18 Temmuz 2018 Çarşamba

Bir zamanlar Cumhurbaşkanı ya da Başbakandılar: Hırsız ekselanslar - MUSTAFA K. ERDEMOL

Demokrasisi yoksa da adaleti olan ülkelerde hırsızlık yapan devletluyu mahkemeye çıkarıp yargılıyorlar. Moğolistan örneğin. Demokrasisizlik kötü ama adaletsizlik daha kötü.

Pakistan her anlamda büyük sorunlarla boğuşuyor. Mezhep ya da din çatışmaları, artık neredeyse hemen her gün yaşanan şiddet ülkeyi perişan etmiş durumda. Bir zamanlar “çökmekte olan 20 ülke” diye bir liste vardı (hâlâ vardır belki), o listenin üst sıralarındaydı bu yüzden.

Pakistan’ın bunca derdi arasında bir belası daha var ki o da yolsuzluk. Başbakandan en küçük memuruna kadar yolsuzluk yapmayan, rüşvet almayan yok neredeyse. Birkaç gün önce eski Başbakan Navaz Şerif örneğin, “rüşvet aldığı gerekçesiyle” 10 yıl hapse, 10.5 milyon dolar da para cezasına mahkûm edildi. Aynı gerekçeyle geçen temmuzda Başbakanlık görevinden alınmıştı. Londra’da sahibi olduğu dört apartman dairesini rüşvetle almakla suçlanıyordu. Kararı temyize götürdü, bakalım ne olacak.

Şerif yaptı mı yapmadı mı bilemeyiz ama bu tür işler yapanın yanına kâr kalmıyor pek. Bazen bir toplumsal kalkışma oluyor, kendini devrilmez sanan güç sahibi tepetaklak gidiveriyor. 2011’de Mısır’daki halk ayaklanmasını gasp edip darbe yapan askeri cunta, ilk iş olarak Hüsnü Mübarek rejiminin Başbakanı olan Ahmed Nazif’i, o büyük kalkışma sonrası hem görevden almak zorunda kaldı hem de yolsuzluk yaptığı için hapse attı. Mübarek’le iki oğlu da adalet önüne çıkarıldılar aynı gerekçeyle. Yani bir zamanlar Cumhurbaşkanlığı ya da Başbakanlık yapmak, durumu sağlama almak anlamına gelmiyor.

Moğolistan’da bilinen anlamıyla bir demokrasi var diyen bulunmaz herhalde. Bu küçük ülkede, demokrasi yoksa da adalet varmış demek ki, iki eski Başbakanı, Bayar Şanjaa ile Saikhanbileg Chimed’i 2011’de “konumlarını rüşvet amaçlı olarak kötüye kullandıkları için” kodese tıktılar.

Başbakan mısın, hesabına bir yerlerden para geliyor da kaynağı kuşkulu, ama görevdesin, iktidardasın diye belki kimi zorluklara yol açacağından o anda sana dokunulmuyor, ama adaletin sabrı var, halkın güvenini de, seçimi de kaybediyorsun bir süre sonra, o zaman “sizi şöyle alalım” deyip mahkemeye çıkarıyorlar seni. Dört yıl önce böyle oldu Portekiz’de. 2005-2011 arası Başbakanlık yapmış olan José Sócrates’i tutukladılar. “Bilinmeyen bir kaynaktan para transferleri”ni de içeren, vergi kaçakçılığı, kara para aklama şüphesi gibi suçlamalarla hem de.

“Sosyalistti”, dediğimde sağcılar çok sevinecek ama “sol”la falan ilgisi yoktu adamın. Şöyle açıklayayım; ülkede tekeller yararına uygulamaya kalktığı bir kemer sıkma politikası Meclis’te Komünist Parti ile sosyal demokrat muhalefet tarafından reddedilince istif etmek zorunda kaldı.

Üç yıl önce Moldova’da ülkenin Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu, eski Başbakan Vlad Filat’ı, üç Moldova bankasında bir milyar doların üzerinde paranın kaybolmasıyla ilgili olarak gözaltına aldı. Meğer kirli biri olarak tanınan bir işadamından da 250 milyon dolardan fazla para almış.

Eski Bangladeş Başbakanı Halide Ziya yolsuzluk nedeniyle beş yıl hapis cezasına çarptırıldı şubatta. Yetimler için kurulu bir vakfa yurt dışından yapılan bağışları oğlu ve yardımcılarıyla birlikte zimmetine geçirdiği için. Kırgızistan Devlet Ulusal Güvenlik Komitesi 18 Haziran’da ülkenin eski Başbakanı Jantoro Satybaldiev’i yolsuzluk suçlamalarıyla tutukladı.

Malezya eski Başbakanı Necip Rezak’ı biliyoruz, şunun şurasında bir aylık bir mesele. Evinden kutularda (ayakkabı kutuları değildi) paralar çıkınca gözaltına alındı hemen. Kefaletle serbest ama.

Hırvatistan’da 2003-2009 yılları arasında Başbakanlık yapan Ivo Sanader zimmete para geçirme, konumunu kötüye kullanma gibi suçlardan tutuklandı. Dokuz yıl yattı. Başbakanlığından uzun mahpusluğu oldu yani. 2000- 2004 yılları arasında Romanya Başbakanı olan Adrian Nastase, 2012’de yolsuzluk suçlamasıyla dört buçuk yıla mahkûm edildi. 2013’te erken tahliye oldu, huylu huyundan vazgeçmez derler ya, yine bir rüşvet suçlamasıyla 2014’de tekrar içeri attılar Nastase’yi.

Svetozar Marovic 2003-2006 yılları arasında Karadağ Cumhurbaşkanlığı yaptı. Yolsuzlukta “uzmanlık” alanı, şüpheli arazi alımları, büyük inşaat anlaşmalarına katılma gibi “çalışmaları” nedeniyle 46 ay hapis cezasna mahkûm oldu. Hâlâ dinleniyor hapishanede.

Guatemala da, Peru da eski cumhurbaşkanlarını içeri tıkma konusunda diğer ülkelere fark attılar. İki ülke de eski iki cumhurbaşkanını hapse yolladı. Guatemala yolsuzluk suçlamasıyla 2000- 04 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapan Alfonso Portillo’ya 2010 yılında kara para aklama suçundan beş yıl 10 ay hapis cezası verdi, sonra da ABD’ye (orada da suçları varmış) iade etti. 2015 yılında yeniden ülkesine döndü Portillo.

Otto Peres de 2012’de Guatemala Cumhurbaşkanı oldu, 300 bin dolarlık bir rüşvet aldığı suçlamasıyla 2015’de istifaya zorlandı, sonra da gözaltına alındı. 2017’de yasadışı yollardan zenginleşme, dolandırıcılık gibi suçlardan yargılanmasına karar verildi.

Peru’da bir de Alberto Fujimori vardı, 1990’dan 2000 yılına kadar Peru Cumhurbaşkanıydı. Japon asıllıdır aslında. Çok sayıda katliamdan sorumlu tutuldu ama dolandırıcılık, haksız kazanç gibi suçlamalardan 25 yıl hapse mahkûm edildi. 2009’da hapse attılar Fujimori’yi. 2015’de, yani hâlâ içerdeyken, zimmetine para geçirme suçundan bir sekiz yıl daha ceza yedi. 2017’de affettiler, çıktı şimdi, 2018 Şubat’ında sorumlu tutulduğu katliamlar nedeniyle hakkında açılan yeni bir davayla uğraşıyor.

Peru’da hapse atılan ikinci eski Cumhurbaşkanı Ollanta Humala’ydı. 2011’den 2016’ya kadar kaldı görevde. Temmuz 2017’de 18 aylık bir tutukluğu var. Brezilya inşaat devi Odebrecht’ten 3 milyon dolar değerinde yasadışı kampanya bağışı kabul etmekle suçlanıyor.

İsral’in eski Başbakanı Ehud Olmert de hapishane yüzü görmüş devletlulardan. 2006-2009 yılları arası Başbakan’dı. Şubat 2016’da rüşvet, dolandırıcılık, yolsuzluk, adaleti engelleme gibi suçlardan 27 ay hapse mahkûm edildi. Suçlamalar esaslı ama Temmuz 2017’de şartlı tahliye ile serbest bırakıldı.

Politikanın kimi zorlukları tabii ki var. Bu mahkûm edilen devlet figürlerinin, belki bir bölümüne (sanırım Halide Ziya bunlardan biri) sahte suçlamalar yapılmış olabilir. Bilemeyiz. Ama toplumda hırsızın, yalancının devletlu da olsa yargılanabileceğini göstermesi açısından iyi örnekler bunlar.

Zamanında yargılanmalılar, hapse atılmalılar belki ama iktidardayken olamıyor demek ki. Yargının da bu kadar kusuru olsun artık.

Zaman önemli, kıymetini bilelim yine de. Rüşvet mi hediye mi diye “zamanında” karar verip, kulağından tutup hapse atalım devletluları.

Bu arada saat kaç Zafer Bey.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Meşihat makamı - TAYFUN ATAY

15 Temmuz anma etkinlikleri çerçevesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan pazar günü saat 13.00’da Saray’da Millet Camisi’nde düzenlenen hatim törenine katıldı ve orada Kur’an okudu. Giderek yanından ayırmaz olduğu Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’tan hiç aşağı kalmayan bir performans sergileyen Erdoğan’a Erbaş da okuduğu dua ile eşlik etti. 
Tam bir “din-ü devlet” tablosu!.. 


Aynı tablo akşam 21.00’da bu defa Köprü üzerindeki etkinlikte gözlerimizin önündeydi. Erdoğan yine yanı başına oturttuğu Diyanet Başkanı’nın okuduğu Kur’an’ı eşi ve torunları ile birlikte dinledi, dualara âmin dedi.
 
Ancak kadrajda yer alan bir ayrıntı üzerinde durulmadı. 

Diyanet Başkanı’nın sol yanında da mühim bir şahsiyet vardı: Türkiye tarihinde din ve siyaset dendiğinde ilk akla gelen, ancak yakın dönemde hayli irtifa kaybetmiş İskenderpaşa Nakşibendi çevresinin halihazırda öne çıkmış isimlerinden Prof. Cevat Akşit

Akşit, İskenderpaşa’nın Erbakan’dan Özal’a kadar dinî-muhafazakâr siyasetin öncü isimlerine irşatta bulunmuş kült şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun ölümü (1980) sonrası, onun damadı Esat Coşan’ın “post”a oturmasını en baştan itibaren kabul etmeyen bir isim. Çünkü, kendisinin Kotku’dan “hilafet” aldığını iddia etmekte... Ve aynen onun gibi Coşan ile ast-üst (mürit- mürşit) ilişkisine girmeyip eşit pozisyon (ve “mesafe”) almış Erbakan’ın yanında oldu. 

Esat Coşan’ın ölümünden sonra biraz da oldubittiye getirilerek “post”a oturtulan oğul Nurettin Coşan döneminde ise İskenderpaşa çevresi tam anlamıyla bir dağılma sürecine girdi. Olgun müritlerce “çocuk” sayılan Nurettin’in yol açtığı çöküşten İskenderpaşa çevresini toparlayacak kişi, dolayısıyla “postnişin”i hak eden isim olarak da Akşit zikredildi hep.
***

Şimdi ise biz, 1970’ten itibaren İslamcılığın Erbakan’la partileşme sürecinde “manevi mimar”ı sayılabilecek Şeyh Kotku’nun İskenderpaşa çevresinin bugünkü temsilcisi  “Cevat Hoca”nın dinî-siyaset nezdinde nerede, ne konumda olduğunu görüp her şeyin nasıl da değiştiğini düşünüyoruz!.. 

Aşağıdaki fotoğrafa bakın ve kimin tabloya hâkim, kimin ikincil ya da “kıyıda” olduğuna dikkat edin: Azametle merkezde konumlanmış Tayyip Erdoğan; ona tabi şekilde “kırâ’at eden” Diyanet Reisi Ali Erbaş ve onun yanında da tabiri caizse “büzülmüş” vaziyette Nakşibendi postnişîni…


***

Bu, “Yeni Türkiye”deki değişmenin sadece laik toplum kesimleri açısından değil, tarikat çevreleri açısından da “yakıcı” etki göstereceğini düşünmeye el verir bir tablo. 
Soralım mesela, tablodaki zat Şeyh Kotku olsaydı ne Erbakan, ne Erdoğan, ne de Erbaş onu bu şekilde ağırlayabilir, konumlayabilir miydi?.. 

Esat Coşan bile kendisini hiçe sayan Erbakan’la zıtlaşmadan kaçınmamış, hatta neredeyse ayrı bir parti kurma noktasına dahi gelmişti. 

İlk defa Türkiye’de Nakşi meşâyihin önde gelen bir şahsiyeti, dindar-muhafazakâr iktidar sahibi karşısında hiyerarşik olarak bu kadar “minimal” konumda karşımıza çıkıyor.  Demek ki tarikatlar, laiklik hassasiyetinin alabildiğine güçlü olduğu o eski rejim zamanında bile sürdürdükleri ehemmiyeti asıl şimdi, “Reis’in Türkiyesi”nde yitiriyorlar. 
Bu, bir bitişin resmidir.
***

2015 yaz başında bu gazete için hazırladığım “Parti Tarikat Cemaat” yazı dizimde görüştüğüm bazı tarikat ehli isimler, bugünlerin geleceğini o zamandan söylüyordu. Mesela biri diyordu ki artık bu ülkede tarikata da cemaate de ihtiyaç kalmadı, çünkü Erdoğan’ın kendisi “cemaat” haline geldi; bir şeyh dedirtmediği kaldı kendine… 
Bir başkası, Erdoğan var olduğu sürece artık tarikat ve cemaatlerin siyasette bir etki gücü olamaz dedikten sonra şöyle tamamlıyordu sözünü: 
“O, meşihat makamı artık.” 
“Meşihat”, tasavvufta şeyhlik, mürşitlik yerine kullanılan bir tabir. Şeyhülislamlık anlamı da var Osmanlı döneminde…
***

Erdoğan liderliğindeki AKP 2002’de iktidara geldikten sonra, tarikat-cemaat çevrelerinin önünü açtı; sadece bir siyasi ittifak içine girdiği, sonra da terör örgütü dediği o malûm yapı değil, irili ufaklı hepsinin önünü açtı. 

Onlara nice imkânlar bahşetti; özellikle maddi olarak “yol alma”ları noktasında… 
Böylece “takva”nın değil, ticaretin “tarik”leri (yolları) oldu onlar… 

Zahitlikten, “Bir dost bir post” düsturundan, “Bir lokma bir hırka” tutumundan dem vuran manevi ekoller olmaktan çıkıp maddi mi maddi holdinglere dönüştüler. 
Ve esas o zaman bittiler. 

Çünkü “yalan dünya” (tasavvufî tabirle “masiva”) ile bu kadar haşir neşirseniz, manevi ağırlığınızı kaybedersiniz; dahası “kâr-zarar” hesabı üzerinden istismar, suiistimal kaçınılmaz olarak hayatınızın bir parçası olur. 

O yüzden bugün hepsinin ipleri iktidarın, daha doğrusu bir muktedirin elinde. 
Ve kendilerine bu yeni durumda biçilen yer ya da rol de işte “meşihat makamı”  görüntüsündeki o muktedire memur “ulema-i rüsûm”un yanına iliştirilmişlikten ibaret gibi… 

Geçmiş olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Torba teklif dönemi - ÇİĞDEM TOKER

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verildiği halde, dünya anayasa hukuku literatüründe yeri ve adı olmayan “eşsiz” (!) sistemle birlikte, Bakanlar Kurulu ortadan kalktı malum.


