15 Mayıs 2017 Pazartesi

Yusuf İslam Cat Stevens’la çoktan buluştu, ya siz?! - TAYFUN ATAY

Yusuf İslam, “nam-ı kadim” Cat Stevens’ın İstanbul, Zorlu PSM’de 40 yıl önce Müslüman olduğu zaman elveda dediği “pop” arkadaşı Chick Korea’yı kuliste ziyaret ettiğini okuduğumda bir anı canlandı zihnimde.

1990’ların başında Londra’da “Batı’da Nakşibendilik” başlıklı tez çalışmamı sürdürürken tanıştığım genç bir “mühtedi” (sonradan Müslüman olmuş) İngiliz, kendisiyle yaptığım görüşmede “Yusuf”tan yakınmaktaydı. Onun, bir öncü Batılı Müslüman olarak giderek kredisini kaybettiğini söylüyordu.
 Bu mühtedi gence göre, iki tür Batılı Müslüman vardı. Biri, İslam’ı dikkatlice öğrenip kademeli şekilde ve sindire sindire geçiş yapanlar. Diğeri, Müslüman olduktan sonra aynen bir çocuk gibi davranıp adeta yürümeden koşmaya çalışanlar…
İşte Yusuf İslam yıllardır Müslüman olsa da hâlâ ikinci kategoride idi. Doğulu, doğuştan Müslümanların bazılarında olduğu gibi abartılı İslami giysilerle dolaşıyor, kendisini alabildiğine katı, sert, köktenci İslam’ı temsil eden (Vahhabi) çevrelerle özdeştiriyor ve geçmişinde iyi, güzel, olumlu ne varsa hepsini unutmak, unutturmak istiyordu.
İngiliz Müslüman genç, şu serzenişle noktalamıştı sözlerini:
“Geçmişini bütünüyle reddediyor. Çok güzel, romantik şarkılar söylerdi. Onları hâlâ söylemenin nesi yanlış? İslam buna karşı değil ki!..”

                                                                          ***
 
Aradan 25 yıl geçti ve 25 yıl sonra şimdi Yusuf İslam bir “yazar ve müzisyen” sıfatıyla “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum” adlı kitabının imza günü için Türkiye’ye geldiğinde Müslüman hayatının önceki evrelerinden hayli farklı bir yerde artık.
Sanki benim Londra’da konuştuğum o İngiliz Müslüman gencin serzenişini nihayet duymuş gibi!..
Başlangıçta geçmişini reddetmeyi Müslümanlığın kuralı sayan Yusuf İslam’ın anı kitabı, “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum”, 40 yıllık bir kişisel hidayet macerasının nereden nereye geldiğine ışık tutmak kadar, İslam’ın “modern dünya” macerasına ilişkin tartışmalara katkıda bulunacak bazı ipuçları da sunabilir.
Cat Stevens, “Yusuf İslam” olduğunda püriten, katı, uzlaşmaz ve diyaloğa kapalı bir “İslam”ın pratisyeni oldu ve “Cat Stevens”ı yok saydı.
Bugün Yusuf İslam, onu önceleyen ve tabii ki yapılandırmış “Cat Stevens”ı yok saymaktan vazgeçip yeniden sahiplenerek çok daha esnek, yumuşak, uzlaşmacı ve kendi dışıyla diyaloğa açık bir “İslam”ın pratisyeni olarak karşımızda.
O artık barışın, Doğu-Batı karşıtlığının aşılmasının, farklı kültürler ve dünyalar arasında anlayış, tolerans ve etkileşimin sözcüsü, savunucusu, teşvikçisi bir “Müslüman” olarak tanınıyor.

                                                                           ***
 
2000’lerin başında “Milliyet-Popüler Kültür”ü çıkarırken,  Müslüman olmuş Batılılar üzerine din psikolojisi alanında çalışan, bu süreçte Yusuf İslam’ı da mercek altına almış Ali Köse, “Üç Yusuf Bir İslam” başlıklı nefis bir yazı yazmıştı bizim eke… Sonra aynı başlık altında bir kitap da çıkardı (A. Köse, “Üç Yusuf Bir İslâm”, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2005).
Şimdi “Neden Hâlâ Gitar Taşıyorum” kitabını yazmış Yusuf İslam için ilk Müslüman olduğunda şarkı, beste, gitar haneleri karşısında kocaman bir “zinhar” bulunduğunu kaydederek giriş yapar o yazısına Ali…
Çünkü şarkı Cat Stevens’ın, Kuran ise Yusuf İslam’ın simgesiydi. İlahi bile söylenmeyecekti! O, kendisini "bir numara" yapan şeyi lanetliyordu. Hatta kendisine neden müziği denemiyorsun, bunu İslam için yapabilirsin diyen genç Müslümanlara da sert çıkıyor, adeta onlara ders verircesine “İslam bunu gerektiriyor” diyordu.
Bu, “Birinci Yusuf”tu.
“İkinci Yusuf”, onun 1990’larda müziği din için kullanabileceğine karar vermesiyle geldi. Yumuşamıştı. İlahi kasetleri çıkardı. Haramlardan “mubah”lara geçmiş, katı İslami yorumları aşmıştı.
2000’lerle birlikte “Üçüncü Yusuf”a doğuş verdi o ve bir bakıma da kendi kültürel-biyografik çevrimini tamamladı. Alternatif bir “rock’n’roll”dan söz etmeye başladı. Royal Albert Hall’da da, AİDS’liler yararına Güney Afrika’da da konserler verdi. Kendi web sitesinde artık “Cat Stevens” halinin fotoğrafları da vardı!..
Ve “Birinci Yusuf”un uzun entari-beyaz sarığını çıkardı, ceket-pantolona büründü. Tıpkı Zorlu PSM’de Chick Korea’nın yanında olduğu gibi…

                                                                             ***
 
Batı dünyasında İslam denince ilk akla gelen isimlerden olan bu pop efsanesinin Müslüman özyaşamöyküsünden çıkarılacak bize özgü sosyo-tarihsel sonuçlar da olabilir mi acaba?..
Malum, Cumhuriyet’in Osmanlı’yı hiçe sayarak kurulduğunu ileri sürüyor ve şimdi intikam alırcasına “Yeni Türkiye” diye diye laik cumhuriyet deneyimini yok sayıp dinbaz  dinbaz yol almaya çalışıyorlar.
Hâlbuki uzak geçmişten nasıl kaçamıyorsanız, yakın geçmişinizden hiç ama hiç kaçamazsınız.
O yüzden...

Yusuf nasıl Cat’ten kaçamadıysa siz de içerisinde var olup, yoğrulup adam olduğunuz
Cumhuriyet’ten kaçamayacaksınız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

14 Mayıs 2017 Pazar

Şikâyet - AYDEMİR GÜLER

Erdoğan’ın önüne gelene “dikili ağacınız bile yok” demesinin altından taş taş üstünde bırakmayan bir barbarlığın çıkacağını biliyorduk. Geçenlerde İstiklal Caddesinin AKP öncesi ve bugünkü resimlerini gördüm yeniden. Ağaçlı bir yaya gezinti caddesi; insani bir görünüm… Şimdikini biliyorsunuz.
Anladığım kadarıyla en azından Beyoğlu’na insan’ın geri dönemeyeceğinden emin olana kadar kırık betonlarla devam edecekler. Ondan sonra her beş binadan biri mescit, kafeler harem-selamlık, dandik hediyelik dükkanları, Arapça tabelalar ve tabii ki pavyon estetiğinin yobaz kafa süzgecinden geçirilmesinden çıkma renkli ışıklar… Ellerinden gelen, yıkmak ve yerine böyle bir sakillik geçirmektir.

Lakin benim şikâyet diye başlık koyarken gelmek istediğim yer burası değil. Yıkım ve kalitesizlikten ve başka şeylerden şikâyet eden çoktur, ama şikâyet direnç anlamına gelmemiştir. Şikâyet olsun diye dilekçe verilir en fazla. Şikâyetçi kendisini özne olarak görmez...

Türkiye’nin AKP rahatsızı çoğunluğu “dikili ağacının olmadığını” aslında kabul etmiş ve Erdoğan’a gizliden gizliye hak vermiştir. Çünkü yerine göre muhalif, ilerici, cumhuriyetçi, laik nitelemelerini üstlenen söz konusu çoğunluk, zamanında kentlerde ulaşılan insani ve modern görünüme de başkalarının cebinin eşlik ettiğini kestirebilir. Sahi, AKP’nin İstanbul belediyesini kazanması, sosyal-demokrat hırsızlığın afişe olmasını izlememiş miydi?
“Çalıyor ama yapıyor” bir yakın dönem mottosuysa ondan önce “çalıyor, bari bir şey yapsın” mızmızlığı vardı. Büyük çoğunluk böyledir ve içlerinden küçük bir azınlığın “madem çalınacak, benim neyim eksik” diye meseleye yaklaştığını bilir. Anketlerde göründüğü gibi sözünü ettiğimiz muhalif çoğunluk eğitimlidir çünkü.

Caddeyi bırakalım. Cumhuriyetçiliğin değil ama bizdeki cumhuriyet pratiğinin halini bilen veya duyumsayan insanlar “hadi oradan, benim çınarım Cumhuriyet” demekte tereddüt geçirmişlerdir. Jandarma baskısından öte 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşılmayan bir ülke “asker vesayeti” demagojisini benimsemese, hatta karşı çıksa bile, bazı doğrular da içerebileceğini düşünmüş ve başını eğmiştir.
Kadına dönük şiddetin bugün bir devlet politikası olmasını istemeyenler, çocuklara yönelik cinsel tacizin bir “toplumsal durum” olmasının görmezden gelindiği, “aman aile içinde kalsın” denen bir geçmişten geldiğimizi de bilmektedirler. Belki de yobazlar “dikili ağaç” dediklerinde tarihsel suçluluğun, uyuşukluğun utancı hatırlanmıştır.

Hakareti elinin tersiyle itip ayağa kalkmanın önünde ağır bir fren vardır. Komşu mahalledeki, köyündeki, kasabasındaki tarikat evini bilir büyük muhalefet topluluğu. Laik devletinin bildiğini ve bu çamurla çıkar ilişkileri kurageldiğini de bilir. Ağanın halkı satması karşılığında mebus yapıldığı geleneği hissetmiş olmalıdır ve göğsünü gere gere “ne ağacı, koskoca cumhuriyetim var” diyememiştir.

Yolsuzlukla, kaytarmacılıkla dolup taşan, kamuya hizmet diye diye zengini daha zengin yapan KİT’lerin satılmasına direnememiştir muhalefet. Yeni yağmaya yobazlar tarafından örgütlendi diye karşı çıksa, eski yağmacılarla yüzleşmemiş olmanın utancı basacaktır belki de ortalığı. Konformizm bir nötr olma durumu değildir. Yobaz karşı-devrim yükselirken geçmişin yükünü hissedip şikâyetçilikte karar kılan konformist kalabalıktadır kabahatin çoğu.

Liste uzun… Konformist muhalif, çocukluk arkadaşının, iş arkadaşının Kürt veya Ermeni olduğunu önemsemediği yılların aslında bir kardeşlik atmosferi anlamına gelmediğini de hissetmiş olmalıdır. Dikili ağacın yapraklarında ne acılar, ne haksızlıklar gizlendiğini tek tek yurttaşlar okumuş, tartışmış değillerdir. Ama küfre, hakarete isyan edememenin arkasında hep bu gri alanlar, bilinip de bilinmezden gelinenler, zamanında yarar umulan yolsuzluklar veya sineye çekilen haksızlıklar… adı konmasa da vardır. Sadakaya razı olacaksın denen işçiler geçmiş kazanımlarına merdiven dayayıp meclise tırmanan sendikacıların yarım yüzyılı aşkın öyküsünü hatırlamamış olabilirler mi?

Bu hesaplaşmama tarihinin bugüne varıldığında şekillenen toplumsal çıktısı şikâyet olmaktadır. AKP’den şikâyet et, muhalif düzen partilerinin AKP’den nasıl şikâyet ettiklerini dinle, onlardan da şikâyet et… Şikâyet, burada kullandığım anlamıyla eleştiri değildir. İnsan değiştirmek istediği toplumsal durumu “eleştirir.” Değişmesinden rahatsız olduğu durumu, varsayılmış bir tuhaf “konforu” muhafaza etmek içinse “şikâyet” eder.

Eleştiri özgürleştirir. Yobazların alçaklığını ve sakaletini eleştirdiğimiz kadar, yıktıkları düzenin adaletsizliğini, barındırdığı eşitsizlik ve sömürü ilişkilerini de eleştiririz. Konformist ise eleştirmez, şikâyet eder.

Şikâyet bağımlılaştırır. Dilekçenizi verecek makam ararsınız.

Eleştiri gideceğiniz yeri, doğrultuyu üç aşağı beş yukarı kestirmeden yapılamaz.

Şikâyet örgütsüzlerin, özne olmayanların işidir. Eleştiri örgütlenmenin başlangıç anıdır.

Aydemir Güler / SOL 

Macron dersleri (I-II) - Nilgün Cerrahoğlu

(I) 

Emmanuel Macron yarın Hollande’dan Cumhurbaşkanlığını devralıyor. Bir yıl öncesinde kimse 39 yaşındaki bu eski ekonomi bakanının bu yere geleceğini tahmin edemezdi. 2016 Aralık’ına dek, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hâlâ Sarkozy ve Hollande’ın yarışacağı tahmin ediliyordu.
Bir dizi umulmadık gelişme, merkez sağ ve solun sade bu yıpranmış iki ismini devre dışı bırakmakla kalmadı, yelpazenin iki yanında Sarkozy ve Hollande’dan boşalan sıralara yerleşmeye talip Fillon ile Manuel Valls de giderek silindiler... 
 
Siyasette çok büyük bir boşluk doğdu ve Macron, gömlek amblemi gibi adının baş harflerini (E.M.) taşıyan “En Marche/Haydi Yürüyelim!” hareketiyle bu boşluğu doldurdu.



Şans ve talih baştan sona yarışta kesintisiz Macron’a yardım etti. “Siyasi bir külkedisi” öyküsünü andıran Macron serüveninde “şans”, böyle azımsanmayacak yer tutuyor.
Ama Macron da önüne çıkan her fırsatı sonuna dek değerlendirmesini bildi.
 
‘Dünün dünyasını’ silkeledi
 
Bunu Macron’un ünlü akıl hocalarından siyasi danışman Alain Minc şöyle anlatıyor: “Macron için ben 2017 seçimlerinin fazla erken olduğunu düşünmüştüm. Bu yüzden ona ‘Sen önce siyasi tabanını oluştur. Sonra 2022’de şansını dene!’ dedim. Ama o buna karşı çıktı. ‘Sen bana dünün dünyasından bahsediyorsun’ dedi: ‘Sistem çözüldü; çöktü, çökecek. Şimdi tam yüklenmenin zamanı!’
“Şans” unsuru yanında Macron’un ikinci özelliği “zamanlamayı iyi kollaması”…ki tabii bu tüm kazananların ortak paydası. 
 
Alain Minc’le birlikte… kurulu düzenin öne çıkan deneyimli isimlerin “rehberliğini” alması da gene bir başka avantaj. Görünenin aksine çiçeği burnunda başkan, çölü bir başına geçmiş değil.
Başta Hollande olmak üzere, sosyalist partinin ağır topları; sosyalistlerin bilahare tarihi hezimete mahkûm olduklarını anladıkları 2017 başından itibaren hep Macron ardında sıralandılar. Partinin kendi adayı Benoit Hamon’a canla başla destek vermek yerine, Macron’u desteklediler.
Hollande’ın başbakanlığını yapan Manuel Valls, mesela Hamon’un yerine ilk fırsatta Macron’a destek vereceğini açıklayan sosyalistlerin başını çekti.
2012’de Hollande’ın kampanya yönetmenliğini yapan, ekonomi ve dışişleri eski bakanlarından Pierre Moscovici, Macron’un “siyasi güdülerine” uluorta övgüler sıralamaktan geri kalmadı.
Macron böylece “marka değiştiren” sosyalistlerin sanki gayri resmi yeni adresi oldu. Seçim sonuçları bunu doğruluyor. Macron’un oylarının belkemiğinin, sosyalist parti seçmenlerinden geldiğini kanıtlıyor.
 
Sosyalistlerin intiharı
 
Sosyalistler neden bunu yaptı? Niye apar topar Macron trenine bindi… sorusunun yanıtı; “sosyalist parti” adına yarışan Hamon’un aldığı zavallı yüzde 6’lık oy oranında gizli.
Sosyalist Cumhurbaşkanı Hollande, Elysée’nin en sönük sahibi oldu ve de halen Avrupa çapında derin bir kriz yaşayan sosyalistler, Fransa’da tam bir iflas kaydettiler. 
 
Macron’u destekleyen önde gelen sosyalistlerden, eski Mitterand kabinesi mensuplarından Jack Lang bu iflası “Sosyalistler intihar etti” diyerek açıklıyor:
“Bu seçimde sola ulaşabilen tek isim Jean-Luc Mélenchon oldu. Ilımlı sol tükendi. Ben buna çok üzülüyorum ama bu yeni bir durum değil. Sosyalistler yıllar zarfında yollarını yitirdiler ve düşünemez oldular. Sarkozy döneminde koşulsuz muhalefete odaklandılar. Çözüm üretmeyi ve düşünmeyi unuttular.” 
 
Merkez soldaki gibi merkez sağdaki çöküşün de mirasçısı olan ve sistemin omurgasını oluşturan iki kanadın çöküşü üzerinde yükselen Macron, bu küller üzerinde –EM damgalı- güçlü kişisel öyküsüne dayalı bir serüven inşa etmeyi başarabildi. 
 
Emmanuel Macron aslında karizmasız biri. Ama siyasi hamlelerini belli ki iyi hesaplıyor ve adımlarını kıvraklıkla atıyor. 
 
“EM-En Marche” hareketini seçimden sonra hızla “Ensemble, La France/Hep Birlikte Fransa” hareketine çevirmesi bunun son örneği. Yeni Cumhurbaşkanı böylece Fransa’nın bölünmüşlüğünü aşmayı öncelikli hedef haline getirdiğini ilan ediyor. Emmanuel Macron, Avrupa’da “kişiselleşen siyasetin” aldığı yeni ve son şeklin ifadesi. 
 
Fransa tüm Avrupa’yı etkileyen güçlü bir laboratuvar olduğu için, siyasetin bu yeni şekli üzerinde daha fazla durmamız gerekiyor.

(II)

 Siyasi partilerin ölümü

“Siyasi partiler de ölür!” Bu cümleyi, 2000’lerin başında ilk kez “Bir döngünün sonu” başlıklı yazısında dostum Miriam Mafai yazmıştı.
Meral Okay’la aynı günde yitirdiğim bu sıradışı siyaset gazetecisi, yazısına sonra şöyle devam ediyordu:
“Siyasi partiler de yaşayan yapılardır ve kendi dışlarında cereyan eden olaylar yüzünden can verebildikleri gibi, ülkeyle artık diyalog kuramadıkları için veya yurttaşların güvenini yitirdikleri için ölürler.” 
 
Zamanında bu yazı beni çok etkilemişti. Çünkü sözü edilen “olgu” bir süredir İtalya’da yaşanmasına rağmen, henüz kimse tarafından daha teşhis edilmemişti.
“Temiz Eller” sürecinde yolsuzluklara bulaşan siyasi sınıf tasfiye edilmiş; “Hıristiyan Demokratlar”la “Sosyalistler” çökmüştü. Avrupa’nın en büyük komünist partisi olan efsanevi “İtalyan Komünist Partisi” de “duvar”ın yıkılmasıyla tarih olmuştu.
Dağılan sol, habire farklı adlar, projeler, fikirler için yan yana geliyor ama bir türlü “yeni kimlik” ve “yeni misyon” etrafında birleşemiyordu.
Sağda “Hıristiyan Demokratlar”dan boşalan yere kişisel hedefleri doğrultusunda şekillendirdiği -“Forza İtalia/Haydi Italia!” adındaki-yeni bir oluşumla hızla Berlusconi sahip çıkmıştı.
Siyasi partiler 20. yüzyılda tanıdığımız, bildiğimiz şekliyle İtalya’da ölmüştü.
 
Déjà vu etkisi
 
Çeyrek yüzyıllık farkla şimdi Fransa’da yaşananlar bende “bunu ben daha önce görmüştüm/déjà vu” etkisi yaratıyor.
Merkez sağda “Cumhuriyetçiler”in önseçiminde önce Sarkozy elendi. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yarışına bu önseçimi kazanarak katılan Fillon yolsuzlukları sebebiyle ilk turda hezimete uğradı ve parti savruldu.
Beri yandan gene bir önseçimden çıkan Benoit Hamon liderliği arkasında durmayan sosyalistler de ilk turda hezimete uğradılar ve partileri un ufak oldu. Ağır top Manuel Valls, sonucu “Sosyalist Parti ölmüştür!” diye yedi düvele ilan etti.
Merkez sağ ve solda açılan bu boşluğu dolduran Macron, Çizme’de bunu ’90’larda yapan Berlusconi’yi andırıyor. 
 
Berlusconi de geleneksel partilerin enkazı üzerinde, o zamana değin kimsenin duymadığı “Forza Italia” adını verdiği bir oluşumla yükselmiş ve birkaç ayda başbakan olmuştu.
Berlusconi, Macron’dan farklı olarak, piyasaya çıktığında herkesin tanıdığı mülti milyarder bir medya patronuydu. 
 
Benzer serveti olmayan Macron ise Fransa’da bile bir yıl öncesinde kimsenin duymadığı bir isim.
Berlusconi “FININVEST” adlı finans ve medya şirketlerinde çalıştırdığı yöneticileri, “Forza Italia”ya sonra milletvekili yapmıştı. 
 
Macron’un böyle bir olanağı yok.
Yeni Fransa Cumhurbaşkanı, bir ay sonraki genel seçimler için, adının baş harflerini taşıyan “En Marche/Haydi Yürüyelim!” hareketine milletvekili adaylarını sivil toplumdan, “internet”ten seçiyor.
 
