime sermayenin, herhangi bir yasal kısıtlamaya tabi olmadan doğrudan dahil edilmesini amaçlıyor. Halkın söz ve karar hakkı ise STK’lerin inisiyatifine teslim ediliyor. Halk adına sözü STK’ler (Sivil Toplum Örgütleri) söylüyor.
Sermaye de, hükümet de üçüncü sektör olarak tanımlanan bu alanda (STK alanında) son derece aktif. Hem kendi örgütleri var, hem de kendi adlarına sosyal sorumluluk bağlamında faaliyet yürüten kurumlar.
Türkiye’de STK’lerin etkinliğinin son 10-15 yıllık süreçte ne ölçüde yaygınlaştığı, bunlara ne gibi işlevler verildiği ortada.
Kamu kaynaklarının, arazilerinin hangi kurumlara ve nasıl aktarıldığına tanığız.
Üstüne üstlük eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kritik alanlarda kamunun etki alanı daraltırken bu kurumların nasıl işlevsel bir araç olarak kullanıldığını da görüyoruz. Vakıf Üniversiteleri’nin bu alanların piyasalaştırılması açısından oynadığı rol sermaye açısından paha biçilemez boyutta.
AKP’nin uzun yıllara yayılan iktidar dönemi adeta kamu kaynaklarının hükümet ve sermaye arasında paylaştırılması ve yağmalanması şeklinde yürüdü. Ancak zaman zaman toplumsal muhalefet, zaman zaman yasal mevzuat bu süreci yavaşlattı. O yüzden bu yasal süreçler ve toplumsal muhalefet bir engel olarak algılandı.
Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2015’te başka bir toplantıda “siyasilere düşen işadamlarının önünü açmak, bir yerde tıkanma varsa bunu gidermektir” diyor. Bu noktada ‘pratik’ olunması gerektiğini söyleyen Cumhurbaşkanı, “Eğer bu konuda pratik olmazsak neticeye varamayız. Hiçbir zaman mevzuat amcaya lütfen takılmayalım. Bununla bir yere varılmaz. Başarının sırrı pratik çözümdedir”.
Nedir bu pratik çözüm?
Belli ki yeni rejimde bakanlıkların yerinde özel sektör temsilcilerinin şekillendirdiği yönetişim aygıtları olacak. Özel sektör ile iktidar arasındaki ortaklık kalıcı olarak oligarşik bir sermaye iktidarını önümüze getirecek. Böylelikle devleti doğrudan sermaye yönetecek, yöneticiler ise komisyoner olacak. Bir distopya gibi. Acaba çok mu karamsarım?
Daha önceki yazılarımda Yatırım Danışma Konseyi’nden (YDK) bahsetmiştim. Çokuluslu şirketlerin temsilcilerinin, Türkiye’deki iş dünyasının temsilcilerinin ve ilgili kamu kurumlarının katılımı ile oluşan bir danışma kurulu YDK. Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu bünyesinde faaliyet yürütüyor. Her tavsiyeleri bir talimat gibi algılanıyor. Yatırım ortamını iyileştirmek, işadamlarının önünü açmak demek!
Nasıl açılır işadamlarının önü? Sermaye üzerindeki vergiyi, sosyal güvenlik primini kaldırırsın. Kıdem tazminatı sistemini tasfiye edersin. Sendikaları ortadan kaldırır, grevleri yasaklarsın. Halk üzerindeki vergiyi, emeklilik prim sürelerini ve yaşını artırır, emekli aylıklarını düşürürsün. Kamu yararına faaliyet yaratan odaları devre dışı bırakırsın. Yasaları ortadan kaldırır, talimat sistemini getirirsin. İtiraz edene yaşam hakkı tanımazsın.
Ekonomi; sermayenin, siyaset manipülasyonun alanı haline gelir. Siyaset becerisinin karşılığında ödüllendirilir.
Halkın ekonomik süreçlere seçimler yoluyla dahil olmasını engelleyen, ekonominin idaresini “üst akıla” (emperyalizme) teslim eden bir rejime gidiyoruz.
17 Nisan’da bu kâbustan uyanmaya var mısınız?