Bakanlar Kurulu tarihe gönderilince, onun eseri olan ve adına “kanun tasarısı” denilen yasama faaliyeti de sona ermiş, konuşma ve yazım dilinden çıkmış oldu. 
Düne kadar yollardan biri olan “kanun teklifi”, artık TBMM’nin biricik yasama faaliyeti. 
(Bütün mevzuatın Cumhurbaşkanı kararnameleriyle hazırlanıp değiştirilmesinin mümkün olduğu bir yeni düzende, neden kanun teklifine ihtiyaç duyulur ki sorusu insanın zihnini meşgul ediyor tabii. Akla ilk gelen “TBMM’yi bütünüyle faaliyet dışı bırakmamış olmak” yanıtı ise sadece hüzün verici...)

***

Yeni düzendeki ilk kanun teklifi TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Numarası 1. 
1 No’lu kanun teklifi, tam iki yıldır uygulanan ve bu gece sona erecek OHAL rejimini ikame amacıyla hazırlandı. 

Teklif metni kapağında AKP’nin dört grup başkanvekili Bülent TuranÖzlem ZenginMuhammet Emin Akbaşoğlu ve Cahit Özkan’ın imzaları bulunuyor. 
25 maddeden oluşan teklif 15 ayrı kanun ve KHK’de değişiklik yapıyor. Aslında değiştirecek yasaları saymasanız bile teklifin daha ilk kelimesi, niteliğini haber veriyor: Bazı.
 
“Bazı” kelimesi sihirlidir. AKP iktidarları dönemindeki yasama faaliyetinin kilit sözcüklerinden biridir. Dahası, can çekişen kuvvetler ayrılığının tarihe karışıp, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu hocanın tanımıyla “monokrasi”ye geçilmiş olması, “bazı” kelimesinin niteliğini değiştiriyor değil.

***

Bir kere, ilk kelimesi “bazı” olan yasal düzenlemelerin karakteri “torba”olmaktır. Birbirine benzemez çok sayıda kanunun o sıra iktidarın işine yarayacak maddelerini tek bir metinde toplamak yani. “Torba kanun tasarısı”dönemi bitse de, OHAL rejimini ikame eden 1 numaralı kanun teklifi bize “Torba teklifler” döneminin açıldığını müjdeliyor. (!) 

İlk torbaya biraz bakalım: 
Misal, terörle iltisaklı diye görevinden ihraç edilen bir albay, yargıdan göreve iade kararı alırsa, eski rütbesine atanmayacak. Bu konumdaki askerler ancak “araştırmacı” unvanlı kadrolara uygun görülecek. Hukukun temel prensiplerinden olan kazanılmış hak kavramı, bu durumdaki kamu görevlisinin yanına uğramayacak. 

Kamu görevine iade kararı verilen “muhrec” öğretim elemanları ise eğer yöneticilerse, aynı pozisyona kavuşamayacak. Dahası, Ankara, İstanbul ve İzmir dışında, üstelik 2006’dan sonra kurulmuş üniversitelere layık görülecekler. 

Göreve iade kararı alanlar, ihraçlarıyla ilgili tazminat talebinde bulunamayacak.

***

Velhasılı, kalkacağı söylenen OHAL, ağırlaşacak hükmünü “torba teklif”lerle icra edecek.
 
“Güçlü Meclis”te CHP’li, HDP’li milletvekillerinin hazırlayacağı kanun tekliflerinin bir kanuna dönüşebilme şansı hiçbir zaman bulunmayacak. 
Bu imtiyaz sadece ve sadece AKP milletvekillerine ait olacak. 
Önceki 16 yıl boyunca hangi muhalefet milletvekilinin getirdiği bir kanun teklifi yasalaştı ki, “monokrasi” içindeki TBMM’de yasalaşsın? Belli ki kısa zaman önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söz ettiği “güçlü Meclis”in gücü de bundan başka bir şey değildi. 

Artık sayısız hayat, ümit, özlem, bekleyiş AKP’li vekil imzalarını taşıyan torba tekliflerin içine atılacak.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

17 Temmuz 2018 Salı

Selâ - ORHAN GÖKDEMİR

İnananlar tersinin olduğunu sansa da dinlerin önemli bir bölümü geleneklerden ibaret. Önemli bir bölümü ise alımlama, batılıların deyişiyle senkretizm üzerine kurulu. Dinler, yeni bir inanç olma iddiasıyla ortaya çıktıklarında ister istemez mevcut inançların bir bölümünü alımlamışlar, kabul etmişler, kendi dillerine çevirmişler. Mesela Hıristiyanlığın içinde bir dolu pagan kalıntı var. Bazı ibadethaneleri, Bakhos’a adanmış Küçük Ayasofya örnektir, doğrudan pagan tanrılarından esinlenmiş. Hatta İsa karakterinin bütünüyle Anadolu kökenli Balyanus’tan esinlenerek oluşturulduğu bile iddia ediliyor. 


İslamiyet’te de öyle. Yahudi etkisi o kadar belirgin ki İsrailiyat diye bir inceleme alanı var mesela. Bir teze göre İslamiyet başlangıçta bir Yahudi tarikatı gibi görülüyordu. Oluşma aşamasında ise etrafta bolca Bizans uzantısı monofizit Hıristiyan vardı. Etkilenmediklerini düşünemeyiz. Türkçeye kazandırılmasında dahlim bulunan Hugh Goddard’ın “Hıristiyan Müslüman İlişkileri Tarihi” kitabı bu etkileşimler üzerinedir. 

Bir başka açı; yeni inanç ile Sabiilik arasında güçlü bağlar vardır. Merak edene İlahiyatçı Şinasi Gündüz’ün bu konudaki araştırmalarını önerebilirim. “Şeytan Ayetleri” tartışmasının kökeninde de İslam öncesi pagan kültüründen yapılan bu tür bir alımlama yatıyor. Bizde de mükemmel örnekleri var. Urfa Balıklıgöl böyle bir senkretizmin ürünü. Urfa kökenli “Atargatis” inancı olduğu gibi İslam’a adapte edilmiş. Üzerine biraz İbrahim sosu dökülmüş. Sonra Roma sütunlarından İbrahim’i ateşe fırlatmışlar. Sütunların yapımı ile İbrahim’in yaşadığı söylenen çağ arasında 1500 yıllık küçük bir fark var ama ne gam! Atargatis’in balıklı gölü İslam’a sızmış çok eski bir gelenektir. 

“Selâ” ve “kandil” de dini bir gereklilik olmaktan çok birer gelenektir. Kandil, III. Selim’in yol açtığı bir gelenek. Peygamberin hayatının önemli tarihlerinde minarelere kandil asılmasını emretmiş ve sonra kandil Osmanlıda gelenek olmuş. Yani hep birlikte idrak edilecek bir “İslam âlemi” ibadeti söz konusu değildir. 

“Selâ”ya gelince, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü”ne göre bir Mevlevi deyişidir selâ. Arapça “bildirmek” demek olan bu deyim Mevlevilerde “davet” için kullanılırmış ve çağırana göre manası değişirmiş. Yerine göre “yemek hazır sofraya gelin” veya yerine göre “camiye namaza buyurun” olabilirmiş bu mana.

Sonra Mevlevihane’nin dışına taşmış. Bazı şehir ve kasabalarda namaz vaktinden az evvel “kayyumlardan biri” cami civarında “Vakt-i salaya mü’minin!” diye bağırırmış. Tek bir amacı var; abdest alın, hazırlanın demek bu. Ardından büyük camilerde (selatin) ezandan biraz önce bir müezzin tarafından okunur olmuş. Sonra unutulmuş. Malum 15 Temmuz’da darbeye direnişin simgesi haline dönüştürüldü. Zam yapıldı, Perşembe akşamları ve Cuma namazından önce bütün camilerden okunuyor artık. Gelenek olmaktan çıkıp bir dini kural olmaya doğru devlet zoruyla ilerliyor yani. Selâ okunmasına engel oldu diye yargılanıp ceza alanlar var ülkemizde. Ama işte tarihi yukarıda, ne dinin bir gereği, ne de inancın. İçeriden bir tabirle yeni nesil “bi’dat”lardan birinden söz ediyoruz.

                                                                ***

Bi’dattır fakat yürürlüktedir. Pazar günü birkaç kez “selâ”ya maruz kaldık haliyle. İlki sabahın erken saatlerinde. Uzun zamandır hastalıkla boğuşan komşumuzun ölümünü “bildiriyordu” bu. Göçen komşumuzdan geriye biri beş ve diğeri 10 yaşında iki kız çocuğu kaldı. Baba, küçüğe annenin ölümünü anlatmaya çalışıyordu sokakta. Nasıl anlatılabilir ki? Tanrıdan ise böyle ölümler, isyan için makul ve yeter sebeptir. Nasıl bir tanrı ve ne sebeple bir çocuğu öksüz bırakabilir? Hadi bıraktı diyelim, nasıl hiçbir şey olmamış gibi tanrılık iddiasında bulunmayı sürdürebilir?

Tanrıdan değilse eğer, yaşamın doğasındandır. Yaşam varsa ölüm var, ölüm varsa, demek, yaşam sürüyor. Üstelik ne ölümün sırası var ne de yaşamın. Doğa aldırmaz böyle ayrıntılara. Dünyaya bir şekilde yolu düşmüş yıldız tozlarıyız hepimiz. Evrenin muazzam devinimi ile oradan oraya sürükleniyoruz. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Sonsuz bir oluş ve yok oluşun sıradan tezahürleridir bunlar. Yaşam ne kadar muazzam bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Yaşam ne kadar sıradan bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Böyle anlatabiliriz çocuklara ancak, öfkesiz.

İkinci selâ gece yarısı okundu. Bu da iki yıl önce devlet içinde çeteleşmiş bir tarikatın hurucunun ikinci sene-i devriyesini bildiriyordu. Başarılı olamadı saldırı, püskürtüldüler. Bu arada iki yüzden fazla insan sokaklarda darbeciler tarafından yok yere öldürüldü. Bir kısım silahsız askerler de darbeye direnenlerce hunharca boğazlanarak can verdi. Gerçekten korkunç görüntüler bunlar. Sebebi ta 12 Eylül’den bu yana, özellikle devletin güvenlik aygıtları içinde bu tarikatın kadrolaşmasına izin verilmesi. Böylece sol sızmalara karşı tahkim edilmişti devlet. AKP gelince tarikatın etrafındaki sınır bütünüyle kaldırıldı. Haliyle bu çete-tarikat kendini devletin sahibi sanıyordu kovalanana kadar.

Peki, bir geleneğe dönüşeceği anlaşılan gece yarısı selâ’sının bize gerçekte bildirdiği ne? Laikliğin ölümü… 15 Temmuz laikliğin ölümü nedeniyle ortaya çıktı. Huruç başarısız oldu ama laikliğin cenazesi hala ortalıkta öyle duruyor. 15 Temmuz’da selâ ile laikliğin ölümünü bir kez teyit ediyoruz ki kalkıp doğrulmasın yattığı yerden. Büyük korkudur. Selâ ise, o korkuyu bastırsın diye karanlıkta çalınan ıslıktır. 

                                                                 ***
Yeni rejimin selâ’ya yaptığı zam, dinin dozunu giderek arttırmak gereğinden doğuyor. Azı kriz demektir. Din adına geldiler, her yere inançlarını soktular. Ahlakla bağını tamamen kopardılar. Kirlenmiş, dünyevileşmiş bir inançla karşı karşıyayız artık. Haliyle selâ’nın da dini anlamı azaldı, bir siyasi çağrıya dönüştü. O kadar öyle ki selâ ile darbe arasında bağ kuruyor toplum artık. Camiler iktidar partisinin arka bahçesi, bütün siyasi cemlerini o çatı altında yapıyor. Din ile çalıyorlar, din ile yağmalıyorlar, din ile zulüm yapıyorlar, din ile insan boğazlıyorlar. Sonra bu ağır çürümenin kokusu selâ ile bastırılmaya çalışılıyor.
Haliyle “ne oluyor, nereden çıktı bu selâ” demek ağır suç. “Dine hakaret”, dediklerine göre. Hâlbuki işte tarihi, din ile ilgisi yok selâ’nın. Gelenektir ve hatta bi’dat olduğuna göre bir bakıma dine aykırıdır. Böylece gelenek dine sokulmuş, din değişikliğe uğratılmıştır.
                                                                 ***

Dinci dinciye, tarikat tarikata darbeye kalkıştı. Aktörleri tarikatlar ve dili dinî olmakla birlikte çatışmanın açık dünyevi sebepleri var. Arkasına baktığınızda göreceksiniz, bildiğiniz çıkar çatışmasıdır bu, iktidar mücadelesidir. Aynı mescitte yan yana ibadet edenlerin bir gece sonra birbirlerine tecavüze yeltenmesinin arkasındaki gerçek motivasyondur çıkar. Zaten muzafferlerin ilk işi mağlupların mallarına el koymak oldu. Tarikat savaşının içinden şirketler, holdingler, uçsuz bucaksız servetler, sayısız mülkler, saraylar, köşkler fışkırdı. Telaffuz edilen servetler dudak uçuklatıcı cinsten. Zaten aralarındaki kavga da para kasaları yüzünden patlak vermişti malumunuz. 

Tonundan anlıyoruz, artık selâ’lar bildiriyor egemenler arasındaki kavgada kimin galebe çaldığını. Tuhaf bir kimlik değişimi bu; din var din değil, iman var iman değil, müezzin var müezzin değil. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Ortaçağ’ın bütün hayaletleri hortlayıp üzerimize çökmüş gibi adeta. 

Ama demek ki yeni bir aydınlanmanın da eşiğindeyiz. Bu karanlığı dağıtacak tek şey aydınlık. Bilgiyle donanacağız ve akılla ilerleyeceğiz. 

Öyleyse ışık şimdi, biraz daha ışık…

Orhan Gökdemir / SOL

Flormar değil direniş güzelleştirir - SEMA KARADAL

“Hisselerinin yüzde 51’ini Fransız Yves Rocher’e devreden Flormar, beş yılda bin mağazaya ulaşacak” diye demeçler vermiş bir Flormar yöneticisi, 2012 yılında. Kozmetik sektörünün devi olacaklarını, krizlerden etkilenmeyeceklerini iddia etmiş ve her ülke için hedef büyüme oranlarını sıralamış. Hedeflerine ulaştılar mı bilmiyoruz, yıllardır epey yol aldıkları kesin, bol makyajlı mağazalarıyla göz boyadıkları da. Makyajın altında neler döndüğünü ise Flormar işçilerinden öğreniyoruz…


Yeni işe girenler de var aralarında, 15 yılını Flormar'a verenler de. Ama hepsi aynı şeyi anlatıyor; asgari ücretle, gece gündüz demeden, ek mesailerle geçen yıllar. Bayramsız, tatilsiz, zamsız... Ekmek derdine sineye çekilmiş aşağılanmalar cabası. Onlarca kilo ağırlıkları taşımaya zorlanan, pudra tozları içinde havalandırmasız bir ortamda çalıştırılan kadınlar. Hastalansalar raporları kabul edilmiyor, aynı koşullarda çalışmaya devam ediyorlar.“Nasıl dayandık şaşırıyoruz o şartlara” diyorlar bugün.

Uzun yıllardır devam eden bu sömürüye geçtiğimiz Ocak ayında dur demeye karar veriyorlar. Haklarına sahip çıkabilmek için adım atıyor ve Petrol-İş Sendika’sına üye olmaya başlıyorlar. Çok kısa süre içinde sendika, işyerinde gerekli örgütlülüğe ulaşıyor. O güne dek sessiz bir boyun eğişe alışmış olan Flormar ise tehlikeyi seziyor ve büyük bir temizliğe başlıyor. İlk iş, örgütlenmenin öncülüğünü yapan 10 işçiyi kapı önüne koyuyor. İşçiler fabrika önünde bir direniş başlatıyor. Arkadaşlarının uğradıkları haksızlık karşısında sessiz kalamıyor diğerleri, sabah işe giderken ya da çay molasında direnen arkadaşlarını alkışlıyorlar. Sırf bu nedenle onlar da atılıyorlar işten. 125 işçiyi ekmeğinden ediyor Flormar, hiç düşünmeden. Bu saldırganlığın en önemli sebebini biliyoruz. Korkuyorlar, itiraz eden sesini yükselten işçilerden, bu sayının giderek artıyor olmasından. Baştan ezecekler ki sivrilenleri, diğerleri de uyanmasın. Ama işte bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor, sermayedarlar için bile.

“Sadece hakkımız olanı istedik” diyor bugün kapı önündeki işçiler. “Tek yaptığımız bir sendikaya üye olmak." Sendikaya üye olmak, çıkarlarını korumak, bunun için mücadele etmek her işçinin yasal hakkı. Bunun farkındalığına ulaşmış olan işçiler, geri adım atmıyorlar. İşyeri ise kendini haklı çıkarma yolunda süreci bulandırmaya devam ediyor.  Sendikanın yasal olmayan yollara başvurduğuna dair iddialar attılar ortaya. Sendika ise belgelerle açıklıyor işyerinde yasal bir mücadele yürüttüklerini.
Flormara, artık kolay kapatamayacağı bir leke bulaşmış durumda.  Yıllardır kölelik düzeninde çalıştırdıkları ve sayelerinde kâr üstüne kâr elde ettikleri işçilerin sesi her geçen gün daha çok çıkıyor.

Direnişteki işçilerin çoğunluğu daha önce böyle bir mücadelenin içinde yer almamışlar. Belki de pek çok kişinin direnirken görmeye alışkın olmadığı başörtülü kadınlar, “ben daha önce AKP’ye oy veriyordum” diyen işçiler. Bugün o kadar haklılar ki, yaptıkları şeyin doğruluğundan o kadar eminler ki kendiliğinden çiziliyor sınırlar. Ya emekten yanasındır ya sömürüden, ya işçiden yanasındır ya patrondan. Bu basitlikte saçılıveriyor gerçekler ortalığa.

Direnirken dönüşüyorlar. “Eskiden olsa böyle fabrika önünde bekleşen işçiler çok garibimize giderdi” diyorlar. “Bu işler böyle çözülmez, mahkemeye versin, dava açsın diye düşünürdük. Ama şimdi anlıyoruz. Bu direniş okul oldu bize.” Öyle görünüyor. Kendilerinden çalınanların hesabını sormayı öğreniyorlar, öğreniyoruz…
İşveren içerdeki işçileri, daha zor bir ünitede çalıştırmakla ya da işten çıkarmakla tehdit ederek bazen de rüşvet teklif ederek tutmaya çalışıyor.Tel örgüler örülmüş, dışarısını görünmez hale getirecek önlemler alınmış.  Yine de yetmiyor duvarlar, içeri ile dışarı arasındaki bağı koparmaya. İşten çıkarılmayı göze alarak alkışlıyorlar dışardakileri, içerdekiler.

Direniş iki aydır sürüyor. Daha ne kadar sürecek şimdilik bilemiyoruz. İşçiler haklarını almadan vazgeçmemekte kararlılar. Dalga dalga yayılan bir umudun simgesi oldular, en karanlık sayılan günlerde. Bu bile başlı başına değerli kılıyor mücadelelerini. Flormar’ın hiç bir ürünü ile ulaşamayacağı bir güzellik yansıyor yüzlerinden. Zincirlerinden kurtulmuş, örgütlü mücadelenin gücü ile direnen insanlığın güzelliği.

Eninde sonunda kaybedecek Flormar ve kazanacak insanlık!

Sema Karadal / SOL

‘Ses ve öfke’ - ÇİĞDEM TOKER

Son yayımlananın numarası, yazıyı yazarken 12. Siz bu satırları okurken devleti yeniden kurgulayan, kurgularken her unsuru Cumhurbaşkanı’na bağlayan kararname sayısının artmış olması muhtemeldir. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yemin ettiği 9 Temmuz’dan bu yana arka arkaya yayımlanan kararnameler, devleti, yönetsel yapıyı radikal biçimde değiştirerek aklınıza gelen bütün kurumları ve kurumlara dair söz söyleme, tasarrufta bulunma hak ve yetkisini Cumhurbaşkanı’na bağlıyor. Sıradan bir insanın hissedeceği düzenli gelir kaygısı yaşamayan 600 milletvekili, bu kararnameleri Resmi Gazete’den bizlerle birlikte okuyor. 

Kararnamelerin hacim ve içeriğine bakılırsa, hazırlığın zamansal olarak eskiye dayandığı anlaşılıyor. Kararnamelerin yayımlanma hızı, uygulayıcı kurumlar ve vatandaş bakımından algılanma öğrenme ihtiyacının dikkate alınmadığını gösteriyor. Zaten kurulmak istenen düzenin karakterinden böylesi bir özeni beklemek de safdillilik olurdu.
***

Kurum ve kuralları hallaç pamuğu gibi atan, yönetsel yapının tarihsel çizgisinde değişmez kodları olduğu düşünülen bazı prensipleri ezip geçen bu kararnameler çıktıkça, dar bir kamuoyu kısa bir süreliğine dalgalanıyor. 
Tek tük tepkilerle anılıyor, yazılıyor. 

Sonrası? 

Sonrası sükût... 

Milli Kütüphane, opera, tiyatro, Atatürk Orman Çiftliği gibi temel kurumlara neler olduğuna, olacağına dair sorular, ya olağanüstü hızlanmış zamanın çarkları arasında buharlaşıyor. 
Ya da -benzerine az rastlanan- bir kayıtsızlık duvarına toslayıp düşüyor. 

Bu sarsıcı değişimleri acil gündemine alması gerektiğini düşündüğünüz kişi ve kurumlardan, beklenen ses, beklendiği yükseklikte çıkmıyor. Sözgelimi, Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) sermaye artırımında bundan böyle Cumhurbaşkanı’nın söz sahibi olmasına dair düzenlemeyi tek dert edenin TMMOB Ankara Mimarlar Odası olduğunu görüyorsunuz. 

Diğer yandan bu temel kaygılar geniş hissedilse dahi susturulmuş medya karşısında, güçlü bir sese dönüşemiyor. Gerçeğin peşinde olmayı, halkın haber alma hakkını hâlâ önemseyen, giderek daralan bir gazetecilik alanı dışında karşılık da bulamıyor.

***
Bilinse iyi olur: 
Denge/denetim mekanizmasının taammüden sakatlandığı bir sistemde ve Cumhurbaşkanı’nın her konuda yetkili olduğu bir rejimde; “vekil” ve sorumlu konumdaki isimlerin, durum tespiti yapan cümleler kurmasının artık hiçbir karşılığı bulunmuyor. Bu basit gerçeğin farkına varmadan, sızlanma modunda sorular yöneltmenin, saptama yapmanın etkidoğuracağı sanılıyorsa, bunun büyük yanılgı olduğunu söylemek zorunlu. 
Henüz ıslak imzalı tutanaklardaki oy dağılımının hesabını verememiş, müşahitlerin tekme tokat dövüldüğü sandıkların takibini yapamamış, oyunu kullanmak uğruna bir şehirden diğerine saatlerce direksiyon sallayan yurtdışı seçmenin hissiyatını anlamaya kapalı bir ana muhalefetin, değişen rejimi inşa eden kararnameler karşısında her demokrat yurttaşın verebileceği tepkiyi vermesinin, dönüştürücü hiçbir hükmü yoktur. 

Böyle bir tepkinin etkisi olduğu düşünülüyorsa eğer, söylenecek söz, “Evet bir etki oluyor ama kızgınlık etkisi”dir. Dahası TBMM içinde medeni ilişkiler kontenjanından izah edilen, gülüşme ve yakınlaşmalar, bu süreçteki duyarlılığı artırıyor. 

Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti tanımından, “de facto” denetimsiz ve nepotizme daha da açık bir sisteme evrilen sistem karşısında işlevsizleşmiş TBMM, o TBMM için oy kullanmış seyredene acı ile öfke arasında bir gelgit yaşatmaktadır. 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin sona erişine tanık olmaktan derin bir keder duyan, canı yanan kitlelerin beklentisi, durum tespiti yapan, seçmen gibi sitemli sorular soran, iktidar temsilcileriyle “Sorun yok” izlenimi bırakan fotoğraflar olamaz. 

Şikâyet edilen ve giderek ağırlaşan bir siyasi iklimden çıkışın nasıl olacağı, gelir eşitsizliğinin çözüleceği, gerçek bir hukuk devletine nasıl varılacağı sorusunun cevabına duyulan ihtiyaç her saat artmakta.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yabancılara Göre Damat! - ÖZGEN ACAR

Osmanlı imparatorları, ülkeyi “uyulması gerekli kuralları taşıyan buyruklar”  niteliğindeki “fermanlar” yayımlayarak yönetirlerdi. 

Günümüzde ise “yasaların” önüne geçen “Cumhurbaşkanlığı kararnameleri” ile devleti yönetme uygulamasına başlandı.
Türk Dil Kurumu’nun tanımlamasına göre “Osmanlı Devleti’nde bir göreve atanan, aylık bağlanan, şan, nişan ya da ayrıcalık verilen kişiler için çıkarılan buyruğa”   ise    “berat”  denilirdi. 

Bu tanımlama günümüzde “vezir-i azam” gibi görülen damat Berat Bey’e dört dörtlük uymadı mı? 

Hazine ve Maliye Bakanı yapılan damat Berat Albayrak, ne ilgisi varsa ayrıca Yüksek Askeri Şûra Üyesi de yapıldı! Herhalde Osmanlı’da, “devletten ödenek alan, sürekli görev yapan atlı ve yayalardan oluşan kapıkullarını” da yönetecek! 

Bu arada Reis’in “fermanı” ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB)  “bağımsızlığı” kaldırıldı, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank ve Kalkınma Bankası, Merkezi Finans ve İhale Birimi ile birlikte şu kurumlar da Berat Albayrak’a bağlandı:
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasa Kurulu, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, Gelir İdaresi Başkanlığı, Piyango İdaresi, Özelleştirme İdaresi, PTT, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)
***

İngiliz gazetesi Financial Times: Erdoğan Türkiye’de Maliye’nin başına damadını getirdi. Berat Albayrak’ın yeni rolü, yatırımcıları kaçırınca, TL eridi.” Gazete, “Erdoğan ekonomiyi aile sorunu yaptı” başlığı altında özetle şöyle yazdı:
“Albayrak’ın 3 yıl önce siyasete girdiği andan itibaren sadece enerjikonularında söz sahibi olmayacağı belliydi. Erdoğan ile birlikte askerioperasyonlarla ilgili toplantılara ve yurtdışı gezilerine katılıyordu.
Ancak buna rağmen kimse Erdoğan’ın, koruması altındaki Albayrak’ı, ekonomik gidişat hakkındaki endişelerin zirve yaptığı bir dönemde ekonomiden sorumlu tek kişi yapacak kadar cüretkâr olduğunudüşünmüyordu.
Yıllardır finansçı olan usta yetkililerin güvencesini alan yabancı yatırımcılar,Erdoğan ailesinden gelen ve büyük oranda bilinmezlik taşıyan bu ismin ellerinde ekonominin nereye gideceğine dair kaygı duyuyor!”
Makalede adı verilmeyen bazı iş insanlarının görüşlerine de yeri verildi.
“Bir işadamı ‘Onunla iş yapmak çok zor… Kendisini çok önemli görüyor. Kendisini tahtın varisi olan prens olarak sunuyor.’ diyor. Çoğu kişi 64 yaşındaki Erdoğan’ın, Albayrak’ı vârisi olarak yetiştirdiğini düşünüyor. Albayrak, hükümette bazı bakanlarla yaşadığı atışmalarla da biliniyor.”
Gazetenin başyazısı ise “Erdoğan’ın tek adam yönetimi projesi tamamlandı!” cümlesi ile başlıyor ve şöyle sürüyor:
“Erdoğan, ülkenin büyüyen ekonomik sorunlarını çözebilecek uzmanlarıgörevlendirerek, bu gücünü akıllıca kullanabilirdi. Ama bunun yerine ilkkararnameleriyle gösterdi ki gücünü kendisinin ve yakın arkadaşlarının yerinisağlamlaştırmak, kendine has ve çoğu zaman yanlış olan ekonomik yaklaşımını uygulamak için kullanacak!
Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanması piyasaların tam dakorktuğu şey. Türk Lirası’ndaki dalgalanma ile hisse senetlerindeki düşüşErdoğan için bir uyarıdır!”İngiliz BBC ise şu değerlendirmeyi yaptı: “Erdoğan, hanedanlık endişeleriarasında damadını Maliye Bakanı yaptı. Albayrak’ın atanması, iktidarın üst kademelerindeki aileyi kayırmacılık kaygılarıyla beraber piyasaları çınlattı!”
Hollanda Rabobank’ın yorumu ise şöyle: “Türkiye’nin tam anlamıyla, birkaç ay önce kıl payı kurtulduğu bir döviz krizine girmesi riski, yeniden ortaya çıktı. Damadı Albayrak’a bu kadar hayati bir dönemde, bu kadar önemli bir görevi vermesiyle Erdoğan, yönetiminin alışılmadık siyasalar izleyebileceği mesajını vererek, piyasaların endişelerini yeniden alevlendirdi!”
Amerikan New York Times gazetesi de “Albayrak’ın Maliye Bakanı olarak atanması finans marketlerini tedirgin etti. Tek bir siyasinin elinde çok fazla güç toplanmasına yönelik endişeleri artırdı!” diye yazdı.
Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, “TCMB’nin bağımsızlığından kaygı duyduğunu” belirterek şu açıklamada bulundu:
“TCMB yönetiminde yapılan değişiklikler ekonomiyi güçlendirmek yerine zayıflatabilecek. Türk Lirası, bu yıl dolar karşısında yüzde 22 eridi. Uzmanlar bu durumdan Erdoğan’ın para siyasaları üzerindeki nüfuzunu ve ısrarla yaptığı faiz oranlarının düşürülmesi çağrılarını sorumlu tutuyor.
Ayrıca damadı Albayrak’ı Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadı. Bu durum Erdoğan’ın para siyasaları üzerinde daha fazla nüfuz sahibi olacağı yönünde kaygıları artırdı!”
Bu hafta kendi görüşlerimizi değil de yabancı uzmanların değerlendirmelerini yansıttık.

Özgen Acar / CUMHURİYET

Rakamların dili… - HAYRİ KOZANOĞLU

Mevsim etkilerinden arındırılmış işgücü göstergelerine göre, işsizlik mart döneminde bir önceki ayki yüzde 9.9 seviyesinden yüzde 10.3’e sıçramış. 2017’nin ekim ayından bu yana en yüksek orana ulaşmış.


Sıcak yaz günlerinde uzun ekonomi yorumları daha da bunaltıcı olabilir. Bu nedenle dört temel gündem maddesini kısa kısa yorumlamayı deneyebiliriz.

İşsizlik istatistikleri dikkatli okunmalı
TUİK’e göre nisan ayı işsizlik oranı yüzde 9.6 düzeyinde gerçekleşti. Bu 2017’nin aynı dönemine göre yüzde 0.9 azalmaya işaret ediyor. Bu istatistiklerden hareketle yandaş basında “işsizliğin beli kırıldı!” benzeri yorumlara denk gelebilirsiniz.

Ne var ki, kazın ayağı öyle değil. Öncelikle sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için “manşet rakamlara değil de”, “mevsim etkilerinden arındırılmış” işgücü göstergelerine bakmak gerekir. Çünkü yüzde 9.6 oranının geçerli olduğu “Mart-Mayıs” aralığında mevsimsel olarak işgücü talebi artar. Bu kritere göre, işsizlik bir önceki ayki yüzde 9.9’dan yüzde 10.3’e sıçramış. 2017 Ekim’inden bu yana en yüksek orana ulaşmış.

Şimdiden, sonbaharla birlikte hem mevsim dönümü, hem de ekonomideki yavaşlama nedeniyle işsizliğin sıçrayacağını, çok geçmeden çift hanelere tırmanacağını öngörebiliriz.