Televizyon yerine internet
 
“FI” ile “EM” hareketleri arasındaki ortak nokta, ikisinin de geleneksel parti yapıları yerine tamamen “iletişime” abanması.
Önceki yazılarımda da bahsettim. İdeolojiler yerine artık “iletişim” ve “siyaset teknolojileri” kullanılıyor.
Berlusconi zamanında başlıca “iletişim gücü” TV’du. Berlusconi TV’leriyle oy topluyor, seçmenlerini böyle etkiliyordu.
 
Bugün Elysée’ye açılan yolda Macron, Obama’nın “big data” tekniklerine başvuruyor. (Bknz. Sağnak, “Siyasi teknolojilerle yaratılan cumhurbaşkanı adayı”, 29 Nisan 2017)
İnternetin ve yeni siyasi teknolojilerin öncelikli önemini, Avrupa’nın yükselen tüm yeni siyasi oluşumlarında görüyoruz. İspanya’da Pablo Iglesias’la güç kazanan “Podemos”, Yunanistan’da Çipras’la özdeşleşen Syriza, İtalya’da Grillo’nun “5 Yıldız Hareketi” hep elektronik hızla lider etrafında kümelenen “şahıs hareketleri”... 
 
Çipras, Iglesias ve Grillo yok olduğunda bu oluşumların ne olacağını bilmiyoruz. Her şey öyle hızlı akıyor ki, bırakın sonrayı şimdiyi biletam anlayamıyoruz. Örneğin Macron’un nasıl bir lider olacağı bilinmiyor. 
 
Kendini, aydınlanmacı ve cumhuriyetçi değerlerle yurttaşlık haklarında solda, ekonomide sağda konuşlandıran Macron’un öyküsünde büyük boşluklar var. 
 
Oyunu Macron’a kullanan filozof Elisabeth Badinter bu yüzden yeni cumhurbaşkanı için “Onu hiç tanımıyoruz” diyor: “Karakterini bilmiyoruz. Yaptığı reformlara karşı -misal- grevler yapıldığında ne yapar, ne eder? Bilmiyoruz. Macron bugün için hâlâ büyük bir soru işareti...”

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Etno’ bizleştirmez, ötekileştirir Bilal Bey! - TAYFUN ATAY

Pınar Öğünç kardeşimiz, Bilal Erdoğan himayesinde bu yıl ikincisi düzenlenen “Etnospor Kültür Festivali” üzerine dünkü Cumhuriyet’te kaleme aldığı nefis haber-araştırma-yorum yazısında;
“Bir antropolog bu oyunların ya da festivalin kendisini tarihin bizzat kendisiyle sınayıp elden geçirebilir” diyerek öyle bir pas atmış ki;



Topa girmeden edemiyorum!..
***

“Etnos” (Yunanca “ethnos”tan) sosyal-kültürel antropolojinin aslî, temel, çekirdek kavramı. Öyle ki bu bilim dalının ilk ve kıta Avrupa’sında hâlâ kullanımdaki adı “Etnoloji”dir.
“Etnos”, evet, halk demek... Amma velakin, “öteki” halk(lar) demek!..
O yüzden sosyal-kültürel antropoloji yahut etnolojinin bir tanımı da “ötekinin bilimi”dir.
Yani belli bir yer ve zamanda “Biz” addedilen her ne ise onun dışında ve karşısında ötekileştirilmiş topluluk ve kimlikleri araştıran, inceleyen, kültürel çeşitlilik ilkesi doğrultusunda onların temsilciliğine de soyunan bir bilim disiplinidir bu.
Amacım bir antropolojiye giriş dersi vermek değil burada. Ama Bilal Erdoğan damgalı “Etnospor” etkinliğini “damardan” çözümlemeye tabi tutma yolunda bu ön bilgiye, hatta biraz daha fazlasına ihtiyaç olduğu kanısındayım. 

***

“Etnos” sözcüğü, tarihin hemen her döneminde onu kullanıma sokan insan topluluklarının kendi dışında kalan “öteki” insanlık hallerini tanımlaya gelmiştir. Bu tanımlamada hep daim bir olumsuzlama da içkindir.
Sözcüğün beşiği Antik Yunan’da “ethne” (“etnos”un çoğulu), Yunan kültüründen olsa da şehir-devlet (“polis”) örgütlenmesinin dışındaki, dolayısıyla “uygarlık”tan nasibini almamış (“barbar”) halklara gönderme yapmaktaydı.
Orta Çağ’da Hristiyan olmayan ulusları “ethne” olarak tanımlayan kilise geleneğinde bu olumsuzlama sürer. “Etnik”, kutsal kitapta Yahudi karşısında Yahudi-olmayanı, Hristiyan karşısında Hristiyan-olmayanı, kısaca pagan, kâfir, zındık olanı işaret eder.
Öyle ki ruhbandan biri, zındıklığın en iyi örneğinin “etniklik”, “hakikat”in en iyi örneğinin ise Katoliklik olduğunu söyler. 

***

Bu çerçevede “etno” dendiğinde kavrama aşina olanda hâkim algı, “öteki”, ötekiler ve ötekiliktir.
Oysa mahdum Erdoğan’ın “Etnospor”unda vurgu “bizlik”te, hem de alabildiğince, kapsanabildiğince, kucaklanabildiğince geniş bir bizliktedir.
Pınar’ın yazısına dönelim burada hemen:
“Şalvar güreşi, atlı cirit, aşırtmalı aba güreşi, kökbörü, okçuluk, mas güreşi... Bunlar Etnospor alanında tanıtılan yahut müsabakası yapılan Doğu, daha çok özbeöz Türk sporları olarak sunuluyor. (...)
Etnospor alanında bir köşede kispetlerine reklam işlenmiş güreşçilerin müsabaka alanı, bir yanda cirit sahası, en rağbet gören okçuluk bölümü var. Havada hep bir Dombra, hep bir mehter asılı sanki. Sıra sıra kurulmuş otağlar Kazak Türkleri, Doğu Türkistan, Afganistan Türkleri şeklinde akıyor. Kastamonu, Erzurum, Tokat gibi yerel otağlar da var. Gözleme dağıtılan otağların önünde uzun kuyruk oluşmuş. Tezgâhlar Göktürk alfabesiyle yazılmış ‘Türk’ aksesuarlarıyla dolu.” 

***

Şimdi, benden söylemesi: Elbette sizin kendi benimsediğiniz düşünsel-ideolojik pozisyondan olmak kaydıyla; yani millilik, yerlilik, gelenekçilik açısından şalvarı, kispeti, ciridi, mehteri, Kastamonu, Erzurum, Tokat’ı, gözlemeyi ve tabii türlü-çeşit “otağ”larıyla Türklüğü “etno”, yani “öteki” sayamazsınız.
Olsa olsa “folk” saymanız gerekir.
“Folk” da halk demek ama o, “bizim halk”a karşılık geliyor. Daha doğrusu, bizim kırsal, pastoral, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimizdir “folk”. (Bir beşeri bilim disiplini olarak “Folklore” da bizde “Halkbilim” olarak karşılık bulur.)
Peki, Bilal Erdoğan marifeti etkinliğe “Folkspor” başlığı düşünülebilir mi?! Kanımca o da sorunludur, ama “Etnospor” kadar çok sorunlu değildir!.. 

***

Pınar’ın gözlem ve değerlendirmeleri üzerinden bu etkinliğe ilişkin söylenecek, tartışmaya açılacak, eleştirilecek başka pek çok nokta var.
Şimdilik “Etnospor” adı üzerinde odaklaşmış ve onun uygunsuzluğunu vurgulamış olalım. Hiç kuşkusuz en paradoksal yan da geleneği ihyaya hevesli böylesi bir girişimin adını “gâvurca” terkip etmiş olmak (etno+spor).
Büyük ihtimal bu addan etkinlik alanını dolduran kitlenin pek bir şey anladığı da yok zaten ama sonuçta Bilal Erdoğan’a yanlış ve kusurlu danışmanlık verilmiş.



“Etno” nedir, ne değildir bilenler, tabloya bakıp vah vah diyerek gülüp geçecektir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İktidara ‘Yürüyüş’ dersleri... - Mine G. Kırıkkanat

Tek bir kişi bir ülkenin tüm siyasal sistemini yıkabilir mi?
Bizler, Türkiye’de koca bir rejimin 15 yılda yıkılmasına tanık olduk, oluyoruz.
Ama yıkanların önünde bir reis, arkasında idealistlerden çok oportünistlerin doluştuğu bir parti ve tabanında rejimin yıkılması için yarım yüzyıldır özenle yetiştirilen rejim düşmanları var.
Yani kalabalıklar.
Oysa Fransa’da, tek bir kişi, Emmanuel Macron adında, 39 yaşında ve üç yıl öncesine değin politika sahnesinde bile olmayan bir adam; ülkenin tüm siyasal sistemini yerle bir, partilerini darmadağın etti.
Partisi yoktu, ama Yürüyüş adıyla başlattığı siyasal muhalefet grubuna birkaç ayda 280 bin üye kaydolmuştu.
Emmanuel Macron, 7 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı seçildi.


8 Mayıs’ta Yürüyüş grubu, Cumhuriyetçi Yürüyüş adıyla partileşti.
12 Mayıs’ta, sadece bir ay sonraki genel seçimlerin konusu 577 milletvekilliğinden 428’ine talip adaylarını açıkladı.
214’ünün kadın, 214’ünün erkek olduğu; yani cinsiyet eşitliğinin sağlandığı adaylar, Macron’un cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda partileşmesi öngörülen, ki gerçekleşti, Yürüyüş grubuna şubat ayından öteye başvuran 19 bin aday adayı arasından özel mülakatla belirlendiler.

***

Aralarından 222’si, bugüne değin politikaya hiç bulaşmamış insanlar: Kooperatif sorumluları, teknisyenler, akademisyenler, tarımcılar, bilimciler, memurlar, sporcular... Geriye kalanlar, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında Macron’un safına geçen “ortanın solu” MODEM ve PS, yani sosyalist partili eski politikacılar.
Beş yıl önce François Hollande’ı cumhurbaşkanı çıkaran PS; bizzat Hollande’ın parti üyeleri tarafından aday seçilen sosyalist Benoit Hamon yerine Macron’a oy vereceğini açıklamasıyla zaten batırılmıştı. Macron’un bir yıl “partisiz” Maliye Bakanı olarak görev yaptığı sosyalist iktidardan 24 milletvekilini kendi saflarına katmasıyla, çöküş tamamlandı. 


***

Turfanda Cumhuriyetçi Yürüyüş partisi, henüz aday göstermediği 149 milletvekilliği için Fransa’nın en büyük siyasal partisi, merkez sağı temsil eden Cumhuriyetçiler’i markaja aldı.
Eğer Sarkozy’nin isim babası olduğu bu partiden de 149 milletvekilini ayartabilirse; Macron fırtınası, merkez sağı da süpürmüş olacak...
Bu son manevra için fazla zaman yok.
Henüz boş 149 seçim bölgesine adayların en geç önümüzdeki çarşamba Seçim Kurulu’na bildirilmesi gerekiyor.
Olayların hızı, ister Macron’a oy vermiş olsun, ister vermemiş; Fransız ulusunu topyekûn şoka soktu.
Sosyalist Parti yıkıldı. Komünist Parti keza. Tabii ki ikinciden Macron sorumlu değildi. Ama yıkıldı. Fransız milliyetçisi Ulusal Cephe’de cumhurbaşkanlığı yarışını kaybeden Marine Le Pen’e karşı isyan başladı. Örneğin partinin iki numaralı ve en sevilen sarışını Marion Marechal Le Pen, teyzesi Marine’le papaz olmamak için istifa etti.
Halk soluğunu tuttu, çarşambayı bekliyor: CB adayları François Fillon’un ailesine sağladığı maaş kıyağından dolayı açık ara kazanacakken birinci turda kaybettiği seçimle sarsılan Cumhuriyetçiler partisi, Macron’un “yürüyüş”üne katılıp eriyecek mi?
Yoksa fire vermeden dik durup genel seçimlere girecek ve Macron’a karşı bir meclis çoğunluğu kazanacak mı?

***
Çünkü böyle bir olasılık da var.
Macron, yüzde 33 seçmenin kendisi ile Marine Le Pen arasında tercih yapmak istemediği için sandığa gitmediği ya da boş oy verdiği bir Fransa’da oyların yüzde 66’sını aldı...
Başka bir deyişle, çoğunluk Macron’dan yana değil, Le Pen’e karşı oy kullandı.
Son 20 yıldır Ulusal Cephe’nin iktidara gelmesini önlemek için defalarca aynı tercihi yapmak zorunda kalan Fransız halkı, böyle durumlarda kötünün iyisini cumhurbaşkanı seçer, ama karşısına da muhalif kanadı mecliste çoğunluk olarak diker.
Eli varmadan verdiği oyun bedelini ödetir gibi, bayılır zıtların koalisyonuna!
Mitterand’ı da muhalif bir çoğunlukla baş başa bırakmıştır, Chirac’ı da...
Ama her kuşun eti yenmez demişler ya, bu Macron başka bir tür. Bir yandan siyasal sistemi yerle bir ederken, öte yandan kendisine oy vermeyenleri baştan çıkaracak işler yapıyor.
Film heyecanlı. Devamı gelecek haftaya.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

13 Mayıs 2017 Cumartesi

İktidarları ittifaklarının ‘BOP’ projesi değil mi? - ŞÜKRAN SONER

Gündemimizin odağında, gelişmelerini yüreğimiz ağzımızda izlemekte olduğumuz sınırımıza uzanmış, ülkemizi Ortadoğu iç savaşlar, çatışmalar bataklığına çekmekte olan gelişmeler, bal gibi de “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında değil mi? 

 
Hani tek kutuplu yeni dünya düzeninin, emperyal liberal düşlerin, ideolojik evriminin tamamlandığının ilan edildiği günlerdi? İki kutuplu dünya düzeni sonlandırılmış, Marksist, eşitlikçi ama demokratikleşemeyen blok, Sovyetler merkezli cephe parçalanmıştı... 
 
Zengin kuzey dünyasının egemeni çokuluslu şirketler, sermaye örgütlenmeleri üzerinden cephesini oluşturacak zengin kuzey dünyası, tek kutuplu düzenin cephesinde yer alabilecek ülkeler olacaktı... Siyaset, ekonominin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik, ekonomik-sosyal-siyasal gelişmelerin düzenlemesinden yükümlü, ideolojisinde, insan hakları, demokrasi algısındaki değişimlerini üretirken... Geleneksel, emperyal liberal demokrat ideolojinin, Marksist, eşitlikçi, paylaşımcı ideo lojiden, iki kutuplu dünyadaki etkisi, saldırısından etkilenmiş, insan odaklı sosyal devlet, örgütlü sendikal haklar paylaşımından sapmalar yaşanabilirdi... 
 
Tek kutuplu dünyanın insan hakları, demokrasi algısının önceliklerinde, ideolojik sınıf, çoğunluk insanın eşitlikçi paylaşım hakları, örgütlülüklerinden ödünler verilebilirdi. Sosyalist enternasyonalin yıllar içindeki belgelerinde eşitlikçi haklar algısındaki değişim çok çarpıcıdır. İnsan hakları algısında öncelikte sendikal hak ve örgütlülükler gündemden düşürülürken, alt kimlikler, cinsiyet, ırk, din, her türden inanç ayrımcılığının öne çıkarılması öncelikle yoksul güney dünyası, sonrasında zenginler dünyasına da sıçrayan çatışmaları, kuralsız düzeni kuralsız savaşlarının yan ürünü terörü fışkırtmıştır...
***

Amerikadaki ikiz kuleler saldırısı, 12 Eylül’ün terörünün şokunda, Amerika’nın tek kutuplu dünyanın lideri olarak kendisini tehdit eden terör örgütleri ile odağında, ülkelerinde savaş verme karar günlerine geçelim... Irak işgali sürecinde stratejik ortak Türkiye’den beklentiler yükselmişti. Türkiye deprem yıkımının üzerine gelen büyük ekonomik, bankalar krizi ile katlanarak yıpranmış Ecevit koalisyon iktidarı döneminde. Ecevit, Türkiye üzerinden Amerika’nın Irak işgali projesine kesinret yanıtı veriyor. Önce ekonomiyi düzeltme adına Dünya Bankası’ndan gönderilmiş Kemal Derviş üzerinden liberal, sosyal demokrat (nasıl olabiliyorsa?) kimlikli bir deneme düşünülmüş olsa da hemen vazgeçiliyor... 
 
Liberal demokrat, merkez sağdan umutlu bir oluşum üretilememiş olmalı ki... Milli Görüş hareketi içinden, Erbakan’ın parti geleneğinden, Fazilet’in çatısı altından, Erdoğan liderliğinde AKP’nin kuruluşu gündeme giriyor... Kimliklerini, “muhafazakâr demokrat” partilerinin seçmen tabanındaki algısını da “Ak Parti” olarak ilan ediyorlar. 
 
Kuşkusuz sürpriz Irak işgali süreci için Amerika’ya stratejik ortaklık sözü vermeleri...
Güçlü medya destekli hızlı 2002 iktidara geliş süreçlerinde siyasal İslamcı kavramı, algısı kullanılmadan, Atatürk devrimleri, laik Cumhuriyet süreçlerinin devlet algısının karşıtlığına oturtulması... İktidarları, hele de derin devlet icraatlarının İslam inançları, özgürlükleri karşıtı diktatoryal içerikli suçlamalar ağırlıklı olması...
 
Bugünün FETÖ’cü terör örgütlenmesi, İktidarlarının iktidara geliş sürecinin baş tacı edilen Gülen Cemaati, iktidarlarının kamu kadrolaşmalarında en yaşamsal görevlendirmelerde öncelik verileni... İktidarlarının Amerika, AB ülkeleri katında stratejik ortak olarak baş tacı edilişinde, Ortadoğu, BOP, İslam dünyası projelerine dönük biçilmiş, “ılımlı İslam - yeni Osmanlıcılık” vizyon görevlendirilmeleri üzerinden Cemaat ortaklığı etkisinde, söz söylemek bize düşmez.. 

***

Kuşkusuz o günlerden bugünlere aynı Büyük Ortadoğu Projesi bağlantılı Ortadoğu gelişmelerinde köprülerin altından çok sular aktı... Ancak Ortadoğu’da haritaların; ırklar, dinler, mezhepler ağırlıklı çelişen iç çıkarlar çatışmaları eksen yapılarak emperyal, Amerika, AB, İsrail, yeni güç odakları Rusya, İran faktörü gözetilerek, petrol yataklarının paylaşım dengelerinin atlanmaması koşulları içinde yeniden çizilmesi var...
 
Bağdat’ta Saddam’ın heykelinin Amerikan işgalci gücünün aracı ile yere indirilmesi görüntülerine, Musul, Kerkük’ten nüfus ve tapu kayıtlarının çuvallarla peşmergeler eliyle yaktırılmaları eşlik ediyordu. Haritalarda Irak’ta Amerika, Suriye’de Rusya ağırlıklarının eklenmesiyle birçok değişim yaşanacaksa da, özdeki BOP yeni parçalanmalar mantığı yerinde kalacak. 
 
Stratejik ortaklık düşleri yıkılmış, yerle bir olmuş İktidarlarının sorumluluk, daha doğrusu ülkemiz çıkarları ölçeğinde bağışlanamayacak sorumsuzluklarına sevinecek halimiz olamaz... 
 
Ülkemizin, çocuklarımızın geleceği adına, kurtuluş, kuruluş destanlarının yazılımında öncü liderimiz, Mustafa Kemal Atatürk devrimlerinin ışığında, laik Cumhuriyet’in rejim, toprak bütünlüğü, barış, insan hakları, hukuk devleti düzeni, parlamenter demokratik düzenini ayakta tutacak yaşanmışlıklardan birikimlerimiz... Güvencemiz...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Ekmek için Ekmeleddin Küfür için Yobazeddin! - ORHAN GÖKDEMİR

Furkan Vakfı tarikat benzeri bir yapılanma. Vakfın Kurucusu ve şeyhi Alparslan Kuytul da pek tabii “dini konularda” açıklamalar yapan bir âdem. 2015 yılında tesettür ve cinsellik gibi alengirli konularda açıklamalar yaptı. Müritleri açıklamaları videoya çekti ve vakfın internet sitesinde yayınladı. Şöyle diyordu; "Ne diyor İslam, annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor. Hayal âleminde değil İslam. Tozpembe hayallerde gezmiyor İslam. 'Olmaz canım, annesiyle olur mu, bacısıyla olur mu?' İslam hayal kurmuyor, gerçeği söylüyor. 'Olur' diyor. Biri yapmazsa biri yapar. 'Olur mu?' diyenlerin başlarına geliyor."

Daha kurumsalı Diyanet. Vergilerimizle ayakta duran, devletin en büyük kurumlarından biri. Emrinde yüz bine yakın cami, sayısını bilemediğimiz memur var. Bizim paramızla bizim adımıza mezhepçilik yapıyor. Haliyle fetva da veriyor. Şaka değil, verdiği fetvalar kamu hizmetidir. Kuruma bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu” var. Soruyorsunuz soruyu, alıyorsunuz fetvayı. Vatandaşın biri “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?” diye sordu. Nasıl, ne tür bir sapık vatandaşsa artık? Dini Bilgilendirme Platformu soruyu soran vatandaşa “çüüüş” demedi tabii, alışkındı böyle sorulara. “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” diye cevapladı. “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir” diye ekledi. Soruyu soran sapık, bu cevaptan sonra kızına tecavüz etse sorumluluk kimin olur, siz karar verin.

Ülkedeki yeni toplumsal, psikolojik iklim böyle. Haliyle tarikat, cemaat yurtlarında yobazın insafına terk edilen çocuklara yapılan tacizlerin, tecavüzlerin haddi hesabı yok. Karaman’dan, Ensar’a hepsinin üzeri kapatıldı, gömüldü. 5-6’ya indirdiler taciz, tecavüz yaşını. Uçanla kaçan kurtulabiliyor sadece ellerinden. Şöyle ülkeden uzaklaşıp “büyük resme” baksan ülkenin yürüyen erkek tenasül organlarından oluştuğunu sanabilirsin!

