24 Temmuz 2018 Salı

Ölçü - ORHAN GÖKDEMİR

Felsefe tarihi bir açıdan ölçü arayışından ibarettir. Tarih de öyle, ölçü arayışıdır. 

Cumhuriyet, idareye bir ölçü getirme ihtiyacından doğmuştur. Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ölçüsüzlüğe bir tepkiden ibarettir. Getirisi açık; kural olacak ve kuralın kural olması için ona önce kuralı koyanlar uyacak. 

Toplumsal bir canlıdır çünkü insan. Birlikte yaşar, birlikte çalışır, birlikte üretir, bölüşür. Dolayısıyla bir ölçüye ve oradan hareketle bir kurala ihtiyaç duyar. Ölçü bizi insan yapar, kural ise toplumsal yaşamı yeniden üretmemizi garanti altına alır. Ölçü kaçırıldı ve kural bozuldu mu yıkım kaçınılmazdır.
Yıkımın anlamı ne? 
Mutlak ilkellik... Mesela, savaşlar yıkarak ilerler, toplumu ilkel çağlara geri götürür. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralsızlığı üzerine kurulduğunu iddia eden piyasa mekanizması bile o nedenle toplumu başıboş bırakmaz, ihtiyaç hâsıl olduğunda devleti devreye sokar, hukuku yardıma çağırır. Şöyle bir ölçüyle ilerleyelim. Uygarlıkta ilerlemiş toplumlar sırtlarını kalıcı yasalara, kalıcı müesseselere, zamana meydan okuyan anıtlara dayar. Bilir ki yasa ve müessese toplumun ayakta kalması için elzemdir. İlkel toplumlarsa sadece kişilerden oluşur. Nihayetinde onları kuran kişilerin sürekliliğine inanç yıkılınca etkileri azalır, toplum dağılır.

Demek ki uygar bir toplumda idare kişilere bırakılamaz. Bu, toplumun kaderini kişilerin eline bırakmak anlamına geleceğinden yıkımla eş anlamlıdır. 

19. yüzyıldan bu yana, 200 yıldır, idareyi tek adamdan alıp, kalıcı müesseselere, kalıcı yasalara dayamaya çalışıyoruz. Abdülhamit’i bunun için devirdik, hürriyeti bunun için ilan ettik, cumhuriyeti bunun için kurduk. Yüksek mahkemeleri, siyasal partileri, kuvvetler ayrılığını, meclisi, anayasaları, ceza yasalarını, üniversiteleri, hatta baroyu, tabipler birliğini bunun için oluşturduk. Yasa yaptık, kural koyduk. Öğretmen, avukat, hekim, işçi, imam olmayı kurala bağladık, yasa ile yapılan bir işe dönüştürdük. Bu uygar bir topluma az çok yaklaştığımız anlamına geliyordu. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

                                                                   ***

Peki neden? Ne oldu da vazgeçtik uygar bir toplum olma hedefinden? 
İki sebebi var. Birincisi cumhuriyeti, yani kurallı toplumu kuranların piyasaya teslim olmalarıdır. Bir tür savaştır piyasa toplumu. Mutlak sömürüyle dayanır, toplumu toplum olmaktan çıkarır, böler, parçalar. Parçalandık.

İkincisi müesseselerimizin piyasanın işleyişinde ayak bağı olmalarıdır. Daha hızlı işleyen bir devlet istediler. Anayasa mahkemesi, senato, demokrasi, sendika, dernek, örgütlü üniversite, düzenin kontrolü dışına kaçan siyasal parti, devletin işleyişini yavaşlatacak ne varsa ayak bağıydı. Kaldırıp attılar. Hızlı devlet hedefi, topluma savaş ilanıdır, yıkım ağır olmuştur. Uzun iç savaşta bütün kurumlar yıkıldı. Sonuç ortada. Sarayın başdanışmanı “artık tek kişilik hükümet sistemi var” dedi. Faşizmin tarifine müthiş bir katkı yaptı.

Demek ki toplum yıkıldı ve ölçüsüz kaldık. Artık koca ülke tek kişiden ibarettir, devlet sonsuz hızlanmıştır ve bu ikisi mutlak ilkelliğin habercisidir. 

                                                                ***

Nedir bu ilkelliğin göstergesi? Nepotizmden başlayabiliriz mesela. Akraba veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık anlamına geliyor. Kiliseye borçluyuz terimi. Katolik papalar kardinallik gibi önemli mevkilere yeğenlerini getirmelerinden türemiş. “Nepos”, Latincede “yeğen” anlamına geliyor. Liyakatin reddidir. Piyasa toplumu “girişimci”den yola çıkıp sonunda “nepos”a gelip kilitlenmiştir. Nepos, piyasa toplumunun sonudur.

Nepos’u bir “üçüncü dünya” geleneği sanan yanılır. Sarkozy’nin oğlu, “asrın liderimiz”in ve Trump’un damadının gösterdiği gibi genel bir haldir bu. Piyasa, uygarlığı bir vuruşta tepeledi ve kendimizi yeniden barbarlığın eşiğinde bulduk. Yeniden, “ya sosyalizm ya barbarlık” noktasındayız. 

Bakın, turizm şirketi sahibini turizm bakanlığına, hastane zinciri sahibini sağlık bakanlığına atadılar. Adalet, Gençlik ve Spor, Kültür ve Turizm, Sağlık, Ulaştırma ve Altyapı, Çevre ve Şehircilik ve Enerji Bakanlığı'nda bakan yardımcıları atandı geçen hafta. Atanan bakan yardımcılarının tamamı AKP'li isimlerin akrabalarıydı. Nereden bakarsanız bakın, bir kabine değil kabile söz konusudur. Mutlak ilkelliğin göstergesidir. 

                                                                  ***

Önceki gün şahane bir söyleşi yayınlandı soL portalda. Emekli bürokrat, iktisatçı Mahmut Kartal “yeni rejim”i anlatıyordu kendi üslubunca. “Devletin her tarafı kanıyor” başlığını uygun görmüştü editör arkadaşlar ki siz “devlet yıkılmıştır” diye anlayabilirsiniz, bir sakıncası yoktur. Yıkım ilkelleştiğimizin habercisidir. Devlet yıkıldığından değil, yerine bir kabile geldiğinden böyle bu. 

Özetleyeyim: 
Dikkati çeken bir nokta, İslamcı tabanın ahlaki hiçbir kaygı ve prensip üzerinden hareket etmemesidir… AKP ve MHP’nin oyu kesinlikle şişirmedir. AKP Orta Anadolu ve Karadeniz’de bile ciddi oy kaybına uğramıştır. MHP’nin Doğu’da ve Güneydoğu’da oylarını artırmış olması imkânsızdır. Ama cebren ve hile ile “seçim” böyle sonuçlanmıştır. Türkiye burjuvazisi neredeyse bütün siyasi akımların Meclis’e yerleşmesini uygun bulmuş ama iktidarın tamamen cumhurbaşkanlığında olmasını tercih etmiştir. Böylece herkese “Meclis’te istediğiniz kadar gürültü çıkarın, iktidar Türk-İslam sentezinin elinde kalacak” demiştir. 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) angajman Türkiye rejimini değiştirmiştir. BOP konusundaki başarısızlığı da Türkiye’yi açıkta bırakmıştır. BOP genişlemeci bir politikaydı, bu yolda Cumhuriyeti yıktılar ama Suriye’yi, Mısır’ı İslamlaştırma konusunda başarısız oldular. Şu halde eski Türkiye yıkılmıştır ancak eskiyi yıkma gerekçesi ortada kalmıştır. İktidar, uluslararası sermayeden mevcut devlet yapılanmasını yerleştirmek ve pekiştirmek için zaman istemiştir, seçimle bunu elde etmiştir. Uluslararası sermaye "Bizim Türkiye’deki şirketlerden alabileceğimizi yine Tayyip Erdoğan alır" diye düşünmüştür. Erdoğan’ın halk üzerindeki kontrolüne güvenmektedir. 

Yeni devlet yapılanması 150 senelik parlamenter geleneği bitirmiştir. Bunu birkaç meczubun işi sayamayız. Son derece stratejik bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye rejiminin daha da büyük krizlere gireceği tahmin ediliyor. Bu yapılanma krize karşı bir cevaptır. Hızlı, esnek ve merkezi bir yapı kurmuşlardır. Sadece bütün yürütmeyi değil aynı zamanda yargıyı ve yasamayı da cumhurbaşkanına bağlamışlardır. Bu yapılanmada kadrolar esnektir, kurumlar esnektir, kurallar esnektir. Kurallar, kurumlar ve kadrolar aynı zamanda merkezileştirilmiştir… Dağılmış bir devleti aşırı merkezileştirmeyle toplamaya çalışıyorlar. Yeni devlet yapılanması siyasi rejimi değiştirecektir, çünkü siyasi rejimin temeli devlettir. Buna bir tür post-modern faşizm diyebiliriz. Parlamento var, iyi-kötü basın var... Türk-İslam sentezi ise esasen bir faşist ideolojidir. Yalnızca anti-komünist değil, anti-demokratik ve anti-liberaldir. 

Bakanlar kuruluna yapılan atamalar, bir CEO hükümeti, bir patron hükümeti kurulduğunu gösteriyor. Devletin sermaye karşısındaki göreli özerkliği tamamen ortadan kalkıyor. Sermayenin aracısı ya da temsilcisi yoktur artık, sermaye ile devlet entegre olmuştur… 
Nedir bütün bunlar? Ölçüyü yitirdik ve artık mutlak bir ilkelliğin içerisindeyiz.

                                                                 ***

Cumhuriyet piyasayı kutsadı. Sonra imamlar örgütlenip geldiler, iktidarı ele geçirdiler, önce yasaları, sonra müesseseleri yerle bir ettiler. Bin yüz odalı sarayı, tek kişilik hükümeti, yeni rejimi, tarikatı, eğitimi, ahlakı, diyaneti, imamı, her şeyi ama her şeyi ölçüsüzlükten ibarettir. Artık ölçüsüz bir toplumuz. Kaderimiz tek adamın iki dudağının arasında. Mutlak ilkelliktir.

İnsanlığın sığınabileceği tek ölçü kalmıştır öyleyse. Sosyalizme mecburuz.
Sisifos hikâyesinin sonuna geliyoruz demek ki. Zirveye o kadar yakınız ki artık kayayı yuvarlamalarına izin veremeyiz. 

Dayanın!

Orhan Gökdemir / SOL

Akşener'in yeni planı: İyi Parti'de neler oluyor? - Ali Ufuk Arikan

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in dünkü 'sürpriz' istifa çıkışı, partiyi tam olarak istediği 'merkez' konuma oturtmak adına önemli bir manevra izlenimi uyandırıyor. Afyon'daki kamp öncesi 'partinin çizgisini netleştireceğiz' açıklamaları ve istifa kararı sonrası oluşan atmosfer birlikte düşünülünce, Akşener'in elini güçlendiren bir çıkış yaptığı anlaşılıyor.

İyi Parti'yi MHP kopuşunun ardından kuran ve partinin kuruluşunun ardından girdiği ilk seçimde yüzde 10 oya ulaşan Meral Akşener, ittifak basıncı sonrası beklentilerin altında kalsa da, yeni bir "proje" olarak kendileri açısından önemli bir başarı elde etmiş oldu.
Ancak bu başarı Akşener'i geçmiş bağlarla hedef alan isimleri susturmaya yetecek boyutta değildi.

42 vekille Meclis'te yerini alan partisinden seçim sonrası gelen eleştirilere kulak asmayan Akşener'e tepkiler Demirtaş'ın serbest bırakılması yönündeki açıklamaları, CHP ile kurduğu ittifak ve Muharrem İnce'ye karşı söylem geliştirmemesi olarak sıralandı.
Bu tartışmalara bir de MHP kökenli bazı isimleri vekil listelerinde dışarıda bıraktığı iddiaları eklenince, Akşener, Afyon'da bir parti kampı düzenleme kararı aldı.
MHP kopuşunun ardından "daha fazlasının mümkün olduğunu gösteren" bir hava yakalayan ve "küçük" MHP değil "büyük" AKP'yi hedef alan daha geniş bir "merkez" hamle yapmaya çalışan Akşener, parti içinden MHP kodlu eleştirileri tasfiye etmek için düzenlediği kampta istifa kararı alarak şaşırttı.

KARAR NE ANLAMA GELİYOR?
İlk bakışta şaşkınlığa neden olan bu hamlenin aslında partiyi eski yüklerinden arındırma anlamına gelen bir hamle olduğu ise kararın alındığı akşam büyük oranda ortaya çıkmış oldu.

Seçimden hemen sonra partisinin Başkanlık Divanı toplantısında konuşan Akşener, “Biz MHP’nin yerine değil, AK Parti’nin yerine gelmeyi hedefliyoruz. Yedek olmayı kim ister” sözleriyle hedefini açıklıkla ortaya koymuştu.
Bu iddiasını yerine getirmek için MHP döneminin "ayak bağlarından" kurtulması gereken Akşener, Afyon kampından önce aldığı ileri sürülen kararını açıklayarak istifa ettiğini duyurdu.

Daha kuruluş aşamasında tek başına Akşener damgası taşıyan ve bir "lider" partisi olarak ortaya çıkan İyi Parti'nin silinmesi anlamına gelen bu karar "sürpriz" olarak değerlendirilse de aslında ortada olan şey, İyi Parti Sözcüsü Aytun Çıray'ın Afyon'daki kamptan önce verdiği mesajların hayata geçirilmesinden ibaret.

Kamptan önce "İyi Parti kendi içinde tartışma ortamı yaratmamasına rağmen, kamuoyunda partinin çizgisine ilişkin olarak bir takım tartışmalar yapılıyor. Partinin merkez sağ da mı, yoksa daha sağda bir parti olup olmadığı tartışmaları yapılıyor. Bu tartışmaya son verilecek. Partinin çizgisini kendi aramızda gerçekleştireceğimiz fikir alış verişleriyle netleştireceğiz. Böylelikle tartışmalara son vereceğiz" diyen Çıray, İyi Parti'nin ayak bağlarından kurtulacağını üstü kapalı olarak ilan ediyordu.

Akşener'in istifa kararının hemen ardından Akşener'in evinin önünde toplanılması, Afyon'daki salonda "hayır, kabul etmiyoruz" sloganları atılması ve dökülen gözyaşları partinin Akşener yörüngesinde olduğunun net bir ifadesi olmuş oldu.

Yine partinin önemli isimlerinden Koray Aydın ve Ümit Özdağ gibi isimlerin açık desteği ve liderimiz Akşener çıkışları, Akşener'in önümüzdeki dönemde daha rahat bir yol haritası çıkarmasına ve partiyi "sağlam" bir şekilde "merkez" yörüngesine sokmasına da olanak sağlayacak.

Artık Akşener, parti içinde attığı adımlara eskinin bağlarıyla ayak direyecek isimlerden kolaylıkla kurtulma olanağını elde etmişe benziyor.

Kurultaya tek aday olarak "kendi isteği" dışında girecek olan Akşener, yeni parti yönetimini de istediği gibi belirleyebilecek.

MHP HABERDARDI AMA...
MHP'nin İyi Parti içindeki bu çekişmelerden haberdar olduğu dün Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın'ın açıklamalarıyla ortaya çıkmış, Yalçın, İyi Parti'den dönüşlere hazır olduklarını söylemişti.

Akşener'in yaptığı bu hamle ve sonrasında parti içinde izleyeceği olası tasfiye adımlarıyla MHP'ye kimi dönüşlerin olması sürpriz olmayacakken, bunların İyi Parti'ye güç kaybettirmeyeceği de şimdiden görülüyor.

Akşener, artık geçmiş yüklerinden kurtulmuş bir partiye liderlik edecek.
Bu hamlenin 24 Haziran seçimlerinde kısmi olarak çekilen desteğin yeniden Akşener'e akmasına olanak sağlayıp sağlamayacağı ayr bir merak konusu.

Ali Ufuk Arikan / SOL

Tarikatlar ve laiklik - TURAN ESER

Adnan hocacılar tarikatı ya da Gülen Cemaati (FETÖ) ile birlikte din, devlet, toplum ve birey ilişkilerini laiklik zemininde yeniden tartışmak zorunlu kılınıyor. Çünkü laiklik dışı her yaklaşım, din istismarı üzerinden devleti ve toplumu ele geçirmesini önleyecek tartışmalara çözüm öneremez. Bugün haklarında davalar süren bu iki olay, buzdağının görünen kısmıdır. Çünkü, Türkiye’de kendini “İslam tarikatı” ve “İslam cemaati” olarak tanımlayan tüm yapılar, doğal bir ayrıcalık sahibi oluyor. Din ve dinselleştirme sorgulanmayan bir dogma ve tabu alanı olduğu sürece, dinbazların suç işleme alanı daha da genişliyor. Örneğin, Arapça kökenli olan “tarik” sözcüğü “yol” anlamına, “yarikat” ise “yollar” anlamına gelir. Yani Hak yoluna girmek. İyi insan olma yoludur. Hakka ulaşmanın bir manevi bir yolu olması gerekirken, Türkiye’de Şeyhlerin kendilerine kalabalık bir çevre/mürit oluşturma, sermaye biriktirme, holdingleşme ve siyaset kurumları ile pazarlık ilişkileri kurma ‘yolu’na dönüşüyor.

