Eagles'ın Hotel California şarkısı ne anlatıyor? - CUMHURİYET

ABD'de en çok satan albümler listesinde ilk sıraya oturan Eagles'ın dünya çapında en çok bilinen şarkısı şüphesiz Hotel California'dır. 42 yıl önce çıkan şarkının sözlerinin anlattıklarına dair farklı yorumlar mevcut. Peki şarkı nasıl yapıldı ve sözleri ne anlama geliyor?

ABD'de en çok satan albümler listesinde ilk 3 albümden 2'si Eagles'a ait.

Pop müziğin efsane ismi Michael Jackson'ın Thriller albümünün elinde bulunan ' ABD'de en çok satan albüm' rekoru, yakın zamanda country-rock grubu Eagles'ın "En iyi Şarkılar 1971-1975" albümüne geçti.

Eagles 'ın en çok bilinen şarkısı " Hotel California ", 1977'de yapıldığı için toplama albümde yer almıyor ancak grubun aynı adlı albümü ABD'de tüm zamanların en çok satan üçüncü albümü. Peki Hotel California şarkısını ne anlatıyor?

İngiliz gazeteci ve yazar Alan Connor yorumluyor:

1970'lerin rock yıldızları, turneler sırasında kaldıkları otellerde pek de uslu durmuyordu.
Eagles gitaristi Joe Walsh, Life's Been Good şarkısında otellerde yaptıklarını açıkça anlatıyor; "Otellerde yaşadım, duvarları yoldum. Zararları ödemek muhasebecilerimin işiydi."
Hatta Walsh bir gece Blues Brothers'ın yıldızı John Belushi ile birlikte Chicago'daki Astor Towers otelinde 28 bin dolarlık zarara neden olmuştu.

Konaklama sektörünün kötüye kullanımı aslında biraz da işin şanındandı - Led Zeppelin davulcusu John Bonham Los Angeles'taki Continental Hyatt otelinin koridorlarında, doğum günü için aldığı Harley Davidson motosikletle dolaşmıştı.

The Who'nun davulcusu Keith Moon da Lincoln Continental marka araçla Michigan eyaletindeki Holiday Inn otelinin havuzuna girmişti.

Peki nispeten sakin, daha efendi görünüşlü ve Amerika'ya "Daha rahat olmalıyız" diye seslenen Eagles da bu akıma kapılmış mıydı? Ve grubun en çok bilinen şarkısı Hotel California'nın bu otel çılgınlığı ile bir ilgisi var mı?

Eagles grubunun yaşça büyük üyeleri Glenn Frey ve Don Henley, gitarist Walsh'ın neden olduğu zarara sessizce tahammül ediyordu. Ve yollarda geçen bir hayatı anlatma sırası kendilerine geldiğinde yazdıkları şarkı ile masraf çıkarmaktan çok, bir servet yarattılar.

Hotel California" sözleri bir süredir Don Henley'ın ağzında dolanıyordu ama bu söz öbeğinin şarkıya dönüşmesi için grubun 1970'ler ortasında hızla ünlendiği bir dönemden geçmesi gerekiyordu.

ABD'de en çok satan albüm' rekoru Eagles'ın "En iyi Şarkılar 1971-1975" albümüne ait.
Eagles üyeleri o dönemde henüz birbirleriyle avukatları aracılığıyla konuşuyor olmasa da, birbirlerine soyadlarıyla hitap ediyorlardı.

Grubun bir diğer gitaristi Don Felder'e, gitarıyla kısa parçalar kaydetme görevi verilmişti.
Felder bir turnedeyken, henüz yeni doğum yapmış olan eşi Susan'dan bir telefon aldı.

Kısa bir telefon görüşmesiydi: "Evden taşınıyoruz." Susan, Los Angeles'ın Topanga Kanyonu'ndaki evlerinin bahçesinde yerde bebeği ile oynarken, yer örtüsünün hemen yanında bir çıngıraklı yılan yuvası fark etmişti.

Susan, oğlunu da alarak hemen evi terk etti ve Malibu'da okyanus kenarında bir ev kiraladı. Don, turneden dönünce onlara katıldı ve o akşam şarkı kaydı üstüne ciddi şekilde çalışmaya başladı.
Cennet gibi bir bahçede beliren yılan, Don Felder'in aklında dönüp duran ritmle tam tamına örtüşen bir imgeydi.

Çaldığı akorların rocktan çok flamenkoya yakın bir yapısı vardı. Şarkı ana ritmin dışında bir vurguyla çalındığında (offbeat) - ki bu yüzden şarkıya geçici olarak Mexican Reggae ismi verilmişti - Frey ve Henley şarkıya olur verdi.

Daha sonra ikili şarkıya o bilindik sözleri ekledi; yorgun bir gezgin grotesk karakterlerin bulunduğu hoş bir yerin büyüsüne kapılır; bu yer hem büyüleyici, hem de ürperticidir ve buraya bir kez gelen bir daha burayı terk edemeyeceğini hisseder.

Hotel California'nın yayınlanmasından bu yana şarkıdaki imgeleri çözümlemeye çalışanlar hayal güçlerini çalıştırıyor ve sözlerden anlamlı bir bütün ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.

Ama burada Frey'in sözlerini hatırlamak önemli: "Garip bir şey yaratmak istemiştik, sadece bunu yapıp yapamadığımızı görmek adına."

ABD'de tüm zamanların en çok satan 10 albümü

  • Eagles, Greatest Hits 1971-75
  • Michael Jackson, Thriller
  • Eagles , Hotel California
  • Billy Joel, Greatest Hits Vol I and II
  • Led Zeppelin, Led Zeppelin IV
  • Pink Floyd, The Wall
  • AC/DC, Back in Black
  • Garth Brooks, Double Live
  • Hootie & The Blowfish, Cracked Rear View
  • Fleetwood Mac, Rumours
Kaynak: Amerikan Kayıt Endüstrisi Birliği (RIAA)

Diğer bir deyişle, Hotel California'nın sözlerinin anlamı gizli olmaktansa "kasıtsız", yani bir şey ifade etmeye çalışmıyor. Frey şarkıda alışkın olmadığı bir ortamda, şahit olduklarını anlamakta güçlük çeken bir adamın içinde bulunduğu atmosferi aktarmaya çalıştığını söylüyor.

Frey şarkı sözleri için ilhamı ise İngiliz yazar John Fowles'in Türkçe'ye Büyücü adıyla çevrilen 1965 tarihli The Magus romanından almış.

Karşıkültürün popüler romanlarından olan Büyücü, bir Yunan adasına giden İngiliz'in gerçeklikle sanrı arasındaki gidip gelmelerini anlatır. Fowles'a göre Büyücü en iyi kitabı değildir ve evrensel bir dille yazılmamıştır.

Aslında garip imgelerden yaratılmış bir kolaj, şarkı sözü yazmanın en iyi yollarından biri olabilir; ama rock müzik dinleyicisi, doğası gereği, sözlerdeki özel anlama bakmayı tercih ediyor.


                The Eagles'ın Aragon Ballroom, Chicago, Illinois konseri. 26 Nisan 1974

Hotel California'yı anlamlandırmaya çalışırken de benzer işaretler arandı, ortalama bir rock şarkıcısından beklenenlere yönelik anlamlar yüklendi; "Colitaların (argoda marihuana izmariti yerine de kullanılan bir kelime) ılık kokusu" sözleri şarkıdaki kahramanın marihuana içmesi olarak yorumlandı.

"İstediğin zaman hesabı kapatabilirsin ama asla otelden ayrılamazsın" dizesi ise şarkıdaki Hotel'in aslında bir akıl hastanesi ya da bağımlılığı simgelemesi olarak yorumlandı.

Frey, 2003'te verdiği bir röportajda "Şarkı sözü yazarlarının en temel araçlarından biri müphemliktir. Bu çalışıyor, sözler dinleyenin istediği anlamı kazanıyor" demişti.
Hotel California özelinde bu formül işe yaramış gibi görünüyor.

Şarkı Amerikan radyolarında her 11 dakikada bir çalınıyor. Hatta hâlâ o kadar çok çalınıyor ki, Eagles üyeleri birbirlerine açtıkları davaları unutup hep birlikte Meksika'da bu ismi kullanan bir otele dava açtı.

