23 Şubat 2018 Cuma

Cübbeli Murat Belge Hocaefendinin müritleri için: 'Linç nedir?' ve 'utanma kültürü' - TAYLAN KARA

Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir. (Ali Nesin)

Kavramların ırzına geçmek, “yerli” liberallerin “milli sporu”dur. Her kavramı tersyüz etmek, içeriğini değiştirmek ya da takla attırmakta kimse ellerine su dökemez.

Murat Belge’nin “Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi”ne başvurarak Oxford Üniversitesi’nde çalışma girişiminde bulunmasına yönelik sosyal medyada gösterilen tepkilere “Belgeperverler”in verdikleri isim de bu cinstendi (1): Linç.
M. Belge linç ediliyor!

Linç dedikleri ise M. Belge’ye sosyal medya üzerinden gösterilen tepkilerdi.
M. Belge’yle ilgili Mayıs 2017’de yazılan bu yazı (2) bile “linç” olarak yorumlandı.

“İt”, ”utanmaz”, “ahlaksız”… Bunlar “Murat Belge Hocaefendi Hazretleri”ni eleştirdiğim bu yazıdan dolayı bana atfedilen sıfatların sadece birkaçıydı.
Bu yazıma gösterilen tepkilerde her hakaret vardı ama yazının içeriğiyle ilgili tek bir cümle yoktu.
Bu yazıda yalan olan neydi?
Bu yazıda yanlış olan neydi?
Bu yazıda iftira olan neydi?
Bununla ilgili hiç ama hiç konuşulmadı.

                                                                      *
Fiziksel saldırı yok.
Fiziksel saldırı tehdidi yok.
Hiçbir şekilde herhangi bir tehdit yok.
Hakaret yok.
M. Belge hapse girmedi.
M. Belge işinden atılmadı.
Yapılan tek şey, M. Belge’nin vaktiyle iktidarı desteklemek için kendi yazdığı ve söylediği sözleri gündeme getirmek, hatırlatmak ve yüzlerine çarpmaktı.
Yapılan sadece M. Belge’nin bu sözlerinden ve yaptıklarından utanmasını beklemekti.
                                                                        *
Bir liberale anlatır gibi anlatmak
Linç nedir?
Wikipedia’ya göre linç, hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemidir (3). Sözcük kökenini 18. yüzyılda yaşamış Amerikalı yargıç Charles Lynch’ten almaktadır (4).
Daha somut ve güncel olalım.
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, 2 Haziran 2013’te Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’a yapılan şeydir. Hani Murat Belge kalemiyle iktidarı desteklerken, M. Belge’nin “iktidardaş”larınca döve döve öldürülen 19 yaşındaki genç…  M. Belge, Ali İsmail Korkmaz sokakta dövülerek öldürüldüğünde bir “akil adam”dı*.

                                                                        *
Liberal linçe karşı bellek
Liberal buyurmuş: Murat Belge linç ediliyormuş!
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, sırtını iktidara dayayarak, kolluk kuvvetlerinin, iktidarın ve bütün yandaş medyanın “terörist” ilan ettiği Metin Lokumcu’yla ilgili şu cümleleri söylemektir:
“Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti (5)” 
Çok önemsemezler ama yine de liberaller için “küçük bir detay”ı daha hatırlatmakta fayda var: Metin Lokumcu 31 Mayıs 2011 tarihinden beri ölü.
“Murat Belge Hocaefendi”nin şu sözleriyle ilgili bir özeleştiri yaptığını okuyanınız oldu mu? M. Lokumcu’nun ölümüyle ilgili şöyle buyurmuştu Murat Belge:

“Türkiye seçime yaklaşırken ben de birkaç günlüğüne Türkiye’den uzaklaştım. Ben yola çıkarken Hopa’da adam öldüğü, bir başkasının ağır yaralandığı haberini okuyordum. Nedir, nedendir, Türkiye’de ‘siyaset’ denince böyle bir şey anlamak gerekir? Ortalık kan revan içinde kalmadıkça siyaset siyaset olmaz? Birileri bununla AKP’ye oy kaybettireceğini umuyor herhalde."
“Emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a mı bağladınız?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı:
“Kendisini değil ama onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil.” 
                                                                      *

M. Belge, bu sözleri söylediğinden beri yaklaşık 6.5 yıl geçti ve bu süre boyunca bu iftirasıyla ilgili tek bir kanıt ortaya koymadı. Çamurunu attı ve kenara çekildi.
İçinde “bir nanogram” utanma duygusu olan birinin şu cümlelerden sonra yüzünün kızarması gerekirdi.
İçinde “bir nanogram” utanma duygusu olan birinin, şu cümleleri eleştiren bizleri değil bu cümleleri söyleyeni eleştirmesi gerekirdi.

                                                                        *
Linç nedir bilir misiniz?
500 korumayla üniversiteye gelen bakanı protesto eden öğrencileri “faşist” ve “darbeci” ilan etmektir. Bu protesto için 11 öğrenci 4 yıl hapisle yargılanmış, 2 öğrenci 6 ay hapis cezası almıştı (6,7). Okul idaresinin öğrencilere verdiği uzaklaştırma ve disiplin cezalarını ise saymıyorum.

M. Belge bu konuda şunları söylemiştir:
“Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün… Niçin darbeler iyidir diyen Süheyl Batum’a atmıyorlar?”
Belge, “Siz de mi Başbakan gibi öğrenci protestolarının arkasında başka bir şey arıyorsunuz?” sorusuna ise şöyle yanıt vermiştir:
“Öyle düşünüyorum evet. Çünkü Tan gençliğinden itibaren böyle bir gelenek var. Eğitimle yapıyoruz bunu. Türkiye’de faşizm aileden değil eğitimden gelir. 68’den beri ben bu hareketlerin içinden geldiğim için biliyorum. (5)”
M. Belge’ye göre protestocu öğrenciler darbeci ve faşist,  bakan Burhan Kuzu ise mağdurdu.
                                                                      *
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, son evre kanser hastası 74 yaşındaki Türkan Saylan’ın sabaha karşı saat 5’te evi basıldığında şunları yazmaktır:
“Türkân hanım darbeye karşı olduğunu söyledi ve kendisini biraz olsun tanıyan biri olarak benim bundan hiç şüphem yok, ama bütün bu cunta/darbe ajitasyonu içinde bayağı önemli ve bayağı merkezî bir rol oynayan bir örgütün başkanı olduğunu da unutmamak gerek. “Ülküdaşlarım” diye nitelediği, darbeyle içli dışlı olmuş kişiler hakkında kanıt olabilecek şeyleri, diyelim onun bilgisayarında da aramaları, büsbütün akla aykırı bir ihtimal değil.(8)” 

Fethullahçılar ve yandaş basın Türkan Saylan’ı terörist ilan edip “ askerlere kız pazarlıyordu” gibi “düzeyli” haberler yaparken M. Belge’nin yazdıkları buydu (9,10).
M. Belge, “aferin, devam edin, cuntanın merkezine girdiniz, bilgisayarına da bakın!” diyerek olanları alkışlıyordu kısacası.  
Peki Türkan Saylan ve derneğiyle ilgili 19 ay sonra hiçbir kanıt bulunamadığından takipsizlik kararı verildiğinde M. Belge bu yazdıklarını geri aldı mı (11)?
Özür diledi mi?
Attığı iftirayla ilgili tek kelime yazdı mı?
Bir cümle özeleştiri yaptı mı?
Her zaman yaptığını yaptı: Çamur attı ve hiç utanmadı.

