3 Ağustos 2018 Cuma

Seçim kampanyasından çıkarımlar - KORKUT BORATAV

24 Haziran seçim kampanyası üzerinde bazı gözlemlerimi okurlarla paylaşmak istedim. İktidarın değil, ana muhalefetin, yani CHP’nin izlediği platformu, içeriği ile değil, söylemedikleri, “es geçtikleri” ile gözden geçirmek istiyorum. 

Ekonomik kriz konusu üzerinde odaklanacağım.

Ekonomik kriz ortamı nasıl tetiklendi? 
Türkiye, 24 Haziran seçimine bir ekonomik krizin ön-işaretleri içinde girdi. Dahası, Cumhurbaşkanı, seçim arifesinde kriz ortamının oluşmasına doğrudan doğruya katkı yaptı. 

Ne tür bir “katkı”? Seçime, AKP yıllarının ürünü olan dışsal kırılganlıkların ağırlaştığı bir konjonktürde gidiliyordu; seçim tarihi de bu nedenle öne alınmıştı. Türkiye, öteden beri “yükselen ekonomilerin beş kırılganından biri” olarak tanımlanmıştı. Mayıs başına geldiğimizde ciddi ekonomik eleştiriler içeren IMF, Moody’s, Standard & Poor’s belgeleri, raporları yayımlanmıştı.  

Finans çevreleri AKP’nin seçimi kazanacağını öngörüyordu. İki yıldan beri süren Cumhurbaşkanı-TCMB uyumsuzluğuna fazla önem verilmiyordu. IMF ve diğerlerinin uyarılarının seçim sonrasında dikkate alınacağı beklenmekteydi. Bu çevreler için istikrar önemliydi. Siyasî olarak yıprandığı dönemlerde, örneğin 2013’ten bu yana AKP’nin kazandığı her seçim sonrasında borsa coşmuş;  döviz piyasaları rahatlamıştı. 25 Haziran’da da aynı durumun tekrarı umuluyordu. 

Mayıs başında Cumhurbaşkanı, uluslararası finansın beşiği sayılan Londra’ya gitti. Kraliçe ve Başbakan ile görüştü. Ayrıca bankerlerle, finans çevreleriyle buluştu. Bu buluşmada yatırımcıları Türkiye’ye   davet eden, “uyumlu” mesajlar bekleniyordu. Tam aksine hepsini şaşırttı; finans uzmanlarına dersler verdi:Özerk merkez bankası düzenlemesi anti-demokratiktir; sorumluluk, seçilmiş, tam yetkili Cumhurbaşkanı’na ait olmalıdır; faiz kötülüklerin anası, enflasyonun nedenidir… söylemiyle “piyasalara” açıkça meydan okudu. 

Batı finans uzmanlarının, basınının, bankerlerin, yatırımcıların Türkiye algılaması sarsıldı. O tarihteki tepkileri derlemiş; aktarmıştım. Özetle, “seçilse bile ümit yok; siyasî istikrar çare olmayacak; bildiğini sürdürecek, bu durumda uzak durmak uygundur ” teşhisi yaygınlaştı. “Piyasalar” Türkiye’ye ceza kesti. Dolar, Mayıs’ın iki haftasında yüzde 10 pahalılaştı. Türkiye, hızla kriz ortamına sürüklendi. Cumhurbaşkanı’nın doğrudan katkısı açıktır. 

Mehmet Şimşek ve Murat Çetinkaya “hasar tamiri” için Londra’ya gittiler; çare olmadı; zira,  Cumhurbaşkanı geri adım atmadı. Nisan sonu ile seçim arifesi (22 Haziran) arasında, TCMB’nin dolar alım fiyatını izleyin: 4,05 TL → 4,71 TL. “Yükselen piyasalar” içinde, IMF programına sığınmış olan Arjantin’le birlikte dolar artış  rekoru Türkiye’nindir. Dünya ekonomisinin 2018 koşullarında bir “yükselen ekonomi krizi”nin tipik ön- işaretidir. 

Seçim kampanyası döneminden söz ediyoruz. Ne İnce, ne de Kılıçdaroğlu  Cumhurbaşkanı’nın açık ve aktif katkı yaptığı ekonomik kargaşaya değinmedi. Halbuki, “kolay” bir hedef, bir dizi açık suçlamayı adeta davet etmekteydi: Finans kapitale yenik düştünüz. Türkiye’yi bir krizin eşiğine sürüklediniz. Dolar sattırdığınız vatandaşın zararlarından sorumlusunuz. Karşılamanız gerekir…” 

CHP niçin suskun kaldı? 
Muharrem İnce’nin kampanya stratejisi, Erdoğan’ın üslubunu rakibine karşı dönüştürmek, kullanmak oldu. İçerik değil, polemikçi üslup önem taşıdı. Bu yöntem, kendi ölçüleri içinde başarılı oldu; Cumhuriyetçi kalabalıklar heyecanlandı. Ne var ki, içerik önemsiz görüldüğü için, ekonomik kriz, yolsuzluklar (örneğin Rıza Sarraf davası), rejim değişikliği (Cumhuriyet’in ilgası) konuları tartışılmadı. İktidarı en zayıf noktalarından vurma fırsatı kullanılmadı. 

Bu eksikliği CHP Genel Merkezi telafi etmedi. İnce’nin ekibine bu doğrultuda katkılar yapıldığını fark etmedik. Parlamento kampanyasını sürdüren lider kadrosu da bu konulardaki suskunluğa katıldı. 

Ekonomik krize odaklanalım ve açıkça söyleyelim: CHP yönetimi, Cumhurbaşkanı’na karşı finans kapitali “haklı” bulmaktadır. Daha da önemlisi, bu “kayıtsız şartsız bir haklılık” teşhisidir. Suskunluğun kaynağında hem neoliberal saplantıların yerleşmiş olması; hem de bu tutumu sahiplenecek cesaret yoksunluğu yatmaktadır. 

Cumhurbaşkanı-finans kapital takışması, çağdaş kapitalizmin, dolayısıyla emperyalizmin eleştirisi ihmal edilerek kavranamaz. Böyle bir ihmal, hem  AKP’nin  ekonomik sicilinin, hem de finans kapitalden kaynaklanan sömürü-bağımlılık zincirlerinin algılanmasını imkânsız kılar. 

CHP yönetimi, böyle bir eleştiriden uzak kalmaktadır. Zira, aslında benimsenen tek  seçenek, “2001’in fabrika ayarlarına dönüş”tür. Bu özlem,  arada bir açıkça ifade edilmektedir. 

“2001’in fabrika ayarları”, Kemal Derviş’in  liderliğinde oluşmuştu. Bu “ayarlar”ın sonucu olan toplumsal bunalım bir yıl sonra AKP’yi iktidara getirecekti. CHP lideri Baykal ise, bu “ayarları” eleştirmedi; tam aksine benimsedi; Derviş’i partisine aldı; parlamentoya taşıdı. 

AKP, bu reçeteyi  eleştirerek iktidar oldu; ama iktidarının ilk ilk altı yılında onu sadakatle sürdürdü. Bu reçete, serbest sermaye hareketleri, enflasyon hedeflemesi (“yüksek faiz”), dalgalı döviz kurları (“ucuz döviz”) ve malî disiplin (“faiz dışı bütçe fazlaları”) öğelerine dayanır. 
Bu model, geleneksel burjuva iktisadından kaynaklanmaz. İlk üç öğesiyle finans kapitalin 21’nci yüzyıla ait küreselleşme tasarımından türemiştir. 2008’den sonra Türkiye’yi abartılı dış bağımlılığa sürükleyen yapısal bozulmanın da kaynağında da bu reçete yatmıştır. 
Bugün finans kapital ile cebelleşen Cumhurbaşkanı eleştirilecekse, iktidarının ilk döneminde bu reçeteye tartışmasız teslim olması vurgulanmalıdır. Bazı yıllar “sıcak para”ya dolar üzerinden yüzde 30’u aşan getiriler ikram eden; dış borcunu astronomik tempoyla tırmandıran; halk sınıflarını “borç tuzağı” içinde uyuşturarak tüketimi pompalayan; 2008-2009 krizine yol açan; ekonomiyi sürdürülemez dış kırılganlıklara mahkum eden bir AKP eleştirisi kastediyorum. Bu bağlantıları defalarca tartıştım; yazdım. 

CHP yönetiminin neoliberalizme teslimiyeti,  bu tür bir eleştiriyi imkansız kılar; seçim kampanyasında kriz tartışması bu nedenle gündem dışı tutulmuştur. Dahası, AKP’nin ideolojik söylminin egemenliği, CHP’de de suçluluk  kompleksi ve savunma refleksleri yaratmıştır. Bu nedenle, “Londralı bankerler haklı, Cumhurbaşkanı haksızdır” diyerek “ulusal çıkarları umursamayan, vatansız, gayri-millî CHP” saldırısına çanak tutmak tehlikelidir; kaçınmak önceliklidir.

Seçenek önermek korkusu
2001’in neoliberal programını ve AKP’nin ilk yıllarını eleştirmekten bilinçli olarak uzak duran  bir CHP, bugünkü kriz ortamına nasıl bir seçenek önerebilirdi? Olsa olsa bir IMF programı…  Öneremez; zira, parti saflarında hâlâ etkili olan sosyalist soldan ürkmektedir. 
“Halkçı” bir seçenek,  bunalımın maliyetini uluslararası finans kapitale ve burjuvaziye (krizin yaratıcılarına) yükleme yöntemlerini arayacak; bulacaktır. Örneğin, sermaye hareketlerinin denetimi, dış borçların yapılandırılması,  gerekirse askıya alınması ve  AKP döneminde vergi yükleri sembolik boyutlara düşen burjuvaziyi vergileme yöntemleri… 
Bugünkü CHP’nin seçmen tabanı, ideolojik özellikleri, sağlıklı anti-emperyalist refleksleri, Cumhuriyetçi  özlemleri, sınıfsal profili ile bu tür halkçı bir programla niçin kavgalı olsun? Sorun, aydınlanmacı ve sınıfsal/sol bir çizgiden uzak durmaya özen gösteren “sosyal demokrat” CHP yönetiminden kaynaklanmaktadır. Sağdan ve soldan sıkıştırıldığı için  ekonomik kriz konusunda ilkesizliği yeğler. Sonuçta,  “bu ortamda inşallah iktidar bize düşmez…” rehaveti yerleşir. 

“2001 ayarlarına, özlem”in politik uzantıları da var.  Neoliberal söylemin “rol modelleri” malumdur: Hâlâ “dokunulmaz” kimliği ile Derviş, 2003-2007 politikalarının yürütücüsü Ali Babacan; Cumhurbaşkanı’nın  saldırıları sırasında  finans sisteminin sağlığını “kahramanca” korumaya çalışan Mehmet Şimşek… ABD’de saygınlığa, ödüllere layık görülmüş TC pasaportlu liberal  iktisatçılar daima gündemdedir… 

Bu tür bir ekonomik bir ittifakın, işbirliğinin siyasî boyutu, belki de daha ayrıntılı biçimde tasarlanmaktadır: Abdullah Gül niçin sürekli gündemdedir? İmkânsızlığı kesinleşince İnce’ye dönüldüğü malumdur. 

Bu siyasetçiler, siyasî İslam’ın “ılımlı” kanadı ile “sosyal demokrat” CHP arasında bir büyük koalisyon tasarımının tutsağıdır. 2003-2007 yıllarındaki AB-TC ilişkilerindeki “fabrika ayarlarına da dönüş” özlemi… Uluslararası finans kapital ve emperyalizm ile kozmopolit Türkiye burjuvazisi arasında geleneksel hiyerarşiyi, bağımlılığı canlandıran ideal çözümün arayışı… 

Korkut Boratav / SOL

Melen Barajı 11 Ağustos’ta açılacak mı? - ÇİĞDEM TOKER

Bizi yönetenlerin 2071 olarak kayda geçirdiği -Malazgirt Zaferi’ne atıflı- büyük hedefler manzumesi var ya… 

Hani Malazgirt’in bininci yıldönümünde Türkiye, dünyanın en büyük küresel gücü olacak denmiş, epeyi iddialı enteresan animasyonlar da oynatılmıştı.

Melen Barajı da bu 2071 ile anılan hedeflerden biri. 

Açın arşivi, Melen Barajı’nın İstanbul’un 2071 yılına kadar su ihtiyacını karşılayacağına dair yüzlerce haber görürsünüz.
 
Oysa (temeli dört buçuk yıl önce atılan) Melen Barajı henüz bitebilmiş değil. Bu yazı da üç dört kez ertelenen açılış tarihinin ardından en son verilen söz 11 Ağustos 2018 olduğu ve bu tarih yaklaştığı için yazılıyor. 

Geçen nisan ayında Anadolu Ajansı, Melen Baraj inşaatının yüzde 95’i tamamlandı başlığıyla haber geçmiş, Sakarya Valisi İrfan Balkanlıoğlu ile Devlet Su İşleri (DSİ) 14. Bölge Müdürü Sedat Özpınar’ın sözlerine yer vermişti. Haberde Melen Barajı’nın 11 Ağustos 2018 tarihinde resmen tamamlanacağı, biteceği duyuruldu.

4.5 yıl geçti
Barajın temelinin atılmasının üzerinden, neredeyse 4.5 yıl geçti. O sıra yani Mart 2014’te bitirme süresi olarak 2 yıl verilmişti. Yani barajın 2016’da açılacağı söylendi. 
Hatta pek benzeri görülmemiş bir şey daha oldu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, bir toplantıda “7 Aralık 2016 tarihinde saat 14.59’dabitecek” diye saatli bir tarih verdi. “Türkiye Cumhuriyet tarihinde tarih saat ilkdefa oluyor” diye de sözünü pekiştirdi. 

O tarihte hiçbir şey olmadı … 
Kimse de böyle bir söz verildiğini hatırlamadı zaten. 
2017’ye gelindiğinde yerel basında (mesela Düzce) barajın zamanında bitemeyeceği çünkü gövdesinde çatlaklar oluştuğu haberleri çıktı. Bu kez verilen yeni tarih 12 Mayıs 2017’ydi. Yine olmadı. Son olarak da yukarıda belirttiğimiz gibi 11 Ağustos 2018’de biteceği söylendi.

Zemin sağlam değil mi? 
Konuyla yakından ilgilenen teknik bilgi sahibi kişiler kritik iddialarulaştırdı. (İsimleri bende saklı.) 11 Ağustos’ta Melen Barajı’nın açılmasının çok zor olduğunu ve bunun nedenlerini şöyle paylaşıyor: 

- Barajın gövde inşaatı tamamlanmış görünüyor. Bu, su tutabilecek duruma ulaştığı anlamına gelir. Ama bu haliyle su tutmasının önünde engeller var. 
- Baraj gövdesinin sağlam kaya zeminine oturtulmadığı, zeminde farklı oturmaların oluşup ve gövdede çatlamalar meydana gelince zemin deneyleri yaptırıldı. İki ayrı müşavir şirketin hazırladığı çalışmalarla zeminin kötü olduğu saptandı, ancak bu durum siyasi sorumluluğu bulunan kişilerle yeterince paylaşılmadı. Hatta saklandı. 

Silindirle sıkıştırılmış beton tipli baraj gövdelerinde asla çatlak bulunmaması gerektiğini vurgulayan uzmanlar, “Bu kadar çatlak bulunan bir baraj gövdesi arkasında su depolayamaz” diyor.

Peki, bu durumda ne olacak? 
İki seçeneğin olduğu. Ya bütün yapılan inşaatın yıkılacağı ki bunun artık epeyce zor olduğu. Ya da baraj gövdesi önüne yapışık bir gövde yapılacağı? Peki, bunca harcama? İşte işin bu kısmı konuyu daha da vahim hale getiriyor. Zira, yukarıda andığım AA haberinde DSİ 14. Bölge Müdürü Özpınar, bu yılın fiyatlarıyla Melen Barajı için 845 milyon TL kamulaştırmaya, 647 milyon TL de inşaata harcandığını açıklamıştı. 

Yazımızı soruyla bitirelim: Nisan ayında yüzde 95’i bittiği söylenen Melen Barajı, gerçekten 11 Ağustos 2018’de açılacak mı? 

Açılmayacaksa sorunlar ne zaman çözülecek? 

Harcanmış 1.5 milyar TL’lik kamu kaynağının hesabını kim verecek?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

* 5-12 Ağustos tarihleri arasında yazılarıma ara vereceğim.

Şu Magnitsky - CEYDA KARAN

Türkiye adeta tarihi ironiler üretme makinesine dönüştü! Ankara’daki siyasal İslamcı yönetimin Batı’dan koptuğu, yüzünü Avrasya’ya çevirdiği iddialarının tozu dumanı arasında, yeni rejimin ABD yönetimiyle ‘ilk’ kapışması bile Rusya Federasyonu’nu hedef almış bir yasa üzerinden vuku bulmakta. Şu meşhur Magnitsky Yasası. 

2012 tarihli bu yasa, Amerikan hükümetine insan hakları meselelerindeki tutumlarından ötürü yabancı ülkelerin yönetim kademelerindekiler dahil yetkililerine yaptırımlar uygulama fırsatı sunuyor. Trump yönetimi rahip Brunson’ın davası üzerinden Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yaptırımları da bu yasaya dayandırarak devreye sokmuş durumda.

***

Magnitsky Yasası’nın kaynağı ‘Rus devletinin büyük çaplı yolsuzluklarınıortaya serdiği’ iddia edilen ‘ilkeli bir avukat olduğu’ gerekçesiyle tutuklanıp hapiste öldürüldüğü öne sürülen Sergey Magnitsky

Hikâyenin aslı astarı bir parça karışık elbette.
Magnitsky, 2009’da yargılanmadan yasal olarak tutulabileceği bir senelik gözaltı süresinin nihayete ermesine bir hafta kala hapishanede ölü bulunmuştu. Gizemli ölümü Rusya Federasyonu tarafından soruşturulurken, Magnitsky, ABD’de birkaç sene içinde dış politika aygıtı olarak yaptırımları yasal çerçeveye oturtmanın vesilesi kılındı.

***

Magnitsky ‘avukat’ diye sunuluyor. Oysa değil. Moskova’da Plekhanov Enstitüsü’nden mezun bir maliyeci. Patronu da Rusya’da vergi suçlarından aranan bir yatırım fonu yöneticisi olan William (Bill) Browder’dı. Yani Magnitsky onun muhasebecisi ve temsilcisiydi.

Amerikan doğumlu Britanyalı Browder, Hermitage Capital’in CEO’su ve kurucusu olarak Rusya’da bir zamanlar en büyük dış portföye sahip isimdi. Amerikan vatandaşlığından da vergi ödemekten kaçınmak için vazgeçmişliği var. Ancak Rusya’da iş yaptıktan sonra ‘ulusal güvenlik sebepleriyle’ 2005’te kendisine giriş yasağı konuldu. 

Browder’ın iddiası, muhasebecisi Magnitsky’nin Rus devletinin 230 milyon dolarlık vergi kaçakçılığını ortaya serdiği. Ruslar ise asıl kendisinin yolsuzluk yaptığını, Magnitsky’nin de ‘ilkeli bir avukat’ değil, ‘Browderın hesaplarınıkitabına uyduran suç ortağı bir muhasebeci olduğunu’ söylüyor. Browder, Rusya’da gıyabında yargılandı ve dokuz yıl hapse çarptırıldı. Ancak Interpol, Rusya’nın tutuklanması talebini ‘çok siyasi olduğu’ gerekçesiyle reddetti. Tabii bu Avrupa Parlamentosu’nun Magnitsky vakası üzerinden Rus yetkililere yaptırım kararı ile gayet ‘siyasi davranmasını’ engellemedi. Kanada kendi ‘Magnitsky yasasını’ geçen sene çıkardı.
***

Browder’ın lobi çalışmaları 2012’de meyvesini verdi ve ABD Kongresi’nde Magnitsky Yasası Obama döneminde çıktı. ABD ve Avrupa ülkeleri, Rusya’nın gözaltı süresince gerekli önlemleri almadığını söyleyerek sorumlu bürokratların cezalandırılmasını istediler.
***

Tabii Magnitsky Yasası tümüyle Browder’ın anlatımına dayanıyor. Rusya’da Putin’e eleştirileriyle nam salmış yönetmen Andrei Nekrasov’un ürettiği ‘The Magnitsky Yasası: Perde Arkası’ başlıklı belgesel ise son birkaç senedir çok tartışma yarattı. Ancak ne enteresandır ki özgür Batı’da yasaklı. Zira ‘Rus hükümetinin ağır yolsuzluklarını ortaya seren avukat’ temasını biraz boşa düşürmekte. Adamın aslında avukat olmamasından tutun da, annesi ve şirket çalışanlarına dayalı tanıklıklarıyla dikkat çekici olmasına rağmen... Öyle ki Browder, belgeselin gösterimini yasal tehditlerle yasaklatmış vaziyette. Kendisi ‘Putin propagandası’ söylemiyle savunuyor tutumunu. İfade özgürlüğü icabı yol açacağı tartışmaları pek hayırlı bulmasa gerek. Belgesel sadece ünlü araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün modere ettiği bir tartışmada bir seferliğine gösterildi.
***

Velhasıl, Magnitsky ABD/AB ile Rusya’nın jeopolitik kapışmasının ürünü. Şimdi Türk-Amerikan ilişkilerinde bir ‘başlık’ olup çıkıverdi! Detaylarını dün sevgili arkadaşım Özgür Mumcu’nun yazdığı rahip Brunson’la ilgili ithamlara bakınca, insan ‘Magnitsky’nin yerli yerine oturduğunu’ düşünmeden edemiyor. Neyse ki ‘emperyalistlerle mücadelede’ dün itibarıyla diyalog sürecine girildiği haberleri vardı. 
Hayırlısı…

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Dinci eğitimin iflası - ALİ SİRMEN

Cumhuriyetin kurucuları, çağdaş demokrasi ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmenin önünde kimi toplumsal eksiklikler olduğunu biliyorlar ve etapları, aydınlanma ve eğitim seferberliğiyle aşmayı amaçlıyorlardı. 

Cumhuriyetin ilk dönem başarısının temelinde, laik, üretirken öğrenen, üretici, yaratıcı eğitim vardı. 

Ulaşım ve iletişim olanaklarının o denli kısıtlı olduğu dönemlerde Cumhuriyetin mayasının tutmasında birinci etken milli eğitim olmuştur.
 
Laik eğitimin temeli ise 3 Mart 1924 Tevhidi Tedrisat Kanunu olmuştur. 
Cumhuriyetin o zaman da var olan, ama bugünkü gibi gemi azıya alamamış olan karşıtları, Cumhuriyetin başarısının temelindeki etkeni, tıpkı Cumhuriyetin kurucuları gibi çok doğru saptamışlar ve modernleşme çabalarına oradan, milli eğitimden saldırarak baltalamaya koyulmuşlardı. 

Saldırılar erken başladı, dünyanın en ilginç eğitim hamlelerinden biri olan Köy Enstitülerini kuran CHP, laik eğitime saldırının ilk taşını atmakta beis görmemiştir. 
Laik öğretime saldırı hamlesinin öncüsü Reşat Şemsettin Sirer, DP’nin değil, CHP’nin Milli Eğitim Bakanı idi.
***

Cumhuriyet artık evvel Allah tarihe karışmıştır, tabii laik eğitimle birlikte. Tevhidi Tedrisat yerini, birbirleriyle rekabet halinde değil, bir hiyerarşik yapı içinde, tek tarikatın egemenliğini amaçlayan “ikinci” mi, yoksa “üçüncü” mü olduğu tartışma götüren yeni Cumhuriyette, yerini Tevhidi Tarikat’a bırakmış, laik eğitimin yerine dinci eğitim ikame olunmuştur. 

Yeni fetva makamı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile el ele çalışan, Milli Eğitim’in antilaik uğraşı içindeki koçbaşları Imam hatipler olmuştur. 

Bir yandan müfredat programlarıyla tüm eğitim dinselleştirilirken, iktidarın “arka bahçe” olarak gördüğü imam hatiplere öğrencilerin yöneltilebilmesi için cebir ve hileye başvurulmaktan çekinilmemiş, öğrencilerin zorla imam hatipli olması için çeşitli yöntemler uygulanmıştır. 

Sınavların ve Pisa değerlendirme ölçütlerinin gösterdiği gerçek ise imam hatiplerin en imtiyazlı kuruluşlar olduğu dinci eğitimin yuvası, odağı Milli Eğitimin kalitesinin düşmekte olduğudur. 

İlk iş olarak, oyun sırasında kuralların değiştirilmesi yönteminin bırakılacağını açıklayan Milli Eğitim Bakanı bu faciayı kucağında bulmuştur. 

Daha yüksek puan alan öğrencilerin tercih ettikleri kurumlara giremeyerek sınava katılan 1 milyon 200 bin öğrenciden 200 bini herhangi bir tercih yapamayarak, sistem dışı kaldılar. 

Sınav kâğıtları ise öğrencilerin düzeylerinin yerlerde süründüğünü gösteriyor. 
Yeni sistemde sayısalcıların yüzde 65’i, sözelcilerin yüzde 25’i baraj altında kalmıştır. Öğrencilerin girmeleri zorunlu olan Türkçede 2 milyon 260 bin adayın 40 soru üzerinden ortalaması, yalnızca 16. Sosyal bilimlerde 170 soruya 6.003 ortalama, temel matematikte ise 40 soruya 5.642 ortalama yanıt verebilmişlerdir.

***

Bu yürek sızlatan manzara ortasında, barajı 2 milyon 260 bin öğrenciden yalnızca 735 bini aşıp, sisteme dahil olabilmişlerdir. İstediği ilk tercihe girmeyi başaran öğrenci ise 33 bindir. 

Bu perişan ortamda sisteme girip de istediği kuruma yerleştirilemeyen öğrenciler şimdi başarı sıralamasında sonuncu gelen imam hatiplere girmemeye çalışmaktadır. 
İmam hatiplerin çok eleştirilmesi yandaşlarının tepkilerine neden oldu. 
Oysa pratikte zorunlu hale getirilen imam hatipler aracılığıyla eğitimin dinselleştirilmesine karşı çıkıyorduk.
 
Şimdi de çıkmaktayız.
 
Türkiye bu eğitim sisteminden kurtulamadan hiçbir yere varamaz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Din devleti - Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta perşembe günü sabahı İsrail meclisi “Knesset” İsrail’i, “Yahudi Ulus Devlet”, açıkça “Yahudilerin ulus devleti” olarak kabul ettiğini dünyaya duyurdu. (19.7.2018) 
Ve hemen ardından da -anımsanacağı gibi- “yolsuzluktan” yargılanan Başbakan Netanyahu“Mutlak bir çoğunluk devletin ‘Yahudi karakterinin’nesiller boyunca aktarılmasına karar verdi, ‘Çok yaşa İsrail devleti!’ ” diyerek seslendi.

Kuşkusuz bu “Yahudi karakteri”ni belirleyen, “Yahudi şeriat (Halaka) kuralları” olduğu bilinir; dolaysiyle Başbakan, “İsrail bir din devletidir!” diyerek de vurguladı bu durumu. Ve bu “dinsel” dile getiriş, “İsrail Devleti”nin kurulduğu toprakların yerli halkını hiçe sayıp, sınırlarının genişletilmesinin “nedeni” olarak hep kullanıldı, şimdi de kullanılmaktadır...

Öyle ki, İsrail’in sınırlarını, “Kızılırmak” büklümüne dek uzatarak, Anadolu’yu da içine alan ünlü “Yaşam Alanı” kuramı, “Ortadoğu”yu da, Batı Emperyalizmi’nin at koşturduğu bir alan olmasını sağlayan yine “dinsel” bir projedir; daha yakışan bir deyişle, “dinsel maskeli” bir projedir... 

Dünya ülkelerine dağılmış olan “İsrailoğulları”nı, “Kutsal Kitap”ları, “AhdiAtik”te, kendilerine “vaat edilen, çeşmelerinden bal, süt akan” bugünkü topraklarına, Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda yerleştiren İngiltere -bu “sevabı” işledikten sonra- Ortadoğu’yu, dünyanın yeni jandarması “ABD”ye teslim etmiş olsa da,  dinsel bağlamdaki bu emparyalist tutum sürdürülecekti, sürdürüldüğü görülüyor. 
Öte yanda, İsrail meclisi “Knesset”in, Arap milletvekilleri Netahyahu’yu eleştirerek, “Siz bir ‘apartheid’ (ırk ayrımcılığı) yasasını geçirdiniz. Bu yasa ırkçıdır!” diye uyardılar...

Ayrıca, Komünist Partisi’nin Arap milletvekili de: “Yahudiler dışındaki bütün vatandaşları, ikinci sınıf vatandaş konumuna getirdiğini söyleyerek,‘...demokrasinin ölümü ilan edildi!’ ” dedi... 

Bir “din devleti” olduğunu ilan eden İsrail’in, bu yapısından kaynaklanan  ırkçı tutumuna, dolaysiyle Filistinlilere uyguladığı katliama, dahası, içeriden de yapılan bu ağır suçlamalara karşın, ABD’nin hâlâ İsrail’i savunmasının siyaset bağlamı dışında, başka bir anlamı olabilir mi? 

“ABD”nin, bir “din devleti” olduğu, ülkedeki Hıristiyanlardan, Hıristiyan dininin bir mezhebi olan Protestanlığı kabul eden, “Protestanlar” tarafından kurulduğu konusu, şu günlerde dile getirildiği görülüyor; özellikle de tutucu Protestanlara “İncil” yazarlarına verilen “Evangelist” adından kaynaklanan Evangelist’ler dendiğinden söz ediliyor ve “ABD”yi kuranların bunlar olduğu belirtiliyor. 

ABD’de, Başkan Trump’ın da katıldığı bu tartışmalar sürerken, İsrail’in, “Yahudi Ulus Devlet” olduğunu sağlayan yasaya, “Yahudi Ulus Devlet Yasası’na, yazının başında yer alan eleştirilere bir yenisi daha eklendi. 

Maliye Bakanı Moshe Kahlon“ayrımcılığı ve din devletini yasal hale getirecek” bu yasaya itiraz etti; ardından Eğitim Bakanı da bu eleştiri kervanına katıldı. 
Bu itirazların yapıldığı geçen hafta, ölen Filistinlilerin‘149’a ulaştığını bildiriyordu ‘TV’ler... 

“Din devletleri”nin, insanlığa yaşattığı derin olumsuzlukların süreceği görülüyor. 
Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

2 Ağustos 2018 Perşembe

Kural koyma ve kuralları uygulama: Yetkiler ve organlar farklı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

AK Parti’nin son on yılına damgasını vuran ‘yeni’ sıfatının Türkiye için kullanım dönemi çabuk aşındı; aynı sıfat, şimdi ‘sistem’ için kullanılıyor. Aslında ‘yeni sistem’, ‘yeni Türkiye’ ürünü. Açılımı ise, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’.

Yeni Türkiye
‘Yeni sistem’, ‘yeni Türkiye’ ürünü olduğuna göre, yeni Türkiye’yi yaratan başlıca etkenleri hatırlayalım:

»2010 Anayasa değişikliği,
»HSYK’nin yeniden oluşturulması,
»Yargıtay ve Danıştay’ın toplu üye atamaları ile yeniden şekillendirilmesi,
»TÜBİTAK, RTÜK, ÖSYM, Üniversiteler vb. kurum yöneticilerinin kesinlikle partizanlar arasından belirlenmesi,
»Sonradan ‘kumpas’ olarak nitelenen büyük davaların görülmesi,
»17-25 Aralık operasyonları,
»15 Temmuz kanlı darbe girişimi,
»16 Nisan Anayasa oylaması (…)

Bunlar, ‘yeni Türkiye’ manzaralarından…

Osmanlı-Cumhuriyet mirasını ret
‘Yeni sistem’, bunların ürünü; ancak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılsa da, Cumhurbaşkanı ve Hükümetin bulunmaması bir yana, ‘sistem’ kavramını kullanmak bile zor. Çünkü sistem nitelemesi, işleyişin öngörülebilir olmasını gerektirir. Oysa 6771 sayılı Kanun ile yaratılan yeni durum, ‘sistem’ ve ‘anayasa’ kavramları açısından yeterince irdelenmedi.
Bunu tartışmak, ‘yeni’ sıfatı ile nitelenen dönemde ‘hukuka inanan gruplar’ tarafından izlenmesi gereken yol ve yöntemi belirlemek için önem taşır. 

Şöyle ki;
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’na tepki metni olarak niteleniyordu.
6771 sayılı Kanun ise, 1876’dan bu yana bütün anayasal gelişmelere tepkidir.
1982 Anayasası, 1961’in anayasal sistematiğine ve sistemine bağlı kaldı.
6771 sayılı Kanun ise, 1982 sisteminden ayrılmak bir yana, Kanun-i Esasi sisteminden bile ayrılma veya kopmayı ifade ediyor.
Şimdi şu sorulabilir: Hangi 1982 Anayasası?
1987-2004 değişiklikleri, Anayasa metnini, hak ve özgürlükler bakımından 1982 ruhundan uzaklaştırmış ve başkalaştırmış bulunuyor. Bunlar, genellikle siyasal uzlaşma yoluyla gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri.
2007-2017 değişiklikleri ise, erkler ayrılığı bakımından, 1982 metni ruhunu derinleştirmenin çok ötesine geçiyor; buna iktidar başkalaşımı (metamorfozu) da denebilir. Çatışmacı siyasal yaklaşımın belirlediği iktidar ekseni, ‘kişisel iktidar’a OHAL ortam ve koşullarında dönüştürüldü.
Kısaca, eğer 1982, 1961 rövanşı ise; 2017 değişikliği, Modern Osmanlı-Cumhuriyet rövanşı olarak görülebilir.

7 Kasım 1982 Anayasası, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ürünü; 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği ise, 15 Temmuz 2016 ‘imam-asker darbe girişimi’nin ürünü.

Nasıl gelindi?
Yöneltilen eleştiriler karşısında, “Millet bize oy verdi; yeni sisteme alışın” vb. çıkışlar, bugüne nereden ve nasıl gelindiği hatırlatması ile reddedilmeli.
Bugünkü ‘anayasa dışı’ alan, anayasal zorlamalar ve darbeler eşliğinde yaratıldı. İşte belli başlı dönüm noktaları:

»15 Temmuz akşamı, darbe girişiminden haberdar olduğu halde MİT Müsteşarı, DİB başkanı ve Suriyeli muhalifle yemeğe gitti.

»Cumhurbaşkanı, darbeyi bir fırsat olarak niteledi.

»Başbakan, OHAL’de referandum yapılmayacağını söyledi.

»OHAL ortam ve koşullarında 16 Nisan halkoylamasının ardından; Başbakan, “Yüzde 30 olan desteği 70 günde yüzde 51,4’e çıkardık”, dedi.

»24 Haziran seçim kararı, 6771 sayılı Kanun ihlal edilerek alındı.

»Uyum düzenlemeleri için yetki Kanunu, Anayasa’ya aykırı biçimde çıkarıldı.

»KHK’ler de hem yetki kanununa hem de Anayasa’ya aykırı.

»Cumhurbaşkanlığı kararnameleri de, yetki alanı bakımından birçok yönden Anayasa’ya aykırı.

»TBMM gündemine ‘Kanun Teklifi’ olarak getirilen önerilerin kaynağı milletvekilleri değil.

»Zaten teklifin altında imzası bulunan vekiller de, yöneltilen yoğun eleştiriler karşısında, “Hayır, biz hazırladık” deme cesaretini gösteremediği gibi, Anayasa’ya açık aykırılık durumları karşısında da, “Hayır, Anayasa’ya uygundur” diyemiyor.

Anayasa ve siyaset için
Öncelikle, anayasal bilgi alanı gerçekçi temelde sürekli geliştirilmeli ve pekiştirilmeli. Bu yapılabildiği ölçüde anayasal yöntem ve hedef belirlenebilir.

»“1982 darbe anayasası, bundan kurtulmalıyız” vb. söylemler, Anayasal gerçeklikle örtüşmüyor.

»Benzer şekilde, “TBMM, Külliye noteri haline geldi” vb. benzetmelerden kaçınmak gerekiyor. Çünkü Noter, bir belgeyi, ancak hukuka uygun ise onaylar; TBMM ise, Anayasa’ya açıkça aykırı olan yasaları oyluyor.

»Kurtulmak gereken metin, öncelikli olarak 6771 sayılı Kanun; çünkü artık 1982 Anayasası’ndan bahsetmek, anayasal realiteye uygun düşmüyor.
Öte yandan; Anayasa’nın hukuk devleti hükümlerini pekiştirici söylemde kararlılık ve süreklilik gerekli:

»Anayasa’nın uygulanması, doğrudan muhatabı olan, yetki ve meşruluğu, kural koymak için halktan alan TBMM’nin görev sorumluluğunda.

»Cumhurbaşkanı ise, halktan TBMM’nin koyduğu kuralları uygulamak için yetki aldı.

»Cumhuriyetin temel organlarının başında gelen ve kural koyma konusunda doğrudan halktan aldığı bu yetkiyi sahiplenmek için TBMM, siyasal, hukuki ve toplumsal düzlemde mücadele araçlarını sürekli pekiştirmeli:

»Yasamanın özerkliği için mücadele etmek.

»Hukuki olarak; Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak.

»Sivil toplum örgütlerinin desteğini sürekli kılmak.

Bu saptamalar, bundan böyle, hukuk devleti ve demokrasi hedefinde izlenmesi gereken politikalar için anayasal realite üzerine kafa yorma gereğini bir kez daha ortaya koyuyor; ‘demokrasiyi hukuk yoluyla’ inşa etme yolunda.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

Sülün Osman - KADİR SEV

Herkes, özelleştirmenin mucidi olarak Özal’ı bilir… Oysa ilk Sülün Osman başlatmıştır.
1950’li yıllarda İstanbul’da, Galata Köprüsünü; Galata Kulesini; şehir hatları vapurlarını; tramvayları; meydan saatlerini satmış ya da kiraya vermiştir. Ancak teslimat sorununu çözemediği için sürdürememiş, unutulup gitmiştir.

Tarih kitapları yazmaz. Belki o yıllardaki polis tutanaklarında adına rastlayabilirsiniz. Bir de 1962 yılında hapisteyken; “alın teriyle yaşamak” konulu bir konferans verdiği söylenir.
Aradan 30 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra 1976’da Milliyetçi Cephe (MC) diye adlandırılan AP, MHP ve MSP koalisyonu da böyle bir işe girişmiştir. Ama bu daha çok, durum tespitine yöneliktir. Bütçe Yasasına eklenen bir maddeyle Bakanlar Kurulu’na; “döner sermayeli KİT’leri satmaya, olmayanları da döner sermayeli yaptıktan sonra satmaya yetkilidir” sözleriyle özetlenecek yetki verilmiştir.

Bunun çalıya taş atmak gibi bir şey olduğu daha baştan bellidir. Bütçe yasalarına bu tür kurallar konulması Anayasaya göre yasaktır. Üstelik tek engel Anayasa da değildir. Çoğu KİT, kurulu olduğu sektörde ya tekeldir ya da en büyüğüdür. Sattım demekle olmaz. Yıllar sürecek ön hazırlık yapılması gerekir. Ayrıca Devletin ekonomik ve sosyal politikalarının yaşama geçirilebilmesinde önemli bir araçtır ve bu nedenle toplum nezdindeki itibarı yüksektir.

Nitekim çalıdan çok sayıda kuş havalanmış, işin hiç de kolay olmayacağı ortaya çıkmıştır. Anayasa mahkemesinin iptal etmesiyle yasal dayanağı da kalmamış, MC koalisyonu henüz hazır olmadığını görmüş, işi zamana bırakmıştır.

Sonra gelen iktidarlar da ellerinden geleni yapmışlardır. Şu sloganları çoğumuz anımsar; “devlet kötü yönetir…vergilerimiz bunların zararlarını karşılamaya gidiyor…kaynaklar boşa harcanıyor…bu yüzden kalkınamıyoruz… özel sektör en iyisini yapar… DEVLET KÜÇÜLMELİ ASLİ GÖREVLERİNE DÖNMELİ…”
24 Ocak 1980 bir dönüm noktasıdır. Bakanlar Kurulu, o gün aldığı bir dizi kararla, Ülkenin para edecek bütün değerlerinin satılacağını dosta düşmana ilan etmiştir: ihracata yönelmemiz gerekiyordu.

Uygulamada işlerin sarpa saracağı anlaşılmış, 12 Eylül paşaları devreye sokulmuştur. Paşalar eliyle toplumdaki direnç odaklarının üzerinden tanklarla geçilmiş, uluslararası tekellerin de katkılarıyla satışa elverişli ortam hazırlanmış ve Özal’a el verilmiştir.
Özal, verilen eli ustaca değerlendirmiş ama ne yazık ki sonucunu görmeye ömrü yetmemiştir. Bayrağı ondan sonra gelenler devralmıştır.

1980-90’lı yıllarda Dünya Bankası, IMF, OECD gibi uluslararası tekellerin mali ve düşünce kuruluşları ile bizim TÜSİAD el ele verip, yapısal uyum projeleri ve kredileri aracılığıyla devleti yeniden yapılandırmaya girişmişlerdir.
Kamu bürokrasisi, yurt dışı gezilerle cazibe kazandırılan eğitim programlarıyla dönüşüme hazırlanmıştır.

Bu arada eksik kalan yasal düzenlemeler de ihmal edilmemiştir.
Özelleştirme kavramı Anayasaya 1999 yılında DSP, DYP, ANAP Koalisyonu döneminde girmiş; “kabineye 4’üncü ortak olarak” alınan Dünya Bankası üst düzey çalışanı Kemal Derviş’in önerdiği yasalar çıkarılarak “zemin tahkim edilmiştir.”

AKP iktidar olduğunda her şey hazırdır. Çoğunluk ikna edilmiş; yasal çerçeve önemli ölçüde bitirilmiş; Özelleştirme İdaresi kurulmuş; 8 milyar dolarlık deneme satışı yapılmış; KİT çalışanları cazip görünümlü sözleşme ücretleriyle güvencesizliğe ikna edilerek ya da başka kamu kurumlarına aktarılarak, alıcılara her türlü kolaylık sağlanmıştır.

Sonuçta 1970’lerden bu güne ülkeyi yöneten bütün iktidarların elbirliği ve katkısıyla Cumhuriyetin bütün birikimleri 70 milyar dolara satılmış; 20-25 milyar dolar masrafı çıkarıldıktan sonra kalan para bütçeye yamanmıştır.

Sülün Osman’ı nasıl aramazsınız? 

O hiç olmazsa yalnızca alıcılara zarar veriyordu.

Kadir Sev / SOL