Eagles denese de bir daha Hotel California kadar popüler bir şarkı yapamadı. Hatta bu çabalar onları birbirinden uzaklaştırdı.

CUMHURİYET

Adam yol yaptı - KAMURAN KIZLAK

Hem de ne yol… Hong Kong (HK) ve Çin’in güney ucu arasındaki Lingdingyang Körfezi’ni deniz üstünden boydan boya geçen 40 km uzunluğunda bir köprü -. Yol, HK havalimanından başlıyor, Macau adası ve adanın çok yakınında bulunan Çin’in Zhuhai şehrine kadar uzanıyor.

Başlangıç ve bitiş noktalarındaki tüneller dahil toplam 55 km kadar. Uçakların iniş-kalkış trafiğine zarar vermemek için HK havalimanından başlayarak altı buçuk km’lik bir mesafe denizaltından tünel olarak tasarlanmış. Tünel, inşaat sırasında oluşturulan bir yapay adada yüzeye çıkıyor ve bu noktada köprü başlıyor. HK-Macau-Zhuhai yolunun bağlantı noktasında bir yapay ada daha var. Bağlantı yolları bu ada üzerinden dolaşıyor. Ayrıca, bir yapay ada HK havalimanı yanında ve bir tane de Macau da var. Bu iki ada yolcu geliş-gidiş noktası ve gümrük sahası olarak hizmet verecekmiş.

Bana göre projenin en ilginç ayağı olan Macau Adası hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. 1999’da kadar Portekiz kolonisi olan bu küçük ada Çin’den yüzerek bile geçilebilecek kadar yakın. Ada, gelir kaynağı kumar (ve fuhuş) olan bir “turizm cenneti”. HK ve Çin’de kumar çok sert kurallarla yasak. Fakat Çinliler kumar oynamayı, sermayeyi kediye yükleyecek kadar olmasa da, tutku derecesinde severler. Bu insanlar için tek seçenek bu ada. Özetle, Macau Adası kumar oynamak, “turistik faaliyette bulunmak” isteyenlerin akın ettiği bir yer. Hafta sonu ve tatillerde uzak doğunun “eğlence tutkunları” bu adaya akıyor. ÇKP, her türlü pisliği de beraberinde getiren kumarı bu küçük adaya sıkıştırarak çok sıkı biçimde kontrol etmeyi düşünmüş.

İki yıl önce, merakıma yenilip bu adayı ben de ziyaret ettim. Tecrübeli biri olarak şu kadarını söyleyeyim: Geçen yıl, memleketteki ahlâk ve fazilet abidesi Milli ve Yerli iktidarın bir tosuncuğu Singapur’da kumar oynarken bir kameraya yakalanmıştı. O tosuncuk “helal-İslâmi kumar” oynamak için Singapur yerine Macau adasını seçseydi, kesinlikle yakalanmazdı. Yani o kadar güvenilir bir “turistik faaliyet” cenneti… Çinli iş adamlarının fırsat buldukça sevgililerinden biriyle bu adaya kaçması boşuna değil. (Not: Çin kamu görevlilerinin bu adaya gitmesi yasak.)

Köprü projesinin maliyeti küçük bir ülkeyi ihya etmeye yetecek kadar büyük: 15,3 milyar dolar. Resmi olarak projenin amacı, “HK, Çin’in İnci Nehri deltası ve Macau arasındaki yolcu ve karayolu taşımacılığı ihtiyacını karşılamak, bu üç bölgenin ekonomik ve sürdürülebilir gelişmesini güçlendirmek”. O bildik resmi açıklamalardan biri… Yine de haksızlık etmeyeyim. Bu açıklamanın en az yüzde ellisinin proje için taşınan gerçek niyet ve beklentiyi yansıttığına inanıyorum. Kısaca, Çin’in güney ucundan Macau ve HK’a başta gıda-tarım ürünü olmak üzere sanayi mallarını da kısa yoldan göndermek, HK limanlarını da kullanmak, HK Havalimanını kullanarak Çin’in en güney bölgesine gidişi kolaylaştırmak amaçlanıyor. Yani kesinlikle yandaş semirtmek için icat edilmiş bir gereksiz iş, bir ucube proje değil. Maliyetin de gerçek rakamları yansıttığına eminim. HK’da bir dolara yapılacak bir işi beş dolara yandaşa verip aradan dört doları çalmak gibi bir “devletlû çapulculuk” mümkün değil. Çin’de mümkün olabilir ama HK’da asla. Maazallah, adamı hapiste çürütürler…
HK hizmet sektörünün bankalardan sonraki en azman bileşeni inşaat firmaları (üretim sektörü yok. Çin’e taşındılar). Öyle bir inşaat faaliyeti ki, hafriyatla denizi doldura doldura ve üstüne bina dike dike şehri en az yüzde on büyüttüler. Sadece finans, ticaret ve inşaata dayalı HK ekonomisini canlı tutmak ve büyüme için eldeki en kullanışlı araç inşaat. Bence, köprü projesinin belki ilk belki de ikinci nedeni işte bu gerçek.

Artık hepimizin bildiği gibi, kaynakları inşaatla çarçur etmek (1) borçları şişirerek ülkeyi bir krize sürükleyebilir ve (2) sanayiyi nefessiz bırakabilir. HK, finans kapitalin dünyadaki birkaç üssünden biri olduğu için kaynak diye bir sorun yok. Bütün dünyanın parası HK’a akıyor. O kadar çok paraları var ki, “çok vergi toplanıyor ve harcayacak yer bulamıyoruz” diye vergi oranını düşüren bir yerden söz ediyorum. Üstelik burada yılda bir kez ödenen bir tek vergi var: Gelir vergisi. Yani tek vergi türü, tek vergi oranı, tek hesap yöntemi, tek ödeme şekli. Bu da bizim Rabia; ama bu refah sunan bir Rabia…

KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

Felç - ONUR BEHRAMOĞLU

Aziz Nesin, 1995 yılındaki bir telefon konuşmalarında, amcama, “Vatanımız bok içinde ve daha da çok boka gitmekte. Ama marifet, güllük gülistanlık vatan için değil, bok içindeki vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır. Neden? Çünkü bizim vatanımızdır da ondan” demişti.


Babam yetmiş beş yaş eşiğinde bastıran felç atağını hasarsız atlatınca, büyük yazar, büyük mücadele adamı, büyük romantik Aziz Nesin’in -amcam Ataol Behramoğlu’nun ‘Aziz Nesin’li Anılar’ kitabında okuduğum- 23 Temmuz 1984 tarihli mektubunu hatırladım: “O sıra, geceli gündüzlü, Aydınlar Dilekçesi işiyle uğraşıyordum. Daha sonra inme inince, bu girişim aksadı, gecikti. İnme inmesinin başlıca nedeni, o toplantıda açıkladığımız ülkemizin acıklı durumu ve aydın olarak düştüğümüz onursuzluktan kurtulma yolları aramaktı. Karar verdim, bir hafta dayanacaktım, bir gelişme olmazsa kendimi öldürecektim. Çok ‘anti Aziz’ bir hastalıktı çünkü. Ama yirmi dört saat sonra sağ ayak parmağım oynayınca, ölümü yeneceğimi anladım. Çünkü bu dünyaya serçe parmağımızın ucuyla bile dokunabiliyorsak, ne olursa olsun, yaşamayı sürdüreceğiz.”

Çok ‘anti Behramoğlu’ bir hastalığın atlatılmasının sevinciyle okuduğum satırlar, babamın ve gençlik yılları fırtınalı geçmiş bütün bir ilerici-devrimci kuşağın durumunu da başka gözle görmemi sağladı. O kuşağa seslendiği 1961’deki bir konferansına, “Türkiye’nin durumu efca, yani fecinin fecisi” diye başlayan Aziz Nesin, 1995 yılındaki bir telefon konuşmalarında, amcama, “Vatanımız bok içinde ve daha da çok boka gitmekte. Ama marifet, güllük gülistanlık vatan için değil, bok içindeki vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır. 
Neden? 
Çünkü bizim vatanımızdır da ondan” demişti. Salt bireysel-fizyolojik rahatsızlıklar değil, ülkemizin acıklı durumu ve onun için bir şeyler yapamama duygusu da tetikliyordu felci, boyun eğmemeyi onur meselesi sayan insanların gövdelerinden başka bir elektrik geçiyordu, birdenbire anladım.

Sözün tam burasında: “İlk bulutu, ilk kuşu senin ufkunda tanıdıysam / Bağrında kırlarının geçtiyse çocukluğum / Dostluğu, özlemi, aşkı senin dilinde yoğurduysam / Acıların da acılarımdır sevgili yurdum.” Türkiye’nin durumu efca iken Kadıköy’de bir tiyatroda oynanmakta olan oyunu fanatik bir güruhun saldırısına uğradığında, gazoz şişesinin dip kısmını masada parçalayarak elde ettiği ‘silah’la tiyatronun kantininde Aziz Nesin’i korumaya alan Nihat Behram’ın dizeleri de, “Türkiye için bir şeyler yapabilmeye çalışacağız, daima” diyor bana. 

Yine bir mektubunda, “Sokrates ölümü göze almalıydı ve ölmeyi seçti, ama Galile yaşamayı göze almalıydı ve yaşamayı seçti” diyen Aziz Nesin’in ışığında soruyorum kendime: Sokrates miyim, Galile mi? Sokrates değilsem, Galile olmak için ne yapmaktayım, “yaşamayı göze almak ve yaşamayı seçmek” ne demek? 70’inde yazdığı bir mektupta, “Yetmiş Yaşım Merhaba kitabım için tek eleştiri çıkmadı. Sanki öteki kitaplarım için çıkmış mıydı? Gerçekten bu bana karşı güdülen yok saymayı hiç anlamıyorum. Aslında anlıyorum da, anlamış olmaktan utanıyorum” diyen Aziz Nesin’i utandıran şeyden utanıyorum önce, bir yerden başlayacaksam utançtan başlıyorum.

“Kendi değerlerini yok etmeyen, yemeyen devlet. İşte Batı’da -hiç olmazsa- bu var” diyen Nesin, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Sanat Günleri’nin ilkine katıldığında oradaydım. Sahnedeki unutulmaz konuşmasında, sadece halkın çoğunluğunun değil devletin de aptal olduğunu söylerken, ömrü boyunca maruz kaldığı baskılardan, ayıplardan, alçaklıklardan söz ediyordu aslında. ‘Zübük’ler her daim devletli, her devirde baş köşeye kurulmuş; biz neredeyiz, ne yapmaktayız peki? “Kabahat senin -demeye de dilim varmıyor ama-” 

Akrep gibisin, serçe gibisin, midye gibisin, sönmüş bir yanardağ ağzı gibisin, koyun gibisin, dünyanın en tuhaf mahlukusun (hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf) diye sayıp döküyordu Nâzım ne olduğumuzu ya, “Sokrates gibisin, Galile gibisin” diyeceğimiz insanı, o halimizi, öyle olmayı özlüyorum ben. Özlüyorum da ne mi yapıyorum? “Düşün Yayınevi’nden son olarak Resul Hamzatov’un ‘Benim Dağıstanım’ adlı kitabı çıktı. Nefis bir kitap” diyor 9 Haziran 1985 tarihli mektubunda Aziz Nesin, ben de gidip kitabı bulmuştum sahafta yıllar evvel, o kitabı okuyorum bugün örneğin. Şimdi yok olup gitsem, kitaplığımda o kitabın neden Aziz Nesin kitaplarıyla yan yana durduğunu kimse anlayamayacak olsa da yaşamayı göze alıyor, iyiyi-güzeli-aydınlık olanı büyütüp yaşatmayı, duygumu-düşüncemi devrimci bir gazetede yayımlayarak paylaşmayı seçiyorum. 

Bu yazıyı tasarlarken Aral Gölü ile ilgili bir belgesel çıkıyor karşıma. Kıymetleri bilinmeden yitip giden değerlerimiz ve kıymeti bilinmeden yok edilen Aral Gölü zihnimde birleşip imgesel yoğunluğa erişirlerken, belgeselde konuşan Kazakistanlı bir yurttaş, “Dağıstanlı Resul’ün sözlerini hatırla” diyor, “Sen geçmişe tabancayla ateş edersen, gelecek sana topla hücum eder.” Aziz Nesin olmasaydı, bu cümledeki Dağıstanlı Resul’ü fark etmeyecek, duymayacaktım bile. Yaşamayı seçtim madem, Aziz Bey’den devraldığım mirası son nefesime kadar koruyup yeni nesillere aktarmayı, bu uğurda aydınlanma neferi olmayı, gericiliğe karşı kavgayı seçiyorum. Gelecek, çocuklarımıza hücum etmesin diye…

Felcin sebebi, bizi biz yapan her şeyin yağmalanıp, belleğimizi oluşturan insanlarla mekânların üzerinden silindirle geçilmesi. Bu dünyaya serçe parmağımın ucuyla değil on parmağımla dokunabiliyorken uyumamayı seçiyorum öyleyse, memleketimin halini oturup yazmayı, Melih Cevdet’in ‘Telgrafhane’sindeki gibi durmadan sesler alıp sesler vermeyi. Dağıstanlı şair, “Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yürekten dostluk nedir bilmeyenler için dağlarda, ‘Saçları ağarana dek yaşadı ama dünyaya gelmedi’ derler” diyor ya, doğmayı seçiyorum ben, dünyaya gelmeyi, insan olmayı.

ONUR BEHRAMOĞLU / BİRGÜN

Kriz ve sol - ÖNDER İŞLEYEN

2001 krizinde tepkiler devrimci bir doğrultuda kanalize edilemediği noktada siyasal İslam’ın iktidarı gündeme gelmişti, bugün de krizin faşizmin manivelası olmasının önüne geçmek, ancak toplumsal alanda barikat oluşturmakla mümkün.


Ekonomik kriz, ABD ile gerilim gölgesinde derinleşmeye devam ediyor. Öte yandan ekonomik kriz bölgesel ve uluslararası bağlamlardaki krizlerle iç içe geçerek karmaşık bir biçim de alıyor. Bu karmaşa içinde muhalefet de ciddi bir kafa karışıklığı ortaya çıkıyor. Böylesi bir durumda doların dalgalanmasına bağlı yükselen ve düşen nutuklar-gösteriler eşliğinde ülke tarihinin en büyük krizi –iktidarın yelkenlerini doldurarak- yaşanmaya devam ediyor!

                                                             •

Ekonomik krizle iç içe geçen hatta onun üzerini örten temel nokta, Ortadoğu bağlamındaki gelişmeler. Suriye’de siyasi geçiş dönemine (ülkenin paylaşımına) ilişkin görüşler etrafında bir gerilim hattı oluşuyor. Türkiye, uzun zamandır Suriye’de İdlib merkezli İslamcı bir iktidar alanını koruma ile Kürt inisiyatifinin sınırlanmasını temel alan bir askeri-politik çizgi izliyor. Burada da ABD-Rusya dengesi içinde taktik hamlelerle güç oluşturmaya çalışıyor. ABD ile bugün Rahip Brunson üzerinden gelişen yaptırımlarla ekonomik bir görünüm kazanan gerilimin arkasında Suriye ile birlikte İran’a uzanan Ortadoğu merkezli bu gerilimler var. Emperyalist kampın iç çelişkileri olarak gerçekleşen, dünyadaki yeni güç dengeleri nedeniyle de çatallaşan bu tablo durumu daha karmaşık hale getiriyor. Bu çelişkiler etrafında saflaşma yanlış biçimde Anti-Amerikancılık olarak da gündeme getirilebiliyor. 

                                                            •

Ekonomik krizin bu gerilimin gölgesi altına sokulması ve bu eksende hem Erdoğan hem de Trump’ın iç siyaset ihtiyacı çerçevesinde köpürtülmesi, yaşananları ABD-Türkiye arasındaki bir mücadele eksenine sıkıştırıyor. AKP, 15 Temmuz sonrasında tüm kritik noktalarda yığınağını tam da bu noktada, ‘dış mihraklara karşı mücadele’ eksenine yaptı. Bu hem içerde milliyetçi reaksiyonu yükselten hem de büyük güçlere meydan okuyan ‘güçlü lider ve güçlü ülke’ imajını de kuvvetlendiren bir durum olarak bugün de etkili bir propaganda yöntemi olarak işliyor. 24 Haziran baskın seçim kararı ve seçimlerin gerçekleşme biçimine bakıldığında da iktidar blokunun hem Suriye’deki çözüme ilerleyen sürecin oluşturduğu gerilimler hem de ekonomik krizin yaratacağı sonuçlar karşısında hazırlıklı –ve kemikleşmiş biçimde- bu sürece girmiş görünüyor. 

Bu gelişmeler karşısında muhalefet cephesinden de ciddi bir kafa karışıklığının oluştuğu ortada. Bir kesim bu süreci anti-emperyalist mücadele ekseninde ele alarak, iktidar destekçiliği çağrısı yapıyor. İYİ Parti ve CHP’nin de ‘milli mesele’ söylemiyle iktidar saflarında yer alıyor. Bu tablo karşısında, muhalefetin ‘normal piyasa düzenine dönüş’ –bir tür Dervişçilik yaparak- etkili olmasının da mümkün olmadığı koşullarda muhalefet kulvarı neredeyse tümüyle boş kalıyor. Burada üzerinde durulması gereken asıl faktör, iktidarı zayıflatması beklenilen ekonomik krizin şu aşamada iktidarın yelkenlerini doldurmaya devam etmesi karşısında muhalefet hareketinin nasıl konumlanması gerektiği sorusudur.

Bu noktada tam da 2001 krizinden farklı olarak, ekonomik kriz ortamına girilirken iktidar blokunun bütünleşik kalmaya devam ettiği, bu anlamda da krizin iktidarı yıpratmak bir yana, faşizmin kitle desteğini kemikleştirecek bir etki yaratma ihtimalinin de görüldüğü bir evredeyiz. Toplumda ekonomik krize karşı ‘sahte dolar yakma’ vb absürd görünen tepkiler bir yana ‘dış mihraklar’ algısı etrafında ciddi bir reaksiyonun oluşmaya başladığı görülüyor. Medya propagandası eşliğinde oluşturulan ABD’ye meydan okuma ruh hali içinde, iktidara kenetlenme üzerinden yeni bir milli-gayri milli ekseni adım adım kuruluyor. Bu durum protestoların absürdlüğüne bakılarak geçiştirilmeyecek bir kitlesel ruh hali ve krizi algılama biçimi olarak üzerine düşünülmesi gereken bir nokta.

                                                            •

Bu tablo karşısında muhalifler, siyasal İslam’ın gerçek anlamda anti-emperyalist olamayacağını anlatarak ya da bu ekonomideki bataktan yeni bir iktidar krizi bekleyerek bugünkü seyirci durumunu değiştiremez. Daha ötesine gidilirse, (özellikle de sosyal medyadaki tepkilere bakıldığında) muhaliflerin, kendi kabuklarına doğru çekilerek, AKP›ye oy verenlere öfke içinde ‘daha beterine çağrı’ yaptığı bir kriz sevici pozisyona büründüğünü aynı zamanda ABD karşısında bir hayırhah tutum içine sürüklendiği de görülüyor. 24 Haziran sonrasının karamsar iklimi altında şekillenen bu tutumlar bir protesto-gösteri ile ya da şimdi de yerel seçimler var diyerek aşılabilecek bir durum olarak görülmemeli. Bu ancak yeni bir muhalif hareketlilik içinde aşılabilir. Daha ötesinde bu kriz karşısında sol bir seçeneğin yaratılmasını da mümkün kılacak, bugün bunu mayalandıracak adımlar atılarak gerçek bir hareketlenmenin imkanlarını çoğaltabiliriz. 

                                                             •

Türkiye’nin krizden çıkışına ilişkin farklı görüşlerin tartışıldığı bir noktada değiliz. Bugün, iktidarın belirlediği sınırlar henüz aşılabilmiş değil. Ancak, ülke tarihinin yaşanan en büyük ekonomik krizlerinden birisinin ortaya çıkardığı sonuçların üzerinin uzun süre bu şekilde örtülebilmesi hiç de kolay olmayacaktır. Bugünkü köpük ortadan kalktığında, iktidarın kriz karşısında şimdiden sermayeyi kurtarma planları etrafında başvurduğu çözümlerle birlikte, özellikle de yoksul-emekçi halkı kontrol mekanizması olarak hayata geçirdiği sosyal yardımların sınırlanmaya başlaması, hayat pahalılığı ve işsizliğin derinleşmesi toplumsal bir kaynamayı gündeme getirecektir. İktidarın, ideolojik aygıtları ve yeni baskı mekanizmalarıyla birlikte kontrol altına almaya çalışacağı bu kaynama durumuna solun etkili bir çözüm gücü olabilmesi, bugün doğru siyasetlerle doğru yerde mevzilenmesine bağladır.