                                                                        *
Linç nedir bilir misiniz?
Hiçbir kanıt göstermeksizin, kendi desteklediği iktidara muhalefet eden herkesi “Ergenekoncu”, “darbeci”, “faşist”, “darbe merkezi”, “Alevi” diyerek yaftalamak ve iktidara hedef göstermektir. M. Belge’nin hedef gösterdiği hiçbir kişi ya da kurum şu ana kadar ıskalanmadı.
M. Lokumcu “Ergenekoncu” ve “terörist” ilan edildi.
“Darbeci” ve “faşist” diye hedef gösterdiği protestocu öğrenciler hapis cezası aldı.
“Darbe merkezi” dediği derneğin 81 adresi ve Türkan Saylan’ın evi basıldı, onlarca kişi gözaltına alındı.
“Alevi” diye hedef gösterdiği yüksek yargı tasfiye edildi.
Linç nedir merak mı ediyorsunuz?
Lincin ne olduğunu en iyi bilen M. Belge’dir.
Linç, M. Belge’nin defalarca öncülüğünü yaptığı şeydir.
Sırtını iktidara dayayarak muhalifleri yaftalamak bir Murat Belge rutinidir.
O öğrencilerin hapis cezası alması ya da Metin Lokumcu’nun ölmesi Murat Belge’yi zerrece ilgilendirmez. Murat Belge Hocaefendi Hazretleri’nin müritlerini de ilgilendirmez. Çünkü Murat Belge, her türlü eleştiriden münezzehtir.
Şaka mı yapıyorum?
Hayır.
Bu benim değil Ali Nesin’in ifadesidir.
Ali Nesin, 3 Aralık 2015’te sosyal medya hesabından kelimesi kelimesine şunları yazmıştır:
“Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir.”
Bizler için “alçak”, “ahlâksız”, “it” gibi “özgürlükçü”, “ekolojik” ve “kibar” ifadeler kullanan Ali Nesin’in peygamber muamelesi yaptığı Murat Belge için söylediği şey budur.
Cümlesi o kadar açık ki başka söze gerek kalmıyor: “Murat Belge Hocaefendi Hazretleri ne derse desin, o eleştirilemez”.
Liberallerin derdi aslında tam olarak budur. Dertleri linç minç değil “peygamber”lerine laf edilmesidir.
Birinin bir an için “Atatürk her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir” dediğini düşünün.
Ali Nesin ve tarikat arkadaşlarının bu cümle için neler yazacaklarını tahmin edebiliyor musunuz?
Cübbeli Ahmet Hoca’nın müritleri bile Ali Nesin’e kıyasla çok daha şüphecidir.
Cübbeli Murat Belge Hocaefendi Hazretleri’nin müritleri ise asla şüpheye düşmezler.
                                                                       *
Kısacası “dağılın” diyor Ali Nesin.
SUSUN.
Konuşmayın. “M. Belge Hocaefendi Hazretleri’ni eleştirmeyin.”
M. Belge Hocaefendi, 90’ların en karanlık yıllarında kendisine teklif edilen “Çiller danışmanlığı”nı kabul edecek kadar iktidara yanlayabilir (12), ama eleştirmeyin.
M. Belge Hocaefendi, “Yüksek yargıyı Alevi cemaati yönetiyor” diyerek iktidara operasyon için kılavuzluk yapabilir (2), ama eleştirmeyin.
M. Belge Hocaefendi, Fethullahçı çeteyle sarmaş dolaş olabilir, onlardan para alabilir (13,14), ama eleştirmeyin.
                                                                         *

Çünkü Ali Nesin, Cübbeli M. Belge Hocaefendi tarikatı mensuplarının aklından geçeni iki cümlede özetlemiştir:
“Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir.”
Karşımızdaki Cübbeli M. Belge Hocaefendi Hazretleri tarikatının ahlâkı bundan daha iyi özetlenemezdi.
Ama mesela Mustafa Kemal Atatürk’e “Selanik piçi” diyebilirsiniz (15).
Mustafa Kemal Atatürk’ e “38’de geberen şahıs” diye hitap edebilirsiniz.
Mustafa Kemal Atatürk için “evlatlığıyla yatıyordu” diye işkembeden atarak yazabilirsiniz.
Bunların hepsi Ali Nesin’e göre fikir özgürlüğüdür.
Ama Murat Belge, “her türlü eleştirinin üzerindedir”.
Ali Nesin’in ahlâkı budur. Bu ahlâktan sadece tarikat çıkar, biat çıkar, mürit çıkar. Çıkanlar da zaten budur.
                                                                      *
Alçaklığın yerel tarihi
Bu topraklarda alçaklığın yerel tarihinin oluşmasına bizzat katkıda bulunan ateşli gönüllülere en küçük bir eleştiri getirildiğinde “vay linç var” diye karşı çıkan bir liberal güruhla karşı karşıyayız. Bu kişiler, hiçbir zaman eleştirinin içeriğini tartışmıyor. İçeriği görmüyorlar bile.  Belge Hocaefendi Hazretleri’nin ne kadar eğitimli, iyi, yüce ve entelektüel, buna karşın eleştirenlerin ne kadar sorunlu (kıskanç, kindar, nefret dolu, it, utanmaz vb.) olduğundan bahsedip eleştirinin önünü tıkıyorlar.   
                                                                      *

Hocaefendi Hazretleri’nin müritlerinin gözünde, ölen, hapse giren ya da mağdur olan insanların bir sinek kadar bile değeri yoktur.
Utanma duyguları alınmıştır. Onlar her zaman ve her koşulda haklıdır.
Her şeyi yaparlar, iktidarlarla her türlü ilişki içinde olurlar ama hiç yanılmazlar.
Bunlara “utanç transplantasyonu” yapacak bir teknoloji ne yazık ki yok!
Tek yaptığımız kendilerini kendilerine hatırlatmak ve durumu teşhir etmektir.

                                                                        *

Dün yaptıkları unutulsun istiyorlar. Sırtlarını iktidara dayayarak ölçüsüzce, kanıtsızca hedef gösterdikleri insanları, dile getirmeyelim istiyorlar. Bunları hatırlatanları da “işte bu linç kültürü” deyip susturuyorlar.
Hiç kolay değil biliyorum ama yine de söylemek gerek:
M. Belge ve çevresi, çevresinin çevresi, “linç kültürü” ezberiyle onu bunu ilgili ilgisiz suçlayacağına biraz “utanma kültürü” edinse daha iyi olmaz mı?

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar:
*M. Belge “akil adam” heyetinden 25.06.2013’de istifa etmiştir.

Yobazın ölümü - ALPER BİRDAL

“Dünyanın en muhteşem ürününü satıyoruz. Neden onun reklamını bir kalıp sabunun reklamını yaptığımız kadar etkili bir şekilde yapmayalım?”

Böyle diyordu Rahip Billy Graham 1963’te. Ve geçtiğimiz Çarşamba günü sona eren 99 yıllık ömrünü bu ürünü pazarlayarak geçirdi. Bir Amerikan disiplini olan pazarlamanın din alanındaki öncülerinden biri oldu. Başka dinden de olsalar dünya yobazları ona çok şey borçlu.

Graham, 1949’da, Orson Welles’in Yurttaş Kane’inin ilham kaynağı olan medya baronu Wiliam Randolph Hearst tarafından keşfedildi. Hearst, antikomünist histeriyi popülerleştirecek bir figür arıyordu. Aradığını Los Angeles kırsalında kurduğu çadırlarda vaaz veren genç Evanjelik rahipte buldu. Ve hemen ülkenin dört bir yanındaki yayın yönetmenlerine telgraf çekti: “Graham’ı şişirin”.

Graham, Hearst’ün yakın dostu, TimeLife gibi dergilerin sahibi Henry Luce’la Columbia, Güney Carolina’nın ırkçı Valisi Strom Thurmond’un malikanesinde bir araya geldi. Bu görüşmeden sonra yalnızca Time dergisi, bu ateşli vaiz hakkında 600’den fazla “haber” yapacaktı.

Yarım yüzyıldan uzun süren “kariyerinin” yükselişi böyle başladı. “Cihadını” boş arazilerde kurulan çadırlardan önce spor salonlarına, sonra stadyumlara, daha sonra radyolara,  televizyonlara ve internete taşıdı. Daha seksenlerin ortasında vaazları uydu aracılığıyla dünyanın dört bir yanında yayınlanıyordu.
Onlarca ülkede vaaz verdi; bunlar arasında Garbaçov’un yıkmakta olduğu Sovyetler Birliği de vardı.

Şebekesini giderek büyüttü; milyonlarca dolarlık bir imparatorluk kurdu.
New York Times, ölümü sonrasında yayımladığı makalede onun için şunları yazdı: “Graham’ın en önemli başarısı, Evanjelik Protestanların, evrim teorisine karşı çıkma çabaları 1925’teki Scopes davasında yenilgiye uğradıktan sonra başlayan sosyal hayattan geri çekilme eğilimlerini durdurup, bir zamanlar sahip oldukları toplumsal etkiye yeniden kavuşmalarını sağlamasıydı.”

Stanley Kramer’ın “Inherit the Wind” (Rüzgarın Mirası) filminde öyküsü anlatılan Scopes davası, Tennessee’deki bir devlet okulunda öğrencilerine evrim teorisini anlatan John T. Scopes aleyhine açılmıştı. Gerçekte Scopes, New York Times’ın iddia ettiğinin aksine, davayı kaybetti. Zaten Billy Graham’ın en büyük başarısı da Evanjelik Protestanların “geri çekilişini” durdurmak değil, Soğuk Savaş’la birlikte büyük bir hızla yükselen antikomünist gericiliği din üzerinden popülerleştirmek ve bunu milyonlarca dolarla beslenen devasa bir şebekeye dönüştürmek oldu.

Bu nedenle ABD başkanları onu yanlarından eksik etmedi ya da o, hep ABD başkanlarının yanında görüntü vermeye özen gösterdi. Başkanların ona, onun da başkanlara ihtiyacı vardı.

1950’de Truman’a telgraf çekerek, Kore’ye saldırmasını istedi. Aynı Truman’ı Çin’i işgal etmek isteyen General MacArthur’u görevden aldığı için eleştirdi.
Nixon’la o kadar yakındı ki Watergate Skandalı patlak verdikten sonra bile dostunu savunmaya devam etti. Ondan Vietnam’ın Kızıl Nehir deltasındaki su setlerini ve barajları bombalamasını istedi. Bunun milyonlarca sivilin ölümü anlamına geleceğini pekala biliyordu.

Birinci Körfez Savaşı başladığında Amerikan uçaklarının Irak’ı bombaladığı görüntüleri Baba Bush’la birlikte izlediğini iddia etti. Gerçi daha sonra Beyaz Saray’ın o anla ilgili yayımladığı görüntülerde Graham ortalarda görünmüyordu, ama en azından Bush ailesiyle yakınlığı konusunda yalan söylemiyordu. Oğul Bush, kendisini alkolizmden kurtarıp siyasi kariyerini ilerletmesini sağlayanın Billy Graham olduğunu söyleyecekti. Kaldı ki Irak’ın yerle bir edilişini Baba Bush’un yanında izlemiş olmayabilir ama Saddam Hüseyin’i deccal ilan ederek Amerikan egemenliğine ve Amerikan halkının korkularına hitap etmeyi ihmal etmedi.

Arası yalnızca Cumhuriyetçilerle değil, Demokratlarla da iyiydi. Bill Clinton başkan seçildiğinde ondan göreve başlama töreninde dua etmesini istemişti.
Vaazlarında sık sık İncil’in Romalılar 13 bölümündeki şu cümleleri alıntılıyordu: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır. İyilik edenler değil, kötülük edenler yöneticilerden korkmalıdır. Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse iyi olanı yap, yönetimin övgüsünü kazanırsın. Çünkü yönetim, senin iyiliğin için Tanrı'ya hizmet etmektedir.”

Graham ve Evanjelizm hakkında kitapları bulunan Cecil Bothwell, Graham’ın ölümü üzerine Counterpunch’ta yazdığı makalede şunları söylüyor: “Graham’ın esas mesajı korkuydu: tanrının gazabından korku; günaha girmekten korku; komünistler ve sosyalistlerden korku; Katoliklerden korku; eşcinsellerden korku; ırksal bütünleşmeden korku ve her şeyden öte ölüm korkusu. Ve tüm bu korkulara merhem olarak dinleyicilerine, İsa’nın kurtarıcı olarak benimsenmesiyle kolaylıkla ulaşılabilecek ebedi yaşamı öneriyordu.”

Eski bir rahip olan James Carroll da aynı noktayı vurguluyor: “Graham parmağını Amerikalıların korkuyla atan nabzına koymuştu…”

Neredeyse bir asır yaşayan ve bunun yarıdan fazlasını ait olduğu sisteme hizmet ederek geçiren yobazın çok iyi anladığı bir şey vardı: korku ruhu kemirir, onu iyi pazarlamak gerekir.

Alper Birdal / SOL

22 Şubat 2018 Perşembe

Monokrasi ve demokrasi ikilemindeki Türkiye - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Gerçek iktidarın devlet başkanının iradesine dayandığı yönetim biçimi (monokrasi) ve iktidarın halka dayandığı hükümet şekli (demokrasi) ayrışması, giderek daha görünür bir hale geliyor. TBMM’ye sunulan AKP-MHP ittifakı için yasal çerçeveyi amaçlayan öneri, ayrışmayı derinleşecek görünüyor.

‘Cumhur ittifakı’, sanal bir adlandırma; çünkü bu bir halk ittifakı değil, TBMM’deki en büyük parti ile en küçük parti arasında 16 Ekim 2016’da başlayan ‘fiili anayasa’ yolculuğunun monokrasi için yasal temele oturtulması. Bu da, 16 Nisan oylamasına göre seçmenlerin en çok yüzde 51,4’ünü temsil ediyor.

Öncelikle şu aldatmaca hatırlanmalı: Yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasına sürekli karşı çıkan parti, “nasılsa artık baraja gerek kalmayacak” söylemini, 6771 sayılı Kanun’u oylatmada gerekçe olarak kullandı. Başka bir deyişle, seçim barajının kaldırılacağı yönündeki umut, ‘evet yüzdesi’ni pekiştirdi.

‘Cumhur’ dedikleri ittifak, AKP-MHP-BBP sacayağına dayanıyor. Buradaki pazarlık şu: Her üç parti, adaylığını destekleyecekleri kişinin Cumhurbaşkanı seçilmesi için yüzde 50+1 oy almasını sağlayacak; buna karşılık, MHP ve BBP, baraj engelinden kurtarılarak, TBMM’de temsil edilebileceği gibi muhtemelen hazine yardımından da yararlanacak.

Sakıncalı ve iktidar için…
Bunun olası sakıncaları, kısaca:
Bu ittifaka katılmayacak veya önerilen yasaya göre ittifak oluşturmayan partiler açısından yüzde 10 seçim barajı kaydı geçerli olacak.
Hukuken açık bir eşitsizlik oluşturan böyle bir ayrım, siyasal açıdan da, ülkede ‘biz ve ötekiler’ ya da ‘ittifak bloku’ ve dışında kalanlar biçiminde bir ayrışmanın derinleşmesine yol açar… Güvenlik veya bölge barışı açısından ise, daha büyük bir tehlike; Afrin harekâtı ile yaratılan ittifakın, monokrasi için kullanılma ihtimalinden kaynaklanıyor.
Anayasal açıdan; 6771 sayılı Kanun düzenlemesini uygulamaya geçirmek için yapılan ittifak, 16 Nisan halkoylamasını teyit ve pekiştirme sürecini de beraberinde getirecek.
Anayasa, OHAL ortamında kotarılmıştı; iktidar ittifakı ise, hem OHAL hem de savaş ortamında…
“Artık baraj sorunu kalmayacak” sloganı ile Anayasa değişikliği yapıldı; şimdi ise monokrasi ittifakı ile, çok partili yaşamı tehdit edici daha yüksek baraj yaratılıyor. Kısacası, ittifak, Türkiye için değil, kendilerini kurtarmak için yapılıyor.

Kavramları değersizleştirmek
Müttefikler, ya anayasal bilgi yoksunu ya da kasıtlı olarak bunu yapıyor. 
Anayasa değişikliği, “tam da kuvvetler ayrılığı öngörüyor”: Bir kez kuvvet değil, iktidar (erk). Ama şu da gerçek: 6771 sy.lı Kanun düzenlemeleri, ‘kuvvet’ ve kullanımı anlayışında örülmüş: Yürütmenin tümünü elinde tutan ve yasamanın aslan payına sahip olan kişi, kılıcını yargı üstünde sürekli sallandırabiliyor. Bunun adı, en ılımlı kavramıyla ‘monokrasi’.


Sonra, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) kavramının yanlışlığına sürekli dikkat çektim. Hükümetin ve sözcüğün teknik anlamında Cumhurbaşkanının, hatta sistemin olmadığı yerde ‘CBHS’ deyimi, propaganda malzemesi olmanın ötesine geçemez.

Üçüncüsü, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) için yanlış olarak sivil toplum kuruluşu (STK) denmesinde de, anayasa ve siyaset bilimi kavramlarının içeriğini boşaltarak, resmi-kamusal ve sosyal alanlar bütününe monokrat ve yandaşlarını hâkim kılma iradesi yatmıyor mu?

Anayasal demokrasi için…
Monokrasi ittifakı karşısında meşru, hukuki, demokratik ve ahlaki birliktelik, ancak ‘demokratik hukuk devleti için anayasa’ ekseninde yapılabilir. Bu konuda öne çıkan partiler, şimdilik, CHP-HDP-İYİ Parti ve Saadet Partisi.
-Monokrasi karşısında demokrasi ve anayasa diyalektiği, öncelikle, halka dayanan meşrulukla sağlanabilir: demos+kratos (halk+iktidar).
-Bu birliktelik, Osmanlı-Türkiye Anayasa mirasını sahiplenme anlamında, ‘anayasal kimlik-ulusal kimlik’ örtüşmesini de aynı eksende kullanabilir. 
-Demokratik hukuk devleti ve haklar toplumu hedefi ise, ilk iki meşruluğu pekiştirir.

Fiili güç ve hukukun gücü
Monokrasi ittifakı, anayasal demokrasi yanlısı siyasal partileri, çekingen ve ürkek tavırdan uzaklaştırarak, Türkiye’nin özgür ve güvenli geleceği için birlikteliğin itici gücünü oluşturabilir.

Çünkü üçlü ittifak, Anayasa halkoylamasında yapılandan daha çok devlet olanaklarını kullanacak; “beka ve birlik” gibi kavramların arkasına sığınarak Afrin harekâtını, kendi kalıcı iktidarı yolunda seferberlik başlatacak. Bu yolda, bütün araçlar mubah görülecek…


Böyle bir hileli çifte harekât karşısında, anayasal demokrasiden yana olan toplumsal ve siyasal akımlar, dayanışma halkalarını daha meşru(haklı) ve rasyonel (akli) temellerde geliştirebilirler. 

Unutulmamalı: Şu anda güç müttefiklerin; haklılık ise, onların sürekli ötekileştirmeye çalıştığı, insan hakları, demokrasi ve hukuk devletinden yana olan toplumsal kesimlerin. Fiili güç geçicidir. Kalıcı olan ise, hukukun etkili olduğu siyasal sistemdir.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Cumhurbaşkanı adayı…- L. DOĞAN TILIÇ


Bir yerlerde; “Bir ülke/devlet bir savaşta yenildiği için yıkılmaz, onun bir yenilgi sonrası yıkılmasına yol açacak başka köklü nedenler vardır” anlamında bir şeyler okuduğumu anımsıyorum. Bu doğru; toplumların karşı karşıya kaldığı tarihi kırılmalar, anlık bir olayın değil bir sürecin sonucudur. 

Şimdi hemen herkes 2019’a, belki de daha erken karşımıza çıkacak seçimlere kilitlendi. AKP ve Erdoğan epeydir tam gaz seçim kampanyası sürdürüyor. MHP ile “yerli ve milli” kucaklaşmanın adı da kondu; Cumhur İttifakı! İttifaka BBP de katılacak.


Cumhurbaşkanı seçimi ile bir kritik eşiği dönecek Türkiye. Ya rejim değişikliği süreci resmi olarak tamamlanacak ya da ona hayır diyenler kazanacak ve ülke bir başka siyasal/toplumsal yolculuğa kapı aralayacak.

Sonuç ne olursa olsun, içine gireceğimiz yeni durumun tek nedeni bir tek seçim olmayacak. Girişteki önermenin de söylediği gibi, bizi o noktaya taşıyan o son seçimden başka pek çok etken var(dı). Geldiğimiz noktaya, o son seçime kadar yaptıklarımızla/yapılanlarla gelmiş olacağız.

Başlıktaki önermeyi tersten okursak, önümüzdeki seçimin sonucu ne olursa olsun, o sonuç hepimizin eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı bir Türkiye özleminin ve mücadelesinin sonu olmayacak. O yüzden, seçimin olası sonucundan bağımsız olarak, eşit ve özgür yurttaşların laik, demokratik, bağımsız Türkiye’si için yürünecek yolun taşlarını döşemek, seçimi de bunun bir aracı olarak görmek gerek.

Öyle anlaşılıyor ki, başkanlık sistemine ve Erdoğan’a karşı olanlar, geçen sefer yaptıklarını yapmayacak ve birinci turda bir ortak aday yerine herkes kendi adayını çıkaracak. CHP’nin, HDP’nin, İyi Parti ve Saadet’in adayları olacak. İyi ki de öyle olacak!

2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bütün CHP’liler son ana kadar adaylarının Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen olacağını sanırken, adını ilk kez duydukları biri, bugün hâlâ anlayamadıkları bir şekilde ortak adayları oluvermişti.

CHP’nin en tepesi dışında neredeyse tümü “Ekmeleddin vakası”nın vahim bir hata olduğunu kabul ediyor, ancak tepede o tercihin hata olduğu kabul edilmediğinden, bu kez nasıl birini aday göstereceği konusunda CHP’nin kendi tabanında endişeli bir merak var. 

Türkiye uzunca bir sürecin sonucunda öyle bir noktaya geldi ki, tarikat ve cemaatler arasındaki videolu güç savaşlarını eski zamanlara ait bir macera filmi gibi izliyoruz. Tarikat yurtlarında, baba evlerinde yaşanan çocuk taciz ve tecavüzlerinin neredeyse sıradanlaşmasına tanık oluyoruz.

Kadınların ne giyip, ne zamana kadar sokağa çıkabileceklerine kendileri dışında birilerinin karar verdiği; kadın ve erkeğin asansöre birlikte binip binemeyeceklerinin tartışıldığı; küçücük çocukların dini marşlarda derse başladığı bir ülke oluyoruz.

Bir arada kardeşçe yaşama zeminini de tahrip eden bir savaşın girdabına çekiliyoruz.

OHAL’le, KHK’lerle demokrasinin asgari şartlarından hızla uzaklaşıyoruz.

Yalnızca asgari ücrete bile iş bulamayanların iş ve aş umuduyla değil, milyonerlerin bile bunalıp terk etmek istedikleri bir ülke olduk. Yurt dışına beyin göçünün araştırılması için Meclis’e araştırma önergesi veren CHP Milletvekili Murat Bakan, son 3 yılda 13.000 milyonerin yurtdışına yerleştiğini, bunlardan 12.000’inin de son 2 yılda ülkeden gittiğini söylüyor.


Bu listeyi uzatmak mümkün… Ancak, yapılması gereken yakınmak değil; iki turlu bir seçimin ilk turunda, bu ülkenin sosyalistlerinin de mutlaka bir aday çıkarıp, nasıl bir Türkiye istediklerini ve oraya nasıl ulaşılabileceğini halka anlatmaları gerek. Bu yapılırken de, aday çıkaracak bütün siyasi özneler, somut ilkelerini ve adayları kazanırsa ne yapacağını toplum önünde ilan etmeye zorlanmalı.

Böylece, hem her koşulda bu ülkede herkesin eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşaması için çabalayacak insanlar olduğunun ve onların bir başka dünya düşünün altı çizilmiş olacak, hem sürekli sağa kaymasından şikâyet edilen sosyal demokratların dikkati sola çekilecek, hem de ikinci turda kimi değil neyi seçeceğimizi baştan bilebileceğiz.


L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İZBAN’da ne oldu ve tüccar Kocaoğlu’nun derdi ne? - AHMET ÇINAR

O bir patron dostu…
Para babalarının yandaşı, ensesi kalınların arkadaşı…
O bir tüccar…
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” diyerek kendisini memleketin CEO’su ilan eden şahsın zihniyeti neyse, onun zihniyeti de o.
Biri kendisini ülkenin CEO’su zannediyor, diğeri İzmir’in.
Biri memleketi pazarlamak için yırtınıyor, diğeri İzmir’i.
İkisi de Binali'yi çok seviyor: Biri "Gönlümden geçen başbakan Binali" dedi, diğeri Binali'yi başbakan yaptı. 
Afrin'den bahsederken ikisinin de gözleri parlıyor. 
Zerre kadar farkları yok birbirlerinden.

İzmir’in gündemi ise İZBAN.
Duymayan kalmadı ama bilmeyenlere bir kez daha hatırlatalım.  

İZBAN, İzmir’i kuzey-güney hattında, Aliağa-Selçuk arasında birbirine bağlayan, Menemen’den, Çiğli’den, Karşıyaka’dan, Bayraklı’dan, Halkapınar’dan, Alsancak’tan, Buca’dan, Gaziemir’den, Havalimanı’ndan, Torbalı’dan geçen hafif raylı banliyö sistemi.
İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi 15 Aralık 2017’de bir karar aldı: İZBAN’da bundan böyle “kademeli ücretlendirme” olacaktı.
Kocaoğlu, tıpkı ulaşımdan para kazanan, bu işten kâr elde eden bir şirket patronu edasıyla, “müşteri” olarak gördüğü İzmir halkına “Bundan böyle az giden az ödeyecek, çok giden çok ödeyecek” dedi.
Öyle bir uygulama ki… İZBAN istasyonlarına girmek bundan böyle kolay olmayacaktı. “Nasıl olsa iki istasyon sonra ineceğim, ulaşım kartımda 3 lira var, bana yeter”dönemi geçmişti. Bindiğiniz istasyondan en uzak istasyona kaç para gerekiyorsa, o bakiyenin kartınızda bulunması gerekiyordu. Örneğin Halkapınar’dan binip bir istasyon sonra, Alsancak’ta ineceksiniz: Bu yolculuğun bedeli normalde 2,86 lira. Ama biniş kartınızda 2,86 lira bulunması yetmiyor. İstasyona girebilmeniz için bile kartınızda 6,71 lira bakiyeniz olması gerekiyor. Deli Dumrul'un aklına gelmeyecek cinsten! 
Dayatma 15 Şubat sabahı başladı. O vakte kadar başlarına ne geleceğini bilmeyen İzmirliler, her zamanki rahatlıkla “Kartımda nasıl olsa dünden 3-4 lira var, şimdi binip işe, okula gideyim de akşam dönüşte bakiye yüklerim”diye düşündüler ve işin aslını öğrendiler. Kocaoğlu’nun kendilerine “minik sürprizi” vardı: Turnikenin başında kalakaldılar. İstasyona bile giremediler…
Öfke de orada patladı... “Ben kartıma daha bu sabah 10 lira yükledim, işe geldim, şu an kartımda 7 liradan fazla bakiye olması lazım” diye düşünen ler, Aliağa’daki iş yerlerinden çıkıp Gaziemir’deki evlerine gitmek için kartlarında 10,60 lira bakiye olması gerektiğini henüz bilmiyorlardı. 
CHP’nin ve Aziz Kocaoğlu’nun tüccar kafasıyla karşı karşıya olduklarını, İZBAN istasyonuna girebilmek için bile kartlarında yüklü bir bakiyenin bulunması gerektiğini yeni öğrenmişlerdi.
Haliyle bu dayatmaya karşı çıktılar. İtiraz ettiler. “Hayır” dediler. On binlerce imza toplandı İZBAN istasyonlarında.
Emekçi düşmanlığında AKP’yle yarışan, İzmir'i patronlara pazarlamada AKP’lileri geride bırakan Aziz Kocaoğlu ise henüz geri adım atmış değil.
Dayatma sürüyor...
                                                                  ***
Peki Kocaoğlu’nun derdi ne?
CHP’nin de, Kocaoğlu’nun da derdi piyasacı olmaları… Patron gibi düşünmeleri… Kamucu düşünceden uzak olmaları… Ulaşımın temel bir hak olduğunu kavrayamamaları... Sabah akşam oturup kalktıkları patronlarla, AVM’cilerle, müteahhitlerle, para babalarıyla aynı safta olmaları. Bir de herkesi kör, alemi sersem sanmaları. 
Benzer bir patron kafalılığı İzmirlilere 2015’in Haziran ayında da yaşatmıştı Kocaoğlu: Yüz binlerce İzmirlinin cebindeki Kentkart’lar, firma değişikliği nedeniyle bir gecede geçersiz kaldı. Tüccar Kocaoğlu, İzmirlilere “Cebinizdeki kartları getirin yenisini alın” demedi. Yüz binlerce İzmirliye yeni firmanın kartını bir daha sattı.
Yeni firma demişken…
Şu anda İzmirim Kart'ı yöneten firma Karbil Yazılım Bilişim... Ama bu Karbil, dev bir gruba bağlı bir şirket... Şirketler grubu: Cardtek Payment Processing Services.
2001’de kurulan bu büyük grubun önemli yatırımcıları Turkcell’in kurucularından olan, MV Holding’in patronu Murat Vargı ile Hollanda kökenli Revo Capital... Belli ki devasa büyüklükte küresel bir aktör…
“Elektronik Ücret Toplama Sistemi İşletim Hizmeti” adı verilen sistem şöyle işliyor: Kart dolumlarından toplanan para üzerinden, ihaleyi alan şirket (Cardtek) belirli bir yüzde (işletim geliri) alıyor. Cardtek şirketinin toplu ulaşım işlerinden sorumlu Oneclick firmasının yöneticisinin açıklamalarına göre bu oran yüzde 1,93… Günde 300 bin yolcunun yüklediği parayı düşünün…
Dayatılan yeni sistemde, İZBAN’ı kullanabilmek için İzmirim Kart’a yüklenmesi gereken para miktarını yükselterek şirkete para aktarılmış oluyor.
Bu Cardtek firmasının, kart okuma ve dolum makinelerini temin ettiği VERA isimli şirketin yönetim kurulu başkanı ise Murat Sancak… Yani Murat Sancak, bu büyük sofranın yancısı...
Evet bildiniz, İzmir’in göğsüne kara saplı iki bıçak gibi Folkart kulelerini saplayan Sancak sülalesi. Tüccar Kocaoğlu’nun kankaları. Geçen yıl Kültürpark’ı Sancak’lara arka bahçe yapmak için çok yırtınmıştı Kocaoğlu. Sağ yanına patron Ekrem Demirtaş’ı, sol yanına patron Ender Yorgancılar’ı alıp “kongre merkezi” adı altında bir ucube kondurmaya kalktı kentin belleği, tarihi, onuru Kültürpark’ın orta yerine! 
İşte bu yeni sistem, Sancak’ın VERA Delta cihazlarına da yarayacak. Girişlerde zaten var olan cihazlara, şimdi de çıkışta blokajı kaldıracak cihazlar eklendi, ekleniyor, eklenecek.
Kısacası sofra iştah açıcı, kâr büyük, rant ballı… Tüccar kafaların arayıp da bulamayacağı cinsten.
İşte Kocaoğlu'nun derdi tam da bu: Ulaşımın temel bir yurttaşlık hakkı olduğunu kavrayamamak... İzmirlileri "müşteri", Büyükşehir Belediyesi'ni "şirket", kendisini "CEO" sanmak... Kamucu anlayıştan uzak kalmak... Zaten vermekle mükellef olduğu kamusal bir hizmetten para kazanmaya, kâr elde etmeye kalkmak... 
Kelimenin tam anlamıyla Deli Dumrul muamelesi: Bir durak da gitsen, iki durak da gitsen İZBAN turnikesinden geçmek için İzmirim Kart’ına en uzak mesafe ücretini yükleyeceksin!
Yere batsın sisteminiz.   
Kocaoğlu’na geri adım attıracak ve bu Deli Dumrul uygulamasını yere çalacak olan ise İzmir halkının örgütlü mücadelesi, kararlılığı olabilir ancak.
Biliyoruz ki, örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. 

Ahmet Çınar / SOL

ABD, Rusya, İran, Suriye, hepsiyle mi savaşacaklar? - İLKER BELEK

Toplumda, yılların AKP karşıtları da dahil, Afrin operasyonu için büyük destek var. 
Gerekçeler şöyle sıralanıyor: “Gidişat kötü, yılanın başını baştan ezmek gerekir, ABD’nin niyeti sınırlarımızda boylu boyunca bir Kürt devleti kurmak, bugün planlanan 30 bin kişilik YPG ordusu çok geçmez 100 bine çıkarılır, hedef Türkiye’yi bölmek.”
Bu iddiaların her birisinde önemli gerçeklik payı var. 

Ancak analizi bu noktada bırakmak yüzeysel ve sorunların gerçek nedenini görmeyen bir yaklaşımdır, buradan hareket edilirse sonu büyük hüsranlarla neticelenecek gelişmelere, ister istemez katkı konulmuş olur.

Terörü bitirmek, emperyalizmin oyunlarını bozmak adına girişilen bu savaş neye benziyor biliyor musunuz: Ateşi yükselirken titreyen çocuğun, üşüyor diye, üzerinin kat kat yorganla örtülmesine ve sonuçta havale geçirmesine yol açılmasına.

Yanlış yöntemle, yanlış bakış açısıyla, yanlış yönde yapılan yanlış hareketlerin doğruyla sonuçlanma ihtimali yoktur. Yanlışlar sarmalı bir noktadan itibaren daha önemli yanlışlara mecburiyet doğurur. 

Yukarıda sıraladığımız yanlışların yalnızca birisi bile yanlış sonuç üretme potansiyeline sahipken, AKP’nin Suriye politikasında her tür yanlış mevcut. 

AKP 2011’de Esad’ı devirmeyi, Suriye’yi parçalamayı, Suriye’de kendisine bağımlı İslamcı bir parça ile bir Kürt parçası oluşturmayı hedefleyen ABD planında en başından itibaren aktif biçimde yer aldı.

Kaosun derinleşmesine katkı koydu. Suriye’de Selefi bir rejimin kurulması için cihatçı örgütleri destekledi. Yeni Osmanlıcılık adına savaşı fırsata dönüştürmeye çalıştı.
Hatırlayınız: Suriye sınırının yol geçen hanına çevrilmesine bilinçli biçimde göz yumulmuştu ve sınır güvenliğini sağlamakla görevli askerler cihatçılarla kameralara poz veriyordu.

Suriye’nin bölünmesi planı yöntemsel hataydı, ayrıca siyasi, ahlaki, insani açılardan kesinlikle kabul edilebilir değildi. Bir ülkenin iç işlerine doğrudan karışılıyor, o ülkenin halk iradesi hiçe sayılıyor, gelecekte ülkemize yönelik benzer müdahaleler için emperyalistlerin eline arayıp da bulamadıkları kozlar veriliyordu.

Bu plandan AKP’nin ve Türkiye’nin herhangi bir kazanç sağlama ihtimali de yoktu. Özellikle Rusya’nın 2015’te aktif biçimde devreye girmesinden, hatta daha öncesinde Esad’ın ve Suriye halkının ortaya koyduğu direnişten kendisini belli etmişti bu sonuç.
Ama böyle olsa bile emperyalizm bölgeyi karıştırmaktan hiç geri durmadı. Büyük güçler kaosun Suriye’deki varlıkları için elzem olduğunu iyi biliyorlardı. Kaos emperyalist bir hakimiyet biçimidir. 

AKP Suriye’nin parçalanmasını istiyordu ama, parçalanan ülkede bir Kürt devletinin ortaya çıkmasını beklemiyordu. Esad’la kavgalı Kürtleri yedekleyebileceği hayali içindeydi. Olamazdı, nitekim olmadı, nedeni Kürtlerin geleceklerini tabi ki ABD’de görüyor olmalarıydı.

AKP Amerika ile iş yapıyordu ama, ABD’nin Kürtleri kullanmasını istemiyordu. Oysa ABD’nin planı zaten kendisi açısından kullanışlı bir aktör yaratmaktı.

AKP ABD’ye Kürtleri Menbiç’e geçirme diyordu ama, Kürtler ABD’nin sahadaki askeriydi ve Menbiç demek Teşrin barajı demekti, bu barajın Suriye’deki stratejik önemi hiç tartışılmazdı.

AKP Afrin’e giriyor, kent merkezini kuşatacağını açıklıyordu ama, Soçi’de Rusya aracılığıyla da olsa Esad ile el sıkıştığını unutuyor ve kendisinin ÖSO dediği cihatçıların Esad’la savaşmakta olduklarını dikkate almıyordu.

AKP Astana’da Suriye’nin çok etnili ve dinli egemen bir devlet olarak varlığını ve toprak bütünlüğünü onaylıyordu ama, Esad’ın “Afrin bizim toprağımız” lafına kulaklarını tıkıyordu.

Suriye’de şüphesiz herkesin planları ve bununla birlikte her gün şekillenen yeni gelişmeler çerçevesinde yine herkesin belirsizlikleri ve riskleri var. 

Ancak AKP dışındaki bütün aktörlerin AKP’ye göre çok daha kalıcı, istikrarlı ilişki ve planları söz konusu. ABD ile Kürtler arasındaki ilişki böyle. Rusya, Suriye ve İran arasındaki ilişkiler de. Bir tek AKP apaçık yanlışlar sarmalında. 

Bunun nedeni AKP’nin emperyalizmin çeperinde yer alması münasebetiyle her bakımdan zayıf olmasıdır. Esad’ın arkasında ülkesini savunan halkı ve tarihsel haklılığı var. İran ABD’nin bölgedeki gücünü zayıflatmak gibi stratejik bir yolun içinde. Rusya emperyalist bir güç olma derdinde. Üstelik her ikisi Esad’ın rızasıyla Suriye’deler. ABD ve Rusya ayrıca silahları, petrolleri, askerleri ile güçlüler. Onların dedikleri olur ve genel manzara içinde AKP’nin bu ikisinden en az birisinin onayına dayanmayan hiçbir işe niyetlenme şansı yoktur.

AKP Suriye’deki savaş başladığında, bu ülkenin iradesine aykırı nitelikte yanlış bir işe girişti. Oysa ABD’nin Suriye’ye girişini engellemeye yönelik bir politika seçeneği ortada duruyordu. Önemli olan budur. Sonrasında ise elindeki güçle orantısız çaptaki emperyal işlere soyundu. Yanlış yöntemle, felaketle sonuçlanacak işler.

Suriye’de, Türkiye açısından ulusal güvenlik sorunu olarak görünen gelişmelerin ortaya çıkmasında AKP’nin belirleyici payı var.

Hiç olmazsa bu aşamadan sonra Türkiye’nin yapması gereken egemen Suriye’nin yönetimiyle anlaşmak, Suriye’den çekilmek, ABD’nin bölgemizi terk etmesi için çaba göstermektir. Bugün Kürt sorununun Türkiye’yi bölecek bir dinamik olarak gelişmesini engellemenin gerek koşulu, bölünmemek için direnmekte olan Suriye’ye destek olmaktır. 

AKP bunu yapabilir mi, tabi ki hayır, O ABD ile yeniden stratejik müttefik olma telaşında.

İlker Belek / SOL

21 Şubat 2018 Çarşamba

Çöküşün eşiğinden dönülecek mi? - İBRAHİM VARLI

Silah endüstrisinin temsilcilerini, güvenlik bürokrasisini, istihbarat örgütlerini ve onlarca ülke liderini buluşturan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel tehditler, krizler ve ihtilaflar konuşuldu. 2018’de dünyayı tehdit eden on gelişme de sıralandı.


Afrin eksenli Suriye gerilimiyle iç politikadaki gündem yoğunluğunun gölgesinde kalan Uluslararası Münih Güvenlik Konferansı sona erdi. Dünyanın dört bir tarafından silah endüstrisinin temsilcilerini, güvenlik bürokrasisini, istihbarat örgütlerini ve onlarca ülke liderini bir araya getiren konferans, 1963’ten bu yana her yıl şubat ayında Almanya’nın güneyindeki Bavyera eyaletinin başkenti Münih’teki Bayerische Hof Otel’de düzenleniyor.
Küresel tehditler, krizler ve ihtilafların konuşulduğu konferansın bu yılki ana konuları; başta Suriye’deki savaş olmak üzere Ortadoğu’daki uzlaşmazlıklar, silahlanmanın kontrolü, Avrupa Birliği’nin geleceği, Rusya ve ABD ile ilişkiler ve Afrika’daki krizlerdi.

Konferans son yıllarda olduğu gibi bir kez daha ABD-İran, ABD-Rusya, İran-İsrail atışmasına sahne oldu. Örneğin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, İran’ın sadece İsrail’e değil tüm dünyaya tehdit olduğunu söyledi, “İsrail’in kararlılığını test etmeyin” dedi. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ise, Netanyahu’nun suçlamalarına “İsrail jetinin düşürülmesi İsrail’in sözde yenilmezliğini sarstı” ifadeleriyle yanıt verdi.


Beş soruda Münih Güvenlik Konferansı:
1. Münih Güvenlik Konferansı’nın önemi nedir?
Bu yıl 54’üncüsü düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı, güvenlik politikaları alanında karar alıcıların ve uzmanların katıldığı tek kapsamlı uluslararası platform olma özelliğini taşıyor. Dünyanın dört bir tarafındaki güvenlik bürokrasisi, istihbarat kurumları ve silah endüstrisinin temsilcilerini buluşturan bir fuar niteliğinde. Pensilvanya Üniversitesi tarafından dünyanın en iyi think-thank organizasyonu olarak nitelendiriliyor. Önemli özelliklerinden birisi de savaşan ve çatışan tarafların temsilcilerini, uzmanları bir araya getirebilmesi.
2. Münih Güvenlik Konferansı’na kimler katılıyor?
Konferansa tüm dünyadan onlarca devlet ve hükümet başkanının yanı sıra, yüzlerce politikacı, bürokrat, güvenlik uzmanı, uluslararası örgüt temsilcisi ve araştırmacı katılıyor. 21 hükümet ve devlet başkanın katılımcıları arasında olduğu bu seneki konferansa Almanya Başbakanı Angela Merkel, İngiltere Başbakanı Theresa May, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Fransa Başbakanı Édouard Philippe, Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Başbakan Binali Yıldırım ve Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani katıldı. Ayrıca Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ABD Savunma Bakanı James Mattis ile Suudi Arabistan ve İran dışişleri bakanları da Münih’teydi.
3. Münih Güvenlik Konferansı’nda hangi konular tartışılıyor?
Dünya gündeminde öne çıkan gelişmelerin tümü Münih’te de ele alınıyor. Bu seneki ana gündem maddesi Trump ABD’sinin yol açtığı güvensizlik ortamı, Rusya ile tırmanan gerilim, milliyetçiliğin arttığı bir ortamda Avrupa’nın kendi güvenliği için ne tür adımlar atması gerektiği, Yakın Doğu ve Ortadoğu’da ihtilaf ve savaşlar ile IŞİD sonrası olası gelişmeler ele alındı. Bir diğer önemli gündem maddesi de, yeni nükleer silahlanma dalgası. Ayrıca siber güvenlik, küresel iklim değişiminin siyasi krizlerle ilişkisi de gündemde yer alan diğer konulardandı.
4. Münih Güvenlik Konferansı ne zamandan beri düzenleniyor?
İlk kez 1963’te düzenlenen konferansı, Alman yayıncı Ewald von Kleist ve Amerikalı fizikçi Edward Teller hayata geçirdi. Kleist, Hitler’e karşı direniş hareketinin içinde yer almıştı. Aslen Macar asıllı bir Yahudi olan Teller ise hidrojen bombasının mucitlerinden biriydi. İlk olarak “Askeri Bilimler Buluşması“ ismiyle düzenlene etkinlik, sonradan Münih Güvenlik Konferansı adını aldı.
5. Konferansın finansmanı nasıl sağlanıyor?
Her ne kadar bağımsız olduğunu vurgulasa da konferansı düzenleyen vakıf, büyük Alman şirketleri ve uluslararası şirketlerden sponsorluk desteği alıyor. Sponsorları arasında silah endüstrisinin büyük şirketleri ve “Güvenlik’’den kâr elde eden Krauss – Maffei Wegeman, Reyteon, Lockhead, Core Grooup Meeting, Münich Strategy Forum, European Defence, Energy Security, Cyber Security ve Health Security gibi savaş ekonomisi ile de ilişkili yatırımları olan çok sayıda şirket var.
                                                           *****
Dünyayı tehdit eden 10 tehlike
“Çöküşün eşiğinden dönülecek mi?” başlığını taşıyan 2018 yılı Münih Güvenlik Raporu’nda 2018’de dünyanın karşı karşıya kaldığı 10 siyasi risk şöyle sıralandı:
1. ABD ile Çin arasındaki rekabet
2. Dondurulmuş çatışmaların tırmanması
3. ABD ile Çin arasında teknoloji alanında yaşanan soğuk savaş
4. NAFTA ile ilgili görüşmeler nedeniyle Meksika ekonomisinde yaşanan istikrarsızlık
5. Nükleer kriz bağlamında ABD-İran ilişkileri
6. Uluslararası ekonomik ve siyasi yapıların istikrarsızlığı
7. Çeşitli ekonomik alanların gelişimini engelleyen korumacılık
8. İngiltere’de siyasi istikrarsızlık
9. Güney Asya’da halkların ulusal kimlik sorunu
10. Afrika’daki iç siyasi çatışmalar

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Rabia, bozkurt, sandık - FATİH YAŞLI

Geçen yıl 19 Kasım’da bu köşede yayımlanan “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde…” adlı yazıda, iktidarın içeride ve dışarıdaki sıkışmışlık halinden ve bunu aşmak için Atatürkçülüğe, milliliğe, antiemperyalizme sarılmasından söz ettikten sonra şöyle demiştik:
“Şimdi buna bir de Afrin ya da Kandil’e yönelik bir operasyonun eklenmesi, ‘milli birlik beraberlik’ dalgasının daha da yükseltilmesi ve toplumun bir kez daha milliyetçilik üzerinden hizaya getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır, iç ve dış tıkanıklığın, meşruiyet ve yönetememe krizinin ‘normal’ yöntemlerle aşılamadığı durumlarda, olağanüstü yöntemleri devreye sokmak siyasetin temel kurallarından biridir çünkü ve konjonktür de bunun için uygundur.”

Afrin’e yönelik bir operasyonun kamuoyunun gündemine giderek daha yoğun bir şekilde taşınmaya başlandığı 2018’in ilk günlerinde, tam tarih vermek gerekirse 8 Ocak’ta, Devlet Bahçeli bir açıklama yaparak şöyle dedi:
“MHP Cumhurbaşkanlığı adayı göstermeyecektir, MHP’nin genel başkanı Cumhurbaşkanı adayı olmayacaktır. İttifak olursa ittifakla, ittifak olmazsa kendi partisi olarak seçime girer. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Yenikapı ruhu ile hareket eder, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleme kararı alır.”

Erdoğan kendisine uzatılan zeytin dalını gecikmeksizin kabul etti ve bunu ertesi günkü Meclis grup toplantısında şöyle duyurdu:
“Ben Sayın Bahçeli’nin dün yaptığı açıklamayı çok önemli görüyorum. Destek kararı için şahsım, partim ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum. 2019 seçiminin yerli ve milli olanlarla, ipi başka mahfillerin elinde bulunanlar arasında geçeceği açıktır. Hayırlı olan işte yavaş davranmamak lazım. Bahçeli’yi davet ettim, yanıt bekliyorum.”

İki isim hemen ertesi gün bir araya geldi ve AKP-MHP ittifakı üzerinde anlaşıldı, ittifakın teknik meselelerinin halledilmesi için bir komisyon kurulması kararı alındı ve o komisyon da çalışmalarını geçtiğimiz haftasonu itibariyle tamamladı. Pazar günü tekrar bir araya gelen ikili son bir kez daha görüştüler ve ittifak için yapılacak kanuni düzenlemenin, bugün, yani çarşamba günü Meclis’e getirilmesi için anlaştılar.

Bahçeli’nin açıklaması 8 Ocak’ta yapıldı, Erdoğan’ın teklifi kabulü 9 Ocak’ta söz konusu oldu, iki ismin bir araya gelmesi 10 Ocak’ta gerçekleşti, ittifak komisyonu 11 Ocak’ta kuruldu, ilk toplantısını ise 18 Ocak’ta yaptı.

Peki bu ittifak sürecine eşlik eden diğer süreç neydi? 
Erdoğan 13 Ocak’ta Elazığ’da “1 haftaya kalmaz ne yapacağımızı görecekler” derken, 14’ünde Tokat’ta “Operasyonumuzu Afrin’le devam ettireceğiz” dedi. 15 Ocak’ta ise Kazan’da “TSK en kısa sürede Afrin ve Münbiç meselesini halledecektir” şeklinde konuştu. Tüm bu konuşmalardan sonra, 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı Operasyonu başladı.

AKP ile MHP arasında kurulan ittifakın ülkeyi yerlilik ve millilik söylemi üzerinden seçime götüreceği, toplumsal kutuplaşmayı yerli ve milli olanlarla gayri milliler ve dış güçlerin hizmetinde olanlar şeklinde kurgulayacağı, zaten uzunca bir süredir dost-düşman ikiliği üzerinden yürütülen siyasetin bu ittifakla ve seçim sathı mailine girilmesiyle birlikte derinleşeceği görülebiliyordu. Ancak bu siyasetin ete kemiğe bürünmesi, somutlaşması gerekiyordu. İşte bunun için yerli ve milli ittifak, kendisine yerli ve milli bir savaş buldu ve Zeytin Dalı Operasyonu’nu başlattı.

Böylece hem iktidarı sıkıştıran sayısız hadise, örneğin Sarraf meselesi, Man Adası belgeleri, ekonomik krizin ayak sesleri, geçim sıkıntısı unutturulacak, hem iktidar alternatifi olabilecek Gül ya da Akşener gibi isimlerin önü şimdiden kesilmiş olacak, hem AKP tabanı ile MHP tabanını Rabia ve Bozkurt işaretinde, yani Türk-İslam sentezinde birleştirmek mümkün olacak, hem HDP’nin kriminalize edilmesi devam edecek, hem de olanca aymazlığıyla “biz de yerli ve milliyiz” diye çırpınan CHP gayri milli cepheye yerleştirilebilecekti.

Nihayet ağızdaki baklayı Abdülkadir Selvi çıkarttı. Nasıl ki 10 Ekim Ankara Katliamı’ndan sonra dönemin Başbakanı “Bu hadiseden sonra oylarımız arttı” demişse, Selvi de pazartesi günkü yazısında, son anketlere göre “AKP’ye oy veririm” diyenlerin oranının % 55’lere yükseldiğini ve MHP’nin de barajı geçtiğini iddia etti. 

Aynı gün Afrin’den gelen bir görüntü ise tüm bu olan bitene dair muazzam bir sembolizm içeriyordu: Zırhlı aracın üzerindeki bir asker, bir eliyle Rabia bir eliyle bozkurt işareti yaparak poz veriyordu.

Peki tüm bunlar olurken, tüm bunlar hepimizin gözleri önünde gerçekleşirken muhalefet ne yapıyordu? 
Sanıyorum ki bu soruyu en çok yıllar sonra bugünleri inceleyen araştırmacılar, tarihçiler, siyaset bilimciler soracaklar ve tam da siyaseti dizayn için başlatılmış bir operasyonla ilgili olarak “operasyonu siyasete alet etmeyin”den başka tek kelimelik siyaset üretilememesine bakarak şaşkınlık ve hayretle “hiçbir şey” yanıtını verecekler.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Şempanzeden öğren insanlığı! - TAYFUN ATAY

National Geographic Channel, Dian Fossey'den sonra Jane Goodall'ın da belgeselini önümüze koyuyor. Her iki isim, antropoloji, özellikle biyolojik-antropoloji bünyesinde çalışanların aşina olmaması imkansız iki primatolog, yani “maymunbilimci”... Birincisi, Amerikalı Dian Fossey, ömrünü gorillerin yaşamını incelemeye, onların temsilcisi olmaya, geleceğini kurtarmaya adadı ve bu adanmışlığın bedelini hayatıyla ödedi; goril avcıları tarafından katledilerek...


Diğeri, Britanyalı Jane Goodall ise ömrünü şempanzelere adadı, onların sözcülüğüne, savunuculuğuna soyundu. O, Fossey'den daha şanslı denilebilir; hâlâ hayatta ve aktif çünkü!.. Ve de 1960'dan bu yana sürdürdüğü çalışmaları içinde arşivlerde kalmış, yayınlanmamış görüntüler eşliğinde “Jane” adlı bu yeni belgeselde karşımızda olacak.

İnsan-dışı maymunların insana en yakın türü olan şempanzeler üzerine verdiği yarım asırlık bilimsel emeğin popüler ilgiye açılmış en son ve kendi adı altında şekillenen bu en anlamlı örneğinde...
Her iki isimle benim ilk tanışmam 1980'lerin ortalarında Londra'da bir mağazadan aldığım yine National Geographic yapımı “Monkeys, Apes and Man” (Maymunlar, Kuyruksuz Büyük Maymunlar ve İnsan) adlı bir “VHS” video-kaset aracılığıyla olmuştu. O kaseti yurda döndükten sonra yıllarca (teknolojik olarak demode olduğu zamanlarda dahi) derslerde öğrencilerimle paylaştım. “Biyo-kültürel” bir varlık olan insanın biyolojik altyapısını anlama ve bu altyapının onu eşsizleştirdiği düşünülen kültürel kapasite ile ilişkisini kurma yolunda bulunmaz bir ders malzemesiydi bu. Jane Goodall, gencecik güzel bir kadın olarak karşımdaydı belgeselde (şimdi 80 küsur yaşında ve hâlâ çok güzel!). Yapım yılı eskiye gittiği için filmde Dian Fossey de capcanlı karşımdaydı ama çok geçmeden onun goril avcılarına karşı verdiği mücadeleyi ve o yolda katledilişini anlatan sinema filmi “Gorillas in the Mist”i (“Sisteki Goriller”) korkunç bir acı içinde izler bulacaktım kendimi!..

Şempanze ve sonra da goril, insana genetik olarak en yakın akraba maymunlar. İnsan da bir maymun, ama bunu kabul etmekte zorlanıyor. Hatta zorlanmak ne kelime, bu gerçeği kendi varlığına yönelik bir aşağılama sayarak şiddetle reddediyor.

Oysaki kendi dışındaki diğer maymun türlerinin, parçası oldukları doğaya yapıp ettiğiyle, yine bir parçası olduğu doğaya kendi yapıp ettikleri karşılaştırıldığında insandan daha “aşağılık” (bırakın “maymun” türünü) bir canlı türü yok. İnsan bir doğa zararlısı, doğanın kanser hücresi!..


Benim 1980'lerde izlediğim söz konusu belgeseldeki bir diğer önemli isim, insana dair “Çıplak Maymun” adlı çığır açıcı kitabın yazarı İngiliz zoolog Desmond Morris de insanın maymunluğu öfkeyle reddedişi karşısındaki şaşkınlığını dile getirmekteydi filmde... Neler söylüyordu, hatırladığım kadarıyla nakledeyim:
1960'ların ikinci yarısında Çıplak Maymun'u yazdığımda neredeyse Darwin'den 100 yıl sonra aynı tepkilerin ve tehditlerin içinde buldum kendimi... Bu çok şaşırtıcıydı, çünkü bir zoolog (hayvanbilimci) olarak benim için insanın bir maymun olduğu tartışma götürmez bilimsel apaçıklıkla ortadaydı. Ama insan, kendisini hayvanlar dünyasından tamamen ayrışmış bir varlık saydığı için bunun bilimsel çerçevede dahi ifadelendirilmesi ona ağır geliyordu. İnsan, kendini adeta doğadan bağımsız ve üstün bir yaratık olarak görmekteydi. Hâlbuki, yaşadığı ortamda davranışlarına çeki düzen vermezse eğer, insan da bir canlı türü olarak uçurumun kenarına, yani soyunun tükenmesinin eşiğine rahatlıkla gelebilir bana göre... Bu noktaya gelmemenin yolu, insanın çoktandır kaybettiği 'hayvani tevazu'yu ('animal humility') yeniden kazanmasından geçer”.

Morris'in bu sözleri sarf etmesinden de neredeyse yarım asır sonra hâlâ aynı noktadayız. İnsan, kendisini yeniden doğaya bağlayacak, doğa ile barışık kılacak o “hayvani tevazu”nun, yani doğaya başkaldıran, onu tahrip edip tüketen değil, doğaya tâbi ve onun parçası gibi davranan bir varlık olmanın çok ama çok uzağında. Buna bağlı olarak da şempanzeyle, gorille, orangutanla ve diğer maymunlarla biyolojik akrabalık, hâlâ, bırakın içe sindirilmeyi, telaffuz edilmesi dahi ciddi sorun yaratan bir bilimsel gerçek...
İşte Jane Goodall bende en çok bu bağlam çerçevesinde iz bırakmış isimdir. Çünkü o, neredeyse ömrünün yarısını adadığı şempanzeleri Tanzanya'nın Gombe parkında doğal ortamlarında gözlemler ve incelerken doğurduğu kızını o şempanzelerin yanı başında büyütmüş ve “çok yakın dost” olduğu bir anne şempanzenin yavrularını yetiştirme biçiminden etkilenmiş, esinlenmiştir!.. O, bunları açık şekilde ifade etmekten de çekinmemiş, “Şempanzelerden öğreneceğimiz çok şey var” demiştir.

İnsanlık adına bir onur nişanesi bu değerli primatoloğun öyküsünün anlatıldığı belgeseli önümüzdeki pazar (25 Şubat) “!f İstanbul” kapsamında gerçekleştirilecek özel ve anlamlı gösterimde kaçırmamaya çalışın! Olmadı, 5 Mart cumartesi günü, saat 23:00'da NatGeo ekranının karşısında olun...

İnsaniyet namına, peygamberlerden öğreneceklerimiz olduğu kadar şempanzelerden de öğreneceğimiz çok şey olduğunun farkına varmak için!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Metinden sonra? - ÖZGÜR MUMCU

New York Times’dan Farhad Manjoo’nun geçen hafta yayımladığı “Metin Sonrası Gelecek” makalesi bir süredir devam eden tartışmayı alevlendirdi. Makale kışkırtıcı bir cümleyle açılıyor: “Şu anda yapmaya çalıştığınız, yani bir ekrandan metin okumanın modası geçiyor.” 
Basılı gazetelerin internet karşısında düştüğü zor durumun zaten herkes farkında. Gazete alanların sayısı düşüyor, reklam gelirleri azalıyor. Bunun da yapılan gazeteciliğin niteliğine ve basın özgürlüğüne etkileri ortada.

Ancak Manjoo, daha da radikal bir gelişmeye işaret ediyor. Bırakalım basılı gazeteleri, metin artık internette de kendine zor yer bulacağa benziyor. 

İnternetin başlarında metin, hâkim unsurdu. Ancak teknolojik gelişme video ve sesin kolayca üretilip tüketilmesini sağladı. Manjoo’nun verdiği istatistiki bilgiler aydınlatıcı. Buna göre yaklaşık 70 milyon Amerikalı podcast dinliyor. 2017’de YouTube’da izlenen videoların toplam uzunluğu 1 milyar saat. Amerikalı gençler günde 2 saatlerini YouTube’da geçiriyor. Instagram kullanıcıları günde ortalama yarım saatlerini fotoğraflara bakmaya değil video izlemeye ayırıyor. Netflix, özgün içerik için 8 milyar dolar ayırmış. 

Mesele sadece internette ne tüketildiği değil. Bilgisayar ve akıllı telefonlarla kurulan ilişki de değişmekte. 2020 senesinde internet üzerindeki aramaların yarısının sesle yapılacağı tahmin ediliyor. 

Manjoo’nun makalesi haklı olarak bu gelişmenin insanların düşünme şeklini değiştireceğini belirtiyor. Metinle değil görsel-işitsel medyayla şekillenen düşüncenin akıl yürütmeden çok hislere dayanacağı öngörülüyor. 

Buna karşın, New York Times’da yayımlanan makalenin abartılı olduğunu düşünenler de var. Bu görüşe göre, internetle beraber insanlar tarihte hiç olmadığı kadar yazıp okuyorlar. İnternet öncesi daktilo kullanabilenlerle bugün bilgisayar veya telefon klavyesine hâkim olanlar arasındaki fark düşünülürse katılmanın mümkün olduğu bir tespit bu. 

Yine de insanların internette bir şeyler okumaktan ziyade bir şeyler dinleyip izlediği gerçeği de ortada. Yazılı kültürün yıpranması ve yerini görsel-işitsel medyaya bırakması küçümsenmeyecek bir ihtimal. 

Kitap okuma kültürünün yerleşik olduğu toplumlarda, kitap satışlarında henüz alarm zillerini harekete geçirecek bir durum yok. Ancak TÜİK araştırmasına göre televizyon izlemeye günde 6 saat, internete 3 saat ve kitap okumayaysa sadece bir dakika ayıran Türkiye için “metin sonrası gelecek” fikri çok uzak bir geleceği temsil etmiyor olabilir. 

Hele bir de buna basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu acıklı hali de eklersek geleceğimiz çok da parlağa benzemiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET