19 Ocak 2018 Cuma

2017’de büyüme göstergeleri - KORKUT BORATAV

2017’de Türkiye ekonomisinin seyrini tek cümleyle özetleyebiliyoruz: Büyüme hızı yükselmiş; dış kırılganlıklar artmıştır.
Dış kırılganlıkları ileride tartışırız. Bugün büyüme göstergeleri üzerinde duralım.

Ocak-Eylül 2017 Büyüme Bulguları
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017’nin ilk dokuz ayında millî gelirin yüzde 7,4 oranında arttığını tahmin etti. Ocak-Eylül 2016’nın büyüme hızı ise yüzde 2,8 olarak belirlenmişti.    
TÜİK’in 2016’da başlattığı yeni millî gelir (GSYH) hesaplarının sorunlarını defalarca tartıştım. Özellikle 2009 sonrasıyla ilgili ciddi eleştirileri burada tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Şimdilik geçmişi bir kenara bırakalım; sadece 2016-2017 millî gelir verilerini değerlendirelim.
Meslektaşımız Zafer Yükseler bu konuda 25 Aralık 2017 tarihli titiz bir inceleme yapmış: 2017 GSYH Büyümesinin Analizi: Yüksek Büyüme Niçin Hissedilmedi?
Yükseler, yazısında TÜİK’in 2017 millî gelir bulgularını, büyüme ile bağlantılı diğer  istatistiklerle karşılaştırıyor; veriler arasında tutarlılık / tutarsızlık değerlendirmesi yapıyor. Ben de birkaç eklentiyle  onun tespitlerini kullanacağım.

Üretim, İstihdam, Millî Gelir: Tutarsızlıklar mı?
TÜİK’in Ocak-Eylül 2017 milli gelir verilerini, aynı döneme ait üretim, kapasite kullanımı ve istihdam istatistikleriyle karşılaştırdığımızda bazı sorunlarla karşılaşıyoruz.
Aşağıdaki tablo bu karşılaştırmanın nicel çerçevesini veriyor.

Ocak-Eylül 2017’de imalat sanayii istihdamı 12 ay öncesine göre sadece binde 9 oranında artmış; sektör anketleri ise üretim değerinde yüzde 5,9’luk büyüme belirlemiştir. Emek veriminde (üretim / istihdam oranlarında) önemli bir artış gözlenmiş oluyor. Bu durumu, belki de, sanayinin kapasite kullanım oranında bir puanlık (%77 → %78) genişleme ile açıklayabiliriz.

Ne var ki, bulguyu millî gelire taşırsak, tutarsızlık söz konusudur: İmalat sanayiinde yüzde 5,9’luk üretim artışı GSYH istatistiklerinde aynı sektöre yüzde 9,3’lük bir büyüme olarak yansımıştır?  İstihdam → üretim → millî gelir verileri arasındaki bu kopukluk nasıl açıklanabilir.

Benzer bir uyumsuzluk, son verilerde “büyümenin motoru” olarak karşımıza çıkan inşaat sektörü için de söz konusudur. Burada üretim anketlerine başvuramıyoruz; zira TÜİK 2016’dan sonra inşaat sektöründe  bu anketlere (nedense) son verdi.

İnşaat istihdamı ile millî gelir arasındaki ilişkiye bakalım. TÜİK verilerine göre Ocak-Eylül  2017’de inşaat istihdamı (bir önceki yıla göre) yüzde 4,3 oranında genişlemiştir. Bu  artış, GSYH’da inşaat sektörü katma değerine yüzde 10,2’lik artış olarak yansıyor. Kapasite kullanım oranı kolaylıkla tanımlanamayan, yıldan yıla teknolojisi fazla değişmeyen bu sektörde istihdam → milli gelir hareketleri (%4,3 → %10,2) arasında genişleyen makas nasıl açıklanabilir? 2016’da bu bağlantı (%5,3 → %6,2) çok daha yakındı. 12 ay sonra bu sektörün ortalama  emek veriminde bu boyutta bir sıçrama olası mıdır?

İstihdam → millî gelir bağlantılarında Türkiye ekonomisi için benzer bir kopukluk geçerli midir? Ocak-Eylül 2017 döneminde toplam istihdam sadece yüzde 2,8 artmıştır. Millî gelir büyüme tahmininin yüzde 7,4 olduğuna yukarıda değindim. Aynı bağlantıya 2016 için bakalım; istihdam → millî gelir hareketlerinin  çok daha yakın tempoda (%2,5 → %2,8) seyrettiğini gözlüyoruz.
2017’nin ilk dokuz ayında  Türkiye ekonomisinin tümünde emek veriminin olağan-dışı bir tempoda  (%2,8 → %7,4) yükseldiği ortaya çıkıyor.

Nasıl açıklayabiliriz? 

Ekonominin tümünü çarpıcı boyutta etkileyen teknolojik bir sıçrama mı? Ekonominin yapısında yüksek verimli sektörler lehine gerçekleşen büyük boyutlu bir dönüşüm mü? Tam aksine, emek verimi en düşük sektör olan tarım 2016’da küçülmüş; 2017’de reel olarak büyümektedir. Verim artışları nerededir? Niçin gözleyemiyoruz?

2016 ve 2017 Büyüme Göstergeleri: Bir önceki döneme göre % değişim

(*) Ocak-Kasım 2017

Dış Ticaretin “Tuhaf” Katkısı
Zafer Yükseler harcamalar yoluyla hesaplanan Ocak-Eylül 2017 millî gelirine bakıyor ve dış ticaretin  büyüme oranını beklenmedik doğrultuda etkilediğini belirliyor.

Biz de ödemeler dengesi verilerinden hareket edelim: 2017’nin ilk dokuz ayında dolarla hesaplanan dış ticaret açığı yüzde 25 oranında artmıştır. (Mal ve hizmet  ihracatı ile ithalatı arasındaki farktan söz ediyorum.) Cari fiyatlarla hesaplanan millî gelir verilerinde de paralel bir durum vardır: Dokuz ayda ithalat artış oranı (%39), ihracatın (%36) ilerisinde seyretmiştir.

Bu tespitlerin, millî geliri aşağı çekmesi beklenir. Ne var ki, büyüme hızı sabit (2016’ya ait) fiyatlarla hesaplandığında durum tersine dönüyor: Dış ticaret Ocak-Eylül büyüme hızını yukarı çeken bir etken oluyor; milli gelirde hesaplanan yüzde 7,4’lük artışın, 1,5 puanı (beşte biri) dış ticaretten kaynaklanıyor.

Bu “paradoks”, aslında olumsuz bir olgunun yansımasıdır: 2017’nin ilk dokuz ayında ihraç ürünlerinin ortalama fiyatları ithal fiyatlarının gerisinde seyretmiştir. İktisat diliyle dış ticaret hadleri bozulmuştur.  Milli gelirin sabit fiyatlarla (“hacim endeksli”) hesaplanması, “2016’nın ihracat ve ithalat fiyatları değişmeden, olduğu devam etseydi 2017’de GSYH ne olurdu” sorusunu yanıtlamaktadır.

Yanıtı aktardım: “Fiyatlar aynen devam etseydi, dış ticaret ekonomiye 1,5 puanlık bir  büyüme katkısı getirecekti. Ocak-Eylül 2017 büyüme hızı da bu eklentiyle hesaplanmış; yüzde 5,9’luk büyüme %7,4’e çıkarılmıştır.”

Ne var ki, fiyatlar aynen devam etmemiş; tam aksine bozulmuştur. Büyüme, “…miş gibi” hesaplanırsa, (Yükseler’in ifadesiyle) en azından “hissedilmeyen” bir büyüme olur. Dış ticarette fiyatlar bozulduğu için “sabit fiyatlarla artmış görülen” millî gelir olgusunu, iktisatçılar, dış ticaret nedeniyle yoksullaştırıcı büyüme diye adlandırırlar.

Dahası da var: TÜİK, Ocak-Eylül cari fiyatlı millî gelir hesaplarını sabit (“hacim endeksli”) büyüklüğe dönüştürürken dış ticaret hadlerinin yüzde 9,1 oranında bozulduğunu belirlemiş. (2016=100 alınırsa, dokuz ayda  ihracat fiyat endeksi 120,4’e ithalat 132,4’e çıkmış.) Bu hesabı, yine TÜİK’in “Aylık Dış Ticaret Hadleri” istatistikleriyle karşılaştıralım: Ocak-Eylül 2017’de  dış ticaret hadlerinde bozulma vardır; ama  sadece %6 oranında…

TÜİK, dış ticaret hadleri istatistiklerinde bizzat belirlediği ve yayımladığı gerileme oranını GSYH hesabında kullanmıyor; bu hesaplamaya (nedense) daha yüksek oranlı bir fiyat bozulması taşıyor: %6 → %9,1…  Bu “katkı” sayesinde büyüme hızını daha da yukarı çekilmiş oluyor.

Ekim-Kasım’da Büyüme  Göstergeleri
Tablonun son sütununda  TÜİK’in Ekim ve Kasım üretim ve istihdam verileri kullanılıyor. Bunlarla bağlantılı büyüme göstergeleri, böylece, 2017’nin son aylarına doğru taşınmış oluyor.
Dört gösterge de büyüme hızının yükselmekte olduğunu gösteriyor.
İmalat sanayii üretiminde Ocak-Eylül / Ocak-Kasım arasında büyüme temposu hızlanmıştır: %5,9 → %6,4… Sektörün on aylık (Ekim dahil) istihdam verileri de ılımlı bir artış gösteriyor: %0,6 → %0,9…
İnşaat sektörüne göz atalım. Ocak-Ekim’de istihdam artışı, dokuz aylık ortalamayı biraz aşmıştır: %4,3 → %4,5. Ne var ki, yükselen tempo dahi, ekonominin ve inşaat sektörünün göreli olarak durgunlaştığı 2016 istihdam artış oranının (%5,3’ün) gerisindedir.
(Geçmiş eleştiriler göstermiştir ki, TÜİK’in yeni GSYH hesaplarının güvenilirliğini zedeleyen ana etken, “idarî kayıtlar”dan türetilen inşaat sektörü katma değer kalemidir.)
2017’nin ilk dokuz ve on ayı arasında Türkiye ekonomisinde istihdam artış oranı yükselmiştir: %2,8 → %3,0… 
Ancak, istihdamdaki artış işsizlik oranını düşürememektedir: 2016 ve 2017’nin Ocak-Ekim dönemlerinin işsizlik oranı ortalamalarına bakınız:  %10,8 → %11,3…
İşsizlik niçin düşmüyor? 
İki neden var. Bir kere, Türkiye’de işgücü arzı artış oranı (%3,5), çalışma yaşında yer alan nüfus artış oranını (%1,7’yi) aştığı için… Bu durumun ardında, aslında, olumlu bir gelişme var: Son dört yılda işgücüne katılma (işgücü arz) oranı yüzde 55’ten yüzde 58’e yükselmiştir. Bu gelişme, büyük ölçüde kadınlarımızın çalışma hayatına yönelme eğiliminden kaynaklanmıştır.

İşsizliği sürdüren ikinci neden, büyüme temposunun yetersizliğidir. İşgücü piyasalarına taşan kalabalık emek rezervlerini tümüyle çalıştırmak ve geçmişten gelen işsizliği azaltmak, ancak yüksek büyüme hızlarıyla sağlanabilir.

2017’nin ilk dokuz ayı için TÜİK’in tahmin ettiği yüzde 7,4’lük büyüme hızı gerçek olsaydı, bu olguyu istihdam artışında da gözlemez miydik? Bu tempoda büyüyen bir ekonominin işsizlik oranını da aşağı çekmesi beklenmez miydi?

Ayrıca, bu tempodaki bir büyüme oranının üretim endekslerinde de gözlenmesi gerekmez miydi?

Bu sorularda kastettiğim “abartılı büyüme tahmini” olgusunu, Zafer Yükseler (herhalde nezaketen) “yüksek büyüme niçin hissedilmedi?” sorusundan hareket ederek ortaya koyuyor.

Anlaşılmaktadır ki hükümetin kredi genişlemesi, teşvikler ve kamu harcamalarıyla gerçekleştirdiği iç talep artışları 2017’de büyüme hızını yukarı çekmiştir.

Ancak, diğer nicel göstergelerle karşılaştırıldığında, TÜİK’in “idari kayıtlardan türettiği” büyüme tahminlerinin abartılı olduğu da açıkça ortaya çıkıyor.

Korkut Boratav / SOL

Yağmaya doymayanlar - AYDEMİR GÜLER

Çılgın sıfatı delinin şirinleştirilmiş halidir. Bizdeki macerası olmasaydı deli bile şirin gelebilirdi.
Galiba önce Çılgın Türkler icat olundu. Türkiye’nin dokularının parçalanmasına giden bir süreçte milletin uyutulmasından başka işe yaramadı bu çılgınlık. Yurttaş olmaktan çıkıp tebaaya dönüşeceksiniz, emekçi hakkı sadakaya, sosyal devlet dini bütün ve cebi şişkin Müslümana teslim; toplum birbirinden nefret eden alt kimliklere dağılacak, mücadelenin yerine bir yalakalık kültürü geçecek ve bu arada geçmişle övünen bir milliyetçilik hepsini örtecek.

Sonra Çılgın Proje çağına girdik. Türklüğün delirmiş hali yobaz diktatörlüğünü cesaretlendirmişti. Normal görünme devrini kapattılar. Geçmişte neler neler yapmış olmakla övünenlerin eline, yobazlık kâh Şam’da namaz hayalini tutuşturdu, kâh namaz yeri Ayasofyalar oldu. Bitmedi, Trakya’yı boydan boya kesmenin hastalıklı düşü kuruldu… Elde kalan, her yere her biçimde beton ve asfalt dökmektir. Türkiye’yi yöneten akıl beton ve asfalttandı artık.

Çılgınlığın yağmacı hali şirin olmuyor. Betona ve asfalta insan kanı karışıyor oluk oluk. Üstünde yol alanlar veya içinde yaşayanlar ise insanlıktan çıkıyor.
Durum budur ve yağmacılığın son fantezilerinden birini Hürriyet’teki köşesinde akla zarar şeyler yazmasına şaşırmadığımız Ertuğrul Özkök sergilemiştir. 
Bu bir yarış.
Yağma yarışı! 
Özkök Çanakkale kentinin karşısındaki toprakların üstüne “Cumhuriyet’in ilk megapol şehrinin” kurulmasını önerdi. 
Sebep?
Ben söyleyeyim; inşaatçılar İstanbul’un Anadolu yakasında yaptıkları konutların ancak beşte birini satabilince göç mevsimi gelip çatmış olabilir. Avcı toplayıcı kavimler misali, çevreyi kurutup, geride enkaz bırakıp başka vadilere, ormanlara saldırır sermaye sınıfı.
Hukuksuzluk, keyfilik yarışı! 
Adam Çanakkale’nin karşısı diyor. O bölgenin delik deşik edilen statüsü milli parktır. Neden öyledir? Çünkü orada tarih ve doğa yatar. Dolayısıyla Türkiye toplumu bu değerini koruma altına almayı denemiştir. Cumhuriyet henüz varken!


Cehalet yarışı! 
“Megapol şehir” lafının kendisinden başlayarak üstelik. Pol eki ile şehir sözcüğünün aynı anlama geldiğini bilmemek ayıp değil. Ama bunu bilmeden “benim görüşüm şu” diye yazmak ayıptan öte.
Uydurma yarışı! 
İstanbul-Megapol arasına “dünyanın en hızlı treni” yapılmalıymış. Sebep? Dünyanın ikinci hızlı treni olsa, olmaz mıymış? 
İstanbul ile Çanakkale’yi birleştirecek bayağı hızlı bir yolun denizden geçtiğini görmek için allame olmak gerekmez. Ama Ertuğrul bey, insanların bir yerden diğerine hızlı ulaşabilmeleriyle ilgili olmayıp, karayolu manyaklığıyla yarışmaktadır. Yani akaryakıttan, yol yapımından, otomotivden elde edilen kârdır konusu. Mesele hız olsaydı, Çanakkale’de, açıldığından bu zamana kadar günde taş çatlasa iki-üç sefer yapılan, çoğunlukla da ışıkları kapalı, karanlık bir beton yığını olarak ovaya çökmüş bir havalimanı olduğunu unutmaktadır.

Çılgınız ya, projeyi sunalım ve yalakalık yarışı eksik kalmasın! Olmayan cumhuriyetin yüzüncü yılını İstanbul’dan bir megakente saatte kaç yüz kilometreyle giderek kutlamak istersiniz?

Doğrudur, Erdoğan’a çok yakışır Özkök projesi. Aslında Özkök projesi yağmacı sermaye sınıfının yobazlık ve cehaletle tarihsel uzlaşmasının simgelerinden biri sayılır.
Ama bir yarışmada bütün ödüllere birden göz dikmek niye? 
Bu ne arsızlık!
Çanakkale’nin adını beğenmemiş. “Troya” olmalıymış. Bu kez sebebi de var: Çanakkale adı uydurukmuş. Bana sorarsanız, iki yakadaki iki kaleyi ve özgün seramik merkezi kimliğini çağrıştırmaya pek uygundur derim. Ama kişisel kanaatler bir yana, “savaşa bile Gelibolu savaşı denir” diye yazmak nedir? 
Savaş Gelibolu yarımadasının burnunda olduysa, adına ne denecekti? Yerli halkın ise, o acı ve alçakça olayı en yakın en büyük yerleşim merkezinin adıyla anmasında ne sakınca olabilir? Ayrıca yabancı dillerde Gallipoli ve benzeri sözcükler kadar Dardanelle ve benzerleri de kullanılır ve bu ikinci sözcüğün Çanakkale-Troya arasındaki antik Dardanos uygarlığından türeyip Boğaza adını verdiği besbellidir. Eee…
Bu arada Troya veya Truva’nın Boğaz kenarındaki il merkezine mesafesi 30 kilometreden biraz fazla olmalıdır. Artık genişleyen kentin neredeyse merkezinde sayabileceğimiz eski uygarlıksa Abidos adını taşır. Eee…

Eee’si şu ki, Çanakkale isminden kimsenin şikâyeti yok. Ama Troya’nın reklamı kuvvetli.
Bu deli ve cahil fantezisinin, ülkenin yöneticilerinde ve zenginlerinde yankı bulması beklenir. Zaten Valiliğin önerisi üzerine Kültür Bakanlığının 2018’i “Troya yılı” ilan etmesi de rastlantı olamaz. Kaldı ki, tarihi yarımadanın giderek şiddetlenen yağmalanma süreci gelip bir köprüye daha dayandı bile. Yağmacı deliler çağında köprüler, ne kadar insanın üstünden geçeceğine değil, sahiplerine halkın cebinden kaç para garanti edildiğine göre anlam kazanıyor.

Fanteziye devam: Hollywood uydurması Troya filminin Brad Pitt’i bu işlerin reklam yüzü olacak mıymış?

Bana sorarsanız, Schliemann atlanmasın derim. Arkeolog geçinen Heinrich Schliemann Troya’nın bütün tarih katmanlarını birbirine karıştırma ve içinden çıkılmaz hale getirme pahasına antik kenti yağmalayan bir hazine avcısıydı. Priamos hazinesinin en nadide parçalarını karısına takıştırıp çektirdiği resim bilimin yüzkarası ve ahlaksızlık abidesidir. 

Özkök’ün dilediği megapol şehir yapılırsa tepesine Schliemann’ın dünyanın en büyük heykeli dikilmelidir. Kaidesine de hazine avcısının bir ara sarf ettiğine emin olduğum şu söz yazılmalıdır: “Benden sonra tufan.” Açılışında ne Erdoğan ne Aydın Doğan ne de Özkök gözyaşlarını tutamayacaklardır.

Bütün bunları ancak rüyalarında görürler ve o çok satan gazetelerinde yazarlar.

Aydemir Güler / SOL

Yoldaşlık dostluktur - GÖZDE BEDELOĞLU

Erkeklerin ezici bir çoğunlukla ve zihniyetle egemen olduğu Türkiye siyasetinde, İstanbul gibi ülkenin en büyük metropolünde bir kadın siyasetçinin ilk kez il başkanı seçilmesi üzerine konuşulması, tartışılması gereken çok şey vardı. Mesela, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biri olan kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasının; Fransa, İtalya, İsviçre gibi ülkelerden onlarca yıl önce yasalaştığı Türkiye’de, neden işlerin bugüne kadar umulduğu şekilde gitmediği gibi... 
Mesela bir kadının, Türkiye’nin en büyük ilinin başkanlığını yapabilmek için neden 84 yıl beklemek zorunda kaldığı gibi... 
Konuşulmadı.

                                                                   • • •

Konuşulmayan başka şeyler de oldu. İnşaat işçisi Sıtkı Aydın, meclis önünde, “geçinemiyorum” diye bağırarak kendini yaktı. Aydın, yüzü gözü yanık içinde, provokatör değil sadece işsiz olduğunu anlatmaya çalıştı. 
Türkiye, iktidara teğelli medyaya servis edilen ‘işsizlikte düşüş ve gelişen ekonomi’ haberlerini okurken, açlıktan kendini yakan inşaat işçisi sendika temsilcileriyle konuşmasın diye yattığı hastane polis kaynıyordu. Konuşulmayan daha başka şeyler de oldu. Beş yıl önce, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan, temin edemediği kanser ilaçları için yardım isteyen ancak bakanın eline para tutuşturmasına içerleyen Dilek Özçelik 14 Ocak’ta öldü. “Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız” diyerek parayı iade etmişti. 
Pirinç bir levhanın üzerine yazdırıp ülkenin kapısına asmak lazım gelen bu sözlerin ağırlığı pek az insanı nefessiz bıraktı, biliyorum.

                                                                     • • •

Biliyorum, çünkü son bir haftada konuşulmayan daha daha başka şeyler de oldu. İstanbul Küçükçekmece’de Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne beş ay içinde, 38’i 15 yaşından küçük, yaşı 18’in altında 115 çocuğun hamile olarak geldiği tespit edildi. Muhabir Dinçer Gökçe tarafından kamuoyuna duyurulan haberden öğrendik ki, bu korkunç tablo hastanede görev yapan sosyal hizmet uzmanı Ş.İ.N’nin şüphesi ve takibiyle ortaya çıkmış. Hastanede çalışan psikolog I.Ö ile birlikte tutanak tutup durumu kayıt altına alan Ş.İ.N, hastane yönetiminin tepkisiz kalması nedeniyle savcılığa başvurmuş. Savcılığın soruşturma talebi de valilik tarafında reddedilmiş. 
Çocuk istismarına göz yummak suç, ancak ceza istismarın peşine düşen Ş.İ.N’ye kesildi. Hakkında inceleme başlatıldı. İki kez sürüldü. “Türkiye’yi Sarsacak Utanç Listesi” hiçbir taşı yerinden oynatmadı.
                                                                    • • •

Bu hafta, ne 115 çocuğun tecavüze uğradığının ortaya çıkması, ne yoksulluğun isyanı, ne yoksunluğun utancı... Hiçbiri Canan Kaftancıoğlu’nun CHP İstanbul İl Başkanı seçilmesi kadar üst düzey bir muhatap bulamadı kendine. 
Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, sözcüsünden vekiline, teğelli gazetecisinden trolüne herkes CHP’nin derdine düştü. Yakışıyor muymuş hiç Atatürk’ün partisine! “HDP’ye gitsinmiş. Görevden alınsınmış! CHP bu kafayla giderse iktidar olamazmış. Çocuklara tecavüzün üzerinin örtülmeye çalışıldığı bir ülkede eklemlisi, teğellisi, partilisi CHP adına Canan’ın sıkıntısına düşmüş. 
Çünkü C.Kaftancıoğlu, sözleriyle ve eylemleriyle ötekileştirilen, yapboz parçalarına bölünerek etkisizleştirilmek istenen insanlara ulaşmaya çalışıyor, muhalefet kanadını genişletmeye çabalıyor ve böylece “Herkesin CHP’si” olma iddiasını inanılabilir kılıyor. İktidar ise, eriyen MHP ve hapisteki HDP dışındaki tek muhalefet partisinin yıllardır kendi sınırlarını kanaatle sahiplenişine devam etmesini istiyor, işi “herkesin CHP’si” ne doğru genişletmeye niyetli siyasetçileri karalayıp partinin statükocu kanadına kırdırmayı hedefliyor. 
Kaftancıoğlu’na ilk saldırının CHP içinden gelmiş olması da ne yazık ki bunun işe yaradığını gösteriyor. Memleketçe, her gün bizi ahlaken ve vicdanen daha da dibe çeken trajedilerle sınanıyoruz. İktidara karşı savunmacı bir pozisyondan çıkılabilir ve hem devletçi, hem sermayeci, hem de emekten yana olup “aman Ali Rıza Bey başımız ağrımasın”cılıktan vazgeçilebilirse, ne C.Kaftancıoğlu birilerine yem edilir, ne CHP başkasının gündemine mahkûm olur.

 
Aldırmayın küçümseyenlere! 
Yoldaşlık güzel olduğu kadar kapsayıcıdır. Aynı yolun omuz omuza yürüyen, yürürken çoğalan dostlarını anlatır.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Yağma Hasan’ın böreği - İLHAN CİHANER

Bir şeyden bedel ödemeden, hakkı olan olmayan herkesin hoyratça faydalanması anlamında “Yağma Hasan’ın böreği” deyimi kullanılıyor. 2. Dünya Savaşı’nda Karaköy’de börekçilik yapan Hasan’ın beğenmediği börekleri sokağa döktüğü, bu böreklerin kapışıldığı, deyimin buradan geldiği rivayet olunuyor. 
Kökeni ne olursa olsun bu deyim, ülkemizin tüm birikimlerine yapılan vahşi saldırıyı ne güzel anlatıyor.
Tüm ülke adeta yağma Hasan’ın böreği olmuş yağmalanıyor. 
Tekel’in, Türk Telekom’un, Turkcell’in, Atatürk Orman Çiftliği’nin, yaylaların, madenlerin, akarsuların, yeşil alanların nasıl yağmalandığını bilmeyen görmeyen yok. Arada yağmalayanlar/yağmalatanlar da gizleyemiyorlar. Değirmenin suyunun bittiğini, İstanbul’a ihanet ettiklerini açıklıyorlar, özür diliyorlar.

Üstelik bu yağmayı yalanın iktidarı ve düşmanlık üreten bir yerlilik ve millîlik edebiyatı üzerinden yapıyorlar. İstatistiklerle, hesaplama yöntemleriyle oynayarak, makro ekonomik verileri makyajlayarak yağmaya devam ediyorlar. Yaşananlar Ortaçağ’ın Haçlı ve Moğol yağması ile kıyaslanabilir ancak. Bir yapıp göz boyarken, beş götürüyorlar. “Postmodern çapul” süreci yaşıyoruz.

Ama daha büyük bir yağma süreci başladı; ahlaki ve siyasi değerlerimizi yağmalamaya başladı iktidar.

Solun, devrimcilerin, Cumhuriyet’in değerlerini yağmalamaya başladılar. Atatürk heykelleri için “Eliniz değmişken tüm heykellerini yıksaydınız keşke” diyenler, şimdi ağızlarından Atatürk’ü eksik etmez oldular. Cumhuriyet’i “paranteze” alanlar şimdi sıkı savunucusu oldular.

Emperyalizmin apaçık planı olan Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olup emperyalizmin sofrasından pay kapmaya çalışanlar   anti emperyalist   olduklarını iddia ediyorlar. Politik varlık sebepleri nerede ise ABD’nin çıkarlarını korumaktan ibaret olan, her fırsatta ABD ile stratejik ortak olduklarını gururla söyleyenler, Irak ve Suriye’yi ABD emperyalizmi ile yerle bir edenler, muhtemelen ABD çağırdığında koşacak olanlar anti emperyalizm sloganları atıyorlar.

Alabildiğine sermayenin hizmetkârı oldukları halde, hatta OHAL’i sermaye rahat sömürsün diye ilan ettiklerini itiraf ettikleri halde, emekçiden, emekten yana olduklarını söylüyorlar.

Hukuki birikimlerini de yağmaladılar bu ülkenin; kanunlar hiyerarşisi, hukuki güvenlik, suç ve cezaların kanuniliği, işkence ve kötü muamele yasağı hepsi üzerinden işgal ordusu geçmiş gibi.

Hatta artık yalanın iktidarında mantık kurallarını bile yağmaladılar!

Yağmalanan maddi değerler telafi edilebilir, tamir edilebilir. Ama siyasi/ahlaki değerlerimizin yağması bizleri eşit, özgür, adil ve barış içinde bir toplum mücadelesinde silahsız ve referanssız bırakır. Aynı kavramı yeri geldiğinde bizi dövmek için yeri geldiğinde yedeklemek için kullanırlar. İktidarın yaptığı/yapmak istediği de bu.
Yaparlar… İktidarlarını sürdürmek için ortak değer olması gereken ahlaki zemini bile yağmalayabilirler. İşte iktidarın kontrolündeki yurtlarda, kurslarda tacize-tecavüze uğrayan yüzlerce çocuk var ve şöyle yüksek sesli ahlaki bir eleştiri duymadık. Yaptıkları üstünü örtme, ailelere tehdit, ödül!

Referanssız ve değerlerini yağmalatmış bir siyasi hareketin iktidar tarafından nasıl mas edildiğini AKP – MHP “aynılaşma” sürecinde gördük. İktidarın yedeklediği her bağımsız unsuru ilk fırsatta nasıl çöpe attığı (Fethullahçılar, Yargıda Birlik’in sol/milliyetçi unsurları, liberaller vs.) gözetildiğinde daha korunaklı ve konforlu olabilir bu yöntem, ama artık ne kadar bağımsız bir siyasi hareketten/partiden söz edilebilir tartışmalı.
Bu değerlerimizin yağmalanmasının sorumlusu, iktidarın sınırsız şirretliği, tutarsızlığı, kamu gücünü kullanması gibi onda var olan özelliklerden daha çok, toplumsal muhalefetin “büyük gövdesinin” bize ait değerleri öngörüsüz kaygılarla yeterince sahiplenmemesindendir.

Eğer biz kendi değerlerimizi cesaretle savunmaz ve sahiplenmezsek, onları yağma Hasan’ın böreği gibi yağmalarlar. Yüzde biri ve iktidar elitlerini temsil eden sermayeye laf etmezsek, emperyalizm sözcüğünü ağzımıza almaktan ürkersek, laikliği unutursak, Atatürk’ü, devrimcileri, Denizleri telaffuz etmezsek hepsini bu yağmacılar hiçbir bedel ödemeden ele geçirir, bizi referanssız, pusulasız bırakır. (Bu değerleri kıskançlıkla savunmak başkadır, geniş kitlelere tercüme yöntemi başkadır.)

Yaşanan bu süreçtir. Bu şirretliğe ve saldırıya teslim olmayalım.

İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Afrin etrafında top çevirmece - CEYDA KARAN

Suriye sahasında IŞİD’in bir toprak parçasındaki halifelik olarak fiziken ortadan kaldırılmasının ardından enteresan bir ‘top çevirmeceye’ tanıklık etmekteyiz. Suriye’de rejim değişikliği hedefleri tutmayanlar açısından zaruri gibi görünen bu durum, şu sıralar ‘Afrin’ başlığı altında daha da belirgin. Afrin meselesinin Suriye’de siyasi süreci zorlayan Rusya Federasyonu’nun bu ay sonu Soçi’de düzenlemekte kararlı göründüğü Ulusal Diyalog Kongresi öncesine denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.

***

Görünüşte kimin elinin kimin cebinde olduğu meçhul, hayli karmaşık bir tablo var. Son gelişmelere bakalım: 
• Türkiye, ABD’nin YPG ve Arap aşiretlerinden 30 bin kişilik ‘Sınır Koruma Gücü’ tesis edeceği açıklamasıyla birden parladı. Ancak ABD’nin değil Rusya’nın ‘operasyon sahasında’ bulunan Afrin’e girmek tehdidi savurdu. Kimileri bunu ‘kızım sana söyledim, gelinim sen anla’ mesajı olarak, ‘ABD’ye dur denildiği’ yorumu yaptı. 
• ABD yönetimi Afrin için ‘bizim operasyon alanımız değil’ mesajı verip topu Rusya’ya ‘yuvarlamışken’, bir gün sonra Pentagon, Suriye’nin kuzeyinde ‘Sınır Koruma Gücü’ yerine sığınmacıların dönüşü vs gerekçelerle bezenen ‘Yerel Güvenlik Gücü’ kuracağını duyurdu. Pek çokları da bunu ‘geri adım’ olarak algıladı. 
• Rusya’nın ‘operasyon bölgesi’ Afrin üzerinden günlerdir ABD’ye öfkeli sesler çıkartarak iç kamuoyunun ‘milli damarlarına’ oynayan Ankara, ‘muzaffer görünümle’, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Moskova’ya yolladı.
***

Kanımca işin bityeniği ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın ‘Suriye stratejisini’ etraflıca duyurduğu son açıklamasında. Tillerson’ın NATO müttefiki olarak ‘Türkiye’yi anladıklarını’ belirttiği konuşmasındaki malumun ilamı şöyleydi: 
• ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde YPG üzerinden askeri işgali kalıcı. Esad kötü’, o yüzden rejim değişikliğinden vazgeçilmedi. ABD’nin yeni ÖSO’su YPG. Asli hedef İran’ın nüfuzunun kırılması. Ve tabii Astana ile başlattığı süreci Soçi’ye taşımaya çalışan Rusya’nın ‘biat etmesi’ esas. 
Tabii Tillerson bunları ‘yeniden canlanabilecek’ IŞİD’le mücadele, Esad’ın ‘acımasızlıkları’, yerel güç olarak YPG ile çalışmanın ehemmiyeti, ‘sığınmacıların dönmesi’, hiç de ABD’nin lehine olmayan uluslararası çerçeve ve BM Güvenlik Konseyi kararları ile işlemeyen Cenevre süreciyle bahanelendirdi. ABD yönetiminin becermediği/ beceremediği ne varsa yani... 
Tillerson’ın ‘Suriyelileri Suriyelilerden daha fazla düşündüğü’ izlenimi verirken haddinden fazla tutkulu bir resim çizdiği aşikâr. Hele Irak’tan çekildikleri için radikal cihatçılığın patladığı safsatasına atıf yapıp “Tarihin Suriye’de tekerrür etmesine izin veremeyiz” demesi, insanın ağlayasını getirmiyor değil.

***

Eğer hesap Suriye ordusunun İdlib’deki ilerlemesini durdurmak ve Soçi’ye Suriye Kürtlerini katmak isteyen Rusya’yı zorda bırakmaksa, tutacağını zannetmem. Afrin üzerinden kopartılan fırtınadaki sükunetinden de anlaşılacağı üzere Rusya’nın bu ‘top çevirmeleri’ yediğinin bir işareti yok. Bu en başta Rusları fazla ‘küçümsemek’ olur. 
Bir de aksine Rusya’nın ABD’yi ‘küçümsediğini’ hiç ummam. Zira onlar açısından Türkiye’nin Ortadoğu’da her şeyi tepetaklak etme kapasitesi yokken, ABD’nin var. Rus dış politikası tahayyül ötesinde bir esneklik ve sabır üzerinde şekillenir. Son tezahürlerini, yeni yılla birlikte üslerinin vurulması vakasında yapılan açıklamalarda gördük.
***

Nihayetinde Suriye’de siyasi süreci öyle böyle yürütmeye kararlı görünen Ruslar açısından sorular değişmiyor: Toprak bütünlüğü ve egemenlik temelli Soçi sürecinin işlemesi kimlerin işine gelmiyor? Suriye Kürtleri üzerinden Suriye’ye tutunan ABD, bu tarz hamleleriyle Türkiye-Suriye-Irak üçgeninin ortasında ‘vekil devlet’ yaratma projesini uzun vadede sürdürebilir mi? İşgalci Amerika üzerinden hesaplar yapanların düşünecekleri çok şey var. Hiçbir şey yapmasalar dönüp Irak’a baksalar kâfi.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Biz domuz da yeriz sizi de yeriz - MİNE SÖĞÜT