Cülus bahşisi
Fitch derecelendirme şirketi, cuma günü Türkiye’nin kredi notunu “durağandan”, “negatif”e çekti. Pazartesi piyasalar açıldığında göreceli bir istikrar gözlendi. Hatırlanırsa geçtiğimiz yıl, 27 Ocak 2017’de de Fitch’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesinden sonra, 3.91 TL’ye kadar yükselen ABD dolarının artış trendi durmuş, bir süre döviz kuru istikrarlı seyretmişti. Bunun nedeni, “perşembenin gelişinin çarşambadan bellidir” atasözünün doğrulanması, piyasaların bu akibeti önceden fiyatlamasıydı.

24 Temmuz Merkez Bankası faiz kararı öncesi, bir hareketlenme gözlemleyebiliriz.“Kan kokusu” alan piyasalar, faiz artışı yoluyla RTE’den bir “cülus bahşisi”kopartmadan bu işin peşini bırakmazlar bizden söylemesi…

Döviz krizi zamana yayılıyor
Türkiye ekonomisinin en ciddi kırılganlık noktasının reel sektör şirketlerinin döviz borçları olduğu biliniyor. Döviz kurundaki ciddi sıçramalara karşın, henüz ciddi iflas haberleri gelmedi. Merkez Bankası’nın, Finansal İstikrar Raporu’na göre, bu şirketlerin döviz borçları 337 milyar dolara ulaşıyor. Döviz kuru yükselişe geçince borçlu şirketler ani döviz alımlarına geçip, ivmeyi daha da hızlandırabiliyorlar. Şu anda ellerinde 115 milyar dolar döviz tutuyorlar ve net açık pozisyonları 222 milyar dolar. Borçlarının ortalama vadesi 4.5 yıl olduğu ve kısa vadede döviz likiditeleri borç taksitlerini aştığı için krizi zamana yayabiliyorlar.

Bu veriler, dış talepte çok ciddi bir canlanma görülmediği ve/veya bir IMF anlaşması yoluyla kayda değer bir taze döviz girişi gerçekleşmediği takdirde geminin karaya oturması ihtimali çok yüksek olduğuna işaret ediyor.

SPK neden çark etti?
Geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan konularından biri de, Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) borsada işlem gören şirketlerle ilgili içsel bilgiye sahip kişilerin alım yapmasını engelleyen düzenlemenin 31 Ağustos’a kadar askıya alınmasıydı.

Bu kişiler bilanço dönemleri dışında zaten şirket hisselerini alıp satabiliyorlar. Muhtemelen borsanın tam dibe vurduğu dönem ile kısıtlılık periyodu tam çakışınca, psikolojik ortamı düzeltmek için bir “can simidi” olarak düşünüldü bu hamle. Şirketin kendi hissesini alarak fiyatı yükseltmesine kökten eleştiriler de var. Çünkü “finansallaşma” kapsamında, özellikle de düşük faizle borçlanarak yapılan hisse alımları spekülasyona yol açıyor, üretim ve istihdamı artırmadan gerçekleşen bu tip manipülasyonlar özellikle yönetici ikramiyelerinin (bonus) tavan yapmasına yol açıyor.

Bana kalırsa, SPK’nın kararını 2 günde kaldırmasının gerekçesi tamamen farklıydı. A şirketinin mensupları kendi hisselerini alır da, B veya C şirketi yöneticileri aynı yola gitmezlerse işlerin göründüğünden de kötü olduğu, amiyane tabirle bu şirketlerin “sıfırı tükettikleri” sonucu çıkabilir, panik ortamı katmerlendirebilirdi…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Trump-Putin zirvesi ve vekalet savaşı - İBRAHİM VARLI

Vekâlet savaşları doğaları gereği sahadaki gelişmelerden ziyade vekillerin kendi aralarındaki pazarlığın sonrasında neticelenir. Tüm tarihsel örnekler bunu göstermiştir. Bu vekâlet savaşlarının bizi de yakından ilgilendiren Suriye örneğinde de benzer bir durum söz konusu. Bir vekâlet savaşı olarak başlayan Suriye savaşının çözümü de haliyle içsel dinamiklerden ziyade, vekillerin kendi aralarındaki pazarlıklara bağlı.


Çoktandır bir vekâlet savaşı olmaktan çıkıp küresel ve bölgesel aktörlerin dâhil olduğu bir nüfuz savaşına dönüşen Suriye, Donald Trump ile Vladimir Putin’in tarihi Helsinki buluşmasının da ana gündemlerindendi. Suriye özelinde kıyasıya bir bilek güreşine tutuşan ABD ve Rusya, bir taraftan sahadaki konumlarını güçlendirirken, öte yandan da son Dera örneğinde olduğu üzere kısmi anlaşmalara imza atabiliyorlar. Bütün bu lokal anlaşmalar, küresel aktörlerin nihai bir uzlaşıya varamamasının neticesinde vuku buluyor.
Suriye’nin dizaynına dair belirsizlikler devam ediyor. ABD ve Rusya’nın bu konudaki anlaşmazlığı kendisini sahada da gösteriyor. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesi sonrasında siyasi dizaynın nasıl olacağına yönelik Amerika ve Rusya’nın yanı sıra İsrail’den İran ve Türkiye’ye kadar birçok bölgesel aktör de rol kapmak istiyor.

İsrail ile Rusya ve dolayısıyla ABD, haziran ayında İran’ın Suriye’nin güney sınırından uzaklaştırılması konusunda bir anlaşmaya varmışlardı. Dera’nın Suriye devletinin kontrolüne girmesi de bu anlaşma sonrasında gerçekleşti. Rusya, Dera’nın cihatçılardan temizlenerek Suriye Devletinin kontrolüne girmesi karşılığında Güney Suriye’de İran varlığının sınırlandırılmasını kabul etmiş, İran güçlerini buradan uzak tutma konusunda güvence vermişti. Birkaç gün sonrasında Moskova’ya giden İsrail lideri Netanyahu’nun, İsrail’in Esad’ı artık hedef almayacağına dair sözleri bu anlaşma çerçevesinde yapılan bir açıklamaydı.
                                                          • • •

Dera’daki anlaşma çerçevesinde İsrail ‘gerek duyduğunda’ Suriye topraklarından kendisine yönelik tehditleri bertaraf edebilme fırsatını da ele geçirmişti. Tam da bu imtiyaz nedeniyle İsrail savaş uçakları önceki akşam bu kez de ülkenin kuzeyindeki Halep’te Neyrab askeri hava üssünü vurdu. Neyrab hava üssünde İran güçlerinin konuşlu olduğu iddia ediliyor. Tabii iddia İsrail’in. Son üç ay içinde Humus, Kuneytra, Dera ve Şam dâhil birçok kentte saldırılar düzenleyen İsrail için İran, Suriye’yi vurmanın bahanesi.

İsrail’den kalkan jetlerin Halep’i bombaladığı saatlerde uluslararası ajanslar YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekildiğini servis etmeye başladı. Dışişleri Bakanlığı anında haberleri yalanladı, sürecin halen devam ettiğini, sadece devriye güzergâhı üzerindeki kontrol noktalarından çekilmenin sürdüğünü açıkladı.

ABD ile Türkiye arasında varılan uzlaşı gereği, ABD TSK’nin Menbiç çeperinde ortak devriye yapmasına izin vermişti. Ortak devriye hazırlık çalışmaları hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla bu aşamada YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekildiğine dair haberler de gerçeği yansıtmıyor.

                                                          • • •

İsrail’e benzer şekilde Türkiye, ABD ve Rusya arasında da savaşın gidişatına bağlı olarak yapılan lokal anlaşmalar söz konusu. İsrail’in kırmızı çizgisi İran ise, Türkiye’nin kırmızı çizgisi ise Kürtler. Türkiye, Suriyeli Kürtlerin herhangi bir statüye kavuşmaması için ABD ve Rusya ile pazarlık içerisinde. ABD’nin uzun bir süredir Suriye’deki Kürtlerle hem askeri hem de siyasi ilişkileri herkesin malumu. Rusya da Kürtleri ABD’ye kaptırma niyetinde değil. Astana’daki partnerini kızdırma pahasına Moskova Kürtlerin siyasi bir statü kazanmasına sıcak yaklaşıyor. Kürtler ise Şam devleti ile müzakerelere başlamış durumda.

Kürtlerle Amerikalılar arasındaki müttefiklik ilişkisi hem Şam’ı hem Moskova’yı rahatsız ediyor. Her iki başkent de Kürtlerin Washington’un yörüngesinden çıkmasını istiyor. Rusya, Kürt sorununda Suriye’nin bütünlüğünü koruyacak bir perspektif ve çözüm önerisine sahip.

Savaş içinde savaşın yaşandığı Suriye’de savaş sanılanın aksine Dera’da başlamadı, haliyle Dera’da da bitmeyecek. Radikal İslamcı yapılar üzerinden gerçekleştirilmek istenen proje çöktü. Suriye devleti Rusya, İran ve Hizbullah gibi sadık müttefiklerinin desteğiyle radikal İslamcı tehlikeyi tamamen bertaraf etmek üzere.

Tüm bunlar olurken Suriyeli Kürtlerle Şam yönetimi arasında yapılan görüşmelerde önemli mesafeler kaydedildiği belirtiliyor. Suriye Demokratik Meclisi’nin (SDM) Kamışlı’daki üçüncü konferansına sunulan siyasi programda ‘federasyon’ talebinin bulunmadığı ve hazırlık belgelerinde sadece ‘yerinde yönetim’e atıfta bulunulduğu belirtildi. Bu talep Şam ile varılan bir uzlaşının yansıması gibi görünüyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ah şu iktidarlar - TURAN ESER

Ben iktidarı ve iktidar yarışlarını hiç sevmedim. Nedendir bilmem ama gerçekten hiç bir türünü sevemedim. Isınamadım. Kavramın kendisi bile, insanları “alt ve üst”“yöneten ve yönetilenler” diye böldüğü için sevimli gelmiyor.

Dünyanın elitistleri iktidar avantajı ile mutlu, zengin, güvencede ve karnı tok yaşarken, dünyanın çoğunluk nüfusu, açlık, yoksulluk, mutsuzluk, endişe ve temel insan haklarından mahrum yaşadıkları içinde, iktidarları sevmem.
Aynı dava uğruna yola çıkanlar bile, toplumsal davalarını ve mağduriyet hikayelerini unutarak, kendi öz örgütlenmelerinde, iktidar hırsı ile nasıl bir kıyasına “kişi seçme”yarışına ve kongre siyasetlerine teslim olduklarını gördükçe, iktidarlardan nefret eder hale geldim.


İktidar, özlediğimiz adaleti, eşitliği, özgürlükleri, tok ve mutlu olma hakkımızı ve hayatımızdan çaldığı içinde karşıyım. İktidarlar daha çok tek adamların, din, para, yargı ve askeri gücü elinde toplamasıyla şekilleniyor. Davadaşlık ve fikirdaşlığın yerini yandaşlık ve menfaatçilik alıyor.

İktidar hastalığı, her alanda bulaşıcı bir hastalık halinde hayatımıza girmiş durumda. Evde, mahallede, siyasette, dinde, ekonomide, sanatta, edebiyatta, sendikada ve sivil toplum örgütlenmelerinde “tek adam” modelleri alınıyor.
Oysa kongreler, düşüncelerin tartışıldığı, söz, yetki ve karar alma süreçlerinde halkın aşağından yukarı doğrudan katılımı ilke edinmelidir. Demokrasiyi, siyaseti ve yönetmeyi toplumsallaştırarak, yerelleştirerek yaşama, hayata ve kurumlara yansıtmalıdır.

Maalesef bu olamıyor. Kişilere ve ekiplere dayalı iktidar yarışlar önemseniyor. Halkı ve hakları değil, iktidarın korunma hakkı önemseniyor.
Böyle olunca da, iktidar, güçlü olmak isteyenlerin, hükmetme yetkilerini elinde toplama hırsına dönüşüyor. İnsanı bozuyor. Dostlukları, yoldaşlıkları, arkadaşlıkları, aileyi ve aşkı bitiren hırsın ve zehirli ihtirasın adı oluyor.
Dava adına çıkılan toplumsal hikayede, tek adam üretiyor. İktidarı toplumlaştırmamak, söz, yetki ve kararı halka yaymamak ve paylaşmamak için, yoldaşına, davadaşına güvenemez hale geliyorlar.
Yol arkadaşları ona biat etmediği zaman “hain” ya da “ihanetçi” ilan eder. Biat eden gönüllü köleleri severler.

Yol arkadaşlarına karşı güvensizlik ve kıskançlık sonucu yalnızlaştıkça, bu kez “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyerek, eski “rakiplerini” ile ittifak kurarlar.

İktidar egoisttir. Bencildir. Kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülsüzlüktür. Kaybetmemek için korku içinde korunan ve korkutan yine iktidardır.
İktidara sahip olmak ya da iktidarını korumak için her şeyi “mübah” sayar. İktidarın aklı önce kendisinin devamı ve güvenliği üzerine çalışır. Halk arasındaki deyim ile “nabza göre şerbet veren” aldatma repertuvarına ve kataloğuna sahiptir. “Köprüyü geçene kadar” dost ve düşman her kesimle yürüme ve oynama yeteneğine sahiptir.

Bir süratın arkasına gizleyebildiği, binbir maske takabilme yüzsüzlüğüne sahiptir. “Milletimiz ve memleketimiz için” diyerek başladığı cümlelerinde samimiyetin zerresi bulunmaz. Dili ve davranışı sahtedir. Dili, sevgisi ve ağlamaları yalandır. Çünkü iktidarını korumak için din, zor, para ve yasak yetmiyor. İktidar müptelaları kendilerini rol yapmak zorunda hissediyorlar.
İktidar tedavisi zor bir hastalıktır. Egemenlik kurmak ister. İtaat ile kendine boyun eğilmesini arzular. Bir iktidarı başka bir iktidar gücü ile devirmek isteyenler de bu hastalığın pençesindedir.

Her iktidar kendisine uygun bir ideoloji, bir din ya da bir kutsal hikaye söylemi bulur. İçinde eşitliği yok eden “eşitlik” söylem taşısa da iktidar yalanı, hukuksuzluğu, aldatmayı, zoru kullanırlar.

Şimdi de CHP’de kurultay süreci için düğmeye basıldı. Ben bu sürecinde, CHP’de bir değişim ve demokratikleşme talebi içerdiğine inanmıyorum. Çünkü İnce ince bir parti içi iktidar hırsı devreye girmiştir.

Bu sürecin siyasal hikayesi, toplumsal bir davaya yönelme hedefi yok. Olsaydı okurduk ya da bilirdik. CHP’de girişilen kurultay sürecinin, laiklik, emek, barış ve özgürlükler mücadelesini önemseme, parti içinde demokratikleşme, tek adam rejimine karşı “söz, yetki ve karar hakkının halka” talebi yükseltecek bir hedefe sahip olduğunu gösteren bir veri de yok. CHP merkezindeki ekibin de kendi iktidarını korumaktan başka yaptığı bir şey yok.

İktidar hırsı uğrunan daha çok yalan, aldatma, iftira ve yandaşlık üzerine kurulu, kişiler arası (Kılıçdaroğlu-İnce) “yarışı” izleyeceğiz.

Hangi aday iktidar yarışını kazanırsa kazansın, CHP’de sadece koltuk değişimi olur. Manifestosuz, pragmatist, hikayesiz, davasız CHP kalmaya devam edecektir. Eğer CHP’de mevcut yönetim ve değişim isteyenler samimi ise, öncelikle partide demokratikleşme için Tüzük ve Türkiye’nin demokratikleşmesine, laikleşmesine, insan hakları hukuk ihtiyacına, toplumsal barışmasına ve ekonomik sorunlarına çare olacak program kurultaylarını yaparlar.

Aksi taktirde İnce “Gel önümüzden yürü, geç bu partinin başına derlerse buradayım”diyerek iktidarını “Allahın izniyle” kurar.

Sözün özü şudur; Halksız, haklarsız, hikayesiz, davasız ve demokrasisiz “iktidarlar” sevimsizdir.

Turan Eser / BİRGÜN