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

Son kavşak - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Venezüellalıların Türkiye için yaptığı “hayır” videosunu gördünüz mü? Video, Başkan Chavez’in yetkilerini katlayan Venezüella’nın 2009 referandumuna atıfla; “Biz ettik siz etmeyin, bizim gibi ‘evet’ demeyin; aman sıkı durun, ‘hayır’ deyin!” mesajını veriyor.
“(Chavez) Bize istikrar sözü vermişti. Ona inandık” diyor Venezüellalı hayırcı dostlar: “Başlangıçta o da yollar, köprüler, hastaneler yaptı. Zaten biz dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahiptik. Her şeyin iyi olacağını düşünmüştük. Güçlü bir ülke istiyorduk. Sonra referandumla her şey değişti. Başkan ülkeyi elinde topladığı tüm güçlerle yönetmeye başladı. Yolsuzluk yayıldı. Devletin tüm malları varlık fonuna devredildi. İşler birden kötüye gitmeye başladı. Politikacılar, muhalif gazeteciler hapse atıldı. Başkan hastalanınca, eski bir otobüs şoförünü (mevcut Başkan Nicolas Maduro) yerine halef seçti. Ülkeyi o da kafasına göre yönetmeye başladı. Koşulları değiştirmek için bu sistemde elimizden hiçbir şey gelmiyor. Enflasyon halihazırda yüzde 700’ün üstünde. Güvenlik yok. Durum feci. Keşke demokrasimiz olsaydı. Siz Türkler, bu büyük hatayı yapmayın. Tüm gücü tek insana vermeyin. Gelecekte işin ehli olmayan biri başa gelip ülkeyi mahvedebilir. Hayır deyin!”
 
Dünya ‘hayır’ diyor
 
Aslında bir plebisit olan pazar günkü referandum, bizim oylarla sınırlı kalmayıp dünyaya açılsaydı, “hayır”lar öyle anlaşılıyor ki açık ara önde gidecekti...
Bizim “Törkiş referendum” taa Venezüella’da bile böyle yankı yapıyorsa, gerisini hesap edin.
Bugüne dek “Haydi Türkler bastırın, Evet deyin!” diyen tek değerlendirmeye rastlamadım.
Dünyanın dört bir yanında herkes pazar günkü oylamaya, bir korku filmine bakar gibi bakıyor. France 24 TV’de bu hafta izlediğim bir söyleşi, dehşet içinde Türkiye’de muhalif politikacılar ve gazetecilere, aydınlara yapılan şiddetli baskıyı gündeme getirdikten sonra, “2000’ler başında Batı’nın sevgilisi olan Erdoğan ne oldu da diktatör oluyor?” sorusunu soruyordu. Financial Times son referandum analizinde şaşkınlığa gark olmuş edayla “Erdoğan tüm zalimliğine rağmen (nasıl oluyor da?) anketlerde hâlâ başa baş çekişiyor?”
sorusunu gündeme taşıyordu.
İtalya’nın etkili haftalık siyasi dergisi “L’Espresso” iki hafta üst üste yer ayırdığı referandum değerlendirmelerinin ilkinde, Erdoğan ve Putin’in yer aldığı kapakta “Diktatörler ve Biz” başlığını kullanıyor; 16 Nisan referandumuyla Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığını, Boğaz’ın iki yakasının açıldığını vurguluyordu.
 
‘Tek adam’ çöküşle geliyor
 
Aynı derginin son sayısında “Son Kavşak” başlığıyla yer alan çarpıcı bir değerlendirme göze çarpıyor. Gigi Riva imzasını taşıyan yazı; söze Erdoğan’ın yaşamını hikâye eden “Reis” filminin gişede çakılmasını anlatarak giriyor. 8 milyon Avro’ya mal olan filmin sade yarım milyonluk gişe yapmasını, toplumdaki Erdoğan isyanıyla açıklayan yazar, baskın propagandaya karşın bugün sondajlarda hâlâ belirsiz bir durum varsa, bunu; her şeye rağmen direnç gösteren bir sivil topluma bağlıyor. Yazının en ilginç olan kısmı “Bu referanduma neden ihtiyaç duyuldu” sorusuna getirilen cevap. L’Espresso, RTE’nin elindeki gücünü artırma ihtiyacını, “badireye dönüşen dış politika”nın sarpa sarmasıyla açıklıyor. “Sultanlığı bırakın” diyor dergi, “Reis kendi topraklarından parça yitirebilir... Ekonominin kötülemesi, kendisini, iç düşmanlardan kurtularak mutlak güç kullanımına itmiştir...”
Baş aşağı giden ekonomi bir yanda, maceracı dış politika diğer yanda “Reis”, güç zehirlenmesinden çok, L’Espresso’ya göre karanlık günlere gebe bir kavşakta “sıkışmış olduğu için” bütün gücü toplamaya teşne görülüyor. Venezüellalılar Türk halkına gönderdikleri “hayır” videosunda hani “Referandumda tüm gücü başkana verdik. Sonra her şey gümledi” diyorlar ya...
Sebep-sonuç ilişkisi aslında farklı. İşler zaten iyi gitmediği için dünyayı böyle dumur eden bi referandum gündeme geliyor.
Güney Amerika da dahil RTE, Batı’dan yükselen tüm bu sesleri, referandumun yeni anlatısı olarak icat ettiği “haçlı-hilal çatışmasına” bağlayacaktır.
Ama o durumda “hilal” cephesinden de birilerinin “Evet”e arka çıkması gerekmez mi?
O cenahtan da Reis için “Çok yaşa, varol!” seslerinin yükseldiğini pek duymuyoruz. Ben duymadım. Siz duydunuz mu?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sanatçıların ‘HAYIR’ı... - ZEYNEP ORAL

Nasıl bir Türkiye istiyoruz? Bunun yanıtını bizler, hepimiz vereceğiz... Üç gün sonra kullanacağımız oyla geleceğimizi belirleyeceğiz.
Araştırmalar, “Evet” ve “Hayır”ın at başı yarıştığını söylüyor. Sonuç ne olursa olsun, toplumun yarısı mutlu, yarısı mutsuz olacak. Ama bir de şu var:
Bunca yıllık AKP iktidarının sonunda geldiğimiz nokta korku egemenliğidir. İşini kaybetmekten, mal varlığını yitirmekten, suçlanmaktan, hapsedüşmekten, vay sen de FETÖ’cüsün, PKK’lisin tehditlerinden korkan (ki içinde yaşadığımız bu koşullarda, korkmak çok doğaldır) aklı başında birçok insan seçiminin rengini gizlemek zorunda. Hayır oyu verecek çok insan son ana dek tam tersini söylüyor... Sürprizlere hazır olun!
Sonuç ne olursa olsun... Birlikte yaşayacağız. Birlikte yaşamak zorundayız. Dün Özgür Mumcu’nun gerçekçi ve doğru yazısı “Hayır birleştirir, Evet dağıtır” yazısının ışığında, Türkiye çok kan kaybetse de, yaralanıp berelense de, çok acı da çeksek, birlikte yaşamanın yollarını aramaktan hiç ama hiç vazgeçmemek zorundayız...


Sanatın özü muhaliftir!
 
Son zamanlarda sanatçıların ve yazarların da referandumda kullanacakları oyu açıkladıklarına tanıklık ediyoruz. Benim hatırlatmak istediğim şu:
Sanatın özünde muhalefet vardır.
Sanatta tarafsız olamazsınız...
Sanatta “tarafsız olmak” egemen taraftan olmak demektir, güçten, iktidardan yana olmak demektir. Ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın, sesini duyuramayanın karşısında olmak demektir. Korku ve tehdit ve baskı düzeninden yana olmak demektir...
Sanat, sanatçının bilinçli eylemiyle, bilinçli bir faaliyetiyle, üretimine mutlak kendi kişiliğini, kendi aldığı tavrı getirecektir. Tavır almak, taraf olma zorunluluğunu getirir.
Biz, yaratıcı olmayan sıradan insanlar, biz izleyiciler, bizler de bilinçli ya da bilinçsiz tavır alıyoruz. Okuduğumuz şiire, dinlediğimiz müziğe, bakmakla yetinmeyip gördüğümüz resme ya da yontuya, izlediğimiz filme ya da oyuna, kendi kişiliğimizle, kendi bilgimizle, kendi kültürümüzle, kısaca beni ben yapan tüm birikimlerimizle, temsil ettiğimiz her şeyin toplamıyla bakıyoruz ve değerlendiriyoruz... Hem zaten, “değer” dediğimiz şey, değer ölçülerimiz “taraf olmaktan” ayrılamaz.
 
Stefan Zweig’den günümüze
İstanbul Film Festivali’nde izlediğim nice film bu tema çerçevesinde gelişiyordu. Hele Stefan Zweig’in (1881-1942) son yıllarını işleyen “Şafak Sökmeden” filmi... Filmin eleştirisine girmeyeceğim. (Josef Hader’in muhteşem oyunculuğuna değinmesem olmaz!)
Yıl 1936 Zweig, faşist Almanya’yı terk etmiş Brezilya’da yaşamaktadır. Buenos Aires’teki 14. PEN Kongresi’ne katılır. Ve susar... Hep susar... Hitler ve Almanya aleyhine bir şey söylemek mi, söylememek mi?
Ve film felsefi tartışmaya dalar diyaloglar aracılığıyla... Neyse ki Zweig eserleriyle tavrını ortaya koydu...
Muhteşem bir açılış sahnesi ve sadece aynalardan izlediğimiz intiharı seçmiş Zweig ve Lotte’nin görüntüleri arasında, benim aklıma hep şu soru takıldı: Acaba konuşsa, haykırsa, HAYIR için savaşsa, ölümü değil yaşamayı seçer miydi?
Son günlerde en sevdiğim “Hayır”, Tülay Günal’ın harika yorumladığı Brecht’in dizeleri aracılığıyla oldu. Paylaşıyorum:
 
“Böylesi çok iyi değiştirmeyelim hiçbir şeyi
Bunu mu diyelim güle oynaya?
Bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan?
Boşunu mu alalım dururken dolu bardak?
Yani biz hep dışarıda mı kalalım?
Titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye
Bekleyelim mi hep nasılsa büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür diye?
HAYIR
Bizce en iyisi kalkmak yeter artık demektir
Vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
Karşı çıkmaktır vargücümüzle acıyı doğuranlara
Yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara.
HAYIR”


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Toplu hipnoz deneyine ‘hayır’ - ÖZGÜR MUMCU

