25 Mart 2018 Pazar

Üst akıl: Cambridge Analytica - Nilgün Cerrahoğlu

Hangi taşı kaldırsanız, Trump’ın eski “baş stratejisti” Steve Bannon çıkıyor... 
Dünyayı sarsan “Cambridge Analytica” (CA) skandalında da böyle oldu. 
Skandalın baş figürü Steve Bannon çıktı. 

2014-16’da CA’nın başkan yardımcılığını yaptığı gibi, Bannon’ın CA’nın kurucularından olduğu anlaşıldı. 

Türkiye Doğan Grubu’nun satışı ile çoksesliliğe indirilen ölümcül darbeyle meşgul olduğundan, “Cambridge Analytica” gibi adı bile “uzak” yabancı bir skandalla ilgilenecek durumda değil. Ama biz ilgilenmesek de CA bizimle ilgileniyor. Gaipten bir ses olmak pahasına, ahtapot gibi dünyayı saran bu CA meselesinden söz etmek durumundayız. 
 
Demokrasilerin Frankeştaynlaşması 
CA, içleri boşalan, ideolojik referanslarını ve temsili niteliklerini yitiren demokrasilerin Frankeştaynlaşmasının son noktası. 

Siyasi bir danışmanlık şirketi olarak kurulan CA, adı dahi Orwell’in siyasi kurgu romanlarından ödünç alınmış gibi duran “Stratejik İletişim Laboratuvarları/Strategic Communication Laboratories-SCL” isimli bir şirketin yan kolu olarak 5 yıl önce faaliyete geçmiş.
 
Seçim olan ülkelerde siyasi danışmanlık hizmeti veren şirket, Nijerya, Kenya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan’da çalışmış. Ama en büyük namı, son ABD seçimlerinde Trump ve Brexit’te kıl payı kazanılan zaferleri belirleyerek elde etmiş. 
Basından izleyebildiğimiz kadarıyla CA’nın Türkiye ile de bağlantıları var. 2019’un kader seçimi öncesinde bizden de iki parti CA ile temas kurmuş. İçlerinden biri bu şirketle anlaşmış! 

Vaktiyle nasıl siyasi partiler “reklam şirketleri” ile iş yapıyorlardı ise, bugün, bu işbirliğini “siyasi danışmanlık hizmeti” veren şirketlerle kotarıyorlar. CA da şimdi bu hizmeti sağlayan ve mantar örneği gibi çoğalan bu şirketler arasında (Trump, Brexit zaferleri nedeniyle) en tanınanı oluyor. 

Kirli çamaşırları ortalığa döküldüğü için artık iç yüzünü çözdük. Ama karanlık yüzü ifşa olan CA’nın kapısına yarın kilit vurulsa, aynı işlevi başka şirketler yerine getirecek. 
 
Nabza göre şerbet 
CA ne yapıyor? 
Potansiyel seçmenler üzerinde “veri madenciliği/data mining” denen işlemi gerçekleştiriyor. 
Facebook ve Google’da kullanıcıların yaptıkları aramalardan/“app” uygulamalarından, “arkadaş grupları” da dahil olmak üzere bir “kişisel” bilgi bankası oluşturuyor. 
Davranış, düşünce, hayat tarzı, beklentilerden.. “psikografi” denilen bir harita meydana getiriyor. Sonra bu “psikografi haritası” üzerinden, danışmanlık verdiği parti/aday namına; “algı operasyonu” hedefli, tümüyle “kişisel” siyasi pazarlama ve propaganda yapıyor. 
Buna bir nevi “nabza göre şerbet”in teknolojik versiyonu da diyebilirsiniz. 
Düşünün... 
Grup ya da cemaat olarak değil.. hedefteki kişiler, tüm bireysel zaaflarıyla, siyasi bir propaganda kampanyasında nokta atış, ince ince “algı operasyonuna” tabi tutuluyor. 
CA bu amaçla, FB bilgilerinizi ve Google taramalarınızı, arkadaş bağlantılarınızla birlikte aşırarak yürütüyor. Dünyanın şu ara odaklandığı bu “kişisel bilgi hırsızlığı” tabii başlı başına skandal, ancak bu, büyük fotoğraftaki sadece bir ayrıntı. 
Büyük resim, tek tek hepimizin.. “zaaflarımız”dan yararlanılarak ayrı ayrı birer propaganda hedefi haline getirilmiş olmamız. 
Propaganda bundan böyle artık miting meydanlarında değil, bilgisayar ekranında yapılıyor. 
Hafta başında Channel 4, CA’yı ifşa eden bir belgesel yayımladı. Belgeselde gizli kameraya konuşan bir yönetici şunu söyledi: 
“Seçim kampanyalarını biz artık gerçekler üzerine değil, duygular üzerine inşa ediyoruz. Seçim, duyguyla kazanılır. İnsanları harekete geçiren iki baş anahtar vardır: Korku ve umut. Korku ve kaygıya ne kerte hitap ederseniz, o kadar kazanırsınız!” 
Trump ve Brexit’in önünü açan anahtarlar nitekim tam da bu; “göçmen”, “küreselleşme” ve “Müslüman” korkuları olmuştu. Görüyoruz ki süreçte CA’nın parmağı varmış. 

Nasıl olmasın? 
CA’nın başstratejisti, ABD “alternatif sağ”ının temsilcisi Steve Bannon. 
Projeyi fonlayan Bannon’ın mülti milyarder sponsorları Robert ve Rebekah Mercer
Hedef ise Avrupa’yı Brexit’le bölmek ve Beyaz Saray’a Trump’ı çıkartmak suretiyle liberal demokrasileri çaptan düşürmek. 

Türkiye’de “üst akıl, üst akıl” deniyor ya, “üst akıl” artık böyle çalışıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Çakma tarih, satılık coğrafya! - Mine G. Kırıkkanat

Cehalete terk, cahillere emanet edilen cinnet vatanda, püsküllü püskülsüz Kadir’ler ve televizyon dizilerinden öğrenilen “yeni” tarihin mimarları, parodi dalında efsaneler yazıyor! Birkaç yıl öncesine kadar Çanakkale Zaferi’ni evliya taburlarına kazandıran zevat, zamanla ustalaştı ve görünmez evliya yalanından vazgeçip, görünür gerçeği tersyüz etmek taktiğini seçti: Çanakkale’de artık evliyalar muzaffer değil. Ama ortada pek övünülecek bir zafer yok, zaten olanı da Mustafa Kemal komutasında kazanılmadı. Dolayısıyla Çanakkale Zaferi’nin 103.’üncü yıldönümü çoğu yerde, zaferi kazanan komutan anılmadan kutlandı.
Eğer Türkiye gelecek yıla da aynı siyasal şablonla girecek olursa, yeni tarihçilerin 104.’üncü yıldönümü için hazırladığı parodiyi şimdiden söyleyebilirim: Çanakkale Zaferi’ni Almanlar kazandı, boşuna bir savaştı, işgal orduları zaten üç yıl sonra Çanakkale’yi çatışmadan geçtiler, onca askeri orada heba etmeseydik, halifeliği savunurduk, Osmanlı parçalanmazdı…
Nasıl parçalatmayacaklarına dair ne uydururlar, bilemiyorum.
Hangi yönde saçmalayacaklarını rahatlıkla seziyorum, ama rasyonel mantığımla saçmalıkta hangi düzeye çıkacaklarını öngörmem çok zor!