Yalnızca cinsellik mevzuları mı? İktidarın gayrı resmi fetvacısı ve havuz yazarı ilahiyatçı Hayrettin karaman hırsızlığa, devletin soyulmasına müthiş bir gerekçe bulmuştu hatırlayacaksınız. “Günah işleme özgürlüğü”nü kullanıyordu devleti soyanlar. Çaldın ve günah işleme özgürlüğünü kullandın diyelim, öte dünya olmasa bile bile bu dünyada cennet garantiydi. Çalamadın ve günah işleme özgürlüğünü kullanamadıysan, öte dünya şüpheli olduğu gibi bu dünyada cehenneme düştün demekti. İlahiyatçımızın Sözlerinin “Hermeneutik” açıdan yorumu böyle. Dinde müthiş bir açılım demek aynı zamanda bu. Din ile ahlak arasında olduğu varsayılan bağın temeline dinamit yerleştirmek ve fitilini ateşlemek gibi bir şey yani. Nitekim dinin arkasına saklanıp çalanlardan bazıları yakalanınca ayakkabı kutularındaki paraya “cami yaptıracaktık” diye mazeret buldu. E makul bir gerekçe. Çünkü sordular Diyanet’e, “haram parayla yaptırılan camide namaz kılmak caiz midir” diye. Caizdir cevabı aldılar. Boru değil, fetva!

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun yakınması da bunlara yazarken düştü haber sitelerine. Bardakoğlu, "Müslümanlık" ile "ahlak"ın birbirinden ayrıldığını ifade ederek, "Geçenlerde bir hocamız alan araştırması yaptı. Bir soruya canım çok sıkıldı. Soru şuydu: ‘Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi?’ Cevap verenlerin yüzde 70’i ‘hayır gerektirmez’ cevabını verdi" dedi. Yani? Müslümanların yüzde 70’i ahlaksızlığa meyilli. Dinen bir sakıncası olmadığını düşündüklerine göre bunu rahatça söyleyebiliriz. AKP din ile ahlakın bağını kopardı. Ahlaksız bir inanç inşa ediyorlar şimdi. Emevi dönemine dönüyoruz hızla.

                                                                           xxx

“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” girizgâhıdır bu. “Dinimize” sövenler işte bunlardır.
Toplanıp “derin” tarih mevzularına giren bir avuç “dindar” şarlatan da uzun süredir Cumhuriyete ve kurucusuna küfür edip duruyordu. En sonunda işi kurucunun manevi kızıyla yattığına, annesinin de zaten genelevde çalıştığına kadar vardırdılar. Annesinin diz kapağından tahrik olan, öz kızına şehvetle sarılan, hırsızlığı makul gören, çoluğa çocuğa dadanan bir “cemaat”in saldırısı bunlar. Üstelik onlarınki açık, belgeli, kuşku götürmez.

Daha açıklısı şu: Yayınladıkları küfürnamenin danışma kurulu üyelerinden biri CHP’nin “laik cumhuriyeti kurtarmak” için bulup önümüze koyduğu ve “tıpış tıpış oy vermeye” çağırdığı bir şahsiyet. Durumumuz hakikaten acıklı. İktidarıyla, muhalefetiyle cumhuriyete, laikliğe, aydınlanmaya sırtını dönmüş bir ülkede bir çıkış yolu arıyoruz. Dindarı ahlaksız, laiki üçkâğıtçı. Hepimizi hapsetmeye çalıştıkları denklem belli: Ekmek için Ekmeleddin, küfür için Yobazeddin!
Sanmayın dertleri Mustafa Kemal’dir. Dertleri cumhuriyetin laik geleneğidir, dertleri sizsiniz. Size küfrediyorlar, size çamur atıyorlar. Yıkmak istedikleri sizsiniz.

Mücadele etmenin tek yolu var; Aydınlığı arttırmak. Yan yana geleceksiniz, ışığı çoğaltacaksınız. Örgütleneceksiniz yani. Var mı başka yolu?

Hadi o zaman!

Orhan Gökdemir / SOL

12 Mayıs 2017 Cuma

Kininin davacısı olmak ve sorgulamak - RIFAT OKÇABOL

Gençlerin “dindar” olmalarını istemekle yetinmiyoruz; ayrıca onların “Dininin ve kininin davacısı olmasını” istiyoruz. Sonra da, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Tabii ki, olmuyor!

Gençlerin dininin ve kininin davacısı olması için, 4+4+4 yasasını çıkarıyoruz. Çocukların süt kuzusuyken imam hatibe gitmesini sağlıyoruz. İmam hatip ortaokuluna gitmeyen çocukları, ya TEOG’da başarısız diye ya da okullarını imam hatibe çevirerek, imam hatibe gitmek zorunda bırakıyoruz. Güzel sanat, beden eğitimi ve felsefe derslerini azaltırken, onları din dersleri bombardımanına tutuyoruz. Yetinmiyoruz, camiye götürme, umreye gönderme, kutlu doğum, değerler eğitimi ve kompozisyon yarışması gibi etkinlikler yanında gerçeklere yabancılaştırarak öğrenciyi, dinin ve kininin davacısı olacak şekilde yetiştiriyoruz. Hatta ortaöğretim yönetmeliğinden gençlerin “soran, araştıran ve eleştiren kişiler olarak yetiştirilmesiyle” ilgili maddeyi çıkarıyoruz.

Sonra da,  “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” diyoruz. Olmuyor tabii!
Olmuyor ve olamaz da. Çünkü son yıllarda, yukarıda özetlenen uygulamalarla, çocuğun bilişsel ve duyuşsal gelişimini inanç öğretisiyle sınırlıyoruz. Çocuk kendisine öğretilen inançla ilgili konuları, sorgulamadan, eleştirmeden ve tartışmadan öğreniyor. Öğretilen dışında bazı gerçeklerin olduğunun ayrımına varması bile engelleniyor. Bilişsel gelişimi öğretilen inançla ve duyuşsal gelişimi de, korkuyla, şükranlık duygusuyla, cihat anlayışıyla, dualarla, sabırla, kaderle, itaatle ve kindarlıkla şekilleniyor. Bu arada öğretim süreçlerine girişimciliği ve rekabetçiliği de katarak, kişisel yarar için itaatin ne anlama geldiğini de öğretiyoruz. Bunları okulda öğretemiyorsak, cemaat türlü yapılanmalarla yazılı ve görsel yandaş medya bu konuda elinden geleni yapıyor.

Kişi, televizyondan, gazetelerden, aile içi ya da arkadaşlar arasındaki konuşmalardan itaat etmenin faziletlerini, karşı çıkmanın, eleştirmenin ve hak aramanın da nelere mal olduğunu öğreniyor. Kişi, televizyonda, parti başkanından farklı düşündüğünü açıklayan bir yetkili siyasetçinin, söylediklerini lideri beğenmediğinde ertesi gün sözünü geri aldığını görüyor. Eleştiren, düşündüğünü açıklayan ve hakkını arayan kişilere açıkça hakaretler yağdırıldığını, işlerinden atıldığını ya da hapse atıldığını gören kişi, daha da itaatkar oluyor. Kişinin yaşam anlayışı da, vicdani gelişmesi de, dünyayı ve geçekleri algılaması da bunlarla sınırlı kalıyor. Bilişsel ve duyuşsal gelişimimizin sınırlı olduğunu, hem PİSA sınavları hem de OECD’nin yaptığı yetişkinlerin yeterlik düzeyi araştırmaları gösteriyor.
Cemaatlerin son yıllardaki gelişimi de, bu nedene dayanıyor. Dininin ve kininin davacısı olarak yetiştirilen kişi, kim önce kapmışsa onun (Fetönün, cüppelinin, ahmetin, mehmetin, …) elinde kalıyor. Bu nedenle bir cemaatten canı yananların çoğu anında, güçlü olduğunu düşündükleri bir başka cemaate ya da cemaat benzeri yapılanmalara kapağı atıyor.

Ektiğini biçenlerin, “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demesi, gerçeklerin üstünü örtme çabası dışında bir anlam ifade etmiyor.

Çünkü “Sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik istemiyoruz” demek için, AKP’nin 2011’den bu güne yana eğitim ve kültür yaşamında yaptıklarının tümünden vazgeçmesi gerekiyor. Çocukları küçük yaştan, kendi inançları doğrultusunda yoğurmaya yönelik süreçler yerine, onları özgürleştirecek bilimsel süreçlerle güzel sanatlara yer vermesi gerekiyor.

Çünkü gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılıp dinin ve kininin davacısı olacak kişinin, kan davası anlayışıyla yetişmiş bir kişiden pek farkı olmuyor; davasına bağımlı kalmaktan kendini kurtaramıyor; davası dışında bir şey düşünemiyor, o konu dışında sorgulayamıyor. Dava inanç, kin ya da kan üzerinden olunca, bağımlılık kaçınılmaz oluyor. Bağımlı insanın düşünme, sorgulam, sağlıklı irdeleme ve karar verme şansı pek kalmıyor.

Gerçeklere ve insanlığına yabancılaştırılmış konularda davası olanlar değil de, emek davası, hak davası, eşitlik davası güdenler, kendileri için değil de, doğa, insan ve toplum için davası olanlar, sorgulayabiliyor, eleştirebiliyor ve özgürleşebiliyor.

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

AKP İslamcılığın bağrı değil morgudur! - TAYFUN ATAY

Çok iddialı gelebilir belki ama İslamcılık İran’da Humeyni ile başladı ve bitti.
O yüzden dünyaya “postİslamizm” i takdim etmiş Asef Bayat, kavramına açıklık getirme yolunda en çok Humeyni- sonrası İran’ına göndermede bulunur.

Bana da post-İslamizm, İslamcılığın “simülasyon”dan ibaret hale geldiği evreyi işaret ediyor.
Simülasyon (Baudrillard’a saygıyla!), olmayan bir şeyi var gibi göstermektir.
Gerçeğin tüm “gösterge”lerine sahip olduğu halde gerçeğin kendisi olmayandır.
Aslında son dönemlerde sıklıkla gündeme gelen “post-truth”, yani gerçek-aşı(nı)mı kavramı da simülasyonla aynı (postmodern) sürekte karşımıza çıkmakta denilebilir.
Bunların İslami iklimde tezahürlerinin de post-İslamizm kavramıyla anlamlandırılabileceğini kaydetmek, dolayısıyla şu, “AKP’de İslamcı tasfiyesi yapılıp yapılmayacağı” tartışmasına da gülüp geçmek gerekir.
***
İslamcılık, Batı modernitesi karşısında bir çırpınışın sonucuydu.
Onun ilk temsilcilerini ayırt eden motif, “apoloji”dir. Yani Batı’yı “modern” yapan ne varsa (bilim, akılcılık, felsefe, hümanizm, insan hakları, demokrasi, parlamento, vd.) bunların hepsi İslam’da zaten var diyerek İslam’ın değişmeye, gelişmeye, ilerlemeye mani ve uyarsız olduğu iddialarını karşılamak, göğüslemek… Ortadoğu’da Cemaleddin Afgani’den Muhammed Abduh’a, Hint yarımadasında Seyyid Ahmed Han’a açılan yelpazede böylesi bir “modernist” eğilim, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından 20’nci yüzyılın başlarına kadar İslamcılığı karakterize eder.
Sonra sadece “modern” Batı’da olan değil olmayan, daha doğrusu onda eksik olan da İslam’da var diyen, “apoloji”yi bırakmış, püriten ve reaksiyoner, bir anlamda da modernitenin içinde ama anti-modernist bir İslamcılık yaygınlaşır 20’nci yüzyılda.
Mısır’da Reşid Rıza, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Pakistan’da Mevlana Mevdudi, İran’da Ali Şeriati, en karakteristik figürleridir bu çerçevedeki İslamcılığın… 

***
Bizim coğrafyamızda ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslamcı düşüncenin temsilcisi bir dizi önemli isim olmakla birlikte (ki burada da İsmail Kara’ya saygıda kusur etmemek gerekir!) özellikle siyaseten akla gelen isim Sultan II. Abdülhamid’dir.
Bu, ilginç bir büyük haksızlıktır.
İslamcılık (daha doğrusu “İttihad-ı İslam” ya da Panislamizm) Abdülhamid’den önce Yeni- Osmanlı düşüncesinde (Namık Kemal’le) sökün eder ve İslamcılık, Abdülhamid’den sonra asıl II. Meşrutiyet döneminde esaslı bir ideolojik çehreye bürünür. 

***
Basitleştirmemize izin verilirse İslamcılığın, modernitenin altyapısını oluşturan endüstriyel kapitalizmi sağlıksız addedip onu sağaltma girişimi olarak ortaya çıkmış Marksist sosyalizmin motivasyonuna İslami bağlamda sahip olduğu söylenebilir.
Bu sağlıksız “modern” dünya halini ve işleyişini, onu “veri” alarak Kuran ve hadislerden hareketle sağaltma girişimidir o... Ve elbette kapitalizmi olduğu kadar sosyalizmi de karşısına alır.
Necmettin Erbakan’ın naif ve fantastik “Milli Görüş” (devamında “Adil Düzen”) söylemi, bu çerçeve içerisine dâhil edilebilirdir.
Ama hepsi bu!.. AKP, bu çerçevenin dışındadır. 

***
AKP, kapitalizmin küreselleştiği aşamada, onun karşısında bir seçenek olmak yerine onun bünyesinde bir “renk” olarak sökün etmiş bir hareket.
Kapitalizm karşısında İslamcılık adına olsa olsa teslim bayrağının çekildiği bir hareket.
Kapitalizmi “haram” sayan İslamcılığa nazaran, kapitalizmi “helâl” sayan bir hareket.
Bana sorarsanız onun içinde İslamcılığın tortusunu bile aramak abes ve “simülasyon”, durumu tam anlamıyla açıklığa kavuşturan anahtar kavram: İslamcılık AKP’de olmayan, ama varmış gibi gösterilen bir “değer”... 

***
2000’ler başından itibaren sistemin krizine çare olarak dünyanın hemen her yerinde “kentsel dönüşüm” adı altında işlerliğe sokulan inşaat kapitalizminin Türkiye taşeronu olarak çıkış yakaladılar.
Memleketi şantiyeye çevirdiler; betona hafriyata boğdular; “İnşaat ya Resulullah” der oldular.
Bu arada İslamcılığı da “simülatif” olarak elde tuttular.
İktidar, onları zehirledi, yozlaştırdı, vicdansızlaştırdı, acımasızlaştırdı, yalnızlaştırdı, “yapayalnız”laştırdı, acizleştirdi.

O aczle başlangıçta kapitalizme ram olurken beslendikleri liberallerin terkiyle oluşan boşluğu bir yandan yaşlı ve demode bir “Devlet”çi milliyetçilikle (İslamcı terminolojide “kavmiyetçilik”), diğer yandan lümpen mi lümpen, yandaş mı yandaş bir troller ordusuyla doldurmaya çalışıyorlar.
Ve trol cehaleti, İslamcılığın “simülasyon”unu gerçek sandığı/saydığı için bir “AKP’de İslamcılık” tartışmasının önü açıldı. Ama bu tartışma da bir simülasyon...
AKP bu memlekette bitmiş bir İslamcılığın uzun ölümünün yatırıldığı bir morgdan ibaret.
O, post-İslamizme emsal teşkil ederek yola koyuldu.
Şimdi “post-mortem İslamcılık” örneği olarak yola devam ediyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘73 yıllık’ bir ‘Cumhuriyet’ okurundan! - Meriç Velidedeoğlu

Geride kalan pazar günü, “1923 Devrimi”nin gazetesi olan, adı da “Devrim’in Önderi Atatürk” tarafından konulan, Cumhuriyet’in ilanından yalnızca “6 ay” sonra doğan, gazetemiz “Cumhuriyet”, “93” yaşına girdi.

 
“Cumhuriyet”, ülkemizin, “İslam” dünyasında tek “laik” ve “çağdaş” devlet olması dolaysiyle, bu ilkeleri korumanın, bir “Devrim Gazetesi” olarak taşıdığı, sorumluluğun bilinci içinde olmayı sürdürecektir, diye düşünüyorum, her ne denli, “laik” yerine “seküler”, “laiklik” yerine “sekülarite”, “çağdaş” yerine “modern”, “çağdaşlık” yerine “modarnite” denilmesinin, daha “doğru” olacağı söylenip, yazılsa da...
 
Yıllarca kutlanan “7 Mayıs” gününü, bu yıl, “Cumhuriyet”in İmtiyaz Sahibi Orhan Erinç’in yaptığı konuşmada, “Sizlerle bu mutluluğu paylaşmak bizim için de geleneksel bir yaklaşımdı, ama ne yazık ki içerdeki arkadaşlarımız nedeniyle ‘kutlama’ sözcüğünü kullanmak içimize sinmedi. ‘Etkinlik’ diye adlandırmak zorunluluğunu duyduk!” diyen haklı vurgulamasıyla andık. Yine gazetemizin bahçesinde yine kalabalık bir okur topluluğuyla, Cumhuriyet’in tüm çalışanları, görevlileri, yöneticileriyle, yazarları Prof. Dr. Erol Manisalı ve eşi, Zeynep Oral, Aydın Engin, Şükran Soner ve konuklarla birlikte, bir etkinlik bağlamında, Cumhuriyet “93” yaşına girdi.
 
Silivri’deki canlarımızın tek tek anılmasıyla, hele “Hakan Kara”nın eşi “Sinem User Kara”nın yaptığı konuşmayla -daha doğrusu seslenişle- “onlar” hepten yanımızda oldular...
Ne var ki, “O. Erinç”in konuşmasını -haklı olarak- gazetemizin, “hem ceza davası, hem vakıf davası” konusuna özgülemesi, “73 yıllık” bir Cumhuriyet okuru olarak içimi burktu; dolaysiyle eve dönüş yolu boyunca, yıllar önceki “Cumhuriyet” ile birlikteydim... 
 
“1940”lı yılların, ilkokullarının birinci sınıfında “gazete okuma” saatleri vardı; gazete sırası gelen öğrencinin -çoğunlukla akşam iş dönüşü babanın getirdiği gazeteyi- ertesi sabah sınıfa getirmesiyle sağlanırdı; çoğunluk çoğu kez Cumhuriyet’te olur, ardından “Son Telgraf”, “Son Posta”, “Akşam” gazeteleri gelirdi; çok sürmedi bu uygulama, “1950”ye varmadan kaldırıldı. 
 
O yıllarda, dahası uzun süre; ‘7 Mayıs’ kutlamaları yalnızca “gazete” bağlamında olsa da, ertesi gün de yazarların çoğu, türlü açılardan, az-çok değinirlerdi bu kutlamaya ve Cumhuriyet’e; okurlar tarafından da -sanırım- beklenirdi bu değinmeler, anımsamalar... 
 
Ee, dile kolay, “73 yıllık” bir okuyucu olarak, Cumhuriyet’in “93.” yılını, kutlamaya “gelemeyenler” dışında, açıkçası gelmeyenlerce pazartesi günkü yazılarında, gazetemizi, bir-iki sözle de olsa anacaklarını düşünmekten yine kendimi alamadım... Üstelik, pazartesi günü anılan, sözü edilen bir “gazete” vardı da, “Cumhuriyet” değildi; son günlerde adı sıkça duyulan, henüz bir yıllık, “Karar” gazetesiydi bu. 
 
Bu şanslılığın (!) nedeni, önceki İstanbul müftülerinden Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın, “Tek-bir” başlıklı yazısının “Karar”da, yayınlanmış olmasıydı (3.5.2017); kuşkusuz, “Tekbir”in “yerli, yersiz” seslendirilmesiyle ilgili tutumun, yalnızca “Cumhuriyet” okurları için değil -yazarının dediği gibi- “Diyanet”in ciddi ciddi ele alması gereken bir konu... 
 
Eh, “Tekbir” yer alınca, “Müslümanlık” üzerine “dini” bir yazı da buna eşlik ediverdi, “7 Mayıs”ın ertesindeki pazartesi günü. 
 
Bilmem ki değerli dostlar ne dersiniz, özellikle “tarikatlar”la ilgili oldukça “etraflıca” ya da “derin” yazılar biraz sıklaştı gibi gazetemizde? 
 
Kuşkusuz, “Cumhuriyet” yazarları konularını seçmekte, bütünüyle özgürdürler... 
 
Benimki de “Tahir Efendi”nin dediği gibi “dinozorluk” işte... 
 
“24 Temmuz”da Silivri’deyiz değerli dostlar, yavaş yavaş hazırlanalım diyorum.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Kadın ve yargıç bir Danıştay Başkanı! - EMRE KONGAR

Değerli okurlarım, ben kendimi “Feminist” olarak nitelerim.
Bu nitelemede ne denli haklı olduğumu bilmiyorum ama, bütün hayatım boyunca, bir Toplumbilim hocası olarak kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından yana tavır koydum:
Çünkü henüz din/tarım toplumunun erkek egemen feodal değerlerinden kurtulamamış olan Türkiye’de bir kadının bir yere gelebilmesi için kendisiyle aynı niteliklere sahip erkeklerden çok daha fazla gayret sarf etmesi, çok daha fazla bedel ödemesi gerektiğini biliyorum.
Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, bir kadındır.



Bir kadının böyle bir göreve gelmesi sadece Atatürk Türkiye’sinin başarısı açısından değil, kadın hakları bakımından da büyük bir sevinç uyandırmıştır. 

***

Bütün akademik yaşamımı ve yazarlık kariyerimi “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti”nin gelişmesine adadım.
Bu açıdan, ailemden aldığım terbiyeyle de tam bir uyuşma halinde, hukukçulara, özellikle de yargıçlara büyük bir saygı besledim.
Onların daima benim gibi ortalama vatandaşlardan daha yüksek bir meslek ahlakına, dolayısıyla daha üstün bir hak, hukuk ve adalet duygusuna sahip olduklarına inandım ve bunu savundum.
Zerrin Güngör, bir hukukçu ve bir yargıçtır.
Sadece bu niteliği bile kendisine büyük bir saygı ve güven beslenmesinin nedenidir. 

***

Danıştay, ülkeyi yönetenlerin bütün yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleyen, insanları iktidarlara karşı koruyan, ayrıca Anayasa’nın “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” ilkesini kollayan en üst idare mahkemesidir.
Öğretim üyesi olarak, Danıştay’daki kültür ve sanatla ilgili davalarda defalarca “Bilirkişi” görevi yaptım. Ne denli titiz ve hukuka uygun çalıştıklarına bizzat tanık oldum.
Müsteşarlık yaptığım dönemde, Bakanlıkta alınan bütün kararların hukuka uygun olmasına özen gösterdim; “Danıştay ne der” sorusunu hep aklımda tuttum.
Zerrin Güngör Danıştay Başkanı’dır.
Bu niteliği ile de benim toplumsal hiyerarşik değerler sistemimin en üst sıralarında yer almaktadır. 