Cemaatçi subaylar orduda kritik pozisyonlara nasıl geldi? Siyasi kumpas davalarıyla önlerinin açılmasıyla ve YAŞ’ta AKP’nin ihraç kararlarını engellemesiyle.
Yani davalarla komuta kademesi yeniden tanzim edildi. YAŞ’ın senelerce ihraç kararı almamasıyla da cemaatçi subayları ordudan uzaklaştırmanın yolu kesildi.
Hava kuvvetlerinde cemaat baskısıyla ayrılan pilotlar için CHP’nin verdiği soru önergelerini iktidar geçiştirmekle yetindi.
Bırakalım uyarıları dinlemeyi, bunlar olurken iktidar çevreleri siyasi kumpas davalarına tam destek verdi. Böylelikle darbe girişiminde bulunan askerlerin, girişimde bulunabilecek yerlere kurulmasına katkıda bulundu.
Zaten 2010 Anayasa referandumuna mezarlardaki ölüleri oy vermeye çağıran Gülen’le beraber “evet” isteyerek, yargının taşeronluk ihalesini cemaate vermişlerdi. Böylelikle kumpas davalarının tıkır tıkır işlemesini de sağlamış oldular. Kamuoyunu, devleti siyasi ve askeri bir felakete sürükleyecek istikamette “evet” oyu vermeleri için yanılttılar.
Gülen’i sabah akşam övmeleri, yargıdaki cemaat örgütlenmesi sorulduğunda “Buna kargalar bile güler” diyen bakanı, Ahmet Şık’ın emniyetteki cemaat yapılanmasını deşifre eden kitabının toplatılmasını “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diye savunan Sayın Erdoğan’ı  aklımıza getirmeyelim.
Gezi’de beliren toplumsal tepkiyi Sayın Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatları’nda cemaatçilere şikâyet etmesini, kaset kumpasları çıktığında yine Sayın Erdoğan’ın “Bunun neresi özel hayat, bu genel bir ahlaksızlıktır” diye tavrını koymasını görmezden gelelim.
Darbeci subaylar terfi merdivenlerini ikişer üçer tırmanırken onların önünü açmak için tutuklanan subaylarla ilgili asılsız haberleri yapan bugünün reisçi medyasını da unutalım.
Cemaat medyasında senelerce “vesayeti tasfiye etmek” adına darbeci subayların terfilerine hizmet eden köşe yazılarıyla keselerini dolduran başdanışmanları, AKP milletvekillerini, bugünün herkesten reisçi gazetecilerini de bilmezden gelelim.
Bütün bunları unutmamızın tek yolu, toplu bir hipnoz seansı. İşte bu referandumdaki “evet” kampanyasının amacı da bu. Cemaatin devleti ele geçirmesindeki büyük sorumluluklarını unutturmak. Bütün hakikatlerin tersine çevrilmesi, sorumlulukların başkalarının üzerine atılmasının sebebi pazar gününe kadar bu toplu hipnoz seansını tamamına erdirmek. En ufak hayır sesine dahi tahammül edilmemesinin gerekçesi de bu. Yapmaya çalıştıkları büyü için herkesin daima ve sadece onları dinlemesi gerek. Ancak vakit, cemaati bu devletin başına sarmanın siyasi hesabını verme vakti.
Haziran seçimlerinden sonra kan gövdeyi götürdü. İstikrar ve güvenlik için oy istediler ve aldılar. Sonuç? Sayısız terör saldırısı ve eski ortaklarından gelen bir darbe girişimi.
Bugün devletin bekası için yine oy istiyorlar. Geçen sefer neler yaşadığımız ortada. Ne için oy isteseler tam tersi olduğuna göre, devleti yaşatmak için oylar “hayır”a...

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

12 Nisan 2017 Çarşamba

‘İki partili sistem’ ve MHP - ÇİĞDEM TOKER

Fotoğraftaki manşetin tarihi, 28 Ocak 2011. 12 Eylül referandumu üzerinden 4.5 ay geçmiş.
Genel seçime 4.5 ay var. Yer, Ukrayna’nın başkenti Kiev.
TMSF el koyduktan sonra ayrılacağım “o zamanki” Akşam gazetesinin Ankara temsilcisi olarak, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın resmi ziyaret programını izledik. Erdoğan’a, gezi sonunda yaptığı basın toplantısında soramadığım soru için fırsatı, toplantı bitimindeki fotoğraf çekimi sırasında yakaladım.
Soruya dair bir ön bilgi: Kulislerde yoğun olarak “MHP’nin baraj altında kalabileceği” konuşuluyor, yazılıyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin referandumdan sonrası izlediğim basın toplantısındaki sözü, hafızalarda taze:
“Yeni bir süreç başlamıştır. İki partili bir rejime gidilmesi için çalışma yapılıyor. Bir anlamda MHP’yi kurban etmeye çalışan bir anlayış var. Partimize karşı tasfiye hareketi var. Bunu MHP’liler ve ülkücüler görecektir. Türk milleti görecektir. Önümüzdeki seçimler çok daha farklı sonuçlanacaktır.”
Kiev’e, fotoğraf çekimine dönelim, Erdoğan, “Siyasi kulislerde iki partili Meclis istediğiniz konuşuluyor. Böyle bir isteğiniz gerçekten var mı” soruma şu yanıtı veriyor:
“Doğrusu evet. Bu sistemi faydalı buluyorum. Çünkü ikili sistemde parlamentolar daha etkin işliyor. Yönetiminde de istikrar söz konusu oluyor. ABD’ye bakın, kanunlar nasıl çıkıyor. Biz de Ticaret Kanunu’nda örneğini yaşadık. Nasıl olduysa muhalefet destek verdi. Kanunu üç günde çıkardık.”
Akşam’ın o tarihteki genel yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya, bu diyaloğu işlediğim köşe yazısını, haber olarak manşete taşıyor. Ve gündem dalgalanıyor.

 
Üç gün sonraki ilk grup toplantısında Bahçeli çok sert. Erdoğan için başkanlığın “tek adamlığa yönelik heveslerin bastırılamaz bir yansıması olduğunu, tiranlığa özendiğini, Ortadoğu sultanlarını örnek almaya başladığını” söyleyip ekliyor:
“Anlaşıldığı kadarıyla Recep Tayyip Erdoğan, sürekli büyüttüğü nefretiyle, yıllardır hesaplaşmak için fırsat kolladığı Cumhuriyet’i darağacına çıkarabilmek amacıyla önümüzdeki seçimi bir dönüm noktası olarak tayin etmiştir. Kendisi için demokrasi vasıtadır ve Türkiye’nin yıkılması ve Türk milletinin etnik kıvılcımla yanması için ara istasyondur. Bu zihniyet bundan sonra her şeyi ikilemeyi mi amaçlamaktadır? İki partili yapının yerleşmesi için iki dilli, iki milletli iki bayraklı bir karanlığa girilmesi mi istenmektedir? Başbakan Erdoğan bir tarafta milletimizi 36’ya bölüp küçültürken öbür tarafta siyasi terziliğe soyunmuş ve bu defa da partileri kesip biçmek için küresel işbirlikçilerinden aldığı kör makasla harekete geçmiştir.”
Bahçeli bu sözleri “iki partili sistem istiyorum” diyen Erdoğan için söylüyor. 

Ve şimdi iki partili sistem
“Tek adam” yetkilerinin tamamı bir yana. Altı yıl sonra, Bahçeli desteğiyle önümüze getirilen anayasa teklifi, açıkça değil arkadan dolanarak da olsa iki partili sistem öngörüyor. Anayasa Mahkemesi’nde iptal başvurusunu düzenleyen 150. maddeye yapılan ince bir ayarla. “İktidar ve ana muhalefet partisi” ifadesi, “en fazla üyeye sahip 2 parti” olarak değiştiriliyor.
Herhalde MHP, bu yeni tarifteki iki partiden biri değil!
Dört ay önce Burhan Kuzu’nun Bundan sonra 2 parti olacak, biri AKP biri CHP” sözünü hatırlayınca soru işaretleri azalmak şöyle dursun tuhaf bir karanlıkta çoğalıyor.
Anayasa teklifi geçerse eyalet sisteminin geleceğinin açık açık konuşulduğu, iki partili sistemin kurgulandığı bir yapıya MHP neden “evet” diyor?
Altı yıl öncesinden bugünleri görmüşken üstelik...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Yeni Türkiye’ye Kemalist aşı denemesi: ‘Savaşçı’ - TAYFUN ATAY

Milliyetçi anti-terör dizilerinden seyrimize en son sunulan Savaşçı’nın (Fox TV) bende bıraktığı en genel izlenim, AKP Türkiye’sini Kemalizm’le buluşturma çabası oldu.   
Denilebilir ki dizi, 15 Temmuz’u bu buluşmayı sağlama yolunda bir “milat” olarak değerlendirmekten, bu yönde “Allah’ın lütfu” addetmekten yana olduğu hissi uyandıracak mahiyette bir açılış yaptı.
Karşımıza büyük haksızlığa, iftiraya, itibarsızlaştırmaya uğramış halde ama tevekkülle zindanda ömür tüketen, bir zamanların onurlu ve şerefli kahraman subaylarıyla çıkıldı.
Elbette jenerikte not düşüldüğü üzere, dizimizin gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi olmayıp tüm aktarılanlar, karakterler, olaylar hayal mahsulüdür.
Ama yine elbette ki hayallerimiz, hayatın içinden çıkmaktadır ve öykümüzde çizilen karakterler de Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. operasyonlara muhatap olmuş “Kemalist” askeri bürokrasiyi çığır çığır çığrıştırmaktadır!..

                                                                                ***
 
“15 Temmuz”, bu memleketin “gerçek” kahraman ordusunu temsil edenlere bir iadei itibar vesilesi olarak değerlendirilmeli; Savaşçı’nın ana fikri bu…
Fakat “Rabbimiz de, milletimiz de bizi affetsin” diyerek kaybedilecek vakit de yoktur!
Çünkü tart edilmiş, tasfiye edilmiş, zindanlara istif edilmiş kahraman bordo berelilerimizin çok büyük tehlikedeki vatanın savunması için yeniden ve bir an önce karargâha yol tutması gerekmektedir.
O yüzden “paralel-paralel” yürünen yollarda “Kemalist mıntıka-temizliği” yapılırken süpürülmüş, ama şimdi ocağına düşülüp göreve çağrılmış “Savaşçı”ya,“Hiç kimse size kusura bakmayın bile demiycek, biliyosun di mi?” şeklinde seslenilir kurguda…
Ve sunulan cevap, işte o, Kemalizm’in dönüşüdür:
“Biliyorum Komutanım! Ama bunun bir önemi yok. Kemal Paşa, Samsun’dan İzmir’e kadar boynunda
idam fermanıyla yürüdü. Bizimki onun yanında ne ki?!”

                                                                             ***
 
Anti-terör kapsamlı, referandum-endeksli, fırından yeni çıkmış dizilerimizden ilki olan İsimsizler (Kanal D), burcu burcu “Yeni Türkiye” kokan ve bağır bağır AKP bağıran bir içerikle karşımıza geldi.
İkincisi olan Söz (Star TV), temkinli ve mütereddit vaziyette ve küresel (cihatçı) terörizm anıştırmalı bir kurguyla, dolaylı ve daha mesafeli bağlandı AKP’nin “Yeni Türkiye”sine…
Üçüncüsü Savaşçı ise işte yukarıda da söylemeye çalıştığımız üzere, “Yeni Türkiye”ye “eski asker”i (bir bakıma “yeni köye eski âdeti” de denilebilir!) bağlama yolunda hamarat mı hamarat bir girişim.
Bir “özümseme” girişimi bu: Temel motivasyonu, Kemalizm’i “Yeni Türkiye” için (elbette eskiden olduğu gibi temel prensip değil) “mütemmim cüz” kılmak olan bir girişim…

                                                                             ***
 
Bunun yanı sıra ben diziyi izlerken 15 Temmuz üzerinden Balyoz, Ergenekon ve diğer yargı süreçleri ile hesaplaşma veya helâlleşmenin ötesinde, kişiye-özel, daha doğrusu “yazara-özel” bir hesaplaşma dinamiği üzerine de düşünmedim dersem yalan olur!..
Yaratıcısı Süleyman Çobanoğlu’nun çok değil dört yıl öncesinde, aşağı yukarı aynı konsept (anti-terör) üzere olup reytingin de zirvesindeki “Sakarya Fırat” dizisinin “barış diye diye” ekrandan sökülüp atılmasıyla da bir yüzleşme düşüncesini kışkırtmıyor mu Savaşçı? Tabii ki en çok “devletlular” açısından!..
“Yeni Türkiye”nin mimarları, o yıllarda yol alış güzergâhlarıyla aynı “paralel”de nasıl Ergenekon’da, Balyoz’da ve diğer davalarda pek çok “savaşçı”yı hapse attırdıysa, “Sakarya Fırat”ı da ekrandan attırmıştı.
Demek ki bu yalnız o davalarda mağdur edilen “Savaşçı”nın değil, “Sakarya Fırat”ın da geri dönüşü ve iadeiitibarıdır!..
Ve sonuçta “Yeni Türkiye”de hiç geri dönmemecesine aramızdan ayrılan bir şey varsa o da “barış”tır.

                                                                             ***
 
Savaşçı üzerine şimdilik bu kadar ama ne onun ne de diğerlerinin üzerine söyleyecek sözümüz bitmedi. Devam edeceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Daha yeni başlıyoruz… - ORHAN AYDIN

-Ne olacak ağabey, geri sayım başladı. Ortalık karmakarışık buradan ne çıkacak kestiremiyorum.
-Sessiz milyonları duyamıyoruz, meydanlara çıkmak istiyorlar ama önleri kesiliyor. Karşılarında askeri, polisi, yandaşı, televizyonları, gazeteleri ile kâğıttan kaplan bir güruh var. Bildiri dağıtıyorlar ya yasaklanıyorlar, ya saldırıya uğruyorlar, konuşuyorlar hakaretten ya içeri atılıyorlar ya haklarında dava açılıyor. Akla gelen her tür yoldan ‘Hayır’ demek yasak. Mitingler bile yasaklanıyor. Kapalı salon toplantıları yasaklanıyor. ‘Hayır’ çadırları paramparça ediliyor, sokak ortasında insanlara meydan dayağı atılıyor. Polis seyrediyor, yargı seyrediyor. Hele Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde kaymakamlar, valiler, belediye başkanları açıkça halkı tehdit ediyorlar.
-Çivisi çıkmış durumda işin.
-Korkuyorlar. Uçan kuştan, esen yelden, açan çiçekten, akan sudan, yağan yağmurdan, doğan güneşten korkar gibi. ‘Evet’ diyenler ‘Hayır’ diyenlerin seslerini bile duymaktan nefret ediyorlar. Tapınma zirve yapmış durumda. Aşsızmış, işsizmiş, yoksullukmuş, talanmış, yalanmış filan umurlarında değil. Ülkenin varını, yoğunu ve milyarları iç edenlerin kendilerine sundukları iki lokma ekmeğe vicdanlarını pazarlıyorlar.
-Tapınma dediniz ya galiba insanlık tarihinde böylesi görülmedi.
-Görüldü. Yalanla kurulan imparatorluklar, diktatörlükler var. Tamamı din ve ırkçılık soslu. Bizdeki güruhun örnek aldıkları ve neredeyse süreçleri bile örtüşen diktatörlükler. Almanya ve İran’da yaşananlarla bugün bu topraklarda yaşananlar arasında binlerce benzerlik var. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bu iki kalkışma yakın tarihler oldukları için anlaşılması daha kolay olanlar.
Hitler seçimle geldi. Sonuçları insanlık için yıkım, kayboluş, savaş, kan ve ölüm, 1979 tarihinde İran ‘evet’ dediği için şeriatın pençesinde can çekişiyor. Toplumsal dibe vuruş, çürüme, dine ve onun ‘esaslarına’ esir edilmiş koca bir uygarlık.
-Bir insan bile bile nasıl esareti onaylar, nasıl kul olmayı seçip özgürlüklerine kelepçe takılmasını kabullenir?
-Erdem, şeref, haysiyet ve vicdan ölünce emir kulu olman kolaydır.
-Ya bizimkilere ne demeli ağabey. Seslerini çıkarmayan zavallılardan söz ediyorum. Adlarına ‘sanatçı, oyuncu, yazar, çizer’ filan deniyor. Hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi davranıyorlar.
-Bu konu beni küfürbaz ediyor. Utanma eşiği atlanmış. Sanki oynadıkları oyunlar, çektikleri filmler, yazdıkları şiirler, romanlar, öyküler, çizdikleri karikatürler, yaptıkları danslar, söyledikleri şarkılar özgürmüş gibi, sanki sanat ve sanatçılar ötekileştirilmemiş, düşman ilan edilmemiş gibi, sansür, yasaklama yokmuş gibi ve sanki cami avlularından çıkıp gelenler sanat alımlayıcılarıymış gibi.
Çıkarcılık, bencillik ve cahillik kuşatmış akıllarını ve korku.
-Utanç verici.
-Dahası var bunlar asıl utancı yarın her şey kaybedildiğinde bu ülke insanlığının önüne çıkarken yaşayacaklar.
-Kaybedince ne olacak ağabey.
-Kazanınca da kaybedince de aynı şey olacak. Daha çok üretmemiz gerekecek. Barışı, eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü, uygarlığı haykıran, aşkı haykıran ürünlerle bezemeliyiz hayatı.
Adaletsizliği, iç etmeyi, talanı, yalanı, doğa ve çevre düşmanlığını yere çalan, aydınlanmayı ve bir arada yaşamayı seslendiren, gericiliği dibe çakan, laikliği haykıran ürünler.
Daha yeni başlıyoruz.
-Daha yeni başlıyoruz. Bu pis kumpası bozmanın umarı bizim elimizde.
-Bizim ve bize ışık tutan örgütlenmiş onurlu, erdemli çoğulun.
Şimdiden işe koyulma vaktidir.
‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ diyenlerin karşısında barikat kurmanın oyununu, romanını, şiirini yazmalıyız, şarkısını, resmini, filmini ve dansını yaratmalıyız.
Yoksa yok olacağız.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Artık zikzak bitti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Referandumdan daha önemli meselemiz yok haklı olarak. Sonucunun yaşamımızı olumlu ya da olumsuz, ama derinden etkileyeceği kesin bir tercih yapacağız ülke olarak. Elbette “hayır”lısı olacak.
Ancak bu kaotik ortamda dış politikada olanı biteni kaçırıyor gibiyiz. Oysa Türkiye her zamankinden daha da derin bir krize giriyor. ABD ile Rusya arasında Ortadoğu’ya yönelik planlar/hedefler çerçevesinde baş gösteren sorunlar Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorlayacak çünkü, bu kesin. Gelişmeler Ortadoğu’ya ilişkin son “Round” olarak da değerlendirilmeli. Çünkü Rusya ile ABD’nin bazı konularda gerçekleştirdikleri ortaklığın sonuna gelindi artık. Bölge gittikçe “sıcak” bir hale bürünüyor.

Suriye krizinde, krizi daha da derinleştiren bir “taraf” olmakta hiç zorlanmamıştı Türkiye. Ne de olsa, hep Suriye’nin yanında olmakla beraber önceleri “fiilen” devreye girmemiş bir Rusya’ya karşın, Batılı tüm emperyal güçlerin Suriye karşıtlığında saf tutmanın zor bir tarafı yoktu Türkiye açısından. AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın hem Şii hem Esad nefretinin, gerici Arap rejimlerince de, emperyal güçlerce de destek bulması bu taraf tutmayı kolaylaştırmıştı elbette.
Meselenin sadece Suriye’nin yanında olmak ya da olmamaktan çıktığı, ABD ile ABD karşıtı eksenin kalıcı olarak karşılıklı konumlandıkları bir döneme giriliyor. Bölgede kesin hakimiyet için son zarlar da atılıyor. Erdoğan ile hükümetinin aynı anda hem ABD hem Rusya tarafında yer almasının mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. Bunu bildiği için Recep Tayyip Erdoğan kesin tercihini yaptı bile. Suriye’nin Donald Trump’ın emriyle vurulmasından duyduğu memnuniyeti, İsrail’le aynı anda hem de, dile getirdiği an tercihinin ne olduğu belli olmuştu. Şimdi tersi tutum almasına olanak yok.
Alırsa, doğalgazını Türkiye üzerinden geçirerek gazın nakli için düşünülen diğer güzergah Güney Kıbrıs’ı devreden çıkarma adına (da) ilişkilerini düzelttiği İsrail’i karşısına almış olacak. Tersi tutum alırsa ilişkilerini bir dolu taviz vererek düzelttiği Rusya’yı tamamen kaybedecek. Ne tarafa yönelse, Fırat Kalkanı’na göz yuman ABD ile Rusya’dan birinin karşısında olacak. Ülkeyi getirip bıraktıkları nokta işte bu. Mısır’ın “darbeci” lideri Abdülfettah Sisi, yalpalamayan politikası sayesinde Erdoğan’dan daha güvenilir, ne yapabileceği kestirilebilen biri olduysa bu her yöne hem karşı hem taraf olmadığı içindir.
Taraftarlarının “dünya lideri” sandığı AKP lideri Erdoğan, “15 Temmuz Darbe Girişimi”nde kendisini yalnız bırakan (hatta içinde olduğunu söylediği) ABD’ye karşı sitem edip, Rusya’ya yine 15 Temmuz’da verdiği destek için teşekkürlerini sunduktan iki ay sonra, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından yeniden ABD yanlısı oluverdi. ABD ile birlikte Şam’ı vurmaktan, güvenli bölge oluşturmaktan söz edeli şunun şurasında ne kadar zaman oldu?
AKP liderinin zikzak yapma şansı yok artık. Tercihini ABD-İsrail’den yana yapmış bir “lider” olarak, “Kuzey Kore belasını arıyor” diyen Trump’ın Kore’ye yapacağı saldırının da destekçisi demektir. Çünkü artık kesin tercihlerin yapıldığı bir döneme giriliyor.
G7 Toplantısı’na Suriye karşıtı kararın eyleme dökülmesi için Rusya faktörünün aşılması gerektiğinde bunun “yardımcı aktörlerinden” biri Türkiye olacak haliyle. Topraklarını ABD - Batı emperyal güçlerine kapatması mümkün müdür Türkiye’nin sizce? Kapatmaması halinde Rusya için Türkiye hedef ülke olmayacak mıdır? Tersi söz konusu olduğunda da ABD/AB’nin hedefi olacağı şaşırtıcı mıdır?
Katar’ın, Suudi Arabistan’ın gazına gelip Suriye’ye sefere çıkan son derece yeteneksiz Ahmet Davutoğlu’nun hezeyanlarının dış politika sanılmasının bedelini ülke olarak biz ödeyeceğiz. Rusya, Türkiye tarafından verilmiş sözleri, uçak krizinden bu yana aslında inandırıcı bulmadığını hep belli etti. Şimdi, şu sıralar Türkiye’ye charter uçuşlarına yasak getirebileceği söylentilerinin gerçekleşebilme ihtimali var. Ucundan görünmeye başladı bile yaptırımlar. Camdan sarayında otururken başkasının evine taş atmanın bedeli çok ağır olacak.
Referandum bizim beka meselemiz elbette. Ama sonuç ne çıkarsa çıksın, dış politikada atılmış bu kadar yanlış adımın sonucu da beka meselemiz. Ülkeyi açık hedef haline getiren Erdoğan mezhepçi, sürekli düşman yaratan üslubunun Trump’ınkine benzemesinden ötürü kendisini güvende hissediyorsa ciddi olarak yanılıyor.
Ortak dili kullanıyor ama onunla “ortak sofra”ya oturmayacak Trump(giller). Sofraya nasıl geleceği belli olmaz.
Dua etsin de o sofrada aş olmasın Erdoğan. 

MUSTAFA K. ERDEMOL/ BİRGÜN