***
Gülüp geçmeyin.
Tarihin bariz deformasyonu olsa da bu parodi tarih yazılımına devletin en üst düzeyi rağbet ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bile hataya düşebiliyor. Örneğin bu yıl Çanakkale Zaferi’ni kutlayan konuşmasında, lafı bir ara
Osmanlı’nın toprak kaybına getirerek, “30 milyon km2’den 780 bin km2’yedüştük” diye hayıflandı.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu sanrısı (yanlış algı), “İkinci Abdülhamit hiç toprak kaybetmedi” çarpıtmasının devamı ve hızla süren tarih deformasyonunun bir parçasıdır.
İkinci Abdülhamit döneminde, Ruslar Erzurum’u; İngilizler Kıbrıs ve Mısır’ı, Fransızlar da Tunus’u almıştır.
Osmanlı Devleti’nin yüzölçümüne gelince, hiçbir zaman 30 milyon km2’yi kapsamadı.
En geniş hacmi 1595 İkinci Murat döneminde olup 19 milyon 902 bin km2’ye yayılıyordu.
1913’te 180 bin km2’si Avrupa’da, 1 milyon 800 bin km2’si Asya’da, 3 milyon km2’si Afrika’da olmak üzere, toplam 4 milyon 980 bin km2’yi buluyordu.
1913’ten 1923’e, sadece 10 yılda 4 milyon km2 toprak kaybedildi, evet.

***

Tıpkı İkinci Abdülhamit’in kaybettiği topraklar gibi, bu topraklar da insanlığın sosyolojik dönüşümü gereği, geopolitik bir zorunluluk olarak kaybedilecekti, öyle de oldu!
Çünkü 19. yüzyılın sonuna doğru halklar, yurttaşlık ve millet bilincini sahiplenmiş, kulluk ile ümmet toplumsallaşmasının sonu gelmişti.
Elbette ki tüm sömürge imparatorlukları gibi Osmanlı da dağılacaktı!
Hatta en köhne, en geri kalmış, en cahil ve yoksul imparatorluk olduğu için elbette hepsinden önce parçalanacaktı…
Japon İmparatorluğu, 1868’den 1945’e kadar 7 milyon 400 bin km2 toprak kaybetti.
Bugünkü Japonya’nın yüzölçümü 127 milyon nüfusuna karşın sadece 377 bin 962 km2.
Güney Amerika fatihi Portekiz İmparatorluğu, 1824’e kadar 10 milyon 400 bin km2’ydi. Koca Brezilya’nın sahibiydi.
Bugün sadece 92 bin 212 km2’lik bir ülke.
Güney Amerika’nın öteki fatihi İspanya İmparatorluğu, 1898’de Osmanlı’nın dört katı, 19 milyon 200 bin km2’lik bir yüzölçümüne yayılıyordu.
Bugünkü İspanya’nın yüzölçümü, 505 bin 990 km2.

***

Üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın zirvedeki yüzölçümünden iki kat büyüklükteydi: 33 milyon 700 bin km2’ye yayılan mülkünde zamanın dünya nüfusunun yarısı, 458 milyon insan yaşıyordu.
Bugün Britanya, İskoçya’yı saymazsak 242 bin 495 km2’den ibaret bir ülke…
İkinci Fransa İmparatorluğu, 12 milyon 898 bin km2’ydi. Bugün Fransa, 643 bin 801 km2.
Liste uzun.
Dünyadaki bütün imparatorluklar, fethettikleri topraklardaki halkların millet bilincine kavuşması ve bağımsızlıklarını elde etmek için başlattıkları mücadele sonunda dağıldılar.
Osmanlı da dünyadaki sömürge imparatorluklarından biri ve 18. yüzyıldan öteye bunların ne en büyüğü, ne de en güçlüsü ya da gelişmişiydi.
Oysa Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti, bugün Rusya hariç eski emperyal rakiplerinin hepsinden daha geniş bir yüzölçümüne sahip: 783 bin 562 km2. 

Tarihi yalan dolanla tahrif edenlerin, sata sata bitiremedikleri kadar büyük bir coğrafyadır, Türkiye.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

24 Mart 2018 Cumartesi

Basın basanındır - ORHAN GÖKDEMİR

Aydın Doğan emaneti sahibine teslim etti, gitti. Kontrolündeki basın artık devletindir. Daha önce de devletindi zaten. Şu kadarını hatırlatayım; basın patronu olduğu ilk yıllarda Hürriyet gazetesinin kapısından bile geçemediği konuşuluyordu Doğan’ın. Sahibi kâğıt üzerinde o görünmesine rağmen, boyunu aşan bir dükalıktı Hürriyet. Sonra Hürriyet’i kendisine ait binasından tüpçülere satıldığı için göçen Milliyet’in yerine taşıdılar. Ancak ondan sonradır ki Hürriyet bir Doğan Medya matbuatı haline geldi. Kazandıklarını ışıklar içinde harcasın, siyasi ve tarihi ömrü böyle tamamlanmıştır.


90’lı yıllarda o kadar güçlüydü ki, başbakanları üzerinde pijamalarıyla karşılardı. Hoş, başbakanlar da kapısından ayrılmazdı hazretin. Çünkü iktidara giden yol onun malikânesinden geçiyordu. Mesut Yılmazlar, Tansu Çillerler el pençe divan dururdu önünde.

Fakat gelin görün ki ideolojisi ile örtüşen merkez sağ partiler derin bir çürümenin içindeydi. Her geçen seçimde biraz daha eriyip, zayıflıyorlardı. O erimeden yararlanarak aradan sıyrılmayı başaran Necmettin Erbakan’ın partisi ise 28 Şubat duvarına çarpmış, kaynaşıp duruyordu. Ecevit’in içinde olduğu koalisyonlar dönemi işte bu şartlarda açıldı. DSP-ANAP-MHP ortaklığı ile başladı, sonunda bir eksilerek DSP-MHP koalisyonuna dönüştü.

Ama patronlar daha sağlam, daha hızlı ve daha güvenilir bir iktidar arayışındaydı. Formülleri basitti; Ecevit’i indirecekler ve yerine mutemet bir adamlarını geçirerek yola devam edeceklerdi. DSP içindeki sağlam adam Ecevit’in sağ kolu Hüsamettin Özkan’dı. Özkan, Aydın Doğan’a da yakını olduğundan TÜSİAD ve generaller bu formüle sıcak bakıyorlardı. Fakat Ecevit’in koltuğu Özkan’a bırakmakta ayak sürüyeceği çabuk anlaşıldı. Karı-koca Ecevitler kendilerine karşı düzenlenen komployu çabuk anlamıştı. Tez zamanda Hüsamettin Özkan’ı etkisiz hale getirdiler.

Özkan düşürülünce, Ecevit’e ve partisine karşı büyük bir Doğan Medya kampanyası başlatıldı. Hasan Cemal yurt gezisine çıkmıştı kampanya için. En acımasız yazılar ise Emin Çölaşan’ın kaleminden çıkıyordu. Doğan gazetelerinin kaleminden kan damlayan ünlü yazarları Ecevit'in çok hasta olduğunu, belden aşağısının tutmadığını, tırnaklarını kesemediğini, konuşamadığını, yürüyemediğini yazıyorlardı. Ecevit gitse yerine Hüsamettin Özkan gelse her şey yoluna girecekti. Sonunda baskılara dayanamayıp hastaneye kaldırdılar Ecevit’i. Başbakan “Başkent” Hastanesinde bir süre yattı. Abluka altındaydı odası, kimseyle görüşmesine izin verilmiyordu. Yatması uzayınca, iktidar partisinin yetkilileri başbakanın hastanede rehin tutulduğunu fısıldadı basına. Ve Türkiye tarihinde ilk kez bir başbakan hastaneden kaçtı!

Ecevit, hastaneden kaçtıktan sonra da tüm baskılara rağmen istifa etmeyip görevine devam etti. Doğan merkezli vezir düşürme operasyonu başarısız olmuş görünüyordu. Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan partiden istifa etti. Onu İsmail Cem ve başka vekiller izledi. İstifa edenler “Yeni Türkiye Partisi”ni kurdu. İktidar partisi iktidardayken bölünmüştü. Koalisyon ortağı Devlet Bahçeli erken seçim istedi. 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerde Ecevit'in DSP'si baraj altında kaldı. Yeni Türkiye Partisi, Kemal Derviş’in son dakika manevrasıyla CHP’ye geçmesi üzerine ortada kaldı. Silinip gitti. Tayyip Erdoğan’ın AKP’si o seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Yani AKP iktidarı bir Aydın Doğan operasyonunun sonucuydu.

soL’da Ali Ufuk Arıkan’ın Aydın Doğan’ı uğurlama yazısına bir daha bakmanızı öneririm. AKP’nin gelişini bir sosyal patlama, bir sosyal devrim olarak sunmuşlar, büyük tezahüratlar yapmışlardır.

***

Bir sonraki oyunda hedef, Kemal Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’a atamaktır. Fakat Kılıçdaroğlu evinin yolunu bulamayacak kadar İstanbul’a yabancıdır. Zaten oy kullanmayı bile beceremediği seçimi kazanmasının imkânı yoktur. Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’a atayamamış fakat CHP’nin başına atamayı başarmıştır. Hızlı yükselişinde Aydın Doğan ve matbuatının büyük rolü vardır.

Doğan bunlarla meşgulken Tayyip Erdoğan kontrolden çıkmaya, sağa solu zarar vermeye başlamıştı. Onu Cemaatle frenleme çabalarının sonucu malum. Ama açık olan şu ki Tayyip Erdoğan’ı desteklemeleri kadar Cemaate destek sunmaları da çok doğaldı onlar için. Hatta bir ara kavga çıkınca Cemaatin kazanacağı zehabına bile kapıldılar. Sonuç hüsran oldu.

Bunun üzerine yeni bir operasyona kalkıştılar. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi o güne kadar adı sanı duyulmamış Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermeye ikna ettiler. CHP tabanının gericiliği tescilli bu unsura oy vermekte tereddüt edeceği çok belliydi. Bu yönde bir soru üzerine Kılıçdaroğlu “tıpış tıpış verirler” demişti.

Aydın Doğan ve temsil ettiği güçler Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yaparak kurtulacaklarını sanıyorlardı. Ekmeleddin’in aday gösterilmesi aslında Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçtirme hamlesiydi. Öyle de oldu. Fakat Tayyip Erdoğan’ın yeni koltuğunda da boş durmayacağı anlaşıldı. O Abdullah Gül’ün kumaşından değildi. Nerede olursa olsun ipleri hep elinde tutmak istiyordu.

***

Son yerel seçimlerde İstanbul adayı Mustafa Sarıgül’dü. Bu çok yıpranmış ismi sırf Aydın Doğan’ın adamı olduğu için, matbuatından destek alır diye aday yaptılar. Oy verirken CHP’liler bile ayak sürüdü. Sonuç yine hüsran oldu.

***

28 Şubat muhtırasında da matbuatı aracılığıyla dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ı terbiye etmeye kalkışmıştı. Zamanın etkili generali Çevik Bir, İsrail’le içli dışlıydı. İsrail ise Erbakan’ın “kontrolsüz” davranışlarından çok rahatsızdı. Muhtıra ile kanırttılar, Erbakan’ı doğrudan aleyhine olan pek çok kararı imzalamaya zorladılar. Bir iki psikolojik harp operasyonu geldi ardından. Bir zavallı tarikatçı yobazı yatak odasında basarak güya irticayla mücadele başlattılar. 
O sırada basında da büyük bir temizliğe giriştiler. “Büyük” demem zamanın ölçülerine göre. Benim de aralarında olduğum 7-8 gazeteci hakkında gazete patronlarına yazı yazdılar. İşsiz olanlar bir daha iş bulamadı, işi olanlar kovuldu. Şu kadarını söyleyeyim, o zamanın mağdur gazetecileri arasında bir tek İslamcı yoktur.

Bir parantez açayım: Hürriyet’in operasyon için attığı 28 Şubat manşetlerinden biri Fethulllah Gülen’in “Beceremediniz, bırakın” sözüdür. Gülen, Erbakan’a karşı askerlerin yanında saf tutmuştur. Sonra, Mavi Marmara girişiminde de İsrail’in yanında saf tutacak, AKP’ye cephe alacaktır. Bakmayı bilene her zaman her şey yerli yerindedir.

28 Şubat davası hâlâ sürüyor. İddia o ki Aydın Doğan o davadan dolayı kendisinin de tutuklanması riskini göze alamadığından basını bıraktı. Ama gelin görün ki Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabında bugünkü iktidarın önde gelenlerinin de o operasyonun içinde olduğu ileri sürülmektedir. Yani önemsiz bir davadır ve bunu Doğan’ın bilmemesi mümkün değildir. Esası başkadır; Emrederler alırlar, emir gelir bırakırlar. Böyledir!

Öyle veya böyle, sonuçta emaneti bir tüpçüye bırakıp gitti. Hoş tüpçünün de emanetçi olduğunu herkes biliyor. Basın gerçekte devletleştirilmiştir ve bu işlem her şey özelleştirilirken gerçekleşmiştir.

***

Aydın Doğan basından çekildiği gün CHP koltuğuna oturmasına aracılık ettiği zat olup bitenden habersiz imamlığa soyunmuştu. 
Sabah, “Müslümanlıkta güncelleme olmaz, dayanağımız Kuran'dır” dedi. 
Öğle tüm İslam âleminin Regaip Kandilini kutladı. 
İkindide birlikte basın toplantısı yaptığı Alman Büyükelçi’yi “Afrin’e işgal diyemezsiniz” diye haşladı. 
Akşam, "İslami kurallara uymayan bir ülkeyiz biz” diye yakındı. 
Yatsıda "CHP dinsiz partidir diyorlar, doğru değil” diyerek nedamet getirdi. 

Dediklerine göre rüyasında da “Hukukçuların üzerinde mutabık kaldıkları gibi ilk evrensel İnsan hakları beyannamesi Veda Hutbesidir” diye sayıklıyordu. Baktım, hukukçuların böyle bir mutabakatı yok. Sadece AKP’li komisyon başkanının bu yönde bir beyanı var. Bir önceki gün Diyanet İşleri Başkanı’nı Çanakkale anmalarında Mustafa Kemal’in ruhuna fatiha okumamakla eleştiriyordu. Sanki içine Aydın Doğan kaçmıştır.
Önemsiyor değiliz; emrederler otururlar, emir gelir kalkarlar. Böyledir!