Bunun başlangıcı da krizin üzerine örtülen gölge üzerinden tartışmak yerine ekonomideki baş aşağı gidişte iktidarın sorumluluklarını ortaya koyarak, bunu topluma anlatacak kanallarımızı daha etkili kılmak ve çoğaltmaktır. Her gün her şeye yeni zamların geldiği, alım gücünün bir kaç haftada yerlere çakıldığı, üreticinin ürettiğini satamadığı... Özetle emekçi halkın krizi her gün hayatında yaşamaya başladığı bir noktada bunları dert eden, bunları politikleştiren ve bu eksende toplumun sorunlarına yanıt verecek adımlarla başlanarak daha ileriye yürünebilir. Solun uzun vadede kriz karşısında seçenek olabilmesi bugün iktidarın sorumluluklarını ortaya koyabildiği ve toplumun sorunlarına yanıt verecek direniş-dayanışma ağlarını kurarak, alternatifler oluşturmaya başladığı oranda gerçek olacaktır. 2001 krizinde tepkiler devrimci bir doğrultuda kanalize edilemediği noktada siyasal İslam’ın iktidarı gündeme gelmişti, bugün de krizin faşizmin manivelası olmasının önüne geçmek, ancak toplumsal alanda barikat oluşturmakla mümkün.

Ama tüm bunları başarmak önce bu ülkenin emekçi, yoksul ve güzel insanlarına inanmak ve onları sevmekle mümkün...

Önder İşleyen / BİRGÜN

Erkek egemen dünyayla dalgasını geçenler… Eşit oy hakkı için yemek tarifleri - MUSTAFA K. ERDEMOL

Eşit oy hakkı için mücadele veren kadınlar, mutfaklara mücadelelerinin kavramlarını yemek tarifleriyle de soktular.

“Kadınların oy kullanma hakkı” olarak bilinir Suffraget sözcüğü. Latince’de “oy” anlamına gelen ''suffragium''dan türetilmiştir. Ancak “acı çekmek” anlamını taşıyan İngilizce Suffer ile de birleştirildiğinden çift anlam kazanmıştır.
Suffraget Hareketi 1830’lu yıllarda başlayan, 1903’te doruğa çıkan bir hak arama mücadelesinin adıdır. Uzun, trajik bir mücadeledir ama sonunda kadınların başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede oy ve seçme, seçilme hakkı kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

Tabii ki kolay olmadı kadınların oy hakkını talep etmeleri. Öncülerinin önlerine ne tür engeller çıkarıldığını öğrenmek isteyen Christabel Pankhurst ile oy hakkı hareketinin sesini duyurmak için kendini İngiltere Kralı’nın atının önüne atarak feda eden Emily Davison’un hayatını okumalı.

Suffrageisler, erkeklerle eşit haklara sahip olmak için ortaya çıktıkları dönemde kimsenin yapmaya kolay kolay cesaret edemeyeceği eylemler gerçekleştirdiler. Bunların arasında ilk kez 1911’de başladıkları kundaklama eylemleri de vardır. Polisle çatışmaya girmek de o dönem cesaret isteyen bir eylemdi ki bu kadınlar bunu da yaptılar, korkmadan hem de. Atıldıkları hapishanelerde de sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştirdiler. Zapt edilmez, korkusuz kadınlardı.

Yemek Kitabı ile de
Egemen erkek baskısına karşı, onların anladığı dilden mücadele eden bu yürekli kadınların, kendilerini mutfağa layık gören erkeklerle adeta dalgalarını geçtikleri bir mücadele silahı daha vardır: Yemek Kitabı.

Suffrageisler bu kitaplarda siyasi hicvin en güzel örneklerini, yemek tarifi olarak yayımladılar. Yayımlandığında çok sayıda satılan bu kitaplar kadın mücadelesi için ciddi bir mali