***

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıl Dönümünde, (bence tarihe geçecek) bir konuşma yapmış:
Tüm yetkileri tek elde toplayan, Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini, Hâkimler Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını atama hakkına sahip kılınan Cumhurbaşkanı’na, tüm adalet mekanizmasını belirleme, ülkeyi KHK’lerle ve seçilmemiş yöneticilerle idare etme olanağı veren...
Böylece kuvvetler ayrımını ortadan kaldıran Halkoylamasını hatırlatıp:
“16 Nisan 2017 tarihinde halkoylamasına sunulan ve kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir” diyebilmiş.
Yüz bini aşkın kişinin işten atıldığı, binlerce yargı mensubunun, sivil ve asker bürokratın, medya mensubunun hapsedildiği, şirketlere, yayın organlarına el konduğu, Halkoylaması koşullarının baskı altında zehirlendiği...
OHAL dönemi ve OHAL’de çıkarılan KHK’ler konusunda da:
“Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK’lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir biçiminde konuşabilmiş. 

***

Danıştay Başkanı Sayın Zerrin Güngör bu konuşmasıyla, Anayasasında “Demokratik, Laik ve Sosyal, Hukuk Devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde artık hiç kimsenin idare (iktidar) karşısında güvencesi kalmadığını ilan etmiş...
Ayrıca benim yaşamım boyunca inandığım ve savunduğum bütün toplumsal, siyasal ve akademik değerleri de sıfırlamış bulunmaktadır!
 
BEN BU DEĞERLERİM İÇİN DİRENMEYİ SÜRDÜRECEĞİM!

Emre Kongar / CUMHURİYET

11 Mayıs 2017 Perşembe

Veba ile kolera arasında...- ERGİN YILDIZOĞLU

Bir gözlemci, “Fransız halkı veba ile kolera arasında kalınca kolerayı seçti” diyordu, ben de, “yeni bir seçenek yaratılamazsa, 2019’da biz de kendimizi benzer bir konumda bulacağız” diye düşündüm. Neyse, biz şimdilik Fransız “halkının” sorunlarına odaklanalım. 


Rahat bir nefes...
Başkanlık seçimlerini Macron kazandı, sağdan sola kurulu düzen rahat bir nefes aldı: “Popülist dalga kırıldı”, “Avrupa Birliği kurtuldu” filan... Gerçekteyse tehlike geçmedi. “Popülist” dalgaya enerjisini veren ekonomik sosyal kültürel kriz aşılamıyor, Ulusal Cephe’nin oyları artıyor.
Buna karşılık, Macron’un ve yeni kurulan partisinin gelecek ay yapılacak genel seçimlerden de başarıyla çıkabileceğini, programının, Fransa ekonomisini durgunluktan çıkarabilecek, işsizliği azaltabilecek, “Avrupa Birliği”ni bir arada tutabilecek, göçmenler sorununa bir çözüm olabilecek, yabancı düşmanlığına yol açan “kültürel stresi” azaltabilecek formülleri içerdiğini söylemek çok zor.
Başkanlık seçimlerinde Le Pen’e ve Macron’a oy veren kesimleri karşılaştırınca, gelecek ay yapılacak genel seçimlere, 2022’deki başkanlık seçimlerine ilişkin iyimser olmak zor.
Başkanlık seçimlerinde 18-24 yaş arası gençlerin yüzde 44’ü, erkeklerden daha çok kadınlar, el emeğiyle çalışanların yüzde 63’ü, Le Pen’e oy vermiş. Le Pen’i destekleyenlerin, sanayi işçileri, kamu çalışanları ve polis içindeki oranı artmış. Ek olarak bu kesimi birleştiren milliyetçi, ırkçı kültürel platformun, genel olarak muhafazakâr seçmenin duyarlılıklarına yabancı olmadığı da söylenebilir. 

Merkezci popülist
Macron’u da, muğlak bir programla, birçok sınıfa birden dayanmaya çalışması açısından “merkezci popülist” olarak tanımlayabiliriz. Bu özelliğinden dolayı yüzde 65 ile kazandığı “büyük bir zaferin” dayanaklarının aslında çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz.
Macron’un, yeni kurulan partisi, kültürel olarak homojen bir sosyal tabana, bir siyasi geleneğe dayanmıyor. Macron’un daha dün şekillenmiş örgütsel, yapılanmasının genel seçimlerde sergileyeceği performansı önceden bilmek zor ama, sol ve muhafazakâr sağ seçmenin kendi partilerine, adaylarına döneceğini, Macron’un aldığı desteğin parçalanacağını düşünebiliriz.
Diğer taraftan Macron’un, işsizliği azaltmaya, ekonomik büyümeye yönelik etkin politikalar tasarlaması, uygulaması da çok zor. Macron, küreselleşmeci neoliberalizmin ürettiği bir politikacı olarak iki basınç arasında kalacak: AB’nin ve Fransa’nın neoliberal güç merkezleriyle bağları, Fransız devletinin planlama geleneğine ilişkin güçlü “algısal kilitler” düşünce ve manevra alanını kısıtlayacak. Diğer taraftan, Macron işsizliği azaltmaya kalktığında eğer “emek piyasası esnekliği” üzerinden giderse sendikalarla, devlet harcamaları yoluyla istihdamı arttırmaya çalışırsa, mali sermaye ile çelişmek durumunda kalacak. Göçmenlik sorunu, güvenliği arttırma önlemleri de Macron’u eğitimli, liberal, sol kesimin arzularıyla karşı karşıya getirecek.
Gelecek ay yapılacak genel seçimlerde Macron’un bloğunun dağılması, muhafazakâr partilerin toparlanması, Le Pen’in partisinin mecliste grup kuracak sayıya ulaşması, devlet başkanı olarak Macron’un, ekonomi, Avrupa Birliği, göçmenlik/güvenlik konularında kendisinden farklı düşünen bir hükümet ve meclis ile çalışmak zorunda kalması güçlü bir olasılık.
Tüm bunlar, Macron’un getirdiği “rahatlamanın” kısa süreceğini, merkezin dağılmaya devam edeceğini, faşist hareketin 2022 başkanlık seçimlerine, Marine Le Pen ya da, çok daha katı ve dindar Marion – Maréchal Le Pen liderliğinde daha da güçlenerek girme olasılığının çok yüksek olduğunu düşündürüyor.
Artık veba ile kolera dışında, kapitalizmin bu hasta ufkunun ötesine yönelik bir hareket geliştirmek için birleşmek, bu birliğe uygun dili kurmaya çalışmak gerekiyor. Yoksa, bu gidişle, bünyemiz koleradan iyice zayıflayacak ve biz sonunda vebadan öleceğiz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’in yıldönümünde - ZEYNEP ORAL

Hava inadına güneşliydi... Günlerden pazardı... Gazetenin yıldönümüydü. Kutlamaya benzemeyen bir kutlamaydı. Bizimkiler “Bugün pazar/ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” bile diyemeyeceklerdi, bunu biliyorduk. Ama işte yine de güneş
topladık onlar için...
Ben sırtımı, bizim gazetenin dış duvarına dayamış, bir yandan Orhan Erinç’i Zülfü Livaneli’yi, Ekrem Ataer ve Halk Korosu’nu, Haluk Levent’i dinlerken, Rutkay Aziz’le, Nur Sürer’le ve daha nice sanatçıyla, yazarla kucaklaşırken gözlerimi tam karşımdaki afişten ayıramıyordum.
Afiş kocamandı. “Yalnız Değilsiniz, Yalnız Değiliz” yazıyordu. Harfleri onların gülümseyen yüzleri çepeçevre sarmıştı. Zaten en büyük alkışı da onlar aldı. 



Onlar, hapisteki arkadaşlarımız. İsimleri tek tek okundukça, avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlıyorduk.
Ahmet Şık! Alkışlar, boyun eğmemeye!
Akın Atalay! Alkışlar, doğrudan ve haktan şaşmamaya!
Bülent Utku! Alkışlar, ödün vermeden ilkelere sahip çıkmaya!
Güray Öz! Alkışlar, bilgiye, birikime!
Hakan Kara! Alkışlar, topladığımız bu güneşi ve umutlarımızı size yolluyoruz demeye!
Kadri Gürsel! Alkışlar, bütün dünyanın gözü sizin üzerinizde!
Murat Sabuncu! Alkışlar, emeğe saygıya!
Musa Kart! Alkışlar, gülümseyerek direnmeye!
Mustafa Kemal Güngör! Alkışlar: Bu güzelim memleket bir gün elbet aydınlığa çıkar inancına!
Önder Çelik! Alkışlar, adalet, hak, hukuk hasretine!
Turhan Günay! Alkışlar, kalbimiz, aklımız, vicdanımız isyanda diye haykırmaya!
Yunus Emre İper! Alkışlar, özgürlüğe!
Onları alkışlarken aklıma içerideki öteki gazeteciler düşüyor. Tanıdıklarım, tanımadıklarım, adlarını bile bilmediklerim... Tanrı aşkına, iktidar partisinin Fethullah Gülen’e döktürdüğü övgülerin yanında, Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan ya da Mehmet Altan’ın söyledikleri sivrisinek vızıltısı gibi kalmaz mı?
Cumhuriyet’in tel örgülerle çevrilmiş bahçesinde kutlamaya benzemeyen kutlamada, kimin hapis, kimin özgür, kimin esir olduğu pek belli değil. Birer direnç abidesine dönmüş “eşler”, bana sorarsanız, en az içeridekiler kadar, belki de daha büyük kahraman! 

***

Tel örgülere Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın yazıları büyütülüp asılmış... İlhan Selçuk’un “Saat kaç” başlıklı yazısından birkaç satır gözlerimi buğulandırıyor, genzimi yakıyor...
“Türkiye bugün uygarlık kapsamında topun ağzındadır.
Dinci devlete geri dönüşü savunan partiler, gazeteler, televizyonlar, tarikatler, cemaatler, kurumlar, okullar seferberlik durumundadırlar... Tümü de Atatürk düşmanıdırlar...
İnsanlık tarihinde bir olağanüstü uygarlık devrimini gerçekleştirmiş kişiyi yakmak istiyorlar.
Evet, tekrar soruyorum. Biz bu seferberliğe karşı ne yapıyoruz?
Türkiye topun ağzındadır...
Top ne zaman patlayacak?
Saat kaç?”
7 Mayıs Pazar günüydü. 93. yılı kutladık. Biraz hüzün, biraz coşku, bol sarılma, bol kucaklaşma, bol dayanışma, bol hasret, bol umut... Hepsi birbirine karıştı. İçimde Nâzım’ın dizeleri kaldı:
“Bugün pazar...
Bugün, beni ilk defa
Güneşe çıkardılar.
Ve ben, ömrümde ilk defa
Gökyüzünün
Bu kadar benden uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,
Kımıldamadan durdum
Sonra, saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım...”

ZEYNEP ORAL / CUMHURİYET

Boğaziçi’nde bir direniş günü - NAZIM ALPMAN

Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) öğrencileri ve mezunlarının davetiyle hafta başında (8 Mayıs 2017) İstanbul’un en güzel okuluna gittim. Kapıdan girer girmez kendinizi başka bir gezegene gelmiş gibi hissediyorsunuz. Dünyada ve İstanbul’da olduğunuzu, çiçeklenmiş erguvan ağaçları arasından kuş bakışı gördüğünüz İstanbul Boğazı manzarası sayesinde anlayabiliyorsunuz.

Bu köklü okulun temelinde var olan özgürlük havası bütün çabalara karşın varlığını korumaya devam ediyor.
Ancak bu hava eskisi kadar rahat ve kendi halinde esmeye devam edecek gibi görünmüyor. Özgürlük havası için Boğaziçililerin biraz okullarına el atması gerekecek gibi gözüküyor.
Boğaziçi denilince akla gelen ilk şey akademik özgürlüktür.

Beni davet edenler “Tarihin Nöbeti” adıyla kurulmuş bir aktivite çadırında konuşma yapmamı istemişlerdi. Yazışma sonunda“gazetecinin yolu” temalı bir sunum yapacaktım. Meslek güzergahı üzerinden toplam bir saatlik beraberlik hedefliyorduk.

Ama öyle olamadı. Burası Boğaziçi Üniversitesi idi, ne zaman hangi sürpriz ile karşılaşacağınız belli değildi.

Tarihin Nöbeti çadırı bir gün önce alınan kararla Rektörlük binasının önüne taşınmıştı. Ve alan çok hareketliydi. Okulun özgür öğrencileri toplu halde Rektörlük Kapısına dayanmışlar ve hocaları için eylem yapıyorlardı.

•••

Boğaziçi öğrencilerini ayaklandıran gelişmeler Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) bir tasarrufu ile başlamıştı. YÖK, BÜ Sosyoloji Bölümünden Prof. Dr. Abbas Vali ile Tarih Bölümünden Doç. Dr. Noemi Levy-Aksu’nun çalışma izinlerini iptal etmişti.

Bu gelişme üzerine öğrenciler “Hocama Dokunma” pankartı astıkları Tarihin Nöbeti çadırını kurdular.

Öğrenciler de “nitelik” eylemi yaptıklarından çadırlarını ve nöbetlerini bilimsel toplantılarla renklendiriyorlardı. Başta tarih bölümü olmak üzere BÜ öğretim üyeleri Tarihin Nöbeti çadırına geliyorlar, öğrencilere dersler veriyorlardı.

•••

Tarihin Nöbeti 14 Mart 2017’de kurulmuştu. Benim konuk olduğum 8 Mayıs’ta da Rektörlük önüne taşınmıştı.
Aslında Rektör Prof. Dr. Mehmed Özkan “fena” bir insan değildi. Bu tarihi okulun en üst makamına geldiğinde, “Boğaziçi’nin özgürlükçü yaşam geleneğine sahip çıkacağım” şeklinde bir açıklama bile yapmıştı. Zaten o da Boğaziçili idi.
Sadece atanma biçimi bu okulun özgürlükçü geleneğiyle pek örtüşmüyordu. Kendisi aday değildi. Okulda hiçbir meslektaşının oy desteğini de talip olmamıştı. Cumhurbaşkanı atama yetkisini kullanıp, Mehmed Özkan’ı Rektör yapmıştı.

Bizim “Tarihin Nöbeti” söyleşimiz sürerken okulun merkezi alanı olan Rektörlük önündeki çayırın öte yanında başka öğrenciler voleybol oynuyorlardı. Bir başka grup tef çalarak protestosunu sürdürüyordu.

Tam konuşmamın ortasında bir genç gelerek izin istedi. Çok önemli bir gelişme olmuştu. Bununla ilgili duyuru yapacaktı. Okuldan uzaklaştırılan Prof. Dr. Abbas Vali ile Doç. Dr. Noemi Levy-Aksu’nun avukatları bir üst kuruma yaptıkları itirazlarına BÜ rektörlüğü “olumsuz” yanıt vermişti. Bunun için saat 17.00’de bütün öğrencileri Rektörlük önüne beklediklerini ilan etti.

Ben de o sırada insan hakları gazeteciliği üzerine konuşuyordum. Birden böylesi bir sıcak direnişin içine düşünce haliyle bir anda eski günlere doğru uzanıp, Metin Göktepe gazeteciliğinin zirve yaptığı yılları anlatmaya başladım. Umutsuz gibi görünen bir sürecin sonunda gazetecilik direncinin katilleri yargı önüne getirdiğini ve mahkum ettirdiğini söyledim.

Önemli olan direnen kitlenin niteliği idi. Haklı ve doğru kendiliğinden kabul görmüyordu. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de Rektörlük kapısında hocalarına sahip çıkmanın onurunu taşıyorlardı.
Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen öğrencilerle geçirilen bir gün, yarınları olan umudunuzu perçinliyordu.

Nazım Alpman / BİRGÜN

İki onurlu insan; Nuriye ve Semih!.. - FİKRİ SAĞLAR

16 Temmuz FETÖ kalkışması sonrası iktidar, kendisine bahşedilen “Allah’ın lütfunu”, iyi değerlendirdi.
O güne kadar devleti teslim ettiği ve tüm icraatı birlikte yaptığı, Cemaat’çi yol arkadaşlarından kurtulmanın yöntemini KHK’lerle buldu.
Yüz binleri geçen ve zamanında kendisinin atadığı kamu görevlilerini FETÖ’cü diyerek işten attı. Açığa aldı ya da tutukladı. Kısaca müthiş bir senaryo ile kadroları boşalttı.
Bu arada solcu, yurtsever, barış yanlısı akademisyen, memur, ne kadar muhalif varsa, onları da FETÖ torbasının içine koydu.


• • •

Soruşturma yapmadan, belge delil koymadan, iddia oluşturmadan insanları suçladı.
Hukuka adalete, hakka ve insanlığa sığmayan bu durum kabul edilemez.
Nitekim onurlu olan insanlar tepkilerini göstermekten geri durmadılar.

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça böyle bir vahşi davranışa boyun eğmedi.
Türkiye için yüz karası olan, saygınlığını yitirten, insanlığı, haklarını yok eden bu duruma kendi yaşamlarını ve bedenlerini koyarak karşı çıktılar.
184 gündür eylemdeler!..
120 gün haklarını, işlerini, ekmeklerini geri almak için mücadele ettiler. İktidar duymadı!..64 gündür de açlık grevindeler!..
Dün CHP Milletvekilleri Ali Şeker, Mehmet Tüm, Orhan Sarıbal, Nefi Kara, Barış Yarkadaş ve ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’la birlikte Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı ziyaret ettik. Destek olduğumuzu söyledik.

• • •

Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Vedat Bulut, Genel Sekreteri Dr. Mine Önal ve Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Metin Başbuğ, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yla ilgili bir basın toplantısı yaptı.
Toplantıdaki açıklamaları çok önemsedim... Paylaşmak isterim;
Açlık grevlerinde ölümler olmasın, insanca yaşamı savunuyoruz…
Ankara Tabip Odası olarak daha önce Tokyo ve Malta Bildirgelerinden kaynaklanan hekimlerin açlık grevlerine olan yaklaşım ve sorumluluklarını kamuoyu ve basınla birçok kere paylaştık.
Ankara Tabip Odası ve İnsan Hakları Komisyonumuzun ortak çalışmalarıyla açlık grevi başlatan Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’nın gerekli muayenelerini başlattık ve açlık grevi sırasında uyulması gereken kuralları kendilerine aktardık.
Günde 1 lt su, 5 çorba kaşığı şeker, 2 çay kaşığı tuzun ve B1 vitamininin günlük olarak alınmasını önerdik.
Bu süreç içerisinde her iki vatandaşımız 15 kg üzerinde kilo kaybı yaşadığı gibi, iki gündür Sn. Nuriye Gülmen’in sağlığı giderek bozulmuştur. Tansiyon ve nabız düzensizlikleri başlamış, bulaşıcı hastalıklara karşı savunmaları zayıflamıştır.
Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça kan ve biyokimya değerleri bu açlık grevinde giderek kötüleşmiştir.
Özellikle açlık grevlerinin kritik dönüm noktası olan 45. gün aşılmış ve 63. güne girilmiştir. Her iki vatandaşımızda algılama, duygu durum bozuklukları, zihinsel ve motor faaliyetlerde bozulmalar dikkat çekicidir. B1 vitamini desteği almalarına karşın bu belirtiler Wernicke-Korsakoff Sendromununöncü belirtileridir. Bu hastaların %10-15’i yaşamını kaybetmektedir ve %77 si ileriki dönemlerde enfeksiyonlarla kaybedilmektedir. %25 kadarı uzun süreli hastane ve özel bakım gerektiren bedensel ve ruhsal sağlık sorunlarından etkilenmektedir.
Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’yla görüşmelerimizde bilinçleri kapanması durumunda müdahale şansı ve izinleri Ankara Tabip Odası tarafından ısrarla istenmiş, ancak kendileri bu onayı vermeyeceklerini ve tedavi olmak istemediklerini defalarca beyan etmişlerdir.
Amaçlarını kendi ölümlerinin ve etkilenmelerinin KHK nedeniyle haksız ve hukuksuz bir şekilde işlerinden, aşlarından edilen diğer on binlerce vatandaş için bir umut olabileceği şeklinde açıklamışlardır.
Ulusal ve uluslararası basın ve kamuoylarının dikkatini bu yöne çekmek ve kendilerine yapılan haksızlığı bu şekilde protesto etmek istedikleri anlaşılmıştır.
Bu trajedi Ankara’nın göbeğinde, TBMM’den 500 mt uzakta, gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Hekimler olarak elimizden bir şey gelmemesinin ıstırabı ve acısı içerisindeyiz. Nihayet açlık grevleri yapan bireyler ölümlerinin zulme karşı bir çığlık olacağını, bu şekilde kendilerini açlıkla terbiye etmeye çalışan hükümeti protesto ettiklerini ifade etmişlerdir.
Tüm dünya kamuoyunun gözü Sn. Nuriye Gülmen ve Sn. Semih Özakça’nın üzerindedir. Göstermelik komisyonlarla AİHM’e hile yapma ve uluslararası imza koyduğumuz sözleşmeleri yok sayma anlayışı ülkemizi bir çağdaş ülke olmak konumundan çıkarmakta, Türkiye’nin onurunu zedelemektedir.
Türkiye bu trajediyi ve bu gencecik insanların ölümünü hak etmiyor...”

• • •

Görüldüğü gibi Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumu kritik. Yaşam tehlikeleri var.
Bugünden sonra ölüm riskleri giderek artıyor.
İnsan olmanın erdemiyle kendileri gibi haksızlığa uğramışlar adına mücadele ediyorlar.
Ne denli saygın bir duruş! Ne denli haysiyetli bir karar!..
İlkeleri, onuru ve hakları uğruna bir kişi ölümü göze almışsa, o kişinin kararlılığı ve haklılığı ölçülemez!.
Önünde saygıyla eğilinir!..
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya bir şey olursa, tek sorumlusu bugünkü iktidardır!..

Fkri Sağlar / BİRGÜN