***

Bu tuhaf, tepetaklak ilişkinin esası şu; Bizde devlet doğrudan patronun devletidir. Yoksuldan alır zengine verir. Böylece patronlar Batıdaki sınıfdaşları gibi işçiyi, emekçiyi soymak için ekstra çabalara girişmekten kurtulur. Devletle ilişkiyi sıkı tuttun mu gelsin ihaleler, vergi indirimleri, teşvikler, destekler, kar garantili işler. Yani devlet patronlara, patronlar devlete doğrudan göbeğinden bağlıdır bu topraklarda. Bizde “son tahlilde” yoktur, “işin başında” vardır. O yüzden çabuk zenginleşirler ama servetleri de çabuk el değiştirir. Baksanıza Özal’ın prenslerinden hiçbiri kaldı mı ortalıkta? Aydın Doğan dünkü ilişkilerin cambazıydı. Şimdi yeni ilişkiler ve yeni cambazlar var. Sermaye kiminse düdüğü çalan odur. Öyleyse basın basanındır!

Ama yavaş ilerlese de evrim inkâr edilemez. Süleyman Demirel’i Tayyip Erdoğan’a, Bülent Ecevit’i Kemal Kılıçdaroğlu’na, Aydın Doğan’ı “Koyarım Cengiz”e dönüştüren bir evrimdir bu. 

Deniz bitiyor bir başka deyişle. Yeni bir dönemin ve yeni bir hayatın doğum sancılarıdır duyduklarınız…

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa’nın utancı Sarkozy - Nilgün Cerrahoğlu

Evvela bir yabancı diktatörün finansmanıyla seçilmiş ve işbaşına gelmiş, sonra, seçimini sağlayan “finans kaynağı”nı, kirli çamaşırlarını ortaya çıkarması korkusuyla yok etmiş… 
İki günlük gözaltının ardından, adli denetim koşuluyla serbest bırakılan Sarkozy skandalı böyle özetlenebilir. 

Yolsuzluk”, “yasadışı finansman” ve “Libya fonlarını alıkoymak”la itham edilen Sarkozy hakkındaki suçlamalar kanıtlanırsa, eski Fransa Cumhurbaşkanı on yıla dek varan hapis cezası alabilecek. 

Skandalın düşündürücü olan iki temel boyutu var: Biri, Batı demokrasilerinin açık değerler krizi ve erozyonu; diğeri bu değer krizine rağmen demokratik mekanizmaların bir biçimde hâlâ eski bir cumhurbaşkanını yargı önünde çıkaracak reflekslere sahip bulunması… 

Hukuk devletine yakışan bir adalet arayışının ne kerte gerçekleştirileceğini ve bu refleksin ne oranda sürdürülebileceğini hep birlikte göreceğiz. 

Libya halkının kayıplarını ve acılarını hiçbir şey telafi etmeyecek ancak, belki bir ümit… Fransa’da kirli emellere alet edilen “devlet raconu”nun masaya yatırılışına tanık olacağız.

‘Demokrasiden sonra’nın imgesi
Bunlar başlı başına Sarkozy skandalını, “Fransa’nın Watergate”ine dönüştürmeye yetecek nitelikte. 
Fransa “devlet başkanlığı”nın gangster raconuyla hareket eden bir tek adama alet olması, gerçekte rastlantı değil. 
Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu yıllarda bu köşede sıklıkla bahsettiğim tarihçi Emmanuel Todd’ın “Demokrasiden Sonra/Après la démocratie” isimli kitabı, bu bağlamda hayli zihin açıcı. 
Sarkozy meşrebindeki birisinin Cumhurbaşkanlığa gelmesinin Fransa gibi bir Batı demokrasisinde bir yol ayrımı olduğuna işaret eden kitap, “Agresif, dengesiz, narsisist, zenginlere hayran, ekonomi ve diplomaside kifayetsiz birinin nasıl olup ta cumhurbaşkanı olduğuna” mim koyuyor ve de bu soruyla başlıyordu. 
Todd, Sarkozy’nin, Fransızların, “iş bitirici”, “karar alıcı” ve “güçlü adam” arayışlarıyla birlikte “güçlü kimlik” manivelasını kullanarak bulunduğu konuma sahip çıktığını anlatıyordu.. 
Bu yolda Sarkozy kendisini, “Fransızları iç-dış tehditten koruyan alternatifsiz lider” kisvesiyle tanımlayarak kodlamıştı. 
İç tehdit”, Müslüman göçmenler... 
“Dış tehdit” de AB kapısından püskürtülen Türkler oluyordu...
Sarkozy, artık bugün Batı demokrasilerinde yaygın paradigmaya dönüşen “kimlik saplantısını”, ülkede ilk kez bir “ulusal kimlik bakanlığı” kurmaya dek vardırmıştı.

Despotlar cesaretlendi 
Kişiselleştirilmiş ve ulusun kaderine, kimliğine yön veren bu Cumhurbaşkanlığı tarzı, Fransa da o güne değin Cumhurbaşkanlığında görmeye alıştığımız Chirac ve Mitterand’ın “kurumsal” tarzından çok farklıydı. 
Sarkozy bu nedenle çok bariz bir yol ayrımı. 
Ve sade Fransa da değil, Trump Amerikası’nda da bugün gördüğümüz destursuz “one man show/tek adam şov” rejimler için de bir dönemeç sayılıyor. 
Avrupa demokrasilerinde popülizme kayışın başlangıcı 2000’ler başında Berlusconi idi ise; kendisini yasalar ve kuralların üstünde sayan, “ben merkezci”, “narsisist”, “yaptım oldu”cu “tek adam sendromu”nun fitilleyicisi, Kaddafi skandalı ile şimdi Fransa’nın utancına dönüşen Sarkozy oldu. 
Avrupa ve Batı demokrasilerinin “başkalaşma” süreci, böylelikle 2010’lar başında tamamlandı. 
Her şeye maydanoz Başkan baba” şablonu, şoke edici bir istisna olmaktan çıkıp, dört dörtlük model oldu. 
Batı bu kalıba devşirilince, postmodern “Çar”lar , “Reis”ler, “imparator”lar önünde totaliter icraatlarının kıyaslanacağı, yargılanacağı ölçü/kriter kalmadı. 
Çin’in “son imparator”u Xi Jinping örneğin kendisini “ömür boyu başkan” ilan etti. 
Trump’ın Jinping’i kınamak bir yana, kıskandığı söylendi. 
Putin de yüzde 70’le seçilmeyi hedeflediği son başkanlık seçiminde, “bingo” yüzde 75’in üstünde oyla istediği hedefi 12’den vurdu. 

İşler artık önden istenilen kesin oy miktarını tutturmaya dek vardırıldı. 
Putin de artık Batı tarafından yargılanmak, itham edilmek ve yalnızlaştırılmaktan hiç çekinmiyor. 

Niye çekinsin ki? Batı’nın liderleri de bundan böyle kendisine benziyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Her şeyi sattılar sıra suyumuzda - ALİ SİRMEN

22 Mart “Dünya Su Günü” ülkemizde fazla yankı yapmadan geçti. 
Oysa su kıtlığının, ülkemizde, dünyada ve artık bütün sorunlarına kafadan daldığımız Ortadoğu’da vardığı boyut, son zamanlarda su konusunu en büyük sorunlar listesinin üst sıralarına yerleştirmiş durumda. 
22 Mart günü bu sütunda Ahmet Davutoğlu konuk olduğundan konuyu biraz gecikmeyle bugün ele almaya çalışacağım. 
Küresel ısınma, sanıldığının aksine, su sorununu yaratan tek etken değil, başka bir deyişle küresel ısınma olmasaydı bile dünyadaki nüfus artışı (2050’de 9 milyar olacağız) başlı başına su sorununu ağırlaştırmaya yeten bir etkendi. Ama bazı bölgelerinin 2040 yılından itibaren çölleşme tehlikesini de doğuracağı Türkiye için olduğu gibi, dünyanın birçok bölgesi için de küresel ısınma artık su sorununu ağırlaştıran etkenler arasında yer alıyor. 
Su, hava gibi yaşamın kaynağı. O yüzden son zamanlarda ayırdına varılan su konusunda yeni egemen görüş suyun bir ihtiyaç değil, bir hak olduğudur. Su hak olunca, bütün insanların yaşamın bu onsuz olmazına engellenmeden ulaşabilmesi ve suyun kâr aracı bir meta olmaktan çıkarılabilmesi zorunlu oluyor.

***

Ortadoğu bölgesinin önemli su kaynaklarından sınır aşan su havzalarının üçünün menba ülkesi olduğundan ve GAP ile bunları değerlendirmeye başladığından bütün bölge ülkelerinin iştahlarının su kaynaklarına yönelmiş olduğu Türkiye, tüm ilgiye karşın sanıldığının aksine kişi başı 1513 m3 suya sahip olduğundan su zengini değil, su streslisi bir ülke. 2030’da ise 1400 m3 eşiğinin altına, 1100 m3’e düşerek su fakiri ülkeler arasına girecek. 
Küresel ısınmanın etkisiyle kimi bölgelerimizde oluşacak çölleşmenin de etkisiyle 2030-2040 yıllarından başlayarak ulusal ve uluslararası devasa boyutta su sorunlarıyla karşı karşıya geleceğiz. 

Bu durum, su konusunda içeride ve dışarıda sağlam, istikrarlı, kamunun istemlerini yanıtlamaya yönelik bir devlet su politikasının oluşturulmasını zorunlu kılmakta. 
Su sorununun çözümünün yalnız fiziksel planda kalmayan, sosyo-ekonomik planı da kapsayan, sürdürülebilir, rasyonel ve adil, ortak kullanım kavramlarını da içeren bir biçimde ele alınması kaçınılmaz olmaktadır artık. 
Bu da ancak su hizmetlerinin kâr öğesini önde tutan özel sektöre değil, kamuya bırakılması ile mümkün. 
Zaten, su hizmetlerinin Asya’da yüzde 99, Afrika’da yüzde 97, Ortadoğu ve Güney Amerika’da, özel sektörün cenneti Kuzey Amerika’da yüzde 95’i kamunun elindedir. 
Yalnız, son dönemlerde özellikle uluslararası şirketler bu alana büyük ilgi göstermeye başlamışlardır. “Su savaşları” dönemi ile suya çokulusluların el atması eşzamanlı olmuştur.
***

Doğal kaynaklarının yağmalanmasını ve tarımsal yapısının çökertilmesini, 50 yılda 3 Van Gölü kadar su kaynağının yitirilmesine bigâne kalacak kadar büyük bir vurdumduymazlıkla izleyen Türkiye’de 22 Mart 2018 Dünya Su Günü’nün en ilginç haberi, neydi dersiniz? 
Hemen söyleyeyim: Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ) Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarası’nın komisyonda görüşülmesi. 
Bu tasarının 6. ve 8. maddelerinde getirilen düzenlemeyle DSİ’nin gerek gördüğü hallerde bir veya birden çok havzada su kaynakları, su kullanım izni verilmek suretiyle özel veya tüzelkişi veya şirketlere verilebilecek, bu durumda suyun ücreti faturalama dönemi sözleşmeleri ile saptanacak, su faturaları zamanında ödenemediği takdirde şirketler suyu kullanan çiftçileri icraya verebilecek, iflaslarını da isteyebilecektir. 
Tasarının görüşüldüğü komisyon toplantısının yapıldığı salonun önünde toplanan çiftçi temsilcileri hep birlikte haykırmışlar: 
- Ne varsa sattınız, bari suyumuzu satmayın! 
Şeker fabrikalarından sonra suyu da özelleştirmeye çalışan AKP bu feryada kulak verir mi dersiniz?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Yeni “medyamız”… - MUSTAFA K. ERDEMOL

Napolyon’un cezasını çekmekte olduğu Elbe adasından kaçışı haberi, eski imparatorun başkente kadar gelebileceğini olası görmeyen Paris gazetelerinin manşetlerine ilk gün şu cümlelerle yansır: “Diktatör Elbe’den kaçtı.” İktidardan düşürülmüş, tahtını tacını kaybetmiş eski hükümdara layık görülen bu ifade biçimi, Napolyon Paris’e yaklaştıkça değişmeye başlar. Gazeteler ikinci gün biraz daha temkinlidirler. Haber, “Kral Paris yolunda” cümleleriyle duyurulur bu kez. Üçüncü gün, yani devrik imparator başkente sadece bir günlük uzaklıktayken manşetler artık son şeklini alır: “Majesteleri yarın Paris’te.”

Çok ikiyüzlü bir davranış olduğu kesin, ama zoru görünce Napolyon için ağzından bal damlayan Fransız basınının ayıplanacak bir tarafı yok bana sorarsanız. Koca imparatorun dönüşünün, gidişinden daha görkemli olacağını ilk anlarda fark etmek kolay iş değil.

Saygının ancak korkuyla sağlanabildiği dönemlerde, “Tanrı’nın yeryüzündeki elçilerine” yani krallara, padişahlara saygıda kusur etmenin bedeli canla ödenirdi. Komuta ettiği askerlerin arasında disiplini sağlayamadığı, Karaman seferi sırasında asker sayısının doğru dürüst hesabını veremediği için Fatih Sultan Mehmed’in önce kırbaçladığı sonra da tekme tokat dövdüğü Yeniçeri Ağası Kazancı Doğan’ın, öfkeli sultanın hışmından kolay kurtulduğuna bakmayın siz, kellesinin gitmesi an meselesiydi. İyi asker oluşu, dayak yerken Padişah’a ima yoluyla bile en ufak bir saygısızlık göstermeyişi, canının bağışlanmasını sağlamıştır.

Bir hükümdar ile konuşurken, neredeyse bir sanat haline gelmiş hitap biçimlerine başvurmaması halinde bir “kul”un ne hale sokulduğunun örnekleri çoktur. El pençe divan durmak varken, sululuk yapmak kimin haddineydi? Eğer kral ya da padişah izin vermişse, ölçüsünü bilmek koşuluyla şakalar yapılabilirdi belki. Bunun da bir “lütuf” olduğu hissettirilirdi önceden tabii. Kralın ya da padişahın ola ki her şeyden kuşkuya kapılmak gibi bir huyu vardır, yakınındakilerin bunu bilmeleri, dolayısıyla korkmaları çok doğaldır.  

Abdülhamid zamanında, ufak bir dizgi hatası Servet-i Fünun dergisinin sahibi, matbaacı Ahmet İhsan Tokgöz’ün sürülmesine yol açacaktı az daha: Tokgöz’e devlet salnamelerinin basılması işi verilmiştir. Salname, devlet örgütüne, memurlarına ilişkin istatistiki bilgilerin yer aldığı yıllığa deniyor. Yıllığın Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren bölümünde “hak kazanarak”  anlamına gelen “ve’l- istihkak” sözcüğü, “hak etmeden” anlamını taşıyan “ve la istihkak” biçiminde yazılır yanlışlıkla. O zamanlar Abdülhamid’in kardeşi  Sultan Murad henüz hayattadır. Abdülhamid’e karşı olanların bir kısmı Murad’ı tahta çıkarma çabası içindedir. Böyle bir niyeti olmayan diğer muhaliflerini bile Murad yanlısı saymaktadır Abdülhamid. Bu yanlışlığı kasıt sanması, hatta bunu Murad yanlılarının özellikle yaptığını düşünmesi olasılığı vardır.

Üstelik salnamedeki söz konusu yanlış fark edilmediği gibi o haliyle ilgililerce onaylanır bile. Allahtan Tokgöz, son anda farkına varır, hem durumu hem de kendini kurtarır. Korkusu boşuna değildir. Çünkü aynı salname daha önce devletin kendi matbaasında bastırılmak üzereyken Abdülhamid’le ilgili bir sayfa ters konmuştur. Matbaa çalışanları imparatorluğun çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir bu yüzden.

Hükümdarlar birbirlerine benzerler. Fransız basınının da buna benzer gerekçelerle Napolyon’dan korkmakta hakkı vardı demek istiyorum. Bir zamanlar sadece krallara, padişahlara değil, imparatorluk mensuplarına da kelimeler düzeyinde bile saygılı olmak bir gelenekti.

Tarihi gerçekler bunlar. Medyamızdaki büyük el değiştirme yüzünden geldi bunlar aklıma. AKP Genel Başkanı çok hassas biri malum. İçinde tek bir hakaret sözcüğü geçmeyen cümleleri yüzünden sanatçı Zuhal Olcay  hakkında dava açıp onu on ay hapise mahkum ettirebiliyor örneğin. Bu tarafını bildiğinden Aydın Doğan Genel Başkanı üzmemek için bir hayli çaba sarfetti ama kendisini affettiremedi bir türlü.


Bir zamanlar telefonda Genel Başkan karşısında ağlayan yeni “medya baronu” Erdoğan Demirören’in “gazetecileri” bence Napolyon dönemi Fransız “gazetecileri” kadar dikkatli bir “gazetecilik” yapacaklardır kuşku yok.
Koskoca Demirören’i ağlatacak değiller herhalde.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

‘Yay’ıyordu sonunda ‘Sat’tı: Çare kimde? - ERK ACARER

Seçimler yaklaştıkça kaybetmeye tahammülü ve seçeceği olmayan iktidar ülkenin nefes alma imkanını tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Atılan telaşlı adımlar erken seçim sinyali de veriyor. Bir haftaya sıkışanlar, Türkiye’nin biraz daha karanlığa gömülmesine neden oldu.

Hakim ve savcıların görev yeri kuralarının Beştepe’de çekilmesi, ‘Saray yargısı’ imajını pekiştirirken, adayların Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ayakta alkışlaması, gönüllü biat boyutunun hangi aşamaya geldiğini gösterdi.

Verimli çay saatleri ve düğmeli cüppe
Saray’da atanan hakim ve savcıların 100’den fazlasının AKP’de görev aldığı ortaya çıktı. Atamaların pek çoğu Başkent’e gerçekleşirken, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün 2017’de hakim olarak atanan kızı Gonca Hatinoğlu, 1 yıl dolmadan Yargıtay teknik hakimi oldu. CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, atamalar ile 2019 seçimlerindeki ilçe seçim kurullarının da şekillendirildiğini ifade etti. 7 kişiden oluşan seçim kurullarına, 2 kamu görevlisi bu hakimler tarafından atanacak. Böylece, AKP-MHP sandık ittifakı pekişip, manipülasyonlar kolaylaşacak.

2. etap yol temizliği yapıldı
Yasama, yürütme ve yargı, ‘3 kuvvet’ olarak kabul ediliyordu. Medya ise bunlardan sonra gelen 4. güç olarak tanımlandı. Bir haftaya sıkıştırılan önemli gelişmelerden birinin ‘medya’ ayağında gerçekleşmesi tesadüf değildi. Erdoğan iktidarı; şovla, göstere göstere ve kurumsal olarak, zaten çökertilmiş olan tüm kuvvetleri kendisine bağladı. 15 Temmuz darbesinin ardından yargı ile medyaya vurulan darbenin ikinci ve son perdesi böylece kapanmış oldu.

İlk etapta yapılan yol temizliğinde kapatma-tutuklama-sindirme etkiliydi. Son temizliğin yöntemi daha keskin oldu; tamamen ele geçirip, kendine bağlama! 890 milyon dolar hisse değeri üzerinden el değiştirip, Demirören Holding A.Ş.’ye geçecek olan Doğan Medya ile operasyon tamamlandı.

Gezi Direnişi’nin ardından, Erdoğan Demirören’in ağlayarak, o dönem başbakan olan Erdoğan ile yaptığı, kamuoyuna yansıyan utanç konuşması ve “Ben bu işe kimin için girdim patron?” ifadeleri operasyon, dönüşüm ve sonrası ile ilgili seçkin bir ana fikir gibi. Doğan Medya’nın satışıyla medyanın yüzde doksanı iktidarın eline geçti.

Zaten ‘Yay’ıyordu, şimdi ‘Sat’tı
Şüphesiz Aydın Doğan bir basın kahramanı değil. Gazeteciliği bitiren patronların bayrak tutanlarından. 1994 yılındaki büyük tenkisat ile birlikte sendikayı basından silen isim. Babıali’yi plazaya, basını medyaya, haberi piar’a çevirenlerden. Basın çelebiliğinin medya soytarılığıyla değişimindeki mihenk taşlarından biri.

Şüphesiz, uzun zamandan beri 4. kuvvet ve o kuvvet içerisinde yönünü tayin eden bir amiral gemisinden söz etmek mümkün değildi. Belki de Türkiye’de hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız sayfalar olmadı. Ancak tüm bunlara rağmen medya bayrağı, kalkmamak üzere yere de hiç düşmemişti. Final kısmı ilginç oldu; Doğan medya ‘Yay’ıyordu, sonunda ‘Sat’tı.

Olayı basit bir hadise gibi geçiştirmek olanaksız. Geride ‘tek’ basın bırakma çabası var. Ama sadece bu kadar da değil. Doğan Medya dağıtım şirketi Yaysat da satış paketinin içinde. Muhalif basının yüzde 10’u ise Yaysat’a mecbur.

Yeni basın tekelinin; ‘boş tüp medyası’nın, “dağıtmıyorum” demesi de dağıtımı erişilmez fiyata çekmesi de yüksek olasılık dahilinde. Yine aynı şekilde haber akışına kota koyması, muhabir emeğini bir ortak değer gibi değil alınır-satılır bir mal gibi kullanması ve içini boşaltması da olasılıklar kefesinde.

AKP gemisi, ‘o kadarına bile tahammül edemeyip’, içini boşalttığı havuzu, leğene çevirdi, orada yüzecek. Amiral gemisi filan yok artık. Doğan Medya’nın satıldığı gün, internete denetim getiren RTÜK yasasının Meclis’ten geçmesi ise planın son parçası.

Çare var, çare sizsiniz
Gerekçi olmak gerek. Evet umut ışığı az ama çare var. Tespitten, ziyade elbirliğiyle çare tartışma zamanı. ‘Bu tartışmadan’ ise endişeli halk azade olamaz. Patronsuz, özgür, halk medyasının işlevi büyük oldu.

Bir eksik bomba patladıysa, bir çocuğun istismarına engel olunduysa bu, toplam tirajı 50 bini ancak zorlayan, BirGün, Cumhuriyet, Evrensel, Özgürlükçü Demokrasi gazeteleri sayesinde oldu. ArtıGerçek TV, Halk TV ya da Tele 1 de elini taşın altına sokuyor. Destek şart.

Biz malumunuz; peki siz kimsiniz?
Bizde çare var…
Biraz geçmişe gidelim. İkinci Meşrutiyet’in henüz başı…
“Babıâli Caddesi’ndedir ahır,
Numro dörttür, iş düşerse gel anır.
Notaya muafık her türlü anırtı kabul edilir.
İnsanlara ders-i edep verir. Sahiplerinin eşekliği tutunca neşrolunur, muti, mütehammil ve beynelmilel hayvan gazetesidir.”

‘Şiddetli Eşek’ denilen derginin yönetim adresinin bu şekilde yazılmış olması bile onun hakkında yeterli bilgiyi verir. Derginin pek çok orijinal fikri vardır. Bunlardan biri de “sövmek” üzerine bir anket açılması olur. Ankete Neyzen Tevfik de katılıp her zamanki gibi içtenlikle içinden gelenleri paylaşır: “Küfür lisanın tuzu biberidir… Herkes bir kaderi imkan sövmelidir…”

Neşriyatın isminin onaylanmış olması bile başlı başına bir hadisedir. O dönemde, “ayı”, “eşek”, “katır”, “sıpa” ya da “deve” gibi türlü mahlûkatla birlikte “bal kabağı”, “hıyar”, “karpuz” benzeri zerzevat isimlerinin de bir yayım organında kullanılması matbuat müdürlüğünce yasaktır.

Seçtikleri isimle piyasaya çıkmayı kafalarına koyan Eşek ekibi ise, bu sorunu kurnazlıkla çözecektir. İmtiyaz sahibi Fuad Sâmih, Arap harflerinin üzerine “Şedde” işareti koymadan müdürlüğe başvurur. Şedde olmadığı için “eşk” yani “gözyaşı” olarak okunan dergi ismine izin mührü böylece vurulur. İmtiyaz alındıktan sonra, “küçük bir sahtecilikle” başta olmayan şedde evraka eklenir. Eşek istendiği haliyle böylece piyasaya çıkmıştır. Derginin kapağı da ismine uygundur. Ceketli, papyonlu jilet gibi bir eşek masada oturmuş, ciddiyetle önündeki sayfaya bir şeyler yazmaktadır.

Eşek dağıtılır dağıtılmaz beklenen olur ve derhal kapatılır! Ne var ki ekibin vazgeçmeye niyeti yoktur. İkinci sayı “Kibar” ismiyle fakat aynı kapakla çıkarılır. Fakat o da kapatılır. İsmi gibi kapağıyla “hassasiyet” zorlayan Eşek, içeriğiyle de pek çok kişiyi üzerinden düşen karpuza çevirir. Anarşist bir çizgisi olan Eşek, “tepecekleri” arasında da ayrım yapmaz, Ahmet Haşim ve Namık Kemal gibi devrin önemli edebiyatçılarını bile hışmına uğratır.

Derginin ikinci kez feshedilmesi, tüm ekibi daha iştahlı hale getirse de yavaş yavaş onların da sinirleri gerilmeye başlar. Bu nedenle üçüncü sayı baştan bir protesto niteliği taşır. Kapaktaki eşek yine sabit kalmak kaydıyla, neşriyat “Yuha” ismiyle çıkarılır. O da kısa süre içerisinde kapatıldıktan sonra, “Eşekçiler” son bir hamle yapar. Kapaktaki eşek masa arkasına gizlenmiş sadece iki kulağı gözükmektedir. Üzerinde ise, derginin yeni adı okunmaktadır: “Malum!”

Ey sayın okuyucu, izleyici, dinleyici biz; ‘malumunuz’. Ya siz kimsiniz? 

Daha önemlisi, ışığa tutunacak mısınız?

Erk Acarer / BİRGÜN

İstiklal Caddesi duyarlılığı! - TARIK ŞENGÜL

Modernleşme sürecinin en önemli boyutlarından biri toplumsal yaşamın, katmanlaşması, çeşitlenmesi ve alanlara ayrılmasıdır. Ortaya çıkan bu çeşitlenme ve işbölümü ve yeni alanların doğuşu rastlantısal değildir. Her bir alan, bilimin ve teknolojinin ürettiği bilginin eşlik ettiği toplumsal mücadelelerden doğar. 

Bakın yargı alanına; kadıdan yola çıkıp, karmaşık bir hukuk sistemi ve farklı uzmanlık alanlarının çıktığını görürsünüz. Tıp alanına bakın; her şeyden anlayan hekimin yerinde artık sayısını bilmediğimiz alan ve o alanların uzmanı doktorlar var.

Bu alanların her birinde, kendine özgü bir oyun, oyunun oynanışına ilişkin kurallar ve oyuncular var. Örneğin sağlık alanında oynanan oyun, kurumlar ve işleyiş, eğitim alanındakinden çok farklıdır. Üniversite hocası olarak doktorun önüne hasta olarak çıktığında, kim olduğunun bir önemi yoktur; süt dökmüş kedi gibi olur. Aynı şeyi hukuk sisteminin önünde de hissederiz; davanız olduğunda, konuyu ne kadar bildiğinizi düşünürseniz düşünün, bir avukatınızın olmasını gerektirir.

Diğer bir anlatımla, modernleşme sürecinde yaşamımız giderek birbirinden özerkleşme eğiliminde olan alanlara ayrılıyor, sonra o alanların içinden de alt alanlar doğarak, toplumsal alanların çeşitlenmesi sürüyor. Medya alanına bakın; önce yazılı basın vardı. Sonra radyo, televizyon geldi. Yakın dönemde, internet medyasının ortaya çıkışına, son dönemde de sosyal medyanın yükselişine şahit olduk. Genel bir medya alanı varsaysak da, biliyoruz ki bu alanların her biri alt alanlar olarak kendi içinde farklı işleyişlere sahipler.
Modernleşme sürecinin doğrusal olmadığını, zaman zaman karşı çıkışlar ve kesintilere uğradığını biliyoruz. Bilmenin ötesinde, şimdi öyle bir meydan okumayı yoğun biçimde yaşıyoruz da! 

Erdoğan liderliğinde AKP, siyasal alandan toplumsal yaşamın neredeyse tüm alanlarına yönelik ciddi bir müdahale yapıyor. Bütün bu alanlardaki işleyişlerin, siyasetin işleyişinin belli bir biçimine biat etmesi isteniyor. Geçtiğimiz dönemde, başta eğitim, hukuk, medya, ekonomi olmak üzere birçok alan özerkliğini tümüyle yitirme noktasına geldi.

Son günlerde bu aşınmayı en ciddi yaşan alanlardan biri olan medya alanına yeni bazı “dokunuşların” yapılışına şahit oluyoruz. İnternet medyasının RTÜK kontrolüne geçmesini bir yana bırakırsak, son günlerin en önemli gelişmesi iktidar yanlısı Demirören Grubu’nun Doğan Medya Grubu’nu satın alması oldu.
Buradan nereye gideceğiz. İçinde yaşadığımız toplumlarda tek bir alan ve olandaki hâkim anlayış yaşamın tüm alanlarına nasıl işleyeceğini dikte ettirebilir mi? 
Böylesi bir modernleşme karşıtlığı 21. yüzyılda başarılı olabilir mi?

Bu soruları yanıtlamak için Demirören Grubu’nun bir başka alandaki macerasına bakmakta yarar var. Hepimizin bildiği gibi, son dönemde her yerde mantar gibi alışveriş merkezleri bitiyor. Toplum alışveriş merkezlerini önemli ölçüde kanıksadı; özellikle büyük alışveriş merkezleri insanların tüketim ve boş zamanlarını harcadıkları ana mekan haline geldi. Bu durumu fırsat bilen Demirören Grubu diğerlerinden farklı olarak İstiklal Caddesi gibi bir yerde, imar düzenlemeleri ve şehircilik ilkelerini hiçe sayarak Demirören İstiklal AVM’yi açtı. Ancak ortaya çıkan durum bekledikleri gibi olmadı! İnsanlar akın akın Demirören AVM’ye gitmiyorlar! İyi de birçok yerde olan AVM niçin İstiklal Caddesi’nde olmadı?

Fransız felsefeci Marc Auge havalimanları, kapalı otoparklar, oto yollar ve AVM’lere “yersiz yerler” (non-places) diyor. Son dönemin bu yükselen mekanları her yerde çeşitliliği, tarihi, farklılıkları öldürerek tek bir aklı empoze eden mekanlar olarak, aslında mekansızlığı ve yersizliği yaratıyor. Bu nedenle birçok yerde işleyen AVM mantığı, İstiklal gibi farklılığın, mekânsal çeşitliliğin, kimliklerin ve tarihselliğin son derece yoğun olduğu bir yerde işlemedi.
Aynı durum medya içinde geçerli değil mi? 

Çıkarın, BirGün’ü, Cumhuriyet’i, Evrensel’i, biraz da Sözcü’yü, geriye kalan medya manşetleri, spotları, yorumları ve mesajlarıyla AVM tip medya değil mi? Bir başka anlatımla artık karşımızda, medyasız medya var!

Aynı durumu, bir süre sonra şehir hastaneleri devreye girdiğinde sağlık alanında da göreceğiz! Yargı da resim geçtiğimiz günlerde benzer yönde netleşmiş bulunuyor!
O zaman alt alta dizelim;
Yersiz yerler
Medyasız medya
Yargısız yargı
Sağlıksız Sağlık
Sporsuz Spor
Eğitimsiz Eğitim

•••

Diğer bir anlatımla; tek bir aklı, her biri kendi iç mantığına sahip alanlara kayıtsız koşulsuz sokmak isterseniz, bir süre sonra bu alanların her biri Demirören İstiklal Alışveriş Merkezi’ne dönecektir! Mesele, toplum bu gelişmeler karşısında İstiklal Caddesi duyarlılığını gösterecek mi, göstermeyecek mi?

Tarık Şengül / BİRGÜN

23 Mart 2018 Cuma

Gazetecilik... Satış mı? Yoksa bitiş mi? - ÖZLEM YÜZAK

Doğan Medya’nın gazeteleri, dergileri, televizyon kanalları, internet siteleri ve dağıtım şirketi ile 1.2 milyar dolara Demirören’e satılması “ana akım medyada bir devrin sona erişi” olarak tarihteki yerini alacak. Şaşırdığımızı söyleyemeyeceğim, bekleniyordu bir şekilde; ama üzüldük... Mensubu olduğumuz basın işkolu adına, toplumun “doğru haber alma özgürlüğü” adına, ülke adına.. Duayenlerimizden Haluk Şahin’in dediği gibi Hürriyet gazetesininki satış değil bitiş. Bir devrin bitişi, bir kültürün bitişi, bir kültün ve markanın bitişi. Nasıl satış, bir gazetecilik kurumu olarak Abdi İpekçi’nin Milliyet’ini bitirmişse bu da Simavi’nin Hürriyet’ini bitirecektir. 
Çok acı.
Ama bugünlere öyle bir anda gelmedik. Bu ülkede kelimenin tam anlamıyla “kendi söküğünü dikemeyen terzi” kıvamındadır medya sektörü. Sonun başlangıcını; özellikle 1990’lardan başlayarak “medya-banka-siyaset” üçgeni içinde sürekli el değiştirmelerde, sendikasızlaştırmalarda, patronların iki dudağı arasında işten atmalarda bulabilirsiniz...
Medya sahipliği ile banka sahipliğinin at başı gittiği dönemleri, özelleştirilen kamu bankalarını satın alıp içlerini boşaltılan medya patronlarını da hatırlarsınız.. İktisat Bankası, Show TV ve Cine 5’in eski patronu Erol Aksoy, Star TV’nin sahibi aynı zamanda İmarbank ve Adabank’ın patronu Cem Uzan, NTV’nin kurucusu İnterbank’ın sahibi Cavit Çağlar... Kimler geldi geçti: Etibank’ın eski sahibi Sabah gazetesinin kurucusu Dinç Bilgin’den, Yapı Kredi Bankası ve Pamukbank’ın eski sahibi Digitürk’ün eski patronu Mehmet Emin Karamehmet’e... 

Batan 25 bankadan 10 tanesinin sahibi medya patronlarıydı...
Hızla kirlenen bir yapının içinde güç bela yapılan bir meslek oldu daima gazetecilik. Patronun çıkarlarına ters düşmeden gazetecilik yapmak, giderek hem patronun hem siyasi erkin çıkarına ters düşmeden gazetecilik yapabilmeye dönüştü. Başı dik, sözünü sakınmayan, sadece gazetecilik yapmak isteyen gazetecinin kaderi ise daima patronun iki dudağı arasında şekillendi. Sonuç: 10 bini aşkın işsiz gazeteci... Basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 155.’yiz. 


İşte o günlerden başlayarak gelindi bu günlere... “Yandaş medya”, ardından daha da ileriye giderek “havuz medyası” yaratıldı. Temel amaç iktidarı övmek, yüceltmek. Birçok gazete, dergi, internet sitesi ve televizyonun tek bir havuzdan beslendiği “aynı anda aynı yönde yayın yaparak” beyin yıkama ve algı operasyonlarının gerçekleştirildiği yapılar dönemindeyiz. Ama işin doğası gereği her şey değişiyor ve bu da değişecek; kaçınılmaz olarak farklı mecralara evrilecek.

Dağıtım tekeli
İşin gazetecilik yapmanın da ötesinde olan vahim boyutu ise “dağıtım ağında”. Zaten topu topu 2 büyük dağıtım ağı vardı. Yaysat’ın Demirören’in bünyesine girmesi ile iktidarın istekleri doğrultusunda şekillenecek bir tekel oluşması mümkün. İşlerine gelmeyen ya da biat etmeyen gazete ve dergileri dağıtmayacaklardır.
Doç. Dr. Ceren Sözeri’nin “Hürriyet’in Sabah ya da Milliyet gazetesine dönüşmesinin ya da CNN Türk’ü A Haber’e çevirmenin bir faydası yok. Aksine bu haliyle değerliydi hükümet için, çünkü hem onlara oy vermeyen yüzde 50’yeerişebiliyor, hem de kontrolü altında tutabiliyordu” sözleri önemli.

Bundan sonra?
Peki, bundan sonra ne olacak? Siyasetin, toplumun ve medyanın geldiği noktada kısa sürede “umutlu olmayı” beklemek hayalperestlik olur. Okurun yapacağı belki önemli katkı, medya için ayırdığı bütçeyi hâlâ ayakta durabilen birkaç kuruma yönlendirebilmek; onların yaşamasını sağlamak... Nereden bakarsak bakalım bu ülkede doğru, tarafsız haber almak isteyen onbinlerce insan var.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET