8 Şubat 2018 Perşembe

Excelsior’daki ‘çılgın projeler’ masası - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA - Gazetecilerin asla yanaşamadığı sımsıkı kapalı kapılar, kuş uçurtmayan bir güvenlik; trafikten arındırılmış boş yollardan ve ıssız meydanlardan geçen resmi araba konvoyları... 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İtalya seyahatinden geriye kalan manzara bu. 
Erdoğan’ın İtalya gezisini bir film karesi gibi tanımlayan bu görünüm gerçekte yaşadığımız sistem ve düzenin de fotoğrafı oluyor. 


Ziyaretin sona ermek üzere olduğu saatlerde, bir zamanlar Roma’da “Tatlı Hayat”ın merkezi olan “Via Veneto”da, Erdoğan’ın kaldığı “Excelsior” otelinin önünden geçtim. 
Caddeye açılan tüm yan yollar, özel harekât timleri tarafından tutulmuştu. 
Erdoğan’ın kankası “Katarlılar” tarafından satın alınan büyük 5 yıldızlı otelde Reis, İtalyan sanayisinin zirvesi ile akşam yemeği yemekteydi. 

Çizmede “mevkidaş” Mattarella ile Başbakan Gentiloni buluşmasından esasen çok daha fazla ciddiye alınan yemeğe Türkiye’de iş yapan ve iş yapmak isteyen kim varsa katılmıştı. 

3. Köprü, İstanbul-İzmir Otoyolu ile Ankara Etlik Hastanesi’ni yapan Astaldi İnşaat, hızlı tren pazarlayan Italferr; güvenlik ve savunma sanayii Leonardo-Finmeccanica patronları cümleten içerde “Reis” ile birlikteydiler. 
 
‘Vision 23’ hedefte 
Dünyanın en iddialı projelerinden biri olan “Panama Kanalı”nın genişletilmesini üstlenen “Salini” bile Excelsior yemeğine gelmişti. 

İddiaya göre “Salini”, Cumhuriyetin 100. yılı vesilesiyle gündeme gelen “çılgın proje Kanal İstanbul”u kapmak peşindeydi. “Excelsior masası”nda toplananlar sıradan markalar değil, özetle çok büyük, dev projeleri kovalayan gruplardı. 
Sırf “Salini” değil, iş dünyası mensuplarının çoğu Via Veneto’daki toplantıya, “Vision 2023”te bir pay kapmak düşüyle koşmuştu. 

“Vision 2023” bağlamındaki özelleştirmeler, en büyük beklenti yaratan konulardandı. 
Enerji, ulaşım, silah sanayii ve biyotıp alanlarının yanında, bankacılık, sigorta şirketleri temsilcileri, İtalyan TÜSİAD’ı başkanı Vincenzo Boccia“made in Italy” namına kim varsa.. “Reis”le buluşmaya gelmişti. 
Tam “yerin kulağı olsa” denecek bir durum. 
Ama Erdoğan’ın Roma gezisinin tüm aşamaları gibi, Excelsior’dan da dışarı sınırlı bilgi sızdı. 
Yemeğe bir ültimatom verir gibi “Sultan”ın şu sözlerle başlaması en ilgi çeken konulardan biriydi: 
“54 yıldır AB kapısında beklemekten sıkıldık. Artık bir karar vermeniz gerek. Bizi istiyor musunuz, istemiyor musunuz?” 
 
Tehdit AB’yi açar mı? 
Bu sözleri “ne kadar ekmek (AB!) o kadar köfte (yatırım!)” şeklinde algılayan sanayicilere önce “kal gelmiş”, ortam gerilmiş, buz keser gibi olmuş; sonra ısınmış. 
RTE yemek sonunda, erkeklere “kravat”, kadınlara “fular” hediye etmiş... 
Göz önündeki OHAL Türkiye’si şartlarına rağmen Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Roma seferinde “AB üyeliği” mevzusunu, gayet doğal, ortada değişen bir şey yokmuş gibi yeniden piyasaya sürmesi herkeste gerçekte dumur yarattı. 

Bir ay önceki Paris gezisinde üstelik Macron’un basının önünde Erdoğan’ın yüzüne; “İkiyüzlülüğü bırakalım. Bir hukuk devleti olmayan Türkiye AB üyesi olamaz!” diye kestirip atmasının ardından hele konunun İtalya’da nasıl gündeme taşındığına herkes şaşıyor. 

Hollanda büyükelçisinin geri çekildiği, İsveç Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gelmekten imtina ettiği bir ortamda “AB geyiği nasıl başa sarılıyor” sorusu yaygın biçimde soruluyor. 

Hukukun üstünlüğü sıralamasında en son 113 ülke arasında 101. sıraya düşen Türkiye nasıl oluyor da “AB kriterlerini” yok sayarak, üyelikten söz etmeye devam ediyor? 
Gözlemciler bu soruya; Erdoğan’ın “güç” ve “tehdit politikaları” kapsamında yanıt arıyor. 

80 milyonluk “Türkiye pazarı havucu” bir yandan; “kaçak göçmenleri üzerinize salarım ha” “sopası/tehdidi” beri yandan; Erdoğan’ın AB başkentlerini “tehditle” hizaya getirmeyi amaçladığı iddia ediliyor. 

28 ülkeli birliğe “tehdit politikası” ile üye olma şansının ise “sıfır” olduğu, uzmanların paylaştığı genel kanı.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Bak şu robotun yaptığına - L. DOĞAN TILIÇ

Robotlar üzerine ciddi ciddi düşünmeye başlamam 7-8, belki de 10 yıl kadar öneydi. Tam tarihi anımsamıyorum, ama konuyu unutmam mümkün değil.

İtalyanların La Stampa gazetesinde yayınlanan bir haberle olan o tanışma epey endişe vericiydi. Gazete, ABD’de yapay zeka üzerine çalışan bilim insanlarının bir “gazeteci robot” geliştirdiklerini bildiriyordu. Bu “gazeteci robot” ya da “robot gazeteci” hiç imla hatası yapmadan haber yazabiliyormuş. Gerçi, “şimdilik” (deniyordu o zaman haberde) yalnızca beyzbol haberleri yazabiliyormuş ama kısa süre sonra, futbol, basketbol, hatta borsa haberlerini de aynı hatasızlıkla hazırlayabilecekmiş.
Aradan geçen yıllar içerisinde o robotun akıbeti ne oldu, hala haber yazıyor mu, borsa haberlerine geçebildi mi, bilmiyorum.
O haberin yayımlandığı dönemde gazeteciler arasında yol açtığı endişenin gerçekleştiğine, gazeteciliğin gazeteciler olmadan yapılabilen bir iş olduğuna dair henüz somut veriler yok.

Oysa, robotun dünya gazetecileri arasında yol açtığı endişenin nedeni tam da buydu: İşimizi robotlar yapacak ve biz de işsiz mi kalacağız?
İşleri makinelere, robotlara yaptırmak, böylece de fazla mesai, maaş zammı, daha fazla tatil, sendika falan talep etmeyen “işçiler”e sahip olmak patronların hayali olsa gerek.
Aslında, bu işçilerin de hayalidir! Tabii, bir temel farkla: Makinalar, robotlar işi yapsın, insan ancak zorunlu olduğu kadar çalışsın, ihtiyaç kadar üretilsin, üretim eşit bir şekilde paylaşılsın.
Yani, işi robotlara yaptırıp serveti patronlara aktarmıyor, insanları işsizliğe ve sefalete mahkum etmiyorsak buyursun gelsin robotlar!

Neyse, bu eski ekonomi-politik tartışmayı açıp sürdürmek değil derdim. Memleketin, işi bu olan gazeteciler için bile konuşmayı ve sormayı neredeyse imkansız hale getiren siyasi ikliminde, boyuna posuna bakmadan bir bakana laf eden robota dikkat çekmek istedim.
Mutlaka izlemiş, duymuşsunuzdur. İzlerken dudağınızın kenarına bir tebessüm de iliştirmişsinizdir!

Ankara’da yapılan Güvenli İnternet Günü programında sunuculuğu tutup bir robota verdiler. Robot, önce söz alan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Ömer Fethi Sayan’ın konuşması sırasında efendiliğini hiç bozmadı. Ancak, kürsüye Ulaştırma, Denizcilik Ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan çıkıp da konuşmaya başlayınca bir şeyler oldu robota.
Önce, “Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” dedi robot Sanbot. Herhalde içinden bir ya sabır çekmiştir Bakan. Sanbot sık sık sözünü kesince sinirlendi doğal olarak, sabrı bıraktı; “Robotu kim kontrol ediyorsa onun gereğini yapın lütfen” dedi, konuşmasına devam etti.
Robot işte, mesajı alamadı ve bu kez “Neden bahsediyorsun?” deyiverdi bakana.
Sonrası malum; erken öten horoza yapılanı yaptılar, robotun fişini çekip ona yeni format attılar.

Sanbot şanslı aslında; Bakan, “Lütfen” falan dedi, gereğinin yapılmasını isterken. Bir başka devlet büyüğüne o hadsizliği yapsaydı başına neler gelirdi düşünmek bile istemiyorum.

Robot işte; memleketin nereden nereye geldiğini nereden bilsin. Devlet büyüklerinin mitinglerde talepte bulunan vatandaşı susturduğunu, yanına gelip itiraz edenleri “ananı al git” diye kovaladığını, zamanla işi soru sormak olan gazetecilerin bile soru soramaz olduğunu nereden bilsin?

Seçim kazanan başbakanların bile git denilince susup gittiğini, seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınmalarına itiraz etmediğini nereden bilsin?

Robot Sanbot Çin malıymış galiba. Bir tekerlememiz vardı, çocukluğumda teknoloji karşısında hayranlığımızı ifade etmek için kullandığımız: “Çin işi, Japon işi; bunu yapan iki kişi.” Hangi iki kişi ise Çin işi Sanbot’u yapan, memleketin siyasi iklimine dair hiçbir şey fısıldamamışlar kulağına.

Sen tut, bir devlet büyüğü konuşurken; “Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” de. Orada durma; “Neden bahsediyorsun?” diye de üstele!

Şu iki cümlecik o kadar çok gazetecinin dilimin ucuna geliyor ki büyük nutukları dinlerken, robot olmadıklarından belki, robot gibi fişleri çekilir korkusuyla, susuyorlar!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Bana gerçekleri anlatma - NAZIM ALPMAN

Bir toplumun gerçeklerle olan yakınlığı ya da uzaklığı, o toplumun gelişmişlik düzeyi bakımından fikir verebilir. Özellikle acı gerçekler söz konusu olduğunda, gerçeklerle yüzleşmenin ağır sonuçları yaşanabilir.

Bu durumu en çok hastanelerde görebiliyoruz.
Ağır hastanın kaybedileceğini öğrenen yakını, tepkisini öncelikle doktorlara yöneltebilir. Ki bu türden pek çok olay yaşanıyor. Büyük hastanelerde doktorlara saldıranlar, kesici aletlerle hücum edenler, hatta ateşli silah kullananlar bile olabilmektedir.
Ne pahasına olursa olsun doktor hastayı yaşatmalıdır. Oysa doktor da böyle düşünmektedir. Zaten ettiği Hipokrat yemini bunu gerektirmektedir. Ama hasta yakını eğer toplumsal gelişmişlik bakımından negatif bir çizgide bulunuyorsa, doktoru asla anlayamaz.
Toplumsal gelişmişlik eğrisi alt sınırlarda seyrederse böylesi olayların esas müsebbiplerinin kim olduğu asla görülemez.
Hastanelerde son yıllarda doktorlar, hemşireler, elemanları pek çok defa hasta yakınlarının saldırılarına maruz kaldılar.
Hastaların ve yakınlarının doktorlara saldırılarıyla toplamsal gelişmemişlik arasında doğru orantı vardır. Hatta ağır vakalarda, ağır cehaletten söz edilebilir.
Onlara huzur veren ilacın sırrı bilgisiz toplumun reçetesidir:
“ Bana gerçekleri anlatma!

Ege’nin uranyumu
Ege Bölgesi’nin meşhur olmuş pek çok ürünü vardır. Başta zeytin, zeytinyağı olmak üzere üzümleri, şarapları, incirleri, bademleri, şeftalileri, elmaları armutları gibi say sayabildiğin kadar…
Bir de hepsinin üstünden atlayıp, onları çöp haline getirebilecek kadar güçlü –ama meşhur olmamış- değeri var: Uranyum!..
Bu güçlü ürün nükleer yakıtın hammaddesini oluşturuyor.
Ancak bunu kimseler bilmiyor. Hatta üzerinde yaşayanlar bile…
Çevre gazeteciliği denildiğinde akla ilk gelen isim olan Evrensel gazetesinin İzmir Muhabiri Özer Akdemir’in son kitabı “Uranyum Uğruna” adlı çalışması ülkemiz içinde sessizce patlatılmış “Mini-Çernobil santralleri” olduğunu ortaya koyuyor.

1970 ile 1980 yılları arasında Maden Tetkik Arama kurumu (MTA) Manisa’nın Köprübaşı ilçesinde bağlı Kasar köyünde uranyum madeni işletilmiş. Hatta yarı mamul madde olan Yellow Cake (Sarı Pasta) bile üretilmiş.
Amerikalılarla ortak işletilen bu madenler, 1980’de terk edilmiş. Öylece olduğu gibi bırakılıp gidilmiş.

Sonra?
Sonrasını kimse sormasın diye konu bile edilmemiş. Maden bölgesinin üzerinde yaşayan insanlar, otlayan hayvanlar, onların sütlerini içen insanlar, derelerinde yüzen balıklar, hepsi hep birlikte radyasyona maruz kalarak hayatlarına devam etmişler. Hâlâ da ediyorlar.

Özer, kendisine bu bilgileri veren Doç. Dr. Enver Küçükgül ve Jeofizik Yüksek Mühendisi Erhan İçöz ile birlikte uranyum madenlerinin bulunduğu köye gidiyor. Onlara da madenlerde çalışmış bir köylü rehberlik ediyor. Ellerinde radyasyon ölçen bir alet ile her yerde ölçüm yapıyorlar.
Sonuç mu?
Kabul edilebilir radyasyon limitlerinin tam 140 kat fazlası olduğunu tespit ediyorlar!..

Bu ürpertici sonuçları alınca Köprübaşı Belediye Başkanı Zafer Mergen’e gidip durumu anlatıyorlar. Genç başkan ilgi ve kaygı ile onları dinliyor. Sonra fikrini söylüyor:
“ İlçemizin böylesi radyasyon sorunu ile anılması ilçeye zarar verir. Bizim buranın tek geçim kapısı çilek üretimidir. Lütfen bu şeyleri söylemeyeyim. Zaten bizi kimse uyarmadı! Yakında da seçimler var. Ben de köylüyüm, bize bir şey olmadı şimdiye kadar...!

Bir başka mini Çernobil ise Aydın’ın Söke ilçesine bağlı Kisir Köyünde yaşanmış. 12 Yaşında çocuklarda kanser tespit edilmiş. Sekiz aylık hamile kadının karnında bebeği ölmüş. “Eceliyle” ölüp gidenlerin kaçı uranyuma bağlı kanserden hayata veda ettiği ise bilinmiyor. Çünkü araştırma yapılmamış.
Özer’in kitabı tam bir korku filmi senaryosu gibi… Ama ne yazık ki, film senaryosu değil, çıplak elle tutulan bir gerçek.


Nazım Alpman / BİRGÜN

7 Şubat 2018 Çarşamba

Dış işleri - ORHAN GÖKDEMİR

2017 Mart'ında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın “cebren ve hile ile” Türk Konsolosluğuna girip “evet” propagandası yapmasına izin vermemesiyle başlayan kriz bir yıl sonra geri dönülmez bir noktaya ulaştı. Hollanda Dışişleri Bakanlığı, iki ülke arasındaki normalleşme girişimlerinin sonuçsuz kaldığını ifade ederek Türkiye'deki büyükelçisini resmi olarak çektiğini duyurdu. Türkiye'nin Hollanda'ya yeni büyükelçi ataması da kabul edilmeyecekti haliyle. Açıklamadan anlaşılıyor ki bir yılı aşkın bir süredir iki ülke arasındaki sorun çözülmek bir yana kronikleşmiş.
Türkiye’de bir süredir “diplomasi” diye bir usul, “diplomat” diye bir meslek kaldı mı bilmiyorum. “Monşer” diye söve söve bitirdiler mesleği. AKP’lilerin yakınlarını atadılar monşerlerden boşalan makamlara. Dış ilişkilerde kriz çıkınca sokaktan verilen mesajlarla yürütülüyor diplomasi. Bir avuç tuhaf adam portakal bıçaklayarak vermişti Hollandalılara gereken cevabı. Sonuçta Hollanda gibi bir ülke ile ülkemiz arasında büyükelçilik düzeyinde bir temsil ilişkisi kalmadı.
                                                                  ***

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in sözcüsü Dimitri Peskov, Cumartesi günü Suriye'nin İdlib bölgesinde düşürülen Rus savaş uçağı ile ilgili bir açıklama yaptı. Peskov, Suriyeli muhaliflerin omuzdan atılan füzeleri kullanmasının tüm devletler için büyük bir tehlike olduğunu söyledi. Yani herkes uçağı kimin vurduğunu biliyor. Tek soru uçağı vuran silahı “Suriyeli muhaliflere” kimin verdiği noktasında.

Fakat şu var ki Türkiye “Suriyeli muhalifler”in kendilerine “ÖSO” adını uygun görenlerini modern silahlarla donatıp Suriye topraklarına soktu iki hafta önce. 15 gün geçti üzerinden. Suriye’ye girip girmedikleri, nerede ne yaptıkları belli değil. Nitekim Rus basını uçağı düşürenin ÖSO’nun bir parçası olan “Ceyş el Nasır” adlı cihatçı çete olduğunu iddia ediyor. Mesela askeri uzman Vladimir Popov "Türkiye yanlısı militanların Rus uçağını vurduğu gayet açık" diyor. Haklı mı haksız mı, bunları söyleyecek kanıtları var mı yok mu başka bir konu. Olayın kahramanları Suriye’nin meşru, yasal hükümetini devirmek için Türkiye’nin askeri gücü arkalarında, törenle Suriye’ye girdiler. Konumuz bu.

Türkiye’de bir süredir “askerlik” diye bir meslek, “harekâtı sevk ve idare” diye bir usul kaldı mı bilinmez. Bilinmiyor çünkü bugünlerde olup biteni konuşmak, eleştirmek kendini içeride bulmayı göze almakla mümkün. O sırada fırsattan istifade “Kuvayı Milliye” bile ilan ettiler çeteyi. Mevzu nasıl dönüp dolaşıp oraya geldi muamma. Bildiğimiz kadarıyla Kuvayı Milliye işgal edilmiş vatanını savunan bir güçtü. Bunlar Suriye’yi fethe çıktılar…
Ayrıca bizim iktidar çevreleri dışında herkesin ödü patlıyor bu “kahraman”ları görünce. Suriye'nin İdlib kentinde bu çetenin düşürdüğü Rus uçağının pilotu canlı ele geçirilmemek için yanında bulunan el bombasını patlattı mesela. Kendini havaya uçurdu. Çünkü Türkiye tarafından vurulan önceki Rus uçağının pilotunun başına gelenleri biliyordu.

Suriye’nin her yanında emperyalist ordularca imal edilip ülkenin üzerine salınmış “yürüyen ölüler” dolaşıyor uzun zamandır. İslamcı veya cihatçı diyorlar kendilerine. İnsan eti yiyerek besleniyorlar. İnsanlık tarihinin görüp görebileceği en vahşi çeteden söz ediyoruz. Kafa keseni var, ciğer söküp yiyeni var, canlı canlı esir yakanı var, tecavüzcüsü var, esir ticareti yapanı var. Onlara yakalanmaktansa kendini havaya uçurmak evla haliyle. Öyle yaptı Rus pilot da.

Bu sahnenin üzerine geldi son gelişme. Vatikan'da bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Papa Francis, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile ortak mücadeleye değinerek, dinleri terörle ilintilendirmenin yanlış olduğunu vurguladı. Yanlıştır evet. Fakat Ortadoğu’da dönen dolaplar tam tersini söylüyor.

                                                                   ***

İslamofobi ile mücadele için Vatikan seferine çıkan Erdoğan, ziyareti öncesinde İtalyan La Stampa gazetesine bir de mülakat verdi. La Stampa yayın yönetmeni Molinari, Erdoğan'a "Bir inanç insanı olan Papa ile buluşacaksınız. Siz de inançlı birisiniz. Bu sizin kişiliğinizde ne kadar etkili?" diye sordu. Yanıtı şöyle oldu: "Benim için dindarlık her şeydir, ondan taviz vermem. Dinimin bana emrettiği her şey benim için bir ilktir.” Molinari'nin, İtalya’da Erdoğan'ı protesto gösterilerinin düzenleneceğini hatırlatarak "Bu göstericilere nasıl seslenmek istersiniz?" diye sorması üzerine de şunları söyledi: "Ben teröristlere değil teröristlerin karşısında olanlara hitap ediyorum. Teröristlere ise Afrin'de hitap ettiğim gibi hitap ediyorum, çünkü onların anladığı dil, o dildir. Bundan sonra da yine aynı dille hitap edeceğim." Yanlış anladım mı diye baktım. Hayır, bir yanlış anlama yok. Roma’daki göstericilere “Afrin’deki gibi” hitap edeceğini söyleyen bir cumhurbaşkanı var…

Dedim ya artık ülkede “diplomasi” diye bir usul yok. Olsaydı “diplomatik kriz” çıkması işten değildi. Çıkmadı. Olmayınca olmuyor demek ki!

                                                                  ***

Dış politika iç politikanın bir yansımasıdır. Dışarıda neyse içeride de durumumuz o. Hak hukuk dümdüz edildiğinden her şey yolunda gidiyor içeride de. Bir işçi daha yakmaya kalktı kendini, yine haber olmadı. Bir AKP’li belediye başkanı haber vermişti kendini yakan emekçilere devletin şefkatli yaklaşımını. Birinin kendini yaktığı doğruydu ama olay kurgu mu değil mi araştırıyorlardı.
                                                                  ***

İçeride dışarıda ülke tuhaf gelişmelerle karşı karşıya görüldüğü gibi. Bir açıdan bakınca yaprak kımıldamayacak gibi. Diğer açıdan her türlü gelişmeye, her türlü patlamaya gebe bir siyasal iklim bu. Bakın mesela, II. Abdülhamid'in dördüncü kuşak torunu Orhan Osmanoğlu, dedesini kastederek, “31 Mart vakasında ve tahttan indirildiği zaman bugünkü zamana benziyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başına gelenlere benziyor. Çok dikkat etmemiz lazım” dedi. Şöyle bitiyor konuşması: “Onu damadı, yanındaki paşaları anlayamadı. Tek başına olan bir insandı. Çok düşmanı vardı. Şairlerimiz, din adamlarımız anlamadı. Yalnız adamdı. Garibanın sultanıydı. Sahip çıkılmadı." Dedesi ile laik bir cumhuriyetin cumhurbaşkanı arasında neden böyle bir karşılaştırma yapıyor anlayamadım gerçi ama olsun! Uyarısı dikkate şayan…

Torun sultanın “31 Mart” dediği tarihimizdeki en büyük gerici ayaklanma. Bir kısım alaylı askerin “mektepli subaylar çok eğitim yaptırıyor, Cuma’ya gidemiyoruz” bahanesiyle isyan etmesiyle başlamıştı ayaklanma. Ama zıvanadan çıktı olaylar bir süre sonra. Yüzlerce asker ve sivilin ölümü pahasına bastırıldı. Sonunda devirdiler Orhan Osmanoğlu’nun “yalnız ve despot” dedesini. Ta 1876’da meşruti bir rejim vaadiyle gelmiş, gelir gelmez Osmanlı-Rus harbini bahane ederek anayasayı rafa kaldırmış ve 33 yıl boyunca orada kalmasını sağlamıştı. Sonra gelip alaşağı ettiler ve anayasayı raftan indirip yürürlüğe koydular. İyi bir şeydir yani dedesinin alaşağı edilmesi.

                                                                  ***

İçeride dışarıda başarıdan başarıya koşuyor AKP’nin tek parti iktidarı. Tek sorun böyle şom ağızlıların baş göstermesi. Bunun akrabası olan işportacı Nilhan da böyle tuhaf şeyler söylüyor ara sıra. Subliminal mesaj veriyorlar sanırım. Devlet iradesinin bunu görmezden gelme aymazlığına düşeceğini ise hiç sanmıyorum. En azından Cem Küçük büyük resmi görüp büyük oyunu hemen fark edecektir.

Birkaç günlük olayları arka arka sıraladım. Oluşan resmi siz de görmüşsünüzdür. Herkes sultanı devirmek istiyor gibi sanki. Su uyur düşman uyumaz. Çok dikkat etmemiz lazım, çok! 

Orhan Gökdemir / SOL

5 Şubat 2018 Pazartesi

Rabbim hacamat dedi! - MEHMET KUZULUGİL

Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan’ın pek sevgili sağ kollarından birisiydi. 2002 seçimlerinde adaylığı reddedilen Erdoğan’ın yerine onun isteğiyle birinci sıradan aday oldu. Yine Erdoğan’ın kararıyla ilk AKP kabinesinde Maliye Bakanı olarak yerini aldı.
Özelleştirme şampiyonuydu. TÜPRAŞ, TEKEL, ERDEMİR, İSDEMİR, SEKA, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Sümerbank (Sümer Holding) ve başka bir sürü işletme yanında bir sürü liman.

2009’da biraz da sağlık sorunları nedeniyle karşıdevrimin bu en hızlı koşusuna ara verdiğinde Erdoğan’ın da yavaş yavaş taşımakta zorlanmaya başladığı bir “renkli” sicil oluşturmuştu.

Çocuklarının, damat ve gelinlerinin on parmağında on marifet vardı! “Niş” sektörlere muhteşem girişler yapıyorlardı. Oğlu Abdullah Unakıtan kuş gribi paniğinin yaşandığı dönemde pastorize yumurta (likit yumurta) işinden iyi para kazandı örneğin. Gerçek girişimci ruh! Dönemi oku, ihtiyacı sapta, yatırımı yap ve paranı kazan. Tabii sen bu hamlenin hazırlıklarını yaparken, babacığın AB uyum yasaları gereği, büyük şirketlere ve pastanelere pastorize yumurta kullanma zorunluluğu getiren yönetmeliği çıkarıversin!

Hikayeleri uzun, oğlanın şirketinin adı AB Gıda! Bir de Mısır ithal etme hikayeleri var. Gümrük vergisi yüzde 25’ken “tavuklarını beslemek için” ithal ettiler. Vergi daha sonra sırayla yüzde 45’e ve 70’e çıktı!
Çocuklarının şirketleri çok gündem olduğunda, “Ne yiyecek bu çocuklar, Adama, 'soyadımı taşıma' mı diyeceğim. Soyadını mı değiştirecek, babası Maliye Bakanı oldu diye” sözleriyle “onurunu” savunmuştu.
Ciddi sağlık sorunları vardı.
2005’te yaşadığı bir zehirlenmeye bağlı dehidratasyon sonucu böbrekleri iflas etmişti. Tel Aviv’de Kök hücre operasyonları ile çözüm aradı, sonuç alamadı. 2013’te dünürünün verdiği bir böbrek nakledildi kendisine.
Bu arada da ciddi bir kalp sorunu.
Unakıtan’ın unutulmayacak onlarca hikayesi (!) hafızalara kazınmış sivri cümlesi varken, Cleveland’da geçirdiği kalp operasyonu onun eşine ait “Rabbim Cleveland dedi” cümlesi ile anılmasını sağladı.
Kemal beyin ciddi bir kalp operasyonu geçirmesi gerekiyordu. Aile kaygılıydı. Karar veremiyorlardı. Sonuçta para afedersiniz biraz çok gibi, yani bizim “şurada yapsak SGK öder mi” türü kaygılarımız onlarda sözkonusu değil. Böyle olunca seçenekler çoğalıyor, karar vermek zorlaşıyor. Sonunda kararsızlığı bozan Ahsen hanımın gördüğü bir rüya oldu.
Ahsen Unakıtan, ameliyatla ilgili kararlarını da böyle açıklamıştı: Rabbim Cleveland dedi!
Rabbim büyük, rabbim kullarını seviyor. Herkese durumuna göre yol gösteriyor. Düşünsenize, aynı sıralarda bir SSK hastanesinde yatmış sırasını bekleyen bir hastanın eşinin rüyasına girip “Cleveland” dese… Şüphesiz islam kolaylık dinidir.
Kemal beyi, iki yıl önce kaybettik. 70 yaşındaydı. Maslak Acıbadem Hastahanesi’nde gördüğü tedavi iflas etmiş bedenini hayatta tutamadı.

Edirneli Kemal beyi niye andım?

Dün Edirne’de bir hekim yine hastanede hasta yakınlarının saldırısına uğradı. AKP’nin 15 yıldır değişmeyen sağlık politikası: Sağlık sisteminin yarattığı tüm sorunlarda hekimleri ve sağlık çalışanlarını hedef göstermek. Buna son günlerde yine bizzat Erdoğan’ın “önderlik” ettiği TTB operasyonu eklendi. Uluslararası saygınlığı olan bir tıp profesörü birkaç gün önce Cerrahpaşa Hastanesi önünde hastalara ve yakınlarına yalvarıyordu, “hekimler sizin sağaltıcılarınız, onlar sizin yaşamınız için çalışıyor. Onlara sahip çıkın” diye. O böyle derken, rabbim “saldır!” diyordu.

Beklenmeyecek şey değil, yine bir sağlık çalışanı saldırıya maruz kaldı.
Ve yine bu günlerde, kara çarşaflı kadınları eliyle Türk Tabipleri Birliği, yani hekimlerin meslek örgütü, Erdoğan'ı selamlayan bir pankartla protesto ediliyordu: Dik dur eğilme, hacamatçılar seninle!

Sanırım çoğu kişinin ilk tepkisi aynı olmuştur. Hep beraber, “bunlar bu kafayla, sağlıkta işleri imamlara ve hacamatçılara bırakacaklar” diye düşündük. “Eh, o zaman görürsünüz hacamatçılarla ne kadar oluyormuş sağlık. Hekimleri hedef göster, hacamatçıları sokağa sal. Zaten hastanelerde imam kadrosu açalı yıllar olmuş.”

Safız biraz. Beyefendiler, grip olduklarında gizli ortağı oldukları hastanelerde kat kapatıyorlar!

O yetmediğinde “rabbim” devreye giriyor, Cleveland diyor.
Başta söylemiştim, herkese durumuna göre. İslam kolaylık dini.
Parası yetene “rabbim” Cleveland diyor.
Yetmeyene çare yok mu?
Var!
Onlara da, “rabbim” hacamat diyor. Yanında “pılasebosu” bedava.

Mehmet Kuzulugil / SOL 

Bir Osmanlı Öyküsü: Naima, Celaliler ve “Terörle Mücadele”.. - TANER TİMUR

Star gazetesinde beş gün önce şu satırları okuduk: “Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr. Ali Erbaş, Afrin operasyonu ile ilgili olarak, ‘Onlar oralarda çarpışıyorlar, biz burada Kuran kursları açıyoruz. Onlar orada, biz burada cihada devam ediyoruz’ dedi.” (Star, 28 Ocak). Aynı günlerde TBMM Başkanı İsmail Kahraman da harekâtı bir “Cihad” olarak tanımlıyordu.

Çoktandır biliyoruz; Osmanlı din, devlet ve adalet anlayışını özleyenler var; “savaş koşulları”nda coştukça coşuyorlar; üstelik devletin kilit mevkilerini de tutmuş vaziyetteler.

Oysa kuramda ve eylemde Osmanlı “adalet anlayışı” neydi? 
Osmanlı, “fitne” ve “eşkiyalık” olarak adlandırdığı ayaklanmaları nasıl bastırıyordu?

Bunları yeterince biliyor, tartışıyor muyuz?

•••

Osmanlı adalet anlayışı, kuramda, “Siyasetname; Nasihatname; Pendname; Kâbusname” gibi çeşitli başlıklar altında sayısız eserde ve buhran zamanlarında da padişahların yayımladıkları “Adaletname”lerde ifadesini bulmuştur. Bunlardan Kınalızade Ali Efendi’nin “Ahlak-ı Alâi”si (16. yüzyıl; yeni baskı İz yay. 2005), Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı ile birlikte, yakınlarda bizdeki “Asya Tipi Üretim Tarzı – ATÜT” tartışmalarında temel referans olmuştu. Bu anlayış esas olarak Aristoteles’in “altın kural”ı sayılan “itidal” (ılımlılık) ilkesine dayanıyordu.

•••

Kitaplar ve fermanlar bunu yazıyordu; oysa Osmanlı yazarlarının genellikle “fitne ve eşkiyalık” hareketleri olarak gördükleri halk ayaklanmaları sırasında, “saha”daki durum neydi? Başka bir deyişle Osmanlı’nın “terörle mücadelesi” nasıldı?

•••

Bu konuda tarihimize “Kuyucu Murat” diye geçen sadrazamın “Celali”lere karşı kullandığı yöntemler aklıma geldi. Yıllar önce ünlü vakanüvis Naima’nın tarihinde bunların nasıl anlatıldığını incelemiştim. Osmanlı devlet ve adalet anlayışının pratikte nasıl işlediği aslında bugün de tarihçilerimize temel kaynak teşkil eden vakayinamelerde anlatılmıştır.
“Osmanlı hasreti”nin ağır bastığı bu günlerde o çalışmamdan bir sayfayı alıntılamanın yararlı olabileceğini düşündüm. Bugün “Cihad” çağrılarında bulunanların bunları bildiklerinden emin değilim. Batılı tarihçilerin her yazdığını “oryantalist bakış açısı” diye aşağılayanlar hiç olmazsa Naima’yı okumalılar..

•••

Kuyucu Murat ve Celaliler.. (Osmanlı Çalışmaları, İmge yay. 4. baskı 2010).

“Kuyucu Murat Paşa, Derviş Paşa’nın 1606’da idam edilmesi üzerine Belgrat’tan çağrılarak sadaret mührü kendisine verilmişti. Derviş Paşa’nın idamı klasik çağda Osmanlı saray entrikaları ve gayrimüslim sarrafların dolaylı şekilde kullandıkları siyasal güçleri açısından açıklayıcı niteliktedir.

17. yüzyılın ünlü vakanüvislerinden Naima’nın anlattığına göre Derviş Paşa Yahudi sarrafına olan borçlarını çok bulmuş ve ödemeyeceğini hissettirmişti. Sarraf da Paşaya yaptırdığı konağa, padişah sarayına doğru giden gizli bir kanal ilave ettirmiş ve daha sonra da Paşa’nın düşmanı olan kapıağasına giderek “Padişaha vezirin suikasti vardır” diye ihbarda bulunmuştu. Derviş Paşa bu ihbar üzerine idam edilmiştir. (Naima Tarihi; İstanbul, 1968, cilt I, s. 472).

Murat Paşa daha önce dört yıl Yemen valiliğinde bulunmuş ve çok servet yaptığı için yiyicilikle suçlanarak azledilmişti. Hatta bir süre de Yedikule zindanlarında hapsedilmişti.(Cengiz Orhonlu; İslam Ansiklopedisi, Kuyucu Murat Paşa) Ancak otoriter ve enerjik kişiliği dolayısıyla iç isyanlar sırasında yeniden kendisine ihtiyaç duyuldu ve veziri azamlığa getirildi.

•••

Murat Paşa, Anadolu ayaklanmalarını bastırmaya başlayınca bazı başkaldırmış liderler kendisine katılmak istemişlerdi. Bunlardan Saraçzade Ahmed, Konya’da kendisine baş eğmiş ve kuvvetleriyle Murat Paşa’ya iltihak etmek istemişti. Kuyucu Murat’ın “kaç kişiyle bana yardım edebilirsin?” sorusuna “30.000 kişiyle” cevabını veren Saraçzade derhal öldürüldü. Çünkü 30.000 kişiye hükmeden biri, Murat Paşa’ya göre çok tehlikeliydi. 

Aydın civarında ayaklanan Yusuf Paşa ise Osmanlı yönetimi için ayrı bir tehditti. Anadolu’daki birçok lider gibi Türkmen asıllı olan Yusuf Paşa, Naima tarihinde “Türk-i bed liva” (çirkin suratlı Türk) olarak tanıtılır (Cilt II, s. 536). O da, kendisine sözde Karaman beylerbeyliği verilerek İstanbul’a davet edilmiş ve orada tuzağa düşürülerek öldürülmüştür.
Bu gibi tuzakların dışında, Murat Paşa’nın sistemli bir şekilde kullandığı yöntem kırım yöntemiydi. Sadece ayaklanma halindeki halkı değil, ayaklanma potansiyeli sezdiği herkesi acımasızca katletmişti. Naima, eserinde cellatların, yeniçerilerin ve içoğlanların bile öldürmeyi reddettikleri yok edilmiş bir Celali’nin küçücük, yetim çocuğunu, Paşa’nın kendi elleriyle nasıl boğarak kuyuya attığını anlatır. Kuyucu Murat bu cinayetini, “Malumdur ki Kalenderoğlu ve Kara Said gibi eşkiyalar anasından at ve mızrak ile doğmadı. Hep böyle çocuk idiler. Sonradan büyüyüp âlemi fesada verdiler…” diyerek savunmuştur. (Naima; II, s. 577)

Murat Paşa’nın ayaklanmayı bastırma eylemlerinin özü son olarak verdiğimiz örnekte yatmaktadır. Ne var ki bunun bedeli Anadolu halkı için çok ağır oldu. Osmanlı tarihçilerine göre Kuyucu Murat Paşa 70.000-100.000 arasında köylüyü kılıçtan geçirmiştir. İşin ilgi çekici yönü de Murat Paşa’nın bu kırımcı politikasının Osmanlı ideolojisinde övgüsünün yapılmasıdır. Naima tarafından “bütün büyüklükleri nefsinde toplamış” bir “merdi meydan ve pehlivanı devran” olarak övülen Kuyucu Murat Paşa (Naima; C. II, s. 566-567), Osmanlı Devletinin klasik çağda kendine özgü merkeziyetçiliğinin simgesidir.”

•••


Kitabımdan yaptığım alıntı burada noktalanıyor. Kuşkusuz Osmanlı mirası Kuyucu Murat ve benzerlerinden ibaret değildi. Onun yanı sıra, Kanuni’ler, Sokollu’lar, Fazıl Ahmet paşalar (vb) da bu mirasın bir parçasını teşkil ediyor. Ne var ki her buhran döneminde yeni “kuyucu”lar da hortlamaktan geri kalmıyor. Ve “Cihat” çağrılarının çoğaldığı, “Barış” diyenlerin gözaltına alındığı bugünlerde tüm hakseverlere de direnmek kalıyor. “Fitne”cilik, “eşkıya”lık suçlamalarına aldırış etmeden..

Taner Timur / BİRGÜN

Sol ‘ifrit’se sağ teferruattır - TAYFUN ATAY

Fransız sosyolog Durkheim’in en parlak öğrencilerinden Robert Hertz, kısa ömrüne (1881-1915) abide bir yazı sığdırmıştır: “Sağ Elin Üstünlüğü: Dinsel Kutuplaşma Üzerine Bir Çalışma” (1909) başlıklı deneme, pek çok dünya toplumunda sağ elin sol el karşısında nasıl öncelikli, değerli, prestijli ve makbul sayıldığını örnekler.

“Solak” olanlar hemen her yerde cezalandırılmış, alaya alınmış veya ellerini kullanmaktan alıkonulmuşlardır. Toplumların pek çoğu sağ elle yemeyi teşvik etmiş, o elle selamlaşıp tokalaşmayı kurallaştırmıştır. Buna karşılık sol el, bizde de olduğu gibi “taharet” için kullanılıp kirlilik ve pislikle özdeştirilmiştir.

Tarihte sağ el, soyluluk ve aristokrasinin simgesidir; sol el ise köleliğin ve “ayak takımı”nın… Nitekim, siyasette sağ ve sol terimleri de benzer bir itkiyle 1789 Fransız Devrimi’nden köken alır. Devrim-sonrası açılan Birinci Cumhuriyet Meclisi’nde yeni sınıf burjuvazinin itici gücünü oluşturduğu, eşitlik ve radikal değişiklikten yana “ayak takımı”, yani halkı temsil edenler toplantı salonunun solunda, aristokrasi, yani soylular, sağ tarafta konumlanmıştır.

Hertz’in Yeni Zelanda Maorilerinden aktardıkları, “sağdan yana çark” yelpazesinin genişliğini gösterir. Maorilerde de sağ taraf kutsal, iyi ve yaratıcı olanı, sol taraf ise dünyevi, rahatsız edici, kuşku uyandırıcı olanı simgeler. Sağ, hayatın ve gücün tarafıdır; sol ölümün ve zayıflığın...

İnsan toplumsallığında böylesine yaygın, ortak ve “doğal”laştırılmış bir başka sembolik eşitsizlik bulmak zordur. İngilizcede “sağ’ anlamına gelen “right”, hem “hak” hem de “doğru” demek. “Solak” anlamına gelen “left-handed” sözcüğünün ise aynı zamanda acemi, salak, sinsi, entrikacı, ikiyüzlü gibi anlamları olduğu belirtiliyor sözlüklerde.

Bizde de “sağ”dan yana “verim” hayli yüksek; o, aynı zamanda “canlı”, hayatta ve sağ-lıklı demek…
İstenmedik olaylara duygusal tepki verip öfkelenenler “sağduyu”ya davet edilir.

Kapıdan çıkarken önce sağ adım atılır.
Sağ omuzda iyilik melekleri, sol omuzda kötülük melekleri oturuyor denir.
Halkın arasında zaten yaygın, “sağ”ın “sol”a ezici üstünlüğü yargısına bir de Diyanet tuz-biber ekti geçen hafta. Sözcü’de Ali Ekber Ertürk’ün aktardığına göre sol elle yemekte bir sakınca var mı şeklinde yöneltilen soruya Din İşleri Yüksek Kurulu fetvayı yapıştırmış:
“Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşılamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yeyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle yemek yemeyi öğretmiştir. Hz. Peygamber'in sağ elle yeme ve içme konusundaki tavsiye ve irşadlarına uymak her müslümanın vazifesidir.”

Pekala, Din İşleri Yüksek Kurulu karşısında “Cin İşleri Yüksek Kurulu” gibi çalışan sosyoloji disiplininin öncülerinden Durkheim’in öğrencisi Hertz nasıl bir açıklama getiriyor bu “sağ”dan yana basan çoğunluk ruhuna insanlığın; bir de ona bakalım!..

Hertz, “sağ”dan yana bu eşitsiz ayrımcılığın temelini, bir bakıma üç büyük semavi dinin "arkeoloji"sinde olduğu da kuvvetle öne sürülen “güneş tapımı”na kadar geri götürmek gerektiğini belirtmekte.
Dua ve ayinlerde ibadet edenler, genellikle güneşin doğduğu yöne, yani hayatın kaynağına doğru dönerler ve vücudun yön noktalarına bakıldığında batı, arkada kalır; güney, sağ tarafta; kuzey ise sol tarafta. Buna bağlı olarak, güneş ışığı vücudun sağ tarafında parıl parıl parlarken sol taraf kuzeyin “uğursuz” gölgeleriyle kaplanır (Hertz’den akt. Fiona Bowie, “The Anthropology of Religion”, 2000, s. 41-43).

Görüldüğü gibi, bizim “Din İşleri”nin 21’nci yüzyılın başında hâlâ takıntı yaptığı bir “evrensel” ayrımcılığa 20’nci yüzyılın başında “cin gibi” bir açıklama getirmiş Hertz...
Bana göre de insanlığın en zehirli ruh halinden istim almakta bu eşitsiz sembolizm: Çok olanın, çoğunlukta olanın, yaygın olanın doğru ve haklı; az olanın, azınlıkta olanın, ayrıksı olanın (yani ‘solak”lığın) yanlış ve haksız sayılması bu.

Evet, insanlığın en zehirli ruh hali bu, ama aşılmaz değil: Sanatta-edebiyatta sol elin yaratıcılığını, sporda-futbolda sol ayağın hünerlerini, ve tabii fikirde-siyasette sol aklın mucizelerini kimse göz ardı edemez!..

Fakat tüm bunlar bir yana öyle bir gerçek var ki Diyanet’in fetvasını da “solda sıfır” kılacak bir final yapma imkânı veriyor bize. Hertz de yazısını onunla bitirmiştir.

Vücudun “kutsal” addedilen sağ tarafını beynin sol yarım küresi yönetip kontrol ederken, lânetli sayılan “solaklık” beynin sağ yarım küresinin marifeti.

Bakın şimdi şu Allah’ın işine!..

O kadar yüceltilen “sağ”ın arkasında onu idare eden bir “sol” beyin var.

Ve o kadar tu kaka edilen, şeytanla özdeştirilen “sol”un arkasında da onu idare eden bir “sağ” beyin!..
E, ne demişler şeytan ayrıntıda saklıdır ya da eski deyişle ifrit, teferruatta gizlidir.

Meğer bu kadar “ifrit” sayılan sol ne yapıyorsa beynin sağ yarısı aracılığıyla yapıyor, demek ki orada gizleniyormuş!..

Ve sol “ifrit”se sağ da teferruattan ibaretmiş!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Bunlar’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Önümüzdeki seçim dönemine OHAL’e, YSK vesayetine ek olarak savaş koşullarında gidiliyor. Erdoğan’ın “Sandıklar öyle bir patlamalı ki bunlar ne olduklarına pişman olmalılar” sözleri de bu seçimlere stratejik bir önem verdiğini, stratejik bir söylemi benimsediğini gösteriyor.Kadir Has Üniversitesi’nde hazırlanan, Sosyal ve Siyasal Eğilimler Araştırması, (TSSEA-2017) bulguları bu söylemin toplumda bir karşılığı olduğunu düşündürüyor. CHP bu stratejik söylem karşısında çok zorlanacaktır. 

Farklı olmanın önemi... 
Bir siyasi aktörün başarısı, rakipleriyle arasındaki farkı belirgin biçimde ortaya koymasına, yapılacak tercihin önemini vurgulayabilmesine bağlıdır. 
Bugüne kadar seçimlerden hep başarıyla çıkan AKP liderliğinin, özellikle Erdoğan’ın bu ilkeye uygun hareket ettiğini, hatta seçmen tabanını koşullandırdığını görüyoruz. Seçimlerden hep yenilgiyle çıkan CHP’nin liderliği ise ısrarla, kendi arzularının AKP tabanındakilerin arzularına yakın, İslamcı kadar Müslüman, milliyetçiden daha milliyetçi olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece muhalefetin tabanı konsolide olmak, genişlemek yerine giderek daha parçalı, kafası karışık bir hal alıyordu. 
AKP liderliği, önce kendi tabanına sonra da toplumdaki kararsızlara konuşurken biz ve onlar/bunlar söylemini kullandı. Bu söylemin “biz” kısmını, dini simgeler, ilkeler, fantastik bir Osmanlı nostaljisi, büyük bir gelecek vaadi ile kurguladı.  

Onların” oyun bozucu, engelleyici olduklarını olumsuz simgelerle vurgularken, bunlar” gibi ifadelerle değersizleştirirken, kavramın içini boş bırakmaya, ama yine içi boş bir “terör” kavramıyla özdeşleştirmeye dikkat etti. O “Biz”in içinde olan herkes, artık her korkusunu, öfkesinin nedenini, arzusunun gerçeklemesine engel olduğunu varsaydığı şeyleri bu boş yere yazabilirdi. AKP, şimdi söylemini, savaş havasıyla, Diyanet’in “dışarda cihat içerde cihat” sloganıyla daha da güçlendirmeye çalışıyor. 
 
TSSEA-2017 
TSSEA-2017 içinde, yukardaki saptamaları destekleyecek ipuçları bulabiliyoruz. Örneğin, siyasi kimliğini muhafazakâr olarak tanımlayanların oranı 2013’ten 2017’ye yüzde 55’ten fazla gerileyerek, yüzde 39’dan yüzde 19.8’e düşerken, siyasi kimliğini dindar olarak tanımlayanların oranı 2015’ten 2017’ye yüzde 99 artarak yüzde 14.7’den yüzde 27.6’ya yükselmiş. 

Diğer siyasi kimliklerin oranlarının “milliyetçilik” dışında az da olsa gerilediği, Milliyetçi kimliği benimseyenlerde yalnızca 1.5 puanlık bir artış olduğu görülüyor. Bunlar siyasal İslamın iktidarında, muhafazakâr kimliğin dini kimliğe dönüşmekte olduğunu düşündürüyor. 

Bu gelişmenin izdüşümlerini diğeralanlarda da görebiliyoruz. Örneğin, ankete katılanların yüzde 49’u ekonomik durumlarının bir yıl öncesine göre  kötüleştiğini  söylerken, yüzde 48’i, AKP’nin ekonomik politikalarının başarılı olduğuna inanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyenlerin oranının yüzde 48 olması yukardaki iki grubun örtüştüğünü, siyasal İslamcı sadakatin, ekonomik sıkıntıyı  bastırabildiğini  düşündürüyor. 
Aynı dönemde Cumhurbaşkanı’na, polise olan güven artarken orduya olan güvenin gerilemesi, özgürlük konusuna ilgisizlik, ekonomik kaygıların en “önemi sorunlar”  listesinin alt sıralarında olması da... 

AKP ve CHP’de seçmenin liderlerine desteği artarken, CHP’de yüzde 9’luk bir kesimin Erdoğan’a destek verme eğiliminde, yüzde 9’unun da kararsız olduğu doğruysa, CHP tabanında kafa karışıklığından, bir kırılganlıktan söz edilebilir. 

AKP lideri, TSSEA-2017’de vurgulanan kutuplaşmanın ayırdındadır ve derinleştirmeye kararlıdır. CHP’nin bu kutuplaşmayı engelleyecek olanakları bugün yoktur. 

CHP OHAL’le, YSK vesayetinde, savaş koşullarında gidilecek bir seçimi kazanamaz! Dahası, CHP bu kutuplaşma içinde kendi konumunu yalnızca sözle güçlendirip, karşı tarafın seçmenine kutuplaşmanın toplum ve hatta AKP’yi destekleyenler için ne kadar riskli olduğunu anlatamaz; onların tercihlerini salt sözle dönüştüremez. Sözün arkasına, mutlaka kendi kitlesinin gücünü koyması, bu gücü biteviye  sergilemesi  gerekir. 
Güç dönüştürücüdür!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

4 Şubat 2018 Pazar

CHP ve Türkiye’nin geleceği - HÜSNÜ MAHALLİ

Salonda müthiş bir heyecan var. Türbinler süper, kulis çok hareketli. Delegeler sakin hatta ilgisiz.CHP’li olsun ya da olmasın salonun dışında herkes bu Kurultayı çok önemsiyor. Ben dâhil herkes CHP’yi son ve tek umut görüyor.İşte bu nedenle salondaki heyecan kurultay sonrasında seçilecek yeni kadrolarla tüm ülkeye yayılmalı.


Bunu başarabilecek ve toplumun farklı kesimlerini heyecanlandıracak  bir CHP kolaylıkla iktidar olabilir. Çünkü halkın büyük bölümü var olan durumdan hoşnut değil birçoğu da çok tedirgin.


AKP iç ve dış politikada ülkeyi felakete sürüklüyor. 

Evet felakete.
AKP Cumhuriyetin bütün kazanımlarını ortadan kaldırmak için her şeyi yapıyor. Özellikle eğitimde.
Sapık düşünce ve söylemleriyle medyanın konusu olan sözde din adamları toplumu orta çağ düşünce ve yaşam kalıplarının içine sıkıştırmaya çalışıyor.
Gidişat çok tehlikeli… Demokrasi sözcüğünü kullanmak bile büyük bir cesaret istiyor.
16 yılda AKP kendi ideolojisinin gereği istediği her şeyi yaptı, yapıyor ve yapacak.
Evet, yapacak çünkü devletin bütün kurumları hızla AKP’lileştiriliyor.

Yani AKP devletin partisi olacak.
Tipik bir Ortadoğu modeli… Belki de bu nedenle AKP başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’ya dalmış durumda.


Hem de bu bölgenin karmaşık ilişkilerini bilmeden ve kavramadan. Sonuç ortada. ‘Arap Baharı’nda bu yana AKP dış  ve dolaysıyla iç politikada ne yaptıysa yanlış yaptı. AKP aynı çizgide devam ediyor.


2011 öncesinde IŞİD, Nusra, ÖSO, PYD, YPG ve benzeri  örgütler yoktu. Batılı  ve Körfez ülkelerinin çağ dışı yönetimleriyle birlikte Suriye’ye müdahale eden AKP her yeri perişan etti. Şimdi de çıkmış PYD’den şikâyet ediyor.


Oysa aynı AKP 2012-2015 döneminde Esad’a ayaklansın diye PYD lideri Salih Müslim’i birçok kez Ankara’da misafir etmişti. Aynı AKP Kobani olayları sırasında ‘PKK’nın uzantısı’ dediği YPG’ye dolaylı da olsa yardım etti. Örneğin Amerikan uçaklarının İncirlik’ten kalkarak YPG’ye yardım etmesine izin verdi.Sonrası bildiğimiz hikâye: Amerikalılar Suriye’nin Türkiye ile olan sınırının 600 kilometresine yayıldı.


Şimdi şikâyet etme haklınız yok. 

Küçük bir kasaba olan Afrin için kıyameti koparıyorsunuz ama 600 kilometre boyunca sınır komşumuz olan ABD'nin, YPG’ye sesiniz çıkmıyor.
Bu da normal çünkü o bölgede AKP’nin işbirliği yapabileceği silahlı gruplar yok. Cerablus’tan Afrin’e kadar uzanan 150 kilometrelik sınır boyunda olduğu gibi. ÖSO ve müttefiki 10 kadar grup  TSK’ya yardım ediyor ya da tersi.
Suriye devletine göre bu gruplar terörist. Şam’a göre IŞİD ile savaşmak için 24 Ağustos 2016’da Cerablus, El- Bab ve Azez’e giren TSK çekilecek gibi görünmüyor ve öyle davranmıyor. 
Ankara’dan görevlendirilen ‘kaymakam, emniyet müdürü ve jandarma komutanları buraları yönetiyor’...
Arap medyasında bununla ilgili çok haber ve yorumlar var.


Önümüzdeki dönemde Ankara’nın karşı karşıya kalabileceği en büyük risk bu olsa gerek.
Suriye devleti er ya da geç Ankara’ya ‘Çek askerini buralardan’ diyecek. Çekmezse ne olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Çekerse geride AKP’nin 7 yıldır işbirliği yapıp desteklediği ÖSO ve benzeri silahlı gruplar kalır ve Suriye devleti onlardan kurtulmak isteyecektir.
Böyle bir durumda onların ideolojik yani dinsel müttefiki AKP ne yapar? Ankara ne yaparsa Tahran ve Moskova yapar!


Uzatmanın anlamı yok. AKP’nin yapması  gereken tek bir şey var o da bir an önce 2011 öncesi duruma dönmektir. Yani Esad ile dost olmak ve onunla birlikte Suriye’nin, Türkiye’nin ve bölgenin tüm sorunlarını çözmektir.


Özellikle Amerikalıların Kuzey Suriye’den kovulması.


Sonrası çok kolay.

İşte bu nedenle CHP çok önemli.


CHP başından beri doğru tutum aldı. Başından beri ‘Suriye’ye bulaşmayın’ dedi.
Başından beri ‘Radikal İslamcı terör örgütlerine yardım etmeyin’ dedi. Daha birçok uyarıda bulundu.


AKP dinlemedi  ve sonuç ortada.
Yeni yönetimiyle CHP şimdi çok daha etkin davranmak zorunda.


AKP şimdiki politikasından vazgeçmezse CHP sokaklara çıkıp gerçekleri halka anlatmalıdır. Yani Türkiye’yi kısa ve orta vadede  bekleyen hayal edilemez riskleri.


CHP; Suriye, Irak, İran, Mısır, Lübnan, Rusya, ABD, Fransa be ilgili başka ülkelere açılarak Türk halkının dostluk ve barış içinde birlikte yaşama istek ve kararlığını anlatmalı.


Yılmadan, çekinmeden ve heyecanla…


Kurultaydaki heyecan dışarı da taşmalı. Yoksa kurultayın hiç bir anlamı kalmaz.
Çünkü CHP bu kurultay sonrasında da halkın beklentilerine karşılık veremezse kendisi de biter.


AKP sistemi öyle kurguladı.


Başkanlık sisteminde yalnızca başkanın sözü geçer. Hem de her konuda ve sınırsız yetkilerle.
Bu süreci durdurmak için 2019 seçimleri son şans.
Bu şansı kullanmak için de kurultay son şans.


Yönetime kim gelirse gelsin.


Hüsnü Mahalli / YURT