Ülke gerçekleri mi sizi şekillendirecek? 
Yoksa siz mi ülkenin gerçeklerini şekillendireceksiniz? 
Solun önce buna karar vermesi gerekiyor. 
Devrimin ne anlama geldiğini hatırlaması gerekiyor. 
Ve kendi gücüne tekrar güvenmesi. 
Bölünerek zayıflayan sol gelenek kendi geçmişine bakıp da... 
Sağa göre tek avantajı olan tartışma kültürünü bir dezavantaj gibi kodlama hatasına bir kez daha düşerse... 
Gerçekten bölünerek yok olur. 
Oysa bölünerek çoğalmak da mümkündür. 
Önemli olan eksende kalmaktır... 
Ve aynı merkeze bağlı olarak ortak bir eksende dolaşabilen farklı fikirlerin de aslen ortak bir güç oluşturduğunu unutmamaktır. 
Sol, bölünen parçalarının ortak bir menfaatte buluşabileceği alanları doğru değerlendirir ve ortak ideallerine birlikte sahip çıkmayı becerirse tüm rüzgârlar bir anda tersine döner. 
O yüzden; 
Bugün kendisini solcu olarak tanımlayan bir politikacının... 
Atatürk’ün askeri mi yoksa yoldaşı mı; 
Devrimlerinin bekçisi mi, izcisi mi olduğu... 
Onun peşinden mi gittiği, yanında mı yürüdüğü, önüne mi geçtiği; 
Demirtaş’a selam yollayıp yollamadığı; 
Kürt hareketine sempati duyup duymadığı; 
Ermeni meselesini tartışıp tartışmadığı; 
Soykırım kelimesini cümle içinde kullanıp kullanmadığı; 
Domuz eti yiyip yemediği, 
Sosyal medyada şakalar yapıp yapmadığı; 
Tweet atarken dikkatli olup olmadığı; 
Kimin kızı, oğlu, karısı, kocası, annesi babası olduğu; 
Şu aşamada sol açısından zerre kadar mühim değildir. 
Atatürk’ün askeri de yoldaşı da bugün bu ülke için aynı kaygıları taşıyorsa... 
Ve bir şekilde Cumhuriyeti korumak gerektiğine inanıyorsa, laikliğin öneminin farkındaysa, başka hiçbir şey düşünmeden birlikte davranır. 
Solcuların kendi içlerinde yapacakları her türlü koalisyon iktidar için müthiş bir tehdide dönüşür. 
Solun içinde farklı fikirlerle meseleyi tartışma kültürünün değerini görmezden gelip; 
Bu meziyeti tam tersine bir değersizleşme olarak kodlayan iktidarın telaşından öğrenilecek tek şey; 
Solcuların ortak bir menfaatte birleşebilmesinin sağ için korkutucu olduğudur. 
İktidarın diline doladığı meselelerle biçimlenmeye kalkacak bir sol daha baştan savaşı kaybetmiş sayılır. 
Solcular Kürt meselesini de, Ermeni meselesini de, inanç meselesini de, Cumhuriyet meselesini de, ordu meselesini de, Atatürk meselesini de farklı açılardan tartışabildikleri için solcudurlar. 
Olaylara pragmatik ya da dogmatik yaklaşmadıkları için solcudurlar.

***

Şu anda politikada kritik bir göreve gelen bir kadın karakterin kişisel hikâyesi üzerinden yeni bir tarih yazılıyor. 
Bu yeni tarihte kelimelerin nasıl seçileceği, cümlelerin nasıl dizileceği, anlamların nasıl yorumlanacağı çok önemli. 
Hem iktidar açısından hem de muhalefet açısından... 
Mesele ölüm kalım meselesi olduğundan... 
Solu birbirine yedirtmeye çalışan iktidara dönüp hep birlikte; 
“Biz domuz da yeriz, sizi de yeriz ama birbirimizi yemeyiz” diyebilmeliyiz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

18 Ocak 2018 Perşembe

Doğru strateji: Demokrasi ya da sosyalizm mücadelesi? - İLKER BELEK

OHAL’in yeniden uzatılması (hiç sonlandırılmayacak ki) ve son olarak Anayasa Mahkemesi’nin Alpay ve Altan hakkında verdiği kararın alt mahkemelerce reddedilmesi, demokrasi talebi çevresinde bir hareketlenmeye neden oldu yeniden. En geniş cephenin kurulması önerisiyle birlikte tabii ki.


Zaten Kılıçdaroğlu’nun yaz başındaki adalet yürüyüşünün amacı da bu değil miydi? O zamandan bugüne adalet açısından ileriye mi gidildiği yoksa geriye mi düşüldüğü, yürüyüşün adalet konusunda ne derece örgütleyici olduğu değerlendirilmeyi hak eden sorular.

Ama artık Anayasa Mahkemesi kararlarının bile dikkate alınmadığı (kararın doğruluğu yanlışlığı ayrı) bir noktaya gelmiş bulunduğumuza göre yanıt açık aslında.

Eskiden, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan, taa 2. Enternasyonal zamanından beri geçerli olan bir tartışmadır şu: Kapitalizm koşullarında karşı taraf kimi güncel talepler üzerinden geri adım atmaya mı zorlanmalıdır; yoksa düzenin topyekun yıkılmasına, yani sosyalist devrime mi odaklanılmalıdır? Özellikle siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde bu tartışma haliyle daha da yakıcı biçimde canlanır.

Hiç lafı uzatmaya gerek yok ki bu sorunun yanıtı net şekilde ikincisidir. Nedeni de açıktır: Kapitalist düzen hiçbir şekilde, hiçbir toplumsal sorunu çözemez. Ve bu yanıt da aslında yine kriz dönemlerinde doğruluğunu en yalın biçimde hissettirir. İşin bu kısmını uzatmayalım. Ama benim için durum şu kadar açıktır: Bu düzenin, bırakın yoksul ülkeleri, ama merkez kapitalist ülkelerde bile; bırakın krizi refah dönemlerinde bile; sosyal güvencesizlik, işsizlik gibi sıradan sorunları çözme potansiyeline sahip olduğu, çözebildiği gösterilsin, bütün iddia ve düşüncelerimden vazgeçeyim.

Lakin gerekli ve doğru stratejinin sosyalizm mücadelesi olduğunu gösteren başka bir olgu daha var: O da Türkiye’de gericilik, işbirlikçilik ve piyasacılığın üçüz kardeşler olmalarıdır.

Türkiye kapitalist yolu tercih ettiği için kaçınılmaz biçimde emperyalizme yaslanmak ve yine aynı bağlanma nedeniyle işçi sınıfını baskılayabilmek, kontrol altında tutabilmek bakımından da gericiliği, yani milliyetçilik ile dini pompalamak zorundadır.

Sömürü derecesinin artırılabilmesi için işçi sınıfının hem bütün örgütlülük kanallarının yok edilmesi hem de gerici ideolojilerle teslim alınması koşuldur. Bu işleri esas olarak 12 Eylül darbesiyle gerçekleştirdiler. Amerikancı bir darbeydi ve dönemin patron sendikası gazetelere darbeyi kutlayan boy boy ilanlar veriyordu.

Ancak operasyonu esas hedefine bağlayan AKP oldu. Yine bir generaller grubu AKP’nin önünü açmak üzere küçük bir fiskeyle Amerika karşıtı söyleme sahip Erbakan’ı indirip, İslamcı hareketin başına Erdoğan’ı geçirdi: 28 Şubat 1997.

1990’lı yılların sonlarından itibaren emperyalist merkezlerin ve Türkiye burjuvazisinin ihtiyacı AKP idi, AKP o ihtiyaçları karşılamak üzere gerekeni yaptı.

Zamanla Türkiye o derecede krizle yüklendi ki, bugün artık OHAL’siz yönetilemeyecek haldedir. Kapitalist krizin çözümsüz karakteri çözüm diye uygulamaya konulan her şeyin krizin büyümesiyle sonuçlanmasına yol açtı. 

Bugün hasbelkader CHP iktidar olsa mevcut sorunların çözümü için gelir dağılımına radikal bir müdahalede bulunmak (ki olanaksızdır) ya da dışarıdan belirlenmiş ekonomik politikalarla idare edebilmek için OHAL’e sarılmak zorundadır.

OHAL’e muhtaçlar çünkü OHAL’siz 1603 TL’yi işçiye ve gerici yaşam tarzını da cumhuriyetçi kesimlere kabul ettiremezler.

Durum böyle olduğu için Türkiye’de demokrasi mücadelesi diye bir şeyin hiçbir anlamı bulunmuyor. Sosyalizm bağlamında ele almadığımız taktirde demokrasi bir yandan ulaşılması olanaksız bir hedef haline geliyor, ama daha önemlisi, bir yandan da, kapitalist Türkiye’de burjuva anlamıyla olsa bile demokrasi mümkünmüş gibi davrananlar halkı kandırma suçunu işlemiş oluyorlar.

İlker Belek / SOL

AKP milletin Kâbe’si olunca - ALİ SİRMEN

AKP Sözcüsü Mahir Ünal 16 Ocak günü yaptığı açıklamada, CHP’yi sınırımızda bir terör devleti kurma peşinde olan ABD’nin iktidara yönelik kuşatma hareketinin içerideki temsilcisi olarak yanına marjinal gruplar ve HDP’yi alıp, isyan çağrıları yapmak ve iç karışıklık tehdidinde bulunmakla suçlamıştır. 

Aynı Mahir Ünal ondan altı gün önce yaptığı açıklamada, Kılıçdaroğlu CHP’sinin ve arkadaşlarının pozisyonlarının yerli ve milli olmadığını” söylerken partisinin son zamanlarda sürekli yinelediği nakaratı bir kez daha tekrarlıyordu. 

Doğrusu, ABD’nin ikinci Irak operasyonu öncesinde, BOP’a Türkiye’de bir dayanak oluşturmak için Washington ve Walt Street tarafından dizayn edilmiş olan AKP’nin sözcüsünün, Kurtuluş Savaşı TBMM’sinin Birinci Grubu’ndan doğmuş olan CHP’yi milli olmamakla suçlayıp, bir zamanlar genel başkanının, tüm dünyaya seslenerek BOP eşbaşkanlığına adaylığını ilan ettiği bir partinin milli ve yerli olduğunu iddia edebilmesi için toplumsal izansızlığa sonsuz bir güven duyması gerekirdi.

***

AKP bu izan yoksunluğuna sonuna kadar güveniyor olmalı ki genel başkanı kendini milletin Kâbe’si olarak ilan etmekte ve “millet benim” demekten çekinmemektedir. 
Bir BOP hazırlık projesi olarak şeriatçı - evanjelist ortak yapımı AKP, bir kere kendini milletin Kâbe’si olarak kabul ettirdikten sonra Reis’e biat etmeyen herkesi milli güçlere karşı, yabancıların ajanı veya ortağı olmakla suçlayabilecek, böylece iktidarını pekiştirme yolunda kendisi için şart olan düşmanı da halka gösterebilecektir. 
Düşman kavramı doludizgin totalitarizme koşmakta olan rejimlerin “onsuz olmazı”dır.
Şu sırada ihtiyaç duyduğu dış düşmana sahip olan AKP, yalnız bununla da yetinemezdi, bir de iç düşmana mutlaka ihtiyacı vardı. 

Bütün olası başarısızlıkların bahanesini, rejimi daha da sıkıştırmanın gerekçesini oluşturacak şamar oğlanı, günah keçisi herkes, örneğin son kararıyla, iktidarca kupunun hatalı kesildiğine hükmedilen, “ısmarlama elbise” AYM de olabilirdi. 

Ama, şu sırada birçok çevrenin belki pek de haksız olmayarak, yetersiz ve etkisiz bulduğu CHP’nin, totalitarizmin yerleşmesi önünde engel olarak duran muhalefetin amiral gemisi konumunda olması “baş iç düşman” yaftasının ona yapıştırılmasına neden olmuştur. 

Artık iç düşman bellidir: CHP. Ve de onunla savaşılacaktır. 
CHP’nin yeni İstanbul İl Başkanı’na yönelik, herkese “ne oluyoruz” dedirten saldırılar da iç düşmanla İstanbul’da tutuşulacak sandık meydan muharebesinin ön ataklarıdır. 
İç düşmana yönelik ön saldırıların dış düşmana yönelik ilk ataklardan daha önce başlamış olması da bir rastlantı değildir. Zaten iç düşman ile savaşın kendisi de dış düşmanla çatışmadan daha önce başlayacaktır.

***

Tabii bu öncelikte, “iç düşman”ın daha kolay yutulur lokma olarak görülmesinin etkisi de yabana atılmamalıdır. 

Şu durumda gerçekten varlığına ve bekasına yönelik çok ciddi tehditlerle karşı karşıya bulunan Türkiye için en büyük tehdit ise ana muhalefetin iç düşman konumuna yerleştirilmiş olmasıdır. 

Çünkü iktidar “iç düşmanı!” ile savaşında, elde edeceği sonuç ne olursa olsun, dış düşmanının değirmenine su taşıyacaktır.

Zira Kâbe’si AKP olan ve biat etmeyen herkesin hain ve düşman olarak kabul edildiği bir millilik birleştirici değil, bölücü, dışlayıcı, parçalayıcı bir millilik olacaktır. 

Yenilmeyen halklar ise böylesine bölücü bir milliliğin pençesinde kıvranan değil, birleşmiş sımsıkı kenetlenmiş olan halklardır. 

Şimdi söyleyin bakalım asıl düşman kim?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Piyasa çokuluslu şirketlerlerde yerel tohum ise engelleniyor - ORHAN SARIBAL/BİRGÜN

Gıda zincirinin ilk halkası olan tohum, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin temelini oluşturur. Kaliteli tohumun verimliliğin ve üretimin artırılmasında, üretim maliyetinin düşürülmesinde çok önemli bir rolü vardır.


Kaliteli tohum verimi yüzde yüz artırıyor
Kaliteli tohumluğun verimi artırmadaki payı hububat ve baklagiller gibi kendine döllenen bitkilerde yüzde 20-30 düzeyinde, mısır ve ayçiçeği gibi yabancı döllenen bitkilerde ise yüzde 100’lerin üzerindedir.

Piyasa 41 milyar dolarlık değere sahip
Küresel tohum piyasası yaklaşık 41 milyar dolarlık bir değere sahiptir. Ticari tohum pazarında yüzde 26’lık (10,7 milyar $) paya sahip olan monsanto en büyük şirkettir. Onu yüzde 21’lik (8,6 milyar $) pazar payı ile dupont pioneer ve yüzde 8 (3,3 milyar $) ile syngenta izlemektedir. Dow yüzde 4 (1,6 milyar $) ve bayer ise yüzde 3 (1,2 milyar $) paya sahiptirler. En büyük yedi arasında yer alan diğer şirketler limagrain (yüzde 5) ve kws’dir (yüzde 4). 2016 Yılında alman kimya ve ilaç devi bayer, tohum ve tarım ilaçları üreticisi amerikan monsanto firmasını 66 milyar dolara satın aldı. Bayer’in dünya tohum piyasasındaki payı yüzde 29’a yükseldi. Böylelikle bayer dünyanın en büyük tohum ve tarım ilacı üreticisi haline geldi.
Öte yandan amerikalı kimya devleri dupont ile dow chemical 130 milyar dolar karşılığında birleşme kararı aldılar. Dev birleşme sonucunda şirketin küresel tohum piyasasındaki payı yüzde 25’e yükseldi.

1980’de özel sektörün kontrolüne geçti
Türkiye’de, 1980’li yılların başlarında tohumculuk sektörüne ilişkin politikalarda önemli değişiklikler yapılarak, kamuya dayalı bir tohum tedarik sisteminden özel girişime dayalı bir tohum endüstrisi modeline geçilmiştir.
Neoliberal ekonomiye geçilmesi ile birlikte tohumluk dış ticaretindeki kısıtlamalar kaldırılarak özel sektör yatırımlarının önü açılmış, yerli veya yabancı pek çok tohumculuk şirketi ya doğrudan veya ortaklıklar yoluyla sektöre girmiştir.

piyasa-cokuluslu-sirketlerlerde-yerel-tohum-ise-engelleniyor-415647-1.Kamunun faaliyeti sınırlı
Türkiye tohum tedarik sistemi içerisinde kamu tohumculuk kuruluşları buğday, arpa ve bazı yem bitkileri gibi kendine döllenen bitkilerle sınırlı bir üretim ve dağıtım faaliyeti içerisindedir. Özel tohumculuk şirketleri son yıllarda bu türlerde de pazar paylarını önemli ölçüde arttırmaya başlamışlardır.

Tohum ithalatı 200 milyon dolar
Türkiye’nin 2002 yılında tohum ithalatı 55 milyon dolar iken 2016 yılında 202 milyon dolara ulaşmıştır. 2016 Yılı tohum ithalat değerinin en önemli kalemini yüzde 55 ile sebze tohumları oluştururken, bunu patates (yüzde 10), hibrit mısır (yüzde 9), ayçiçeği (yüzde 7), yem bitkileri (yüzde 5) izlemektedir.

Türkiye’nin ihracatı 150 milyon dolar
2002 Yılında 17 milyon dolar olan tohum ihracatı 2016 yılında 154 milyon dolara yükselmiştir. 2016 Yılı tohum ihracat değerinin en önemli kalemini yüzde 48 ile ayçiçeği tohumu oluştururken, bunu hibrit mısır (yüzde 25), sebze tohumları (yüzde 15) oluşturmaktadır.

Önemli olan kimin ürettiği
2002 Yılında 145 bin ton olan tohum üretimi 2016 yılında 958 bin tona yükselmiştir. Yani son 15 yılda tohum üretimi yaklaşık 7 kat artmıştır. Ama önemli olan tohumu kimlerin ürettiğidir.
Türkiye’de toplam 791 tohum şirketi bulunuyor. Bunların 739’u yerli, 30’u yabancı, 22’si ise yerli ve yabancı ortaklı şirketler. Nicelik olarak her ne kadar yerli sayısı fazla gözükse de önemli olan şirketlerin niteliği. Başka bir deyişle az sayıdaki yabancı ve yabancı ortaklı şirketin toplam pazardan aldıkları pay.

Yabancı şirketlerin payı yüzde 90’a ulaşıyor
Örneğin yabancı şirketlerin mısır, şeker pancarı ve ayçiçeği tohumunda pazar payları yüzde 90’a ulaşıyor. Sebze tohumunda ise yüzde 40 civarında.
Mısır tohumluğu pazarında en büyük pazar payına sahip olan şirket pioneer (yüzde 34). Onu sırasıyla yüzde 31’lik pazar payı ile monsanto, yüzde 11’lik pazar payı ile kws izledi.

piyasa-cokuluslu-sirketlerlerde-yerel-tohum-ise-engelleniyor-415648-1.
Şirketlerinin payı büyük
Yağlık ayçiçeği tohumluğu pazarında yüzde 38’lik oranla en yüksek payı limagrain aldı. Limagrain’i yüzde 27’lik pazar payı ile pioneer ve yüzde 16’lık pazar payı ile syngenta izledi.
Köylünün tohum ve fide satması yasak!
2006 Tarihli ve 5553 sayılı tohumculuk kanunu ile çokuluslu şirketlerin hakimiyetine açık bir döneme girilmiştir. Bu kanunla köylülerin kendi tohumluklarını ve bunlardan üretilen fideleri satmaları yasaklanmış; çiftçi çokuluslu şirketlerin üzerinde patent koyarak tekel kurduğu hibrit tohumlara mahkûm edilmiştir.

Tohum, çokuluslu şirketlerin elinde!
Tohumculuk kanunu’nun “yetki devri” başlıklı 15 inci maddesi ile tohumlukların üretim izni, sertifikasyonu, ticaret izni ve piyasa denetiminin türkiye tohumcular birliği’ne (dolayısıyla çokuluslu şirketler veya onların yerli ortaklarına) devredebileceği hükmü getirilmiştir. Nitekim 3 nisan 2012 tarihinde çıkarılan tohumculuk hizmetlerinde yetki devri yönetmeliği’nin 18/a maddesiyle piyasa denetim yetkisi birliğe devredilmiştir.

Sadece sertifikalı tohuma destek var!
Önceki tarım bakanı faruk çelik “2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesine ilişkin karar alındığını, 2018’de sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilerin destek alamayacağını” duyurdu. Ardından türkiye tohumcular birliği bu kararla “çiftçinin, tarımın ve ekonominin kazanacağını” açıkladı. “Çiftçi”den kasıt endüstriyel üretim yapan büyük işletmeler. “Tarım” denilen ise birçoğu çokuluslu şirketlerden oluşan kendi üyeleri. “Ekonomi” ise büyük marketlere ürün satan tedarik zincirleri.
Geçimlik tarım yapan küçük aile işletmelerinin elbette bu işten bir kazancı olmayacak. Atalarından kalma yerel tohumlarla yetiştirdiği ürünlerini pazarlamaya çalışan küçük çiftçiler bu düzenlemeden sonra suçlu muamelesi görecekler.

Amaç yerel tohumun yayılmasını önlemek
Bu politika yerel tohumların yayılmasını engelleme amacını taşımaktadır. Oysa yerel tohumlar gerek hastalık ve zararlılara dirençli olmaları nedeniyle tarım zehirlerinin daha az kullanılması, gerekse gıda içeriklerinin zenginliği ile büyük avantajlara sahiptirler. Daha da önemlisi bu tohumlar kuraklığa daha dayanıklıdır.

Dünyayı küçük aile işletmeleri doyuruyor
Dünyadaki toplam 570 milyon tarım işletmesinin yüzde 90’ından çoğu 20 dekarın altında toprağa sahip küçük aile işletmeleri olup, bunlar dünyada gıda ihtiyacının büyük kısmını karşılamaktadır.

Çiftçilerin kendi tohum ve fidelerini satmaları engellenemez
Uluslararası bitki genetik kaynakları anlaşması’nın 9’uncu maddesinin 3’üncü fıkrasına göre çiftçilerin tohum veya fidelerini satmaları engellenemez.
Yerel tohumların kökünü kazımaya yönelik çabalar durdurulmalı; sertifikalı tohumlar yerine yerel tohumların ıslahına ağırlık verilmeli; çiftçiler bilgi ve parasal desteklerle yerel tohum üretimi için teşvik edilmelidir.

Doğa ve insan dostu üretim modelleri olan sürdürülebilir tarım ve gıda sistemleri yaygınlaştırılmalıdır. Bizim köylülüğe dayanan teknolojilere ihtiyacımız bulunmaktadır, şirket biyoteknolojilerine değil.

ORHAN SARIBAL - CHP BURSA MİLLETVEKİLİ

BİRGÜN