Tarikatların büyük kesimi, manevi Hak yolu yerine, dinbazlık ve düzenbazlık üzerinden kendilerine dünyevi yol açarak, kamu kurumlarına sızma hareketine dönüşmüştür. Siyaset kurumları da bu tarikatlarla, tarikatlarda siyaset kurumlarıyla sandık/oy pazarlıkları üzerinden ilişkilerine sürdürdüler. Her dönemin ve iktidarın işbirliği yaptığı tarikatların varlığı sır değildir. Yani holding ve siyaset tarikatlarında ne ararsanız mevcuttur. Şeyhler müritlerine “bir lokma bir hırka” edebiyatı ve kendisine kayıtsız ve şartsız itaat beklerken, Adnan Oktar’ın hesabında 1 milyara yakın meblağ, Gülen Cemaati’nin (FETÖ) ise milyarlarca doları çıkar. Kendilerini de yeryüzünün tanrısı yerine koyarlar. Bu türden kerametleri kendinden menkul yeryüzü düzenbazlar cennet olan bu ülkede, köklü bir yüzleşmeden kaçınılır.

Dini siyasal bir ideoloji kabul edenler ile dini holdingleşmek ve iktidar aracı olarak görenler, demokrasiye ve laikliğe karşı mücadelede birleşirler. Onların tek dertleri bellidir; Cemaatleşmek, toplumsallaşmak, holdingleşmek, siyasallaşmak, okullaşmak ve devletleşmek! Türkiye’de buna denk düşen iki eğilim var: Siyasal İslamcılık ve holdingleşen tarikatlar. Bu iki eğilim dönem dönem içi içe, çıkarlar ve iktidar gücüne sahip olmak için birlikte hareket ederken, bazen de kavgalı hale gelirler. Siyasal ve holding İslamcılığının hedefi topluma ve devlete sahip olmaktır. Dün Halifenin/Sultanın dini kamusal alanda hakimiyetini egemen kılmak isterken, bugün devletin ve siyasal İslamcı cemaatlerin/tarikatların dini kamusal alanda hakimiyet kurmak istemektedir. Siyasal İslamcılık için tarikatlar ve cemaatler önemli bir mevzidir. Sivil ve kamu hayatındaki bu hakimiyetin sorgulanmasını istemezler. Sorgulayanı ise en yalın ifade ile itibarsızlaştırmak için “din düşmanı” olarak tanımlarlar. Oysa din, vicdan ve inanç özgürlüğünün baş düşmanı bu kesimlerdir. Azınlık inanç gruplarının ve inanmayan kesimlerin kamusal alanda kendilerini ifade etmesini engelleyerek eşitliğe, demokrasiye, özgürlüklere ve laikliğe karşı odak oluştururlar. Örneğin devlet tekelindeki Sünnilik kamusal hayattaki hakimiyeti için Alevilerin taleplerine laiklik ve haklar ekseninde yaklaşmazlar ve asimilasyona maruz bırakırlar.

Devletin kilit noktalarını ve kamu hizmetlerini ele geçirmek için hem iktidar olanaklarını kullanarak yukarıdan aşağı, hem de siyasalaşan ve holdingleşen cemaatlar/tarikatlar aracılığıyla aşağından yukarıya hareket ederler. Son yıllarda dinci gericilik özellikle neo liberalizm tarafından da desteklenmektedir. Dolaysıyla laiklik, sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte gericiliğin ve sermayenin meydan okuması ve kuşatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Laiklik, sermayenin ve gericiliğin acımasız ve kirli sömürü sistemine karşı toplumu hak temelli uyanışı sağlar. Dolayısıyla dincilik ve sermaye hak arama bilincine sahip işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin ve çocukların varlığından rahatsızdır.

Bu nedenle laik ve bilimsel eğitimi, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlamak için, dini sermayenin ve siyasetin alanına dahil ederek, toplumsal gericiliği örgütlenmeyi, çıkarları açısından tercih eder. Bunun içinde küresel kapitalizm, tarikatlara “Hak yolunu” değil, laiklik karşıtı, siyasetli ve holdingli dincilik yolunu öğretir. Her siyasal ve holding dini yapılarının arkasında küresel sermayenin olması bu açıdan manidar değil, küresel oyunun parçasıdır.

Siyasal İslam’ın ve holdingleşen dini tarikatların toplumu ve devleti ele geçirme yollarına karşı, demokratik cumhuriyetin laiklik yolunda inşasını savunmakla mümkündür. Eğer toplumsal düzeni demokrasi, laiklik, bilimsellik, evrensel hukuk esasları ve değerleri üzerine kurmak için bir yol inşa edemez isek, Adnan hocacıların, FETÖ’cülerin ya da bugün kamu kurumlarına ve bakanlıklara nüfus ettiği iddia edilen diğer tarikat ve cemaatlerin yolunu engellenemez.

Şeyhlerin ve tarikatların birey, devlet, toplum ve siyaset üzerindeki istismarı ancak laiklik ve demokratik bir cumhuriyet programı ile engellenebilir.

Turan Eser / BİRGÜN

Kanal İstanbul Projesi de yurttaşlara yük olacak! - EKİN AKYAZ

Hazine’ye yüklü faturalar çıkaran projelerden biri de Kanal İstanbul Projesi. Kendisine özel düzenlemeye gidilen projenin iddia edildiği gibi gemi geçişiyle garantiyi sağlayamayacağı düşünülüyor.

AKP hükümeti; hazineye devasa yükler getirmesine rağmen Yap-İşlet-Devlet modelinden vazgeçmiyor. Mega projelerin sonuncusu özel bir yasa ile düzenlenen Kanal İstanbul oldu. Yaklaşık 15 milyar dolara mal olması beklenen projenin ihalesini alacak firmaya Garanti kapsamında belirlenen yıllık ücretin 3 milyar doları aşması bekleniyor. Mega projelerin sadece 2018 bütçesindeki tahmini tutarı 6,2 milyar TL’yi aştığı düşünüldüğünde Kanal İstanbul hazinede yeni bir karadelik olacak. 2017 yılındaki toplam bütçe açığının yüzde 10’unu Yap-İşlet-Devlet projesiyle işleyen garanti yatırımları oluşturuyor.

Kanal İstanbul projesinin artan boğaz trafiğini azaltacağı iddia ediliyor, fakat Boğaz trafiği geçmiş döneme göre yüzde 22 azaldığı söyleniyor. Proje kapsamında sunulması planlanan gemi geçişi zorunluluğunun ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereği mümkün olmadığı öğrenildi.

Proje’ye özel yasal düzenleme
Küçükçekmece-Sazlıdere-Durusu koridoru üzerinde gerçekleştirilecek olan Kanal İstanbul projesinin yap-işlet-devret modeliyle hayata geçirilmesi için yasal düzenlemeye gidiliyor. Kanal İstanbul’a ilişkin düzenleme bugün genel kurula gelmesi bekleniyor.

Verilen kanun teklifi ile 3996 Sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkındaki Kanunun kapsam maddesine ‘denizleri gölleri, nehirleri, birbirine bağlayarak gemilerin seyrüseferine imkân veren suyolu işlevi görecek kanal veya benzeri altyapı tesisleri, lojistik faaliyet alanları, raylı ulaşım sistemleri ile bunların bakım, onarım, işletme, manevra, geceleme gibi ihtiyaçların karşılanacağı alan ve tesisleri’ ibaresi eklendi.
Konu ile ilgili Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Hakan Tekin’le konuştuk.

Boğaz trafiğinde artış yok
Kanal İstanbul projesinin İstanbul Boğazı’na alternatif olacağından şüpheli olduğunu söyleyen Tekin, “Bu proje, İstanbul Boğazı’na alternatif olarak sunulmuş bir proje, yapılma teklifinin gerekçesi olarak da boğazdan geçen gemi trafiği gösteriliyor. Tehlikeli madde taşıyan gemilerin artışı gibi ifade ediliyor ama devlet kurumu istatistiklerine göre boğazda bir gemi artışı söz konusu değil. Aksine gemi trafiğinde yüzde 22’lik bir azalma var” ifadelerine yer verdi.

Kanal İstanbul’u zorunlu tutamazlar
Bu kanaldan geçecek gemi sayısına ilişkin verilecek taahhüdün sağlanmasının zorluğuna işaret eden Tekin, “Ortada bir Montrö Boğazlar sözleşmesi var. Zaten İstanbul Boğazı uluslararası bir suyoludur ve gemiler serbest geçiş hakkına sahiptir. Dolayısıyla, böyle bir olanak varken nasıl bu suyolu kullanılacak bu durumda neye göre taahhüt verilecek bu da bir soru işareti” dedi.

Yapılan projenin bir suyolu projesinden çok başka öğeler de içerdiğini ifade eden Tekin, şöyle devam etti:
“Projenin genelinde Karadeniz’e yapılması planlanan konteynır limanları var. Yine onun dışında oradan çıkarılacak hafriyat neticesinde Marmara Denizinde oluşturulacak adacıklar var. Yasa önerisinde, yat limanından, konteynır limanına, Marmara denizinde oluşacak adalara kadar biz hepsinde yap-işlet-devret modelini kullanabiliriz deniyor.”
Taahhütler karşılanmazsa faturanın Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi halka kesileceğini belirten Tekin, “O kadar gemi geçmez ve proje tamamlanamazsa, bu yatırımlar kim tarafından karşılanacak? Dolayısıyla fatura yine halka yüklenecek. Birincisi, sahiden rekabet ortamı yaratılacak mı? İkincisi de verilen taahhütler ne olacak? ” diye konuştu.

***

Beton rantı uğruna…
Uzmanlara göre, Kanal İstanbul projesinin temel hedeflerinden biri inşaat sektörünü büyütmek. Tüm ekonomiyi beton rantına bağlayan AKP, Kanal İstanbul projesi ile kentin bakir alanlarına göz dikti. Hem projenin kendisi hem de proje nedeniyle oluşacak yeni cazibe merkezleri ile inşaat sektörüne yeni rant alanları açılmak isteniyor.

Projeyle doğal çevrenin, tarım alanlarının, ormanların, su havzalarının korunması; İstanbul’da yaşayan yurttaşların sağlıklı bir çevrede yaşaması dikkate alınmıyor. İktidar, “Kanal İstanbul” projesinin neticesinde doğal çevrenin, yaşam alanlarının ve su havzalarının yok olmasını aklına bile getirmiyor. Dolayısı ile yurttaşların genel çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmesi gereken merkezi ve yerel yönetimler, tam tersine yurttaşların doğal çevrede sağlıklı yaşama haklarını hiçe sayarak inşaat sektörüne rant sağlamak uğruna her geçen gün yeni projeleri hayata geçiriliyor, onlara uygun da yasal düzenlemeler getiriliyor.

EKİN AKYAZ / BİRGÜN


Bikinili Müslümanlık, tesettürlü münafıklık - TAYFUN ATAY

Memlekette herkes Anıtkabir’e gidip oradan “canlı yayın”la Atatürk’e hakaretlerini sosyal medyada paylaşıma açan Safiye’yi konuşurken bir diğer sosyal medya paylaşımı tam da nasıl birbiriyle 180 derece zıtlık içinde “iki Türkiye”de yaşadığımızın resmi olacak şekilde karşımıza çıktı. 

Beren Saat, eşi Kenan Doğulu ile Datça’da tatilde. Öyle Maldivler’e falan gitmemişler. Oralara rağbet artık bizim dindar-muhafazakâr zenginlerden oluyor. Malûm, “Jet Fadılın da (Akgündüz) bu “Müslüman burjuvazi”ye yönelik ultra lüks haremselamlık tatil imkânı sunan bir Caprice Gold projesi vardı Maldivler’de, 250 özel (mahrem) plajlı bir “ada-otel”de... Tesise ad olarak da “Ebu Eyyüb El Ensari House” uygun bulunmuştu:  “Hz. Eyyub El Ensari nasıl ki ‘Kötüden İyiye Geçiş’ anlamına gelen ‘Hicret’ günü, Peygamber EfendimizSAV’ı Medine’deki evinde misafir ettiyse, tüm dünya Müslümanlarını Caprice Gold Maldivler’deki Ebu Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.” 

“Jet”imiz böyle dedi ve “Müslüman”lardan “Müslümanlık” adına 25 milyon 431 bin lira toplayıp bırakın otel inşaatını bir şantiye bile kurmadı! Her zamanki gibi milleti dolandırıp hapsi boyladı. 

Düzenbaz “Müslüman” Fadıl’dan küfürbaz “Müslüman” Safiye’ye kurulabilecek bir köprü var mı, var. 

Adı “dinbaz siyaset” bu köprünün…
***

Beren Saat ise bu memlekette “Hatırla Sevgili” ile başlayan dizi-oyunculuk kariyerinde “Aşk-ı Memnu”da Bihter, “Fatmagül’ün Suçu Ne?”de Fatmagül karakterleri ile unutulmazlaşıp zirveyi görmüş bir isim… Eşi Kenan Doğulu, müzik kariyerinde artık olgunluk, hatta “ustalık” dönemini yaşayan, ama her daim “genç” kalabilen bir değer… 
Türkiye adına ferahlık nişanesi bir çift onlar… 

Datça’da tatildeler ve yılın yorgunluğunu atmaya çalışıyorlar. 

Beren, Datça tatilinden bikinili bir fotoğrafını sosyal medya hesabına koyuyor. Hemen, hem de İngilizce bir homurtu düşüyor resmin altına not olarak: 
“Müslüman mısın?”
***
Bu soruyla bu memlekette Türkiye’nin “bir kısım”, ama elbette hiç de azımsanmayacak bir kısım yurttaşlarının hiç karşılaşmamışlığı var mıdır?.. 
Yoktur. 
Ramazan’da oruç tutmayıp bir şeyler yeme “gaflet”inde mi bulundunuz? Yanınıza yaklaşmıştır birileri, asık ve tehditkâr bir suratla: “Müslüman mısın?!” 
Mini etek ya da şortla otobüse mi bindiniz?.. Sataşmıştır tacizci- meşrep biri hemen: “Müslüman mısın?!” 
Konuştuğunuz çocukla ele ele yürüyüp, sahil yolunda bir bankta sarmaş dolaş oturup üstüne üstlük bir de öpüştünüz mü?.. Linçe meyyal bir ruh hali ile yaklaşıp dişlerini göstere göstere hönkürecektir birileri: “Müslüman mısın?!” 

İçi-dışı bir bu kişilik ve yaşam tercihi dışavurumları karşısında, dışı ne kadar “sofu” olsa da içinin ne idüğü belirsiz birileri çıkar ve kaba-saba, cemaatçi, bağnaz bir ahlâk bekçisi oluverirler karşınızda. Din adına, İslâm adına, Müslümanlık adına… 

Zordur bunlarla baş etmek. İşin içine inancı, kutsalı, maneviyatı kattıkları için…

***
Ama işte bir parça sakinlik, olgunluk ve en önemlisi “medenilik”le hem bu hasta ruhlu varlıkları nötralize etmek, hem de Müslümanlığı bunların elinden alıp dinin namusunu kurtarmak mümkündür. 

Beren tam da bunu yapmış ve bikinili fotoğrafının altına. 
“Müslüman mısın” yazan dinbaza şiir gibi cevap vermiş: “Müslüman olarak doğdum. Laik ve bağımsız bir kadınım. Tanıştığımıza memnun oldum.” 

Hep söylüyorum, gün gelecek toplumun neşesini yok edip, melezliğini parçalayıp geleceğini karartan ve tüm bunları din diye diye yapan irili-ufaklı, resmi-sivil, saraylı-alaylı dinbazların dine verdikleri zararı da memleketin laik yurttaşları onaracak. 
Dikkat edin Beren’in sözüne: Müslüman olarak doğdum, laik ve bağımsız bir kadın oldum diyor. Yani Müslümanlığın üzerine laikliği ve bağımsız bir kadın- birey-yurttaş olmayı eklediğini söylüyor.
***

Bu durumda siz hangi “Müslüman”ı tercih edersiniz? 

Bu ülkenin varlık bulmasındaki öncü ve belirleyici vasfı, buna bağlı önem ve değeri ortada bir tarihsel şahsiyetin kabrine gidip arkasından hakaretler yağdıran; sonrasında da baltayı taşa vurduğunu anlayıp “Bunları bir arkadaşıma inat olsun diye çekip sadece ona yollamıştım” diye kıvıran tesettürlü Safiye’yi mi?.. 

Yoksa bireysel yaşam tercihini cesaretle, özgürce, yüreklice kamuoyuyla paylaştığı için hadsizce “din adına” sorgulanan, ama bu tavra sakince, medenice, nazikçe ve hiç kıvırmadan cevap veren bikinili Beren’i mi?.. 

Anlaşılıyor ki dinin de dinsizliğin de, Müslümanlığın da münafıklığın da işareti ne başörtüsü, ne bikini… 

Din eğer “güzel ahlâk”sa ne bikiniye ne de tesettüre, ama sadece ve sadece kalbe bakacaksınız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Adnan’ın sırtlanları! - Mine G. Kırıkkanat

Değerli meslektaşım ve arkadaşım İpek Özbey’in eski İçişleri Bakanı SadettinTantan’la yaptığı röportajında (Hürriyet, 17 Temmuz) vurgulandığı gibi Adnan Hoca örgütü; Türkiye’yi güvenlik güçlerinden yargı erkine kadar yirmi yıldır parmağında oynatan, çünkü şantaj yaptığı eski mürit ya da fuhuş, rüşvet gibi kirli ilişkiler aracılığıyla devletin içine sızan bir mafyadır. 

1999 yılında Adnancılara ne yazık ki sonuç alınamayan ilk operasyonu başlatan Sadettin Tantan’ın tanımıyla “Mal varlığını şantaj mekanizmasıyla büyüten ve yabancı istihbarat örgütleriyle çetrefil ilişkiler kuran” bu suç örgütüne yönelik uzun iddia listesini, uluslararası hukuk jargonunda birkaç temel iddiaya indirgemek mümkün: Fuhuş ticaretine dayalı örgütlü şantaj. Yasadışı kan ticaretiyle yabancı ilaç sanayiyi ve yabancı istihbarat örgütlerine casusluk. Halkın dini inanç ve ahlak değerlerini yozlaştırmak amacıyla yayımcılık. 

Adnancılar mafyası, Türkiye’deki yetki odaklarında FETÖ kadar etkili ve zaten aynı “akıllı tasarımcı”nın hizmetlisi olarak Ergenekon davalarında görüldüğü gibi FETÖ yargısıyla el ele çalışmasına karşın, uzun yıllar ciddiye alınmadı.

***
Gıllıgışı olmayan insanlar, “aşkım inşallah, aşkım maşallah” diye dolanan cıbıldak hatunlarla çevrili Adnan Oktar’ı “zararsız deli” sandılar. Çoğu, ABD’nin Texas’taki Foundation for Thought and Ethics ve Seattle’daki Discovery Institute/Center for Science and Culture kuruluşlarının desteğiyle 2006’da basılan ve dünya çapında dağıtılan “Yaratılış Atlası”nın çakma yazarı Harun Yahya ile Adnan Oktar’ın aynı kişi olduğunu bile bilmez! 

Oysa Yahudilerle Protestanları aynı çatı altında birleştiren Evangelist Kilise’nin çok ciddi yan kuruluşları olup, bugün hem ABD, hem de İsrail politikalarına yön veren “akıllı tasarımcılar”; Yaratılış Atlası yazarı(!) Harun Yahya’nın sonraki yıllarda Adnan Oktar’lığa rücu edip A9 kanalında silikonda devrim sayılacak estetik evrimler geçiren kedi cinsleriyle yaptığı programları nasıl karşıladılar, ne düşündüler, biz de bunu bilemiyoruz…
***
Ama Türkiye’nin hiç de iyiliğini istemeyen dış güçlerin 1990’lı yıllardan beri gerek devlet, gerekse toplum katında uygulamaya koyduğu “yıkıcı yozlaştırma”   projesi; “paralel”  çalışan iki yapılanma, Fethullah Gülen - Fethullah ve Adnan Hocacı örgütlerle yürütülüyordu, bu kesin.
Her iki örgüt de her zaman çok tehlikeliydi ve dokunan yanıyordu. Sadettin Tantan’ın “Türkiye’de teknolojiyi en iyi kullanan örgüt Adnan Hoca’nın örgütüdür. Teknik takiple siyaseti ve basını teslim alanlar bunlardır” saptamasında hiçbir abartma yoktur.
1999’daki operasyon, gerek Tantan, gerekse zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Adil Serdar Saçan’ın itibarsızlaştırılması, yıldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Her ikisi hakkında yüzlerce dava açılmış ve en ağır bedeli, 300 davayla hayatı karartılan, mesleği elinden alınan, sonunda da Adnan Hocacıların kumpasıyla Ergenekon mağduru olan Adil Serdar Saçan ödemiştir. 

Adnan Oktar’ın kedileri ve kedicikleri, bir sırtlan sürüsüdür. Bazen şantaj yapılan bir milletvekili ya da bürokrat, bazen öğretim görevlisi, yayımcı, yargıç, avukat ordusu olarak karşınıza çıkarlar.
***
Bir suç fabrikasından ibaret bu örgütü, umarım nihayet çökertmeye yönelik son operasyonun ardından sosyal medyada ne kadar çok Adnan hocacı olduğuna bakarak, tarihin tekrarlamasından korkuyorum! Siz sevgili okurlarım, Harun Yahya takma adıyla hiçbir zaman olmadığı, olamayacağı düşün ve yazın adamlığına soyunan Adnan Oktar mafyasıyla 2006’dan öteye “istemeden” girdiğim hukuk mücadelesini medyaya yansıyan birkaç dava dışında bilmezsiniz… 

Adnan Hocacılar, yalnız İstanbul Anadolu Adliyesi’nde açtıkları beş binin üstünde davayla binlerce insanın hayatını kararttı ve yargıdan tam anlamıyla temizlenmeyen FETÖ’cü yargıç ya da savcılar onlara çalıştı, hâlâ da çalışıyor. Beni de böyle yıldırmaya uğraşıyorlardı ki, operasyona uğradılar. 

Bu girizgâhla, Adnancı mafyayla kişisel mücadelemi anlatacağım bir diziye başlıyorum.
Örgüte çalışan bazı devlet görevlileri, isimlerini bu dizide bulabilir!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

IMF ile el altından görüşülüyor mu?.. - Ahmet TAKAN

En önemli hücum silahıydı... Argümanıydı!..
 Yıllardır kaç kez duyduk... Ballandıra ballandıra... Çeşitli versiyonlarda;
"IMF bizden borç istedi 5 milyar dolar. Arkadaşlara dedim ki, 'verin.' Sonra IMF baktı ki biz onlara borç verebilecek durumdayız, ciddiyiz, bu parayı almaktan vazgeçti."
"IMF'ye artık borcumuz yok. Onlar bizden istedi. 5 milyar dolar verecektik, 'Türklerden para aldılar diye rezil oluruz' düşüncesi ile vazgeçtiler."

Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak'ın "kavga değil. Kazan kazan" başlığını verdiği (!) G-20 toplantısı için Arjantin'de bulunduğu gün saraydan bir haber kaynağım ile yarı tartışır halde tatlı tatlı sohbet ediyorduk. "Damadın hazinenin başına getirilmesi doğru mu?. Uluslararası piyasalara güven..." vs. gibi konularda.... Mahalli seçimlerin erkene çekilebileceği ihtimali üzerine konuşurken birden laf döndü dolaştı unuttuğumuz (!) IMF'ye geldi. Saray kaynağımın ağzından birden "IMF ile el altından görüşülüyor" lafları dökülmesin mi... Balıklama daldım bomba haberin üzerine... "Kem" dedi, "küm" etti... Devirdiği çamın farkına vardı ki hiç detay vermedi. "Yazma" da diyemedi...
Haberin kralını yakalamıştım bir kere... Hemen damat beyin Arjantin'de neler konuştuğuna baktım. Hep bir kalemden çıktığı belli olan haberlerin flaşı şöyleydi;
"Bakan Berat Albayrak, 'yeni ekonomik programın çerçevesi, yeni iletişim stratejisi ve Türkiye ekonomisinin geleceğine' dair önemli açıklamalarda bulundu. Albayrak zirveyi izleyen gazetecilere, 'piyasalarla kavga ederek değil, kazan kazan ilişkisine dayalı güçlü bir  iletişimle yürüyeceğiz. Piyasa dinamikleri uyumlu, reel iktisadi hayatın gerçekleri ile uyuşan bir şekilde, küresel finansal sistemle koordineli yol alacağız' dedi."


Arjantin'de küresel sistemle uyum!.. Çok manidar geldi bana... Hafızamı tazeledim.
Türkiye ile Arjantin 2001 yılında, aynı anda IMF'ye gitti. O zaman da yine büyük kamu açıkları, döndürülemeyen dış borçlar, verilen büyük cari açıklar, sermaye kaçışı ve yerli parada büyük değer kaybı vardı. Kâbus gibi günlerdi... Hoş şimdi canım yurdumun içerisine bakarsanız her şey güllük gülistanlık gösteriliyor. Ancak yurt dışındaki ekonomi çevreleri son yıllarda Arjantin ile Türkiye karşılaştırması yapıyor. Arjantin ve Türkiye'nin adlarının yeniden IMF ile birlikte anılmaya başlandığını, ekonomik göstergeleri Türkiye'den biraz daha kötü durumda olan Arjantin'in şimdiden 30 milyar dolarlık kredi temini için IMF ile temasa geçtiğini belirtip sırada Türkiye'nin olup olmadığını sorguluyorlar. Yurt dışı basınında, kısa bir süre önce IMF'nin Türkiye'yi izleme masası kurduğu yazılıp çiziliyor. Koca IMF'de Türkiye masası yoktu da yeni kuruluyor manasını çıkarmayın. Bu şu demek; masadaki adam sayısı 1 ise bunun sayısının artırıldığı... Hele bu hatırı sayılır adamlardan oluşuyorsa ne yaparlar?... Sadece rakamları mı izlerler?..

Aldığım duyumu ekonomi bürokrasisi içinde bir kaynağıma sordum. Şunları söyledi;
"Duydum IMF ile görüşüldüğünü. IMF'den istenen 50 milyar dolar. Merkez Bankası toplanacak. Faizi artıracak. Türkiye'deki faizler yükselebilir. Örneğin geçen hafta Türkiye'deki faizler yükseldiği için bankalar yüzde 18'in üzerine çıktılar. Bu da reel olarak adamın eline geçen yüzde 16.5. Geçen hafta 7 milyar dolar para dövizden TL'ye geçti. Biraz daha dikkatli olurlarsa dövizden TL'ye geçen rakam 15-20 milyarı bulur. IMF sadece para vermiyor. 'Sen şu yasayı da değiştireceksin' diyor. 'Bakanlığa şunu getireceksin, ekonomiden şu sorumlu olacak' diyor. Kemal Derviş örneği malum. Görüşme var, bu şekilde çözmeye çalışacaklar. Merkez Bankası  faiz yükselterek bu işi çözecek."
Bu söylenilenlerle yetinmedim. Siyasette çok tecrübeli, acı tatlı çook günler görmüş geçirmiş bir dostuma müracaat ettim. İktidarın yanlış ve kötü ekonomik politikalarını tek tek sıraladı. "IMF'ye gitmelerinden başka şansları kalmadığının" altını çizdi. Ancak ekledi; "Onca yıllık tecrübelerime ve de izlenimlerime dayanarak söylüyorum. Bu sefer IMF ile anlaşma açıktan yapılmaz. Gizli kapaklı olur. Pazarlıklar yapılır. Onların istedikleri yerine getirilir. Kamu harcamalarında tasarruf, kemer sıkma vs.. IMF'den bir kaç uluslararası derecelendirme kuruluşuna telefon edilir. Bir de bakarsınız Türkiye'nin notu yükselmiş. Onların dayattıkları yapılmaya başlanır para da  ufak ufak gelir..."
"Hazinenin başına damat mı getirilir" diye sorgulayan kendini bilmez densizler şapa oturtturulur...
 Damat Berat, başta dış piyasalar olmak üzere tüm piyasalara sonsuz güven aşılar!..

Ağızlar dolusu hakaretler savurduğunuz Hollanda ile "ne oldu da 1 günde yeniden dost oldunuz" diye sorgulanmadığı gibi IMF de kimsenin aklının ucuna gelmez!..

Alan razı veren razı olduktan sonra... Geride kalana ne düşer?..

Nasıl olsa... Keklenmeye alışığız!..

Kazıı kazan... Koşun şapkalıya!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

19 Temmuz 2018 Perşembe

Kuvayi Hançer! - Selcan Taşçı Hamşioğlu

Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, 16 Nisan 2017'de dikilen "yeni rejim"in yürürlüğe girip girmeyeceğini belirlemek gibi bir tarihi önemi olan 24 Haziran 2018 seçimlerinin, ilan edilen sonuçlarını o dakika, sorgulama lüzumu dahi hissetmeden, üstelik sorgulamaya hazır bekleyenlerin de önünü keserek sineye çekişinin üzerinden  üç hafta geçti. Hâlâ "Sanıyorlar ki, böyle baskı kurdukça, milletvekillerini hapse attıkça, tazminat davaları verdikçe, ağır para cezaları verdikçe geri adım atacağım. Sizin feriştahınız gelse geri adım atmayacağım" diyor!
Yanılıyor.
Çünkü artık kimse bir şey "sanmıyor"; herkes "biliyor".
Biliyor ki, "feriştah" mı yoksa başka bir şey geldiği için mi orası hâlâ flu ama son tahlilde hep geri adım attınız, yine atarsınız!

***

Hâlâ "12 Eylül" diyor, "12 Mart" diyor, "Pinochet" diyor, "Hitler" diyor, "Mussolini" diyor...
"Majestelerinin Sadık Muhalefeti" gibisin be kardeşim; ülkeyi dediğin gibi bir "Hitler" yönetiyor ise; Goebbels'inden çok senin payın var seçilmesinde!

***

Hâlâ "Bunları her yerde anlatacağız" diyor;
Çünkü büyüklere masallar!
Hadi bir anlat bakalım, "En çok anlatman, en çok konuşman gereken gece neden sustun" diye bağırmayacak mı kalabalığın arasından bir "masum";
A-aa "kral çıplak"!

***

Hâlâ...
"Seçimlere lekeli bir demokrasiyle gittik" diyor;
"Hodri meydan" diyeceğine "aklan da gel" deseydin o zaman!
"Bu seçimler gayrimeşrudur" diyor hâlâ...
Tanımasaydın ya!
Niye koşa koşa gidip yemin ettin; TBMM'ye "gayri meşru bir seçimle" girdiğin halde!

***

Bana en çok koyanı...
Zeytinyağı gibi üste çıkıp "millet"i suçlaması.
Yavuz hırsız misali "Sen yaptın kardeşim bunları sen yaptın" diye bağırıp çağırıyor, "Sen uyanmadıysan ne yapayım" diyor...
Uyandırsaydın!
Ki...
Çarpıtmayalım lütfen, 24 Haziran gecesi herkes uyanıktı, uyumakla suçladığın herkes teyakkuzdaydı, herkes ağzının içine bakıyordu, bir işaretine...
Ya sen?
Uyuyakaldın zahir, her seçimde izlediğin aynı "film"in bilmem kaçıncı tekrarını izlerken "koltuğunda".
Dolayısıyla...
Orada bir duracaksın efendi!
Yok efendim Mustafa Kemal de sarayın idam fermanlarına rağmen yola çıkmış da, yok efendim şimdi de sarayın talimatlarına rağmen Kuvayı Milliye zamanıymış da;
Zamanı-ydı!
"O gece", Şahin Bey'leri, Demirci Mehmet Efe'leri, Sütçü İmam'ları, Şerife Bacı'ları, Halime Çavuş'ları, Kartal Bey'leri, İslam Bey'leri, Hasan Tahsin'leri, Yahya Kaptan'ları kuşatmanın ortasına kadar çekip, tam ateş hattının göbeğinde yalnız bıraktın sen; Kuvvacı Kuvvacıyı sırtından hançerler mi?

***

NOT:
Ben bu yazıyı, önceki günkü CHP Grup Toplantısından sonra yazdım ama Kemal Bey üzerine alınmasın; parti ve aday ayrımı yapmaksızın umutlarımızı 24 Haziran 2018 gecesine gömen bütün kişi ve kurumlar üzerine alınsın!

***

Özrü kabahatinden büyük
Muhalefet partilerinin oylarımıza sahip çıkmak üzere oluşturdukları Adil Seçim Platformu artık sussa ve uzun bir süre hiç konuşmasa keşke!
Bir rapor hazırlamışlar, hazırladıkları raporda -özetle- diyorlar ki; "kullanacağımız uygulamayı seçimden önce denemediğimiz ve simülasyon çalışması yapmadığımız için muhtemel aksaklıkları önceden telafi edemedik".
Aferin!
Bu beceriksizlik, bu gevşeklik, bu pişkinlikle milyonlarca insana "iyi ki biz de sizi denemedik" dedirttiniz sonunda!

***

Ne "çıkış"mış
Bir hanım hanımcık milletvekili TBMM'de "çocuk istismarı çıkışı" yapmış; haberi böyle veriyor meslektaşlarımız.
Epey okudum; kime "çıkış"mış belli değil!
'Öyle de yapmak lazım, böyle de yapmamak lazım'lar geçidi...
Kim yapacak? Yapmayan kim?
Muhatabı yok... Çünkü muhataba laf etmek "cıss"!
Dostlar işte görsün.

***

SORU-YORUM
Velev ki Muharrem İnce gerekli imzaya ulaştı, kurultayı toplamayı başardı, kurultayı kazanmayı da başardı, yapılacak ilk seçimde muazzam bir seçim kampanyası yaptı, şimdi olmadığına pişman olduğu vitamin iğnelerinden oldu filan... Seçim gecesi, sandıklar açıldıktan sonra kayıplara karışmayacağına, belki de sandıkta kazandığı seçimi bilgisayar ekranlarında kaybetmeyi "izlemeyeceğine" nasıl inanlım?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

18 Temmuz 2018 Çarşamba

İsrail, evcil fanatizmi içine alıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Yedi yıldır üzerinde çalışılmış bir yasa tasarısını nihayet Knesset’e (İsrail Parlamentosu) getirdi İsrail Hükümeti. Yahudi Ulusal Devlet Yasa Tasarısı  olarak bilinen tasarının kabulü halinde İsrail hukukundaki boşluklarda Yahudi şeriatına başvurulabilecek, sadece Yahudilerin girebildiği yerleşim bölgeleri oluşturulacak, Arapça resmi dil olmaktan çıkarılacak, dünyadaki tüm Yahudilere İsrail’e dönme hakkı tanınacak.

Hemen belirteyim, İsrail’in bir Bağımsızlık Bildirgesi var, İsrail’in Yahudi halkının ulus devleti olarak kurulduğu kaydedilidir bildirgede. O halde, İsrail’in bir Yahudi Ulus-Devlet Yasası’na ihtiyacı var mı diye sorulmalı. Çünkü İsrail pratikte zaten “ulus devlet”. İsrail Demokrasi Enstitüsü bir yetkili İsrail’in başka şeylerin yanı sıra sembol, dil ve dini uyulgulamaya dayalı bir Yahudi ulus-devleti olduğunun açıkça görüldüğünü bu nedenle de bu tür tasarıya gerek olmadığını belirtiyor.

“Yahudilere özel bölgeler” oluşturulması önerisi Güney Afrika’da şimdi artık geçmişte kalan beyaz azınlık yönetimlerinin “apartheid”ını hatırlatıyor. Bu uygulama bile tek başına, Ortadoğu’da etrafı demokrasiden yoksun ülkelerle çevrili tek “demokratik” ülke sıfatını da ortadan kalkdıracak İsrail’in. Bu da var olduğuna inanılan şu “demokratik dünya”yla ilişkilerini zedeleyecek elbette. Arapça dilinin statüsünü değiştirmek “ayrımcılık” olarak görülüyor ayrıca. Bunu böyle değerlendiren, tasarının parlamentoya getirileceği belli olunca koşarcasına İsrail’e giden Kuzey Amerika Yahudi Federasyonu Başkanı Jerry Silverman .

Tasarının yasallaşması durumunda İsrail Yahudi halkı ciddi anlamda bölünmüş olacak. ülke nüfusunun yüzde 20’sini Araplar oluşturuyor ki bu hiç de azımsanacak bir oran değil. Onlar da tasarının kendileri için iyi olmayacağını biliyorlar. Bu nedenle tasarının parlamentoya gelmesini binlerce Yahudi ve Arap İsrailli sokaklara dökülerek protesto etti.

İsrail’in Yahudi halkının ulus devleti olduğunu içeren yasa tasarısında bir kez bile olsun “demokrasi”, ya da “eşitlik” gibi sözcükler yer almıyor.  İbranice takvimin resmi takvim olması, tüm Yahudi Bayramlarının resmi olarak tanınması, Yahudi sembollerinin kabülü gibi bir çok uygulamayı içeren yasa tasarısı Yahudi diasporası için de sorun yaratacak. İsrail ile diaspora arasına soğukluk gireceği kesin. Çünkü İsrail’in sadece Yahudiliğe odaklanan söz konusu tasarısının, “sosyal adalet bilinci”ne sahip genç Amerikalı Yahudileri ülkelerine yabancılaştıracağından endişe ediliyor. Bunu da dile getiriyor Silverman. Silverman, “İsrail tüm Yahudiler için ulus devlet olmalı, bu hiçbir şekilde sınırlanamaz” diyor.

Tasarıda, dünyaya yayılmış bulunan Yahudilerle ilişkinin korunmasından İsrail’in sorumlu olduğunu belirten bir madde de var. Bu da bir hayli itirazla karşılaşan maddelerden biri. Diaspora Yahudilerinin çoğulculuğu özendirme çabalarına engel olabilecek bir içeriğe sahip olduğu belirtiliyor bu maddedin. İsrail insan hakları aktivistleri tasarıda devletin tüm vatandaşlara eşit haklar vereceği türünden bir madde olmadığını, bunun çok önemli bir eksiklik olduğunu vurguluyorlar.

Knesset’teki aşırı dinci Yahudi partileri daha önce bu tasarıya karşı çıkmışlardı. Ancak hükümet “dindar” sözcüğünün de olduğu bir madde ekleyince tasarıya destek vereceklerini açıkladılar.

Kabul edilip edilmeyeceği yakında belli olur. Ama tasarı Knesset’de kabul edilirse İsrail, yıllardır yakındığı “dini fanatizm”in farklı bir türevini kendi elleriyle ülke içine sokmuş olacak. Bu fanatizm İsrail vatandaşlarını  “Arap/Yahudi” olarak böleceği gibi, İsrail’in sekular Yahudileri ile dindar Yahudileri de birbirlerine düşecekler.

Sağcı Likud partisinin de lideri olan Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tasarı konusundaki ısrarı başta yolsuzluklar olmak üzere bir çok konuda soruşturulduğu, sorguya çekildiği bir döndemde, toplumun dindar kesimlerine sırtını dayama çabası olarak da değerlendirilebilir.

Dışarıda, “İslamcı fanatizm”i bahane ederek şiddete başvurmaktan çekinmeyen İsrail, şimdi kendi elleriyle “resmiyet” kazandıracağı “evcil fanatizm”in sıkıntılarıyla da karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yas ve hafıza - FATİH YAŞLI

Çok değil, sadece on gün önce yaşandı ama artık rutinleştiği üzere unutuldu gitti, konuşulmuyor bile. Sorumlular kimdi, soruşturma yapılıyor mu, yapılıyorsa nereye vardı, geride kalan aileler ne durumda, yaralılar nasıl, tedavileri hangi aşamada bunların hiçbirini bilmiyoruz, hiçbirini sormuyoruz. Evet, on gün önce yaşanan ama sadece on gün içerisinde sanki uzun yıllar öncesinde olmuş bir hadise misali unutulan tren kazasından ve 24 kişinin ölümünden, yüzlerce kişinin de yaralanmasından söz ediyorum.

Sanıyorum yaşadığımız döneme böylesine damgasını vuran başka bir his daha yoktur. Öyle çok şeyi, öyle çok trajik şeyi, öylesine kısa aralıklarla yaşıyoruz ki, çok kısa süre içerisinde öyle büyük hadiselerle karşılaşıyoruz ki, hepsini çok kısa bir süre içerisinde unutuyoruz. En trajik hadisenin konuşulma, gündem olma süresi birkaç günden öteye gitmiyor, sonra yenisi geliyor ve bir sonrakine kadar gündemimizi o işgal ediyor.

Tepki vermeyi, düşünmeyi, sorgulamayı, öfkelenmeyi, yas tutmayı imkânsız hale getiren ve tam da bu nedenle bizi bir topluma ait yurttaşlar olmaktan çıkartan, kolektif bir aidiyet hissinden hızla uzaklaştıran bir durum bu. Süreklileşmiş trajediler çağında, trajedinin kendisi de sıradanlaşıyor, toplumun ufkunda bir anlam ifade etmez hale geliyor, bu da zihinlerimizi pelteleştiriyor, hepimizi ahmaklaştırıyor, hafızasızlaştırıyor.

Bir topluluğu topluluk olmaktan çıkarıp toplum haline getiren şeylerden biri, ölüm karşısında verdiği ortak tepki, ölüm karşısında kolektif yas tutabiliyor oluşudur. Ölüm de yaşam kadar politiktir ve kimin nasıl gömüleceği, yapılacak törenler, ölümünden sonra arkasından söylenecek olanlar, kamusal yas tutulup tutulmayacağı hepsi politikanın bir parçasıdır.


Türkiye son üç beş yılda korkunç katliamlarla karşılaştı. Suruç, 10 Ekim, Beşiktaş, Güvenpark, Atatürk Havalimanı, Reina… Tüm bu saldırılarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. 10 Ekim ülke tarihinin en kanlı terör saldırısıydı, ülke tarihinin en büyük işçi katliamına ise Soma’da tanıklık edildi, 301 işçi hayatını kaybetti. Pamukova ve Tekirdağ’daki tren kazasında onlarca insanımızı kaybettik. 15 Temmuz gecesi dünyada eşine az rastlanır bir şekilde bir ülkenin ordusuna ait tanklar, helikopterler kendi insanlarının üzerine ateş açtı ve 250 kişiyi öldürdü.

İktidar mekanizmaları ve ideolojik aygıtları tüm bu hadiselerde seçici bir yası ve hafızayı tercih etti. Suruç’ta ve 10 Ekim’de ölenler “millet”ten kabul edilmediği ve tam da bu nedenle ölümleri cinayetten sayılmadığı için hakiki bir yas talebinde bulunulmadı, hatta ölenler ve geride kalanlar teröristlikle suçlandı. Maden ve tren “kaza”larında ölenler görmezden gelindi, siyasi sorumluluk üstlenilmedi ve istifa mekanizması işletilmedi. Teröre kurban gidenler ise konjonktürü yönlendirmek ve milliyetçi teyakkuzu beslemek için birer araç gibi görüldükten sonra unutulup gitti. Bugün havalimanı saldırısını, Reina’yı, Beşiktaş’ı, Güvenpark’ı neredeyse kimse hatırlamıyor.

Ancak ısrarla hatırlatılan bir gün var: 15 Temmuz. 15 Temmuz yeni bir kurtuluş savaşının sembol günü olarak görüldüğünden ve hem rejim inşası hem de o rejime uygun bir millet yaratılması açısından son derece işlevsel olduğu için, dahası eski rejimin tören ve anmalarının yerine yenilerinin konulması gerektiğinden, o gece yaşamını yitiren insanlar -hakiki olmaktan ziyade araçsal bir şekilde- iktidar mekanizmalarının yas ve hafıza politikalarının bir parçası olmaya devam ediyorlar.

Hemen hatırlayalım, Tekirdağ’daki “kaza” yeni rejime resmi olarak geçiş gününün bir gün öncesinde yaşanmıştı, dolayısıyla o günü gölgelememesi için elden gelen her şey yapıldı, yas ilan edilmedi. O gün Soma davasında karar açıklanacaktı ama o da yine aynı gerekçeyle bir gün sonrasına bırakıldı. Tekirdağ nedeniyle kimse istifa etmedi, Soma davasında ise şirket sahibi beraat ettirildi, oysa katliama ortaktı. Geride kalanların aileleri çaresizce isyan ederken Ankara caddelerinde protokol araçlarının üzerine güller atılıyor, adeta bir taç giyme seremonisi yaşanıyordu.

15 Temmuz ise huşu içerisinde ve vakarla idrak edilen, ölenlerin arkasından hakiki bir yasın tutulduğu, yaşananların bir daha yaşanmaması için hakikaten ne yapılması gerektiğine odaklanılan bir şekilde değil, pek dışa vurulmasa da amaca giden yoldaki araçlardan biri, bir fırsat, Allah’ın bir lütfu olarak görülüyor, ölenler de aslında “yas”ın değil bir tür “kutlama”nın parçası konumuna yerleştiriliyorlar ve maalesef “destan”ı güçlendiren, yani modern bir mitosun kitlelerce kabulünü kolaylaştıran figüranlar olmaktan öteye gitmiyorlardı.

Bu kadar kolay unutan, bu kadar hafızasız, yas tutmayı bilmeyen, yasın böylesine seçici mekanizmalara tabi tutulduğu, ölümün böylesine araçsal hale geldiği bir yerde toplum olmaz, böyle toplum olunmaz. Hafızanın, unutturmamanın ve yasın belki de hiç olmadığı kadar politik mücadelenin bir parçası haline geldiği zamanlardan geçiyoruz. 

Toplumu yeniden kuracaksak eğer, bunlar üzerine de, bunlar için de mücadele edeceğiz ve hafızayı da yası da yeniden politikleştireceğiz demektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Asgari ücret müsamere komisyonu nereye? - SERKAN ÖNGEL

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ertesinde yeni rejimin yapısı da şekillenmeye başladı. Yeni rejimin ruhuna uygun bir biçimde tüm yetkiler tek adamın inisiyatifine terk ediliyor. Bakanlıklar, kurullar yeniden yapılandırılıyor. Başkan süper yetkilerle donanıyor.

Kanun Hükmünde Kararnameler pas veriyor, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi topu göğsünde yumuşatıyor, şut ve gol. 
Büyük bir coşku içinde buluyoruz kendimizi.
Muhalefet ise seçim sonrasında Sadri Alışık’ın Ofsayt Osman karakteri gibi “Bu da mı gol değil hâkim bey!” şaşkınlığında, çaresizlik içinde ortalığa bakınıyor. Ortada gol diyen kimse çıkmıyor. Sonuçta koca bir rejim adil olmayan iki karşılaşmada kaybedilmiş. Karşı taraf maçı kazanmak için her şeyi yapmış. Hakemi kendi belirlemiş. Tribünlere kendi adamlarını doldurmuş. Skor tabelasına elemanlarını yerleştirmiş. Maç başlar başlamaz skor tabelasına göre goller zaten muhalefetin kalesinde. “Yahu daha maç bitmedi. Skor tabelasında sonuçlar düzelecek merak etmeyin. Bekleyin!” diyen muhalefet sözcüleri bir süre sonra suskunluğa bürünmüş. Sonra muhalefetin forvet oyuncusu “adam kazandı” deyip işin içinden çıkmış.

Artık TBMM işlevlerini büyük oranda saraya devretmiş durumda. Zaten müsabakanın temel tarafları da bu ikisi idi. Sonuç olarak Saray TBMM’yi küme düşürdü. Birilerinin parantez kapama hevesi başarıya ulaştı.

Şimdi Ulu Hakan ne ders o olacak. Örneğin asgari ücret meselesini ele alalım. Asgari ücret meselesi İş Kanunu’nun 39’uncu maddesinde şöyle tanımlanıyor: “İş sözleşmesi ile çalışan ve bu kanunun kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir.”
Maddenin devamında ise kurulda kimlerin olacağı tanımlanıyor. Kurul üyelerinin beşi en çok üyeye sahip işçi konfederasyonundan, beşi ilgili kamu kurumlarından, beşi ise işveren sendikalarından belirleniyor. Kurulda kamu temsilcileri ne derse, asgari ücret de o oluyor. 700 sayılı KHK ile İş Kanunu’nda tanımlı olan kurul üyelikleri yasadan çıkarıldı. 1 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin içine yerleştirildi.
“Ne olacak ki, zaten körler sağırlar birbirini ağırlar tarzında yürüyen bir komisyondu bu” diyebilirsiniz. 
Orası öyle.
Son iki yılda asgari ücret, fiyat artışları karşısında ağır bir gerileme yaşadı. TÜİK’in enflasyon hesaplamasına göre 2016 yılının Haziran döneminden bu yana tüketici fiyatları yüzde 28 artarken asgari ücretteki artış yüzde 23’te kaldı. Buna göre asgari ücretli iki yıl öncesine göre alım gücünü yüzde 4 yitirdi.
BİSAM (Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi) verilerine göre ise 4 kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için yapması gereken harcama tutarı aynı dönemde 1328 TL’den 1757 TL’ye yükselerek yüzde 32 oranında artış kaydetmiştir. Bu hesaba göre asgari ücretlinin alım gücü kaybı daha da fazladır.

Bu kayıplara rağmen asgari ücretli için bir enflasyon farkı kamuoyunda tartışılmamaktadır.

Bu süreçte komisyonun Cumhurbaşkanlığı bünyesine alınması, sonuçları çok da fazla etkilemeyecektir. Ellerinde dosyalarla kendisine gelen heyet temsilcilerine, son kararı deklere edecek olan yine Cumhurbaşkanı olacaktır.
Ancak kararnamenin 523’üncü maddesi ile komisyona Cumhurbaşkanlığınca başka görevler verilebiliyor olması, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. 

Yılda bir kere, o da belli bir konu etrafında toplanan bu kurul başka hangi amaçla toplanabilir? 
Neden böyle bir yetki Cumhurbaşkanına verilmiştir? 
Asgari ücret müsamere komisyonu yeni ne gibi sorumluluklar alacaktır?

Nihayetinde asgari ücret müsamere komisyonu, üçlü (İşçi-İşveren-Hükümet) yapısı ile işçi temsilcilerini (o da Türk-İş’i), hükümet-işveren ittifakına karşı yalnız bırakmaktadır.


Sonuç olarak asgari ücret düzeyi, işlevsiz bir komisyonun başkandan icazet alarak belirledikleri tutarla değil, işçilerin mücadelesinin ve o mücadelenin yarattığı kamuoyunun etkisi ile yükselecektir. Bu yapısı ile zaten işlevsiz olan komisyon lağvedilmelidir. Doğrusu budur. Asgari ücret insanca yaşanabilecek bir ücret olarak belirlenmeli, işçilerin gerektiğinde üretimden gelen güçlerini kullanabilecekleri temsili olmayan bir yapı kurulmalıdır.

Mesele yasalara, kararnamelere, keyfiliğe teslim olmayan bir mücadeleyi örgütlemekten geçmektedir.

Serkan Öngel / BİRGÜN