10 Şubat 2018 Cumartesi

‘Kutuplaştırma’ kimin işine yarıyor? - KEMAL CAN / CUMHURİYET

Afrin meselesi, siyasi gündemi neredeyse tamamen ele geçirmiş durumda. İktidar partilerinin yöneticileri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hemen her fırsatta ve her yerde bu konuda konuşuyor.

Meselenin “iç siyaset malzemesi yapılmaması” isteği, “sadece benim söylediklerim ve uyumlu olanlar dinlensin” şeklinde uygulanıyor. “Afrin turnusolunda” aynı rengi tutturmaya çalışanlar bile suçlamalardan kurtulamıyor.

İki önemli muhalefet partisinin kongre süreci de bu iklimin etkisinde kaldı. CHP kurultayı, öncesi ve sonuçlarıyla iktidar çevrelerince bu gündemle ilişkilendirilerek ele alındı. Şimdi de HDP kurultayı öncesinde, bu parti mensup ve yöneticilerine yönelik gözaltı dalgalarıyla sertleşme (kriminalize etme) devam ettiriliyor. Afrin gündemi, “ayrımların olmadığı bir birlik” halinin değil kutuplaştırmanın yeni bir evresi olarak karşımızda.


“Kutuplaştırmanın” tırmandırılması, her zaman olduğu gibi yakın vadedeki siyasal kazanç beklentisiyle ilgili görünüyor. Geçen günlerde iki önemli araştırma açıklandı. Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler araştırması ile Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması. İki çalışmada da, siyasal kutuplaşmanın arttığı ve sertleştiğine dair önemli veriler var. Bilgi Üniversitesi’nin araştırmasında kendisine en uzak parti mensuplarıyla komşu olmak istemeyenlerin oranı yüzde 70 civarında. Kadir Has Üniversitesi’nin araştırmasında ise, “farklı siyasi fikirdekilere” tahammül konusunda daha “yumuşak” bir tablo var:

“Ötekilerden” komşu istemeyeceğini söyleyenler yüzde 18 seviyesinde görünüyor. Bu iki araştırma arasındaki fark, kabul edilebilir sapma sınırlarının çok ötesinde. Ama meseleye, iki araştırmanın soru biçimlerindeki fark açısından bakılınca belki daha anlaşılır bir açıklama bulunabilir: Soyut biçimde ifade edilen “farklı fikre tahammül” ile somut bir siyasi partiye alerji konusunda tepkiler değişiyor. Buna, kutuplaşma, kutuplaştırma farkı da diyebiliriz. Boğaziçi Üniversitesi’nde geçen yıl yapılan Siyasal Değerler Araştırması’nın sonuçlarını medyascopetv’de değerlendiren Prof. Hakan Yılmaz, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ya atıfla, “kutuplaşma” yerine “kutuplaştırma” teriminin kullanılması gerektiğini söylüyordu:

“Siyasi alan içerisindeki aktörlerin siyasete ilişkin kurguları ve söylemleri kutuplaştırıcı olabilir. Ama bu, toplumun tam onların istediği ölçüde kutuplaştığı anlamına gelmez”. İnsanların birbirinin boğazına sarılmaması açısından, iyi ki böyle. Ama işin diğer tarafında, “kutuplaştırmanın” siyasilere sağladığı kolaylıklar ve avantajlara bakınca durum parlak görünmüyor. 

Bilgi Üniversitesi’nin “Kutuplaşma” araştırmasını yürütenlerden Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, İrfan Aktan’la gazete duvar’daki söyleşisinde; “Giderek farklı gerçeklikler içinde yaşamaya, dahası ‘olgu’ları kaybetmeye başlıyoruz. İzlediğimiz TV kanalına veya takip ettiğimiz gazeteye bağlı olarak apayrı Türkiye’ler görüyoruz” diyor. Dolayısıyla, “durumu korumak” üzerine siyaset yapanlar için kutuplaştırma, “körleştirme” etkisi için hâlâ büyük avantaj. Kutuplaştırma siyasetinin iyice belirginleştiği son yıllardaki ciddi siyasi araştırmaların hepsinde oy verme davranışındaki “katılığın” giderek büyüdüğü ve yerleşikleştiği görülüyor.

AKP’ye kesinlikle oy vermeyeceğini söyleyenler artarak yüzde 25-30, CHP’ye asla oy vermeyeceğini söyleyenler ise yüzde 35-40 seviyesine tırmanmış durumda. Bu oran HDP’de yüzde 60, İYİ Parti’de yüzde 40, MHP’de yüzde 35’ler civarında. 

Seçmenin neredeyse üçte ikisi “asla gitmeyeceği yer” konusunda çok emin. Kutuplaştırma siyaseti ile bu “direnç” seviyeleri korunabildiği sürece mevcut durumda önemli değişiklikler olmuyor. Bildik yollar, alışılmış söylemler, kolay yöntemler hep aynı sonucu veriyor. 

Kimse “siyasete açık duran” üçte birlik seçmen oranını büyütmek için elini taşın altına sokmuyor. “Kendini beğendirmek”, suçlamalardan sakınmak için yapılan söylem ve aktör makyajları da sonuç vermiyor. 

Afrin gündemi de, “kutuplaştırma” siyasetinin yeni bir tuzağı olma yolunda ilerliyor. Bunu değiştirebilecek cesaret, söz ve eylem için ise ciddi bir potansiyel mevcut.

Kemal Can / CUMHURİYET

İnşaat çılgınlığından duygulu robotlara! - TARIK ŞENGÜL

Türkiye’nin uzun vadeli kalkınma stratejisi tartışılırken temel tespitlerden biri kentleşme sanayileşme ilişkisi üzerinedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980’li yılların başına kadar, üretken yatırımlara öncelik verilmiş, kentleşmeye kaynak aktarımı sınırlı kalmıştır. Üretken olan olmayan yatırım ayrımı tartışılabilir, ancak şu bir gerçek ki, sermaye birikiminin sınırlılığı bu uzun dönem boyunca, gerek devlet gerekse de devletin yönlendiriciliğinde özel sektörün sanayi yatırımlarına öncelik vermesine yol açmıştır.

1980 sonrası bu dengenin tepetaklak olduğunu biliyoruz. Bu durumun çarpıcı bir göstergesi kentlerdeki sanayi tesislerinin tasfiye edilip, yerlerine rezidansların yapılmasıdır. Bu durumun bir sonucu olarak GSMH içinde sanayinin 1998’de %23 olan payı, geldiğimiz noktada %16’ya gerilemiş bulunuyor. İnşaat sektörünün ise 2005 yılında 4.4 olan payı, 2016’ya gelindiğinde %8’lere çıkmış bulunuyor. Ancak uzmanlar bu payın diğer sektörlere olan etkisi nedeniyle çok daha yüksek olduğuna da işaret ediyorlar.
İnşaat sektöründeki büyümenin sürdürülebilirliği ve kentlerde yarattığı çıkmazlar konusunda uzun süredir yazıp çiziyoruz. Ancak özellikle konut üretimi ve satışlarındaki artış yakın zamana kadar hız kesmeden sürdü. Son yıllarda konut sektöründe yapılan ortalama satışların 1.2 milyon civarında olduğu görülüyor. Bu küçümsenmeyecek bir büyüklüğe işaret ediyor ve 2017 yılına da rekor büyümeyle girildi.

Lakin 2017’nin son çeyreğinde konut sektöründe %6.5’a varan bir düşüşün yaşandığı anlaşılıyor. Aynı dönemde ipotekli konut satışında da %25’lik bir düşüş var. Artık sektörün savunucu uzmanları da bir çıkmaza gelindiğini kabul etmeye başladılar.

Son günlerde konut sektöründe yaşanan daralma nedeniyle, firmalar arasında inşaat sektöründen imalat sanayine bir kayış olduğu yönünde haberler çıkıyor. Geçen dönemde verilen teşviklerin de etkisiyle, sanayi sektörünün tekrar tırmanışa geçtiği ve 2016 yılında %1,8 olan büyümedeki artışın 2017 yılında %6,3 düzeyine çıktığına işaret ediliyor.


Sanayide sağlanan büyümenin önümüzdeki dönemde sürdürülebilecek olup olmadığına yönelik önemli soru işaretleri var. Sanayinin teknolojik açıdan dışa bağımlı olması ve buna bağlı olarak da yüksek katma değerli ürünler üretememesi en önemli sorun olarak ortaya çıkıyor. Uzmanlar, bu konuda çıkış yapan ülkelerin hemen tamamında devletin öncü rolüne vurgu yapıyorlar.

Tam da bu noktada Türkiye’de devletin ekonomiyi yönlendirme konusundaki öncülük anlayışına dikkat çekmekte yarar var. İnşaat ve özel olarak konut alanında yaşanan bütün olumsuzluklara karşın, devletin kendi tercihleri açısından değişen bir şey yok. Devlet garantili büyük ölçekli projeler tam gaz devam ediyor. Önümüzdeki döneme yönelik olarak verilen garantiler kamu maliyesinin inşaat sektöründeki bir avuç firmaya çalışacağını gösteriyor.

Durum böyle olunca, sanayi sektörüne yönelik olarak devletin radikal bir tavır değişikliğine gitmesini beklemek gerçekçi değil. Bu durumda iş bu sektördeki firmalara düşüyor. Onlar bu çıkışı yapabilir mi sorusuna ise olumlu yanıt vermek mümkün görünmüyor.

Gelinen noktada özel sektör bugüne kadar görülmemiş bir borç batağının içinde. Fikir vermesi açısından firmaların borçlarının 4 trilyon liraya ulaştığını söylemekle yetinelim. 

Kuşkusuz bu firmaların hepsi sanayide değil. Ancak orada da durum parlak değil; Türkiye’deki 500 büyük sanayi kuruluşunun kullandığı toplam kaynaklar içinde öz kaynaklarının payı % 51’den % 38’e düşerken, toplam borçları % 49’dan % 62’ye çıkmış görünüyor. Ortaya çıkan durum kendi başına dramatik ancak daha da dramatik yapan önümüzdeki dönemde faizlerin yükselecek olması. Yani bugüne kadar izlenen borçlanarak büyüme stratejisinin önümüzdeki dönemde sürdürülmesi mümkün değil!

Özetlemek gerekirse; konutun merkezinde yer aldığı inşaat sektörünün durakladığı bir dönemde, sanayi sektörüne yönelmek sanıldığı kadar kolay olmayacak. Devletin aklının ve kaynaklarının büyük projelere adandığı bir durumda, böylesi bir geçiş mümkün değil.
Hiç mi umut yok? 
Açıkçası ben son robot işiyle biraz umutlandım. İleri teknoloji ve yüksek katma değer bu tür alanlarda üretiliyor. Dünyanın dört bir tarafında kaynaklar yapay zekâ merkezli projelere aktarılıyor. Öyle ki, milyarlarca lira robotlara duygu yüklemek için harcanıyor. Sonunda robotu yaptık; üstelik öyle böyle değil, yaptığımız robot önce bakanın sözünü kesiyor, sonra bakıyor olmuyor özür diliyor. 
Bizim böyle projelere ihtiyacımız var. 

Çıkacaksak, bu beton çılgınlığı çağından, duygu yüklü robotlar sayesinde çıkacağız!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Isınma turu… - L. DOĞAN TILIÇ

Muhtarlara seslenirken; “Şu ana kadar yaptıklarımız daha ısınma turları bile sayılmaz. Asıl hamlelerimizi, ataklarımızı önümüzdeki dönemde gerçekleştireceğiz”, dedi   Erdoğan


Isınma turunun başlangıcını Zeytin Dalı olarak alırsak 3 hafta oldu. Fırat Kalkanı’nı da ısınma turu sayarsak, 24 Ağustos 2016, saat 04.00’den beri ısınıyoruz!
Isınma turu gerçek turun kaçta kaçıdır? 
Ne kadar ısınmak normaldir? 
Belli bir dereceden fazla ısınınca yanma olasılığı da var mıdır?

Türkiye kamuoyunun büyük çoğunluğu, televizyon ve gazetelerin ağızbirliği ile aktardığı “operasyonun planlandığı gibi” ve “başarı ile” sürdürüldüğü haberlerinin rehaveti içinde bu türden soruları hiç akla getirmeden izliyor olanları.
O haberlerin rehavetini besleyen “dini” ve “milli” duyguyu da unutmamak gerek. Afrin operasyonunun, her ülkede kendi ordusunun dışarıda bir çatışmaya girmesi durumunda harekete geçen milli/milliyetçi refleksler yanında, isminin de dini refleksleri harekete geçirmeye dönük bir referansı var:
Zeytin Dalı Operasyonu derken; bu, sıradan aklımıza gelip de söylenen bir şey değil. Niye? Unutmayın. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de ‘Zeytine yemin olsun, tine (incir) yemin olsun ki’ buyuruyor.

İktidarın hep tekrarladığı gibi; “Afrin olayını çözecek”, “İdlib’i aynı şekilde çözecek”, “Münbiç’i teröristlerden arındıracak” ve “Irak sınırına kadar terörist bırakmayacak”sak, şu ana kadar yapılanlar gerçekten de “ısınma turu bile sayılmaz.”

Harekâtı “yerli ve milli” medyadan izleyince, sorunun bize pek maliyeti olmadan, uzamadan, tereyağından kıl çeker gibi çözüleceği izlenimi ediniyorsunuz. Gayri-yerli ve gayri-milli medyaya da bakıyorsanız, işin rengi değişiyor.

Mısır’ın şom ağızlı Al Ahram gazetesindeki analizler, “hava desteğine rağmen harekâtın yavaş ve acılı” ilerlediğini, “uzun süreceğini” söylüyor. Şimdi var olan kamuoyu desteğinin, savaşa akıtılan milyonların ekonomide yarattığı sıkıntılar iyice hissedilir olduğunda azalacağını iddia ediyor. TL’nin değerinin düşeceği, döviz rezervlerinin eriyeceği, zaten yüksek olan işsizlik ve enflasyonun daha da yükseleceğini ileri sürüyor.

Neyse ki, “yerli ve milli” analistlerimiz, ekonomiden sorumlu yetkililerimiz yaşadıklarımızın ve yaşanacakların ekonomiye bir etkisi olmayacağını vurgulayarak yüreğimize su serpiyorlar!

Dün Sedat Ergin’in Münbiç üzerinden ABD ile yaşanan gerilimi analiz eden ve “Türkiye ile ABD artık iki hasım ülke” diyen yazısı, Batı medyasında da vurgulanan bir tez. Türkiye’nin gerçekten ABD ile çatışmayı göze alıp almayacağı, gerilimi daha ne kadar tırmandıracağı, Şam’a kadar ilerleyip yeminli düşmanı Esad’la pazarlığa girişmek gibi bir “düşünülemez”i yapıp yapmayacağı gibi sorular soruluyor.

IŞİD’in yenildiği, Suriye içinde bir iki küçük cebe sıkıştığı, kontrol ettiği bölgeleri kaybettiği gerçeğinden ve Suriye savaşının büyük ölçüde IŞİD’e karşı bir savaş olarak tanımlanmasından hareketle 7 yıllık savaşın sonuna gelindiği değerlendirmeleri yapılırken, son günlerde bunun tam tersi saptamalar öne çıkmaya başladı.

Suriye Ordusu’nun İdlib’e yönelik operasyonları ve Guta’nın bu hafta başında bombalanması, Rusya-İran-Türkiye girişimiyle sağlanan ateşkesin çöktüğü, savaşın tam da bitti denilirken yeniden alevlendiği değerlendirmelerine yol açtı.

Alan kontrolünü ve devlet iddiasını kaybeden IŞİD’in çölde saklanıp yeraltına çekildikten sonra başlangıçta yaptığı gibi terör saldırılarına yöneleceği, bunun da ABD’nin bölgede kalma gerekçesini besleyeceği söylenebilir.

Esad’ın muhaliflerle çatışması, muhaliflerin aralarında birlik oluşturamama ve yönetme becerisi gösterememe hali, IŞİD’den alınan bölgelerde PYD/YPG’nin güçlenmesi,   PYD/YPG kontrolünde ama Arap nüfusun çoğunlukta olduğu alanlardaki çatışma potansiyeli, Türkiye’nin de sahada aktif çatışmalara dahil olması Suriye’de savaşın daha yıllarca sürebileceğini düşündürüyor!

Bitiş noktası belli bir koşuda “ısınma turu” iyidir, ancak sonu belirsiz bir maratonda ne kadar süreceği bilinmeyen bir “ısınma” yakıcı da olabilir, yıkıcı da!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Medya Mahallesi savaşta! - AYŞENUR ARSLAN

Defalarca yazdım, yazıldı. Tekrar etmeye gerek yok. Medya, otoriter / faşizan rejimlerin vazgeçilmez aygıtıdır. Hegemonyanın yerleşmesi için en önemli araçtır. Bunun 21. yüzyıldaki en önemli örneği de herhalde Türkiye’dir.

Bu hafta uzun uzadıya tahlile girişmeyeceğim. Son birkaç günden, medya mahallesinde “görebildiğim” kadarıyla notlar aktaracağım. O notlar da Erdoğan iktidarı döneminde hangi noktaya vardığımızı.. Medya mahallesinin kendisini bile nasıl aştığını anlatacak.

» Perşembe günü İstanbul trafiğinde adım adım yol alıyorum. Arabanın radyosunda NTV Radyo açık. 19.00 haberlerini dinliyorum. O gün, Avrupa Parlamentosu Türkiye hakkında bir karar metni oylanmış.. “OHAL’in amacını ve kapsamını aştığı.. İnsan hakları ve basın özgürlüğü konusundaki gelişmelerin kaygı verici olduğu” yolunda tespitlerle Türkiye’yi / iktidarı açık ve sert bir dille kınamış. NTV Radyo da o günün akşamında, Brüksel’e bağlanıyor. Başlık Avrupa Adalet Divanı’nın son kararı. Elbette kulak kabartıyorsunuz. Muhabir anlatmaya başlıyor: “Ünlü ayakkabı firması Louboutin, bir başka firma, kendisinin ünlü kırmızı tabanlarını kullandığı için Adalet Divanı’na başvurmuş. Ancak mahkeme, kırmızı rengin Louboutin’e ait olmadığını, dolayısıyla kırmızı tabanının tescil ettiremeyeceğini belirterek talebi reddetmiş.” 
Avrupa Parlamentosu’nun kararı mı? En azından benim dinlediğim bültende yoktu. Herhalde haber değeri de yoktu!

» Zaten haber dediğiniz nedir ki? İktidarın hoşuna gidecek, dolayısıyla patronunuzu da memnun edecek “propaganda” metinleri / kasetleri.. BirGün, Cumhuriyet, Evrensel gazeteleri ile birkaç küçük “niş” televizyon kanalını çıkartın.. Kalanı Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Birimi gibi! Makul olmaya en yakın bültenler bile o birimin faaliyet raporunu andırıyor. Sunucuları da muhabirleri de EN-GENERAL! Anlatmalara doyamıyorlar: “Filan dağ alındı, zirvesine Türk bayrağı dikildi.. Falan tepe düşürüldü, Türk bayrağı dikildi..” O dağların Suriye topraklarında olduğu -elbette- hiç konuşulmuyor. Rus uçağının (eski Nusra) Heyet-i Tahrir Şam tarafından düşürülmesi üzerine yaşananları.. Rusya’nın (nedense!!) faturayı Türkiye’ye keserek, Suriye’nin kuzeyinde hava sahasını Türk savaş uçaklarına kapattığı da konuşulmuyor.. Bunun ne anlama geldiği merak edilmiyor.


» Ama, Bakan’ın sözlerini kestiği için gündeme paraşütle inen yerli ve milli robotumuzun akıbeti konusunda bir merak bir merak! Formatlandı mı? Artık konuşmayacak mı! Derken.. Bu gözler bunu da gördü!!! Kanal D Ana Haber’de bir “röportaj”. Kanal D muhabiri robotla konuşuyor. Robota “neden öyle yaptığını” soruyor. Robot da hata yaptığını İTİRAF edip ÖZÜR diliyor. Robota mı üzüleyim.. Uzun bir süre emek verdiğim Kanal D Haber’in vara vara vardığı noktaya mı.. Bilemiyorum. Latif Demirci

» Derdi haber olmayan haberciler, elbette umursamadı. Ama, haber “onlar için bile” önemli: Düşünce / ifade özgürlüğü konusundaki kriterleri bir türü yerine getiremeyen / getirmeyen AKP, Avrupa Birliği’ne yeni bir yol haritası sunmuş. “Terörle Mücadele Kanunu’na ‘Habercilik sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla dile getirilen düşüncelerin suç oluşturmayacağı’ hükmünü ekleyebiliriz” demiş. AB Komisyonu üyeleri, gözlerine inanamayarak birkaç kez okudu mu yoksa güldü mü, kimbilir. Yıl olmuş 2018. AKP, son birkaç yüzyıldır Avrupa’nın -savaş hallerinde bile- uyguladığı bir kriteri lutfediyor. Medya mahallesi, bu süper / muazzam / dünyayı kıskandıracak adımı görmüyor. Öyle ya, mahallenin gözünü savaş bürümüş. Zannedersiniz, hepsi cephede. Savaşıyor!

» Televizyonlar azman uzmanlardan geçilmiyor. Genelkurmay Karargahı brifing salonundayız. Obüslerin çapını, roketlerin menzilini ezberliyoruz. Gazeteler deseniz.. Hepsinde birinci sayfalar savaşa ayrılmış. Biri “Afrin’e 15 km. kaldı” diyor. Bir başkası, eşi PYD’nin roketiyle hayatını kaybetmiş bir kadının “7 çocuğum var vatana feda olsun” sözlerini manşetten veriyor. En ateşlisi de, Kılıçdaroğlu’nu “Afrin’e girmeyelim” dediği için terörist ilan ediyor. Gerçekler, baskılar, hapisteki gazeteciler, meslek odalarına yönelik vahim hazırlık savaş haberlerinin gölgesinde yok olup gidiyor.

Ayşe Nur Arslan / BİRGÜN

9 Şubat 2018 Cuma

Erdoğan’ın seferi - ALPER BİRDAL

Erdoğan Afrin seferini başlatalı 20 gün oluyor. 20 günde hayatını kaybeden asker sayısı 15. ÖSO adı verilen taşeron kuvvettin kaç ölü verdiği belli değil.

TSK’nın yaptığı açıklamaları okuduğunuzda operasyonun oldukça yavaş seyrettiği sonucuna ulaşıyorsunuz. Afrin’e ne zaman ve nasıl girileceği konusunda herhangi bir açıklama yok.

Ayrıca Türkiye’nin güneyde, operasyon bölgesiyle doğrudan bağlantısı olmayan İdlib kırsalında kayıp verdiği haberleri geliyor. Fua ve Kefraya’yı kuşatma altında tutan Nusracıların Suriye ordusunun ilerlemesiyle Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeye doğru çekildiği söyleniyor.

Ortada şu veya bu nedenle oldukça yavaş ilerleyen, henüz kentsel alana taşınmamış olmasına rağmen her gün azımsanmayacak sayıda kayıp verilen, ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı belirsiz bir askeri operasyon var.


Herhangi bir askeri harekat için böylesi belirsizliklerin olağan olduğu söylenebilir. Ancak buradaki performansın ve belirsizliğin kaynağında operasyonun siyasi hedeflerindeki muğlaklığın bulunduğu gayet açık.

Savaşı siyasi hedeflerinden bağımsız düşünemezsiniz. Siyasi hedefi net olmayan bir savaşın “kazanılması” ise mümkün değildir.

Erdoğan Afrin seferiyle neyi hedefliyor?

Resmi söyleme göre sınır bölgesindeki YPG güçlerini temizlemeyi. Daha operasyon başlamadan, bakmayı bilen herkes, meşruiyetinden bağımsız olarak böyle bir hedefin karşılığının Afrin değil, ABD askerlerinin de konuşlu bulunduğu Fırat’ın doğusu olduğunu söyledi. Ama Afrin’e yönelik harekat başlatıldı. Dahası İdlib kırsalı gibi ilk bakışta ilişkisiz görülen hedeflere doğru yayılmak istendi.
Yine resmi olarak Afrin’den Menbiç’e, yani Fırat’ın doğusuna ilerleneceği söyleniyor. Meselenin odak noktası Menbiç ve ötesiyse Afrin’den başlamayı zorunlu kılanın ne olduğuna ilişkin tek söz edilmiyor.

Afrin’i bu kadar “stratejik” kılan nedir? Belli değil.

Belirsizliğin nedeni operasyonun asıl siyasi hedefiyle resmi söylem arasında çok büyük bir açı bulunması. Afrin, Erdoğan’ın göstermelik savaşıdır. Hedefi iç siyasette yaratacağı avantajları kullanmanın yanı sıra, Suriye sahasındaki işbirliklerinin yeniden tasarlanmasını zorlamaktır.
Afrin, Erdoğan’ın pazarlık masasıdır. Belirsizliklerle yüklü olması, zamana yayılması, siyasi hedeflerindeki bu pazarlık boyutunun doğrudan bir sonucudur.

Peki pazarlık kiminle yapılıyor? ABD’yle.

Erdoğan Afrin seferiyle birkaç kozu birden masaya sürmüş oluyor. Birincisi artık TSK’ya içkin hale getirilen taşeron kuvveti kontrol edebildiğini ve bu kuvvetin kabiliyetlerini göstermeye çalışıyor. İkincisi güneyde, İdlib’de Suriye ordusunun ilerleyişini bloke etmeye çalışarak Suriye’nin kuzeyini denetim altına almaya çalışıyor. Üçüncüsü Rusya’yla yaptığı işbirliğine rağmen, dışişleri bakanı eliyle ABD’ye kuzey Suriye boyunca “güvenli bölge” teklifini iletiyor. Başka bir ifadeyle, Rus masasını dağıtmak da Erdoğan’ın pazarlıktaki kozlarından bir tanesi.

ABD’nin hali hazırda takip ettiği Suriye stratejisi, ülkenin fiilen bölünmesi, kuzeyde bir Kürt protektorası yaratılması ve ülkenin kaynaklarının önemli bir bölümünün bu protektoranın kontrolüne bırakılması.

Erdoğan’ın yürüttüğü pazarlığın bu stratejiyle uyuşmayan boyutları var. Dahası Erdoğan’ın masaya koz olarak getirdiğini düşündüğü unsurların ters tepmesi de gayet mümkün. Örneğin taşeron kuvveti kontrol edebildiği iddiası, İdlib’de açıkça başarısız olması gibi.

Ancak uyumsuzluk Suriye’nin fiilen bölünmesiyle ilgili değil. Erdoğan, Suriye’nin bölünmesine değil, hangi temelde bölüneceğine itiraz ediyor ve ABD’ye alternatif sunuyor. Kuzeyde Türkiye’nin himayesinde, taşeron gücün yerleştiği bir alan yaratmak istiyor. Bu, Davutoğlu’nun adıyla anılan “alternatife” bir hayli benziyor. Erdoğan, yeni koşullarda bir kez daha başa sarmak istiyor.
Bu pazarlığın Erdoğan’ın istediği gibi sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bugünden söylemek imkansız.

Ancak açık olan bir husus var: Erdoğan’ın seferi ABD’yle pazarlık etmeyi amaçlamaktadır ve siyasi hedefleri belirsizdir.

Bu, askeri açıdan Afrin kırsalında bir süre daha top çevirmek anlamına gelir. Bu nedenle bir süre daha “stratejik” tepeler ele geçirilmeye devam eder.

Alper Birdal / SOL

Çölün ortasında bir vaha: Ovacık - GÖZDE BEDELOĞLU

Dersim’in Ovacık İlçesi’ni dört yıldır bir komünist yönetiyor. Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ile Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) yaptığı ittifakla 30 Mart 2014’de gerçekleştirilen yerel seçimi kazanan Fatih Mehmet Maçoğlu amacının, insanların, hayvanların ve bitkilerin birlikte, uyum içinde yaşayabileceği bir hayat, bir düzen kurmak olduğunu söylediğinde Ovacık Türkiye’nin gündemine çoktan oturmuştu. Baskı ve yolsuzlukla kavrulan 80 milyonluk koca bir ülkenin 3 bin nüfusluk küçük bir ilçesinden kulağımıza çalınan bu sözler; kamu yararının ne demek olduğunu unutmuş insanlar için çölde vaha gibi bir etki yarattı. Munzur Dağı’nı ortadan ikiye yarıp arasından gemi geçirmek gibi çılgın projeleri yoktuysa da, bundan daha çılgın bir şeyin peşine düşecekti. Şeffaf olmak!


                    • • •

Komünist Başkan her yıl yaptığı gibi bu yıl da, belediyenin gelir-gider ve borç tablosunu 7 metre uzunluğunda 3 metre genişliğinde afişe bastırıp belediye binasının girişine astı. Harcanan her kuruşun hesabını halka vermek şeffaf belediyeciliğin bir gereğiydi; çünkü halka hizmet için var olan bir kurumun haktan saklayacağı bir şey yoktu, olamazdı da... Maçoğlu, başkan seçildiğinde belediyenin 1.2 milyon lira borcu, 600 bin lira da alacağı vardı. Son tabloya göre belediyenin 2017 yılına ait geliri 3 milyon 452 bin 707 lira, giderleri ise 3 milyon 182 bin 482 lira. Kurum kasasında da 901 bin 982 lira olduğu açıklandı. Özetle karşımızda kâra geçen bir belediye var. Peki bu nasıl oldu?

                                                                     • • •

İlçenin tek geliri İller Bankası’ndan gelen aylık 70 bin liradan ibaretti. Hem geliri artıracak, hem de halka katkı sağlayacak projelere ihtiyaç vardı ve komünist başkana göre bu ancak dayanışma göstererek başarılabilirdi. Ranta dayalı belediyeciliğe alıştırılan Türkiye’de Maçoğlu, belediye kaynaklarını halka açmaktan bahsediyordu. Öğrencilere burs vermek, ulaşımı, suyu ücretsiz ya da sembolik bir ücret karşılığında Ovacık halkına sunmak istiyordu. Bu daha önce Dikili’de denenmiş ve cezasız bırakılmamıştı. Siyasi hayatına 80 sonrası başlayan ve uzun yıllar Dikili Belediye Başkanlığı görevini sürdüren Osman Özgüven, “bir ihtiyaçtan öte haktır”, diyerek 10 tona kadar kullanılan suyu ücretsiz yaptı. Aynı şekilde ulaşım hizmetini bedelsiz sundu ve belediyeye ait sağlık merkezinde insanların 1 lira gibi sembolik bir para karşılığında muayene olmasını sağladı. Halka ücretsiz su verdiği için Sayıştay denetçisi Özgüven hakkında ‘görevi kötüye kullanmak’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Belediyelerin ticaret için değil, hizmet için var olduğunu savunmayı sürdürdüğü için de baskıların önü ardı kesilmedi.

                                                                 • • •

Maçoğlu da Özgüven gibi başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan ve bunun için çalışan bir başkan. Söylediği gibi yaşıyor, halk için çalışıyor. Makam aracı kullanmıyor. Yürüyor ya da ihtiyaç olduğunda kendi özel aracını kullanmayı tercih ediyor. Maaşının bir kısmını öğrencilere burs olarak veriyor. Belediye binası içinde 10 bin kitaplık kütüphane açtı. Bir saat kitap okuyan çocuklara bir saat bisiklet turu hediye ediyor. Ziraat Mühendisleri Odası’nın verdiği bilgilere göre son 15 yılda Belçika yüz ölçümü kadar tarım arazini ekmekten vazgeçen, nohutu Kanada’dan, mercimeği Arjantin’den alan Türkiye’de o, hazineye ait 650 dönümlük araziyi tarıma açtı. Ekilen baklagilleri hem yoksullara dağıttı hem de ülkenin dört bir yanına satarak öğrenciler için burs sağladı. Toplu taşımayı ücretsiz yaptı. Yasalar izin vermediği için bedava yapamadığı suyun metreküpünü elli kuruşa düşürdü. Geçen yıl anlaştığı elliye yakın arıcı ile bal satışına başladı. Hedefinde süt ve süt ürünleri üretimi var. Halka halkın parasıyla, halk için ve halkla beraber hizmet verirken belediyeyi de kâra geçirdi. Ovacık’ı kalkındırdı, insanlığın en büyük utancı olan yoksulluğa karşı dayanışmayı örgütledi. Ve tabi ki İsviçre’de gizli hesabı yok.

GÖZDE BEDELOĞLU  / BİRGÜN

Not: Ürünlere www.ovacikdogal.com web adresinden ulaşabilirsiniz.

Makedon meselesi - CEYDA KARAN

Balkanlar’da binlerce yıllık tarih, kültür ve medeniyet mirasına dair kapışma yine milliyetçi ruhu şahlandırıyor. Yunanistan ile Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) arasındaki 25 senelik isim anlaşmazlığından söz ediyorum. Son kriz Syriza-ANEL hükümetinin Üsküp ile gizli pazarlıkla ‘Makedonya Cumhuriyeti’ ismini kabul edip karşılığında AB ve NATO üyeliklerine vetoyu çektiği iddiasıyla patladı. 
Atina’da; diaspora ve kültür grupları, kilise temsilcileri ve küresel pan-Makedonya derneklerinin düzenlediği, Syriza hariç tüm partilerin katıldığı miting çok tartışıldı. Destekçilerine göre 1 milyondan fazla Yunan sokağa döküldü. En büyük tepkiyi ünlü besteci Theodorakis’in cımbızlanarak aktarılan miting konuşması çekti.

***

Balkanlar, neoliberal ayarın ulus devletleri enkaza çevirdiği diyar. FYROM, eski Yugoslavya etnik ve mezhep temelli bölünüp parçalanırken, yaratılan garnizon devlet bakiyelerinden. Ama ‘tarihin Gayya Kuyusu’ desek yeri.


***

FYROM, 1991’de bağımsızlık ilan ettiğinden beri ‘Makedonya Cumhuriyeti’ diye anılmak istiyor. Kendilerini ‘Büyük İskender’in asıl mirasçısı sayıp, ‘Birleşmiş Makedonya’ konseptini eksik etmediler.Üsküp; bugünkü Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan ve Makedon İmparatorluğu’nun antik başkenti Vergina şehrinde iktidara geçmiş Büyük İskender ve babası II. Philip ile annesi Olympias’ın heykellerini dikip, isimlerini havaalanı ve otoyollara verdi. 1995’te imparatorluğun sembolü ‘Vergina Güneşi’ olan ilk bayrağını değiştirmek zorunda kaldı. 
Çünkü Makedonya’yı binlerce yıllık mirası gören Yunanlar isim, tarih ve kültürel sembollerin kullanılmasını kabul etmiyor. Onlara göre bugünkü FYROM ahalisi 6-7’inci yüzyıllarda gelen Slavlar. 
Bugünkü Yunanların Helenlerden geldiğini sorgulayan çalışmalar da, kendi göçleri de fark etmiyor. Atina’nın önemli bir kaygısı kuzey bölgelerine ‘etnikçiliğin’ sirayet etmesi.

***

Tabii Makedonya tarih boyunca sınırları değişen, Bizans, Bulgar ve Sırp imparatorlukları ile Osmanlı sultanlığının parçası olmuş; 1912-1913 Balkan savaşlarıyla bölünmüş, göçler yaşamış bir coğrafi bölge. FYROM, İkinci Dünya Savaşı sonrası Makedon milli kimliğini tanımış Tito Yugoslavyası’nın altı cumhuriyetinden biriydi. Ama bugünkü FYMC antik Makedonya’nın sadece bir parçası. Aslında Osmanlı Vardar Makedonyası’na denk düşüyor. Yeni devleti ilk tanıyan Bulgarlardı, onlar da ayrı Makedon ulusal kimliğini kabul etmiyor.
***

Yunanlar ‘Makedonya’ isminin kullanımı Selanik’i de içeren ‘Ege Makedonyası’ diye anılan ‘Kuzey Yunanistan’ üzerinde irredantist emellerin tezahürü görülüyor.2 milyonluk Üsküp’ün tehdit teşkil etmesi komik olsa da Balkanlar’daki parçalanmayı yakından yaşadılar. İrredantizm iddiasının temeli yok değil. FYMC anayasasının 49’uncu maddesinde, “Makedonya Cumhuriyeti, komşu ülkelerde yaşayan Makedon milletine mensup kişilerin ve sürgünlerin statü ve haklarını korur, kültürel gelişimlerini destekler, onlarla ilişkileri teşvik eder” deniliyor. Müzakerelerle madde değiştirilmedi. Vurgular baki kaldı ve 1995’te tek cümle ile ‘kaygılar nedeniyle bağımsız devletlerin içişlerine karışılmayacağı’ eklendi.
***

Üsküp’ü BM dahil 195 ülkeden 140’ı tanıdı ama çoğu geçici isim FYROMile. Atina, Üsküp’e, ‘Paeonia’dan (Antik Makedonya’nın kuzeyi) Makedonya Slav Cumhuriyeti yahut Vardar Cumhuriyeti ile ‘Yukarı’ gibi öneklere bir dizi öneri yaptı.Üsküp salt Atina ile ilişkilerde farklı isim kullanmayı; BM temsilcisi Matthew Nimetz Slavca ‘Makedonija’yı önerdi. FYROM’nın yeni ılımlı lideri Zoran Zaev önekli kullanıma razı, sembollerden vazgeçmeye hazır.

***

AB bu süreçte kıs kıs gülerek Atina’yı destekledi. Geçmişte karşılığında Maastricht Anlaşması ile Türkiye ile Gümrük Birliği’ne imzalarını almış, Atina’yı Sırbistan’a yaptırımlara müdahil etmişlerdi. Bugün de dertleri Rusya’ya karşıÜsküp’ü AB/NATO şemsiyesine almak. İronik olarak bayraktarları NATO’yu ülkesinde istemeyen Syriza. 
En komiği; Balkanlar’ın haritasını etnik kundakçılıkla yeniden çizmiş olan, kültürel kimlikleri mütemadiyen siyasileştirerek istikrar bekleyenlerin milliyetçilikten yakınmaları.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Pera Müzesi... Kriz dönemlerinde ‘Sanat’ - ÖZLEM YÜZAK

Zorlu dönemlerde zihin ve ruh sağlığımızı diri tutmanın, kaosun içinde bir küçük soluk alabilmenin yoludur kültür, sanat. Öte yandan, en tıkanmışlığın, çaresizliğin, “ben daha ne yapabilirim?” noktasına gelmişliğin içinde; kimi zaman bir müzedeki sergide bir tablonun önünde tarihsel bir izdüşüm, evrensel bir karşılaşma ile bulabilirsiniz kendinizi. 

Peki, aynı zor dönemlerden, siyasi polemiklerden, patlayan bombalardan, ekonomik krizlerden kültür ve sanatın etkilenmemesi mümkün mü? Ne yazık ki değil? 2016 yılı örneğin. İstanbul Beyoğlu’nda 13 yıldır soluksuz yerli ve yabancı yüzlerce sergiye ve etkinliğe ev sahipliği yapan Pera Müzesi Genel Müdürü Özalp Birol’un aktardığına göre, o yıl İstanbul’daki terör saldırıları yüzünden daha önce günde ortalama 400-500 olan ziyaretçi sayısı 30’lara kadar düşmüş. Bu kadarla da kalmamış. Guggenheim Müzesi, The Royal Academy of Arts gibi dünyanın önde gelen kurumlarıyla işbirlikleri de iptal edilmiş. Hiçbiri gelmemiş Türkiye’ye..
 
Birol ile hem bir yıl sonu değerlendirmesi yapmak hem de 2018 yılındaki etkinliklerini konuşmak için buluştuğumuzda yarıyıl tatilinin son günleriydi ve çocuklar neşe içinde müzenin kendileri için düzenlediği atölyelere katılıyorlardı. Birol, “Zor dönemdi. Kültür ve sanatta diplomatik köprüler biranda oluşturulamıyor. Üstelik ön yargıları kırmak hiç kolay değil. Küratörler ve kurumlar gelmekten kaçındılar. Bunda gerekçe olarak terör kadar ülkedekihukuk ve insan hakları durumunu protesto etmeleri de vardı” diyor. İptal edilenler arasında sanırım Birol’u en çok üzen Guggenheim ile 1.5 yıldır üzerinde çalıştıkları Ortadoğulu sanatçıların çalışmalarını bir araya getiren ‘Map’ sergisi olmuş. 2017 yılı ilişki tamiri ile geçmiş ve İKSV ile işbirliği yaparak İstanbul Bienali’ne kapıları açması ile 2016 yılında 90 bin olan ziyaretçi sayısını 140 bine çıkarmayı başarmış. 
Pera Müzesi 2018 yılına iki uluslararası çapta sergiyle girmiş. 

İlki biri İspanya’nın önde gelen sanat kurumu La Caixa’nın çağdaş sanat koleksiyonuna ait resim, fotoğraf, heykel ve videolardan oluşan “Bana Bak” sergisi. Diğeri ise 20. yüzyıl mimarlığının önemli isimlerinden olan mimar, düşünür ve sanatçı Louis Kahn eserlerinin Cemal Emdem’in fotoğraf ve çizimleri ile yer aldığı “Louis Kahn’a Yeni/Den bakış”. 

Hemen yan binada İstanbul Araştırmalar Merkezi ile birlikte Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bünyesinde faaliyet gösteren Pera Müzesi işitme engellilere, Alzheimer hastalarına özel turlar, çocuklara özel seslendirmeli rehberler ile hizmet veriyor. Genç sanatçıları desteklemek için üniversitelerle işbirlikleri yapıyor. 

Kültür ve sanatın toplumun her katmanına yayılması barışa, ötekileştirilmenin olmadığı bir dünyaya açılan kapı aynı zamanda...

Özlem Yüzak /CUMHURİYET

Hastane kapatma milliliği - ÇİĞDEM TOKER


Ankara’da, devasa büyüklükte iki şehir hastanesinin inşaatı sürüyor. Bilkent Şehir Hastanesi ve Etlik Şehir Hastanesi’nin toplam yatak kapasitesi yaklaşık 7 bin. İlk önce nisanda Bilkent Şehir Hastanesi’nin açılması düşünülüyor. 

Müstafi Başkan Melih Gökçek öncülüğünde, içindeki canlılarla beraber katledilen ODTÜ ormanının yola dönüştürüldüğü Bilkent Şehir Hastanesi. 
Hastanenin adındaki “şehir” kelimesi yanıltmamalı. Bilkent Şehir Hastanesi açıldığında, gerçekten Ankara’nın merkezinde bulunan ve şehre on yıllardır hizmet veren şu köklü hastaneler kapatılacak: Numune Hastanesi, Yüksek İhtisas Hastanesi, Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi. 

Bu hastaneler, Sağlık Bakanlığı Dia Holding’e kira ve diğer gelir getiren fatura bedellerini ödeyebilsin diye kapatılıyor. Bakanlığın kendi rakamlarına göre, ödemeler 2019 yılından itibaren 419.2 milyon TL ile başlıyor. 2020 yılında 448.5 milyon TL’ye çıkıyor.
 
25 yıl bittiğinde yani 2043’e gelindiğinde Sağlık Bakanlığı’nın MİLLİ BÜTÇEDEN şirkete aktaracağı kaynak 23.4 milyar TL’ye ulaşacak. 
 
Dövizli sözleşme çok milli 
Bilkent Şehir Hastanesi, açılan ve açılacak toplamda 30’un üzerindeki şehir hastanelerinden biri. Hepsinin ortak özelliği, sözleşmelerin dolar ve Avro ile yapılması. 25 yıllık olması. 

Fark edeceğiniz gibi dar gelirli milyonların güçlükle kazandığı paralardan alınan vergilerin 25 yıl boyunca “seçilmiş” bir avuç holdinge, döviz kuru üzerinden aktarılmasında millilik açısından hiçbir sorun bulunmayacak. Ama bu sistemin kamu yararına aykırı yanlarına başından bu yana itiraz eden TTB, “kepazelikle”, “satılmışlıkla”, “Türk düşmanlığı” ile itham edilecek. Birlik, başındaki “Türk” kelimesini kullanmayacak. 

Malum, TTB ile Türkiye Barolar Birliği (TBB) adındaki Türk ve Türkiye kelimeleri düşürülmek isteniyor. Sadece bu iki birlik de değil. İktidara biat etmeyen kim varsa, hangi meslek kuruluşu AKP politikalarına itiraz ediyorsa, o Türk kelimesini kullanmayı hak etmiyor. 

Tabii ki birlik var, “birlik” var. Her vesileyle iktidara bağlılıklarını bildiren iş dünyası örgütleri (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu, Türk Müteahhitler Birliği) için ufukta böyle bir tehlike söz konusu değil. Tekrar pahasına altını çizelim: TBB ile TTB anayasanın 135. maddesine göre yasayla kurulmuş kamu kurumu niteliğindeki üst meslek kuruluşları. Her iki kurumun da adlarında yer alan Türk/Türkiye sözcükleri Bakanlar Kurulu kararıyla değil, ancak yasayla kaldırılabilir. Konu, bu yönde bir yasal düzenlemenin gelip gelmeyeceği sorusunda düğümlenmekte. Dönelim Ankara hastanelerine. Etlik’te inşaatı süren ve Türkerler-Astaldi’nin yaptığı -ikinci- Etlik şehir hastanesi (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Roma’da bir araya geldiği İtalyan patronlar arasında Astaldi de vardı) açıldığında da bu kez Ankara’da kalan ve şehre on yıllardır hizmet veren diğer eski hastaneler kapatılacak. 

Nedeni yine aynı. Sağlık Bakanlığı, bu şirketlere de 25 yıl kira ve diğer gelir getiren fatura bedellerini ödeyebilsin diye. 

İki şehir hastanesi devreye girdiğinde kapatılacak olan hastane sayısı şimdilik 12. 
Gelin görün ki Ankara’da şehrin farklı noktalarına dağılmış durumdaki bu hastanelere rahat ulaşabilen halkın, iki şehir hastanesine büyük yığılmalar ve şehri hasta edecek trafik yaratmadan nasıl ulaşacağı konusu bir muamma. 

Üç şirket grubunun, milyarlarca liralık bütçe kaynağını transfer etmek adına, başkent merkezinin hastanesiz kalmasının kısa ve orta vadede ne kadar karmaşık sorunlara yol açtığına hep birlikte tanıklık edeceğiz. AKP, TTB’den Türk kelimesini silmek için kanun bile çıkarsa, şehir hastanelerinin bütçede, ekonomide ve toplumsal hayatta yol açacağı büyük maliyetlerin önüne çıkmasından kurtulamayacak.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Papa'dan arabuluculuk istendi mi? + Barzani'nin lobi şirketi Erdoğan için çalışmış! - AHMET TAKAN

Papa'dan arabuluculuk istendi mi? (I)

Eminim!.. Çok merak ediyorsunuz... R. Erdoğan, Vatikan ziyaretinde Papa Françesko'yla özel odanın içerisinde 1 saat ne görüştü diye. Yoğun çaba gösterdim, hem ziyaret öncesi uğraşlardan hem de içeride çok az kişinin gerçek içeriğini bildiği görüşme hakkında biraz bilgiye ulaştım. Ha!.. En baştan söyleyeyim, benden tutanak mahiyetinde haber beklemeyin. Sandığınız kadar kolay olmuyor o işler!..
Erdoğan'ın Vatikan dönüşü, uçakta, kabin ekibine verdiği demeç aslında Papa  ile neler görüşüldüğü hakkında bizlere ipuçları veriyor. Saraya göbekten bağlı medya organlarına yansıyan haberlerde, "ABD'ye yalan sitemi", "Trump, Obama'yla aynı istikamette", "Obama bize yalan söyledi. Şu an Trump yönetimi de, maalesef, görünüşe göre aynı istikamette ilerliyor" başlıkları ön plana çıktı. Kudüs, Menbiç, YPG meseleleri de altına sıralanmış. Papa'ya yapılan ABD serzenişlerine bakarsak, kapalı görüşmenin biraz ağlak havada geçtiği hissediliyor. Saray kaynaklarımdan alabildiğim kısa değerlendirmelere dayanarak şu soruları yöneltmekte fayda var:
* Erdoğan, ABD ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için Papa Françesco'dan etkinliğini kullanmasını, arabulucu olmasını istedi mi?..
* Erdoğan, Papa'dan ricacı olduysa, ABD yönetimi ve Trump'un etrafında olan   bazı Katolik yöneticilere işaret etti mi?.. İyi bir Katolik olduğu bilinen first lady Melania Trump için ayrıca dikkat çekti mi?..
* "Zarrab"dan "Atilla"ya dönüşen davanın karar arifesinde bu görüşme sadece bir tesadüf mü?.. Tesadüf değilse "çok manidar" denemez mi?..
* Erdoğan, Vatikan'dan döndüğü günün ertesi, ABD'nin çok etkili 2 ismi; Trump'un Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster ve ABD Dışişleri Bakanı  Rex Tillerson'un Türkiye'ye geleceğinin eş zamanlı açıklanması da sadece ve sadece tesadüften ibaret mi?..

                                                                             ***

Geçelim, Vatikan ziyareti öncesine... R. Erdoğan, Papa Françesco görüşmesinin gerçekleşmesi için saraydan basın danışmanı Lütfullah Göktaş ve sözcü İbrahim Kalın epey ter döktü. Göktaş'a özel bir parantez açmak istiyorum;
Bu muhteremi, Ankara'da NTV haber kanalında yöneticilik yaptığım günlerden bilirim. Bebek katili Öcalan'ın İtalya'ya kaçtığı günlerde gönderdiğimiz haber ekibine gönüllü olarak tercümanlık yapıp yardım etmişti. Gazetecilik mesleği ile ilk olarak kapatılan Zaman gazetesinde tanışmıştı Göktaş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, NTV'ye yardımcı olduğu günlerde Roma'da öğrenciydi. Vatikan'a bağlı yüksek öğretim kurumlarından biri olan Papalık Gregorius Üniversitesi'nde dinler tarihi alanında master yaptı. Göktaş, birden bire(!) hızla sıçrayış yaparak 2011 yılında Erdoğan'ın başbakanlık basın danışmanı, daha  sonra da cumhurbaşkanı basın danışmanı oldu.
Erdoğan'ın Vatikan ziyareti esnasında görüntü ve fotoğraflar çok dikkatimi çekmişti. Erdoğan, kalabalık bir heyetle Vatikan'a gitti.

                                                                             ***


Barzani'nin lobi şirketi Erdoğan için çalışmış! (II)

R. Erdoğan'ın kalabalık bir heyetle gittiği Vatikan'da özel odada sadece basın danışmanı Lütfullah Göktaş'la beraber Papa Françesko ile yaptığı 1 saatlik görüşmenin soruları bitecek gibi değil!.. Devlet diplomasisi, gelenekleri ve kuralları anayasamız gibi yıllardır rafa kaldırılmış durumda. Aynı saray anayasası gibi saray diplomasisi yürürlükte... Başlıkları çoğaltabiliriz ama sırası  ve yeri gelince!..
Erdoğan'ın, Papa Françesko ile gerçekleştirdiği görüşme hakkında pek çok soruyu dünkü yazımızda gündeme taşımıştık. Cevapları gelmedi. Zaten beklemiyorduk!.. Sükut ikrardan gelir... Sorulara, ilginç bir ayrıntının da altını çizerek devam edelim;
R. Erdoğan, çapulcu başı Mesud Barzani'nin yeğeni IKYB Başbakanı Neçirvan Barzani'nin Papa ziyaretinin üstünden 1 ay geçmeden Vatikan'a gitti. Neçirvan Barzani, Papa ziyaretini, "Erbil ve Bağdat arasındaki sorunların çözülmesi için yardım istedim" diye ifade etmişti. Barzani, Papa'dan arabuluculuk istediğini açık açık ilan etmişti. Kâhine sordum (!), "Neçirvan Barzani Papa'dan arabulucu olmasını isterken, sorunların çözümü için nereyi adres göstermiştir" diye, biraz göbeği çatladı ama "Amerika" dedi!..
Sağlam kaynaklardan kulağıma gelen yeni ilginç bilgi ise, sarayın Papa'dan randevu koparma sürecinde araya sokulan bir lobi şirketi ile ilgili. ABD'de faaliyet gösteren bir şirket devreye sokulmuş. Meğerse, bu şirket Neçirvan Barzani'ye Papa Françesko ile randevu alıp ziyareti organize eden aynı şirketmiş!.. Gel de şimdi şu soruları sorma; "Peki, bu şirkete ne kadar para ödediniz?"... "Toplamda 1 saatlik Papa görüşmesi Türkiye Cumhuriyeti Devletine kaça mal oldu?"...
                                                                           ***
R. Erdoğan'ın Papa Françesko ziyareti muhalefetin de gündeminden düşmüyor. CHP Trabzon milletvekili Haluk Pekşen de dün bir açıklama yaptı. AKP iktidarıyla birlikte Türk dış politikasının doğudan batıya her alanda büyük bir yıkım içinde olduğunu ve artık birçok ülke ile diplomatik ilişkilerde büyük sorunlar yaşandığını söyleyen Pekşen, "dünyada birkaç tane Afrika ülkesi dışında ne batımızda ne de doğumuzda hiçbir ülke bizimle yan yana gelmek istiyor. Yıllara dayanan ve ülkemize saygınlık kazandıran dış politikamız AKP eliyle çökertildi. Diplomatlarımız 'monşer' denilerek dışlandılar, görevlerinden el çektirildi. Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimiz neredeyse bitme noktasına geldi. Mezhepçiliğe dayanan, hayalperest dış politika anlayışı sonucunda komşularımızla da büyük sorunlar yaşamaktayız" dedi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yıllardır dayandığı 'yurtta sulh, cihanda sulh' politikasını bir kenara bırakan AKP iktidarının dış politikada yeni bir anlayış getirdiğini ifade eden Pekşen, şöyle konuştu:
"AKP iktidarının beceriksiz yandaşlara emanet ettiği dış politikayla birlikte rüşvet ve bağışa dayalı yeni bir dış politika anlayışı ortaya çıktı. Artık herhangi bir ülke liderinden randevu almak için ya rüşvet olarak o ülkeden uçak, veya et almak gerekiyor ya da o ülkeye bağış yapmak gerekiyor. Son olarak Vatikan'a Papa'yı ziyarete giden Erdoğan bu ülkeye yüklü miktarda bağış yapmış ve bu sayede Papa ile görüşebilmiştir. Buradan 80 milyon adına soruyorum Papa ile görüşmek için bu ülkenin gariban halkının parasını 'Haçlı ittifakının merkezi' dediği Vatikan'a nasıl vermiştir?"
Erdoğan'ın Vatikan ziyareti ile ilgili olarak TBMM'ye bir soruluk önerge veren Pekşen, bu ziyaret için Vatikan'a ne kadar bağış yapıldığını sordu.
                                                                           ***
Erdoğan, konuşmalarında, Suriyeli mülteciler için 30 milyar dolar harcandığını söylemeye devam ediyor. Bu paraların nerelere harcandığı meçhul. Soru önergeleri cevapsız!.. Yakında 30 milyar dolar katlanarak ifade edilmeye başlanırsa hiç şaşırmayacağım!.. Ha!.. İleride şaşırmayacağım bir hususu daha bugünden ilan edeyim;
"Papa Françesko bizi aldatmış..."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

8 Şubat 2018 Perşembe

Bu düzende kurtuluş yok, bu düzenden kurtulmak gerek- İLKER BELEK

Neden çoğunluğa hayal gibi görünen bir iddianın peşinden gidiyoruz, neden “akıntıya karşı” kürek çekiyoruz, neden sürekli sosyalizmi işaret ediyor ve neden yine çoğunluğun “nerede?” diye alaya aldığı işçi sınıfını örgütlemeye, ayağa kaldırmaya çalışıyoruz?
Bütün bu itirazların belli ölçüde haklılık payı olsa da, aslında çok basit bir şey yapıyoruz: Yalnızca gerçekleri dile getiriyor ve yalnızca hayata bilimi uyguluyoruz.

İşimiz çok sıradan ve fakat aynı zamanda çok zor. Zorluğu bugünün karamsarlığından kaynaklanıyor ve biz bir görev olarak bu karamsarlığı dağıtmayı da sırtlanıyoruz.
Kapitalizm hiçbir sorunu çözemez. Çünkü bütün sorunları kendisi yarattı. Sorunları çözebilmek için kapitalizmi yıkmak, sosyalist bir düzen kurmak gerekir.

Bu kadar da değil:  Kapitalizm koşullarında sorunlar bugün durdukları gibi de durmazlar, daha vahşi, daha insanlık dışı bir hal alırlar. Öyle de oluyor zaten. Nedeni kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal ve siyasal olarak krizde olması.

Kriz çok yönlü, düzeni kilitliyor, kilitlenmiş düzende patronlar sömürüyü sürdürebilmek için emek üzerindeki çıplak, Marks’ın deyişiyle mutlak, sömürüyü derinleştirmek zorunda kalıyorlar.

Sömürü patronların kötü niyetiyle alakalı değil. Sistem sömürüye dayanıyor. Sistem, içindeki her aktöre, kuruma, sınıfa nesnel bir pozisyon yüklüyor. Sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi kapitalizmin krizli ortamında emek üzerine yüklenmek zorunda kalıyor.
Neden söylüyorum bütün bunları: Sömürü ve onunla bağlantılı sorunlar, birilerinin sandığı gibi, patronlar iyi niyetli olsa da çözülmez, sorunları patronların iyi niyeti çözemez, çünkü patronda iyi niyet diye bir şey yoktur, patron sınıfını niyetle tartıya vuramayız.
Sorunların nedeni sömürüdür ve sömürüsüz bir kapitalizm yoktur.


Sonuç şu: Bu düzen illaki değişecek. Eğer eşitlik, adalet, kalkınma ve bilimin, aklın egemen olmasını istiyorsak.
Bunu bilim söylüyor. 
Bu gerçekten kaçış yok.
Bu söylediklerimiz, bu düzende çoğunluğa zor görünüyor, ama gerçek tam tersi. 
Zor olan, zor ne kelime imkansız olan, kapitalist düzenden ve kapitalist düzenin siyasal aktörlerinden beklenti içinde olmak.

Sonuçsuz.
Kanıt; düzenle hesaplaşmaktan bütün kaçışlara, bütün düzen içi konumlanışlara, krizdeki derinleşmenin eşlik etmesi, sömürüyle ilişkili sorunların daha da belirgin hale gelmesidir. İşsizliğe bakın, eşitsizliklere, yoksulluklara, savaşların gidişatına bakın, gördükleriniz, bilimin “bu düzen sorunları çözemez” sonucunu dayandırdığı somut olgulardır yalnızca.
Hayatın kendisi başka bir hayata ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
Bunu kabullenmemek yalnızca insanlığın yaşadığı sorunları katmerleştiriyor ve kabullenmeyenleri çözümsüzlüğün bir parçası haline getiriyor.
Bu gerçekliği kabul etmeyebilirsiniz. Ama bu neye benzer biliyor musunuz? Asgari ücret alan bir işçinin bir patron gibi yaşamak arzusuna.
Sorunlarımızla, gerçeklerle yüzleşeceğiz ve bu düzenin her şeyiyle, ideolojisiyle, zor aygıtlarıyla kapışmayı, hep birlikte, tüm sömürülenler-emekçiler olarak göze alacağız. Ya da…

Zaten istemesek de o noktaya doğru süratle ilerliyoruz. AKP Türkiye’yi sıcak bir savaşın içine çekmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. 
Kaçabilir miyiz?
Kaçan bıraktıklarını nasıl unutur? 
Kaçmak insanın kendinden kaçması anlamına gelmez mi?  
İnsan kendisini terk edebilir mi? 
Terk etmenin yaratacağı sıkıntı bir ömür boyu nasıl taşınır?

İlker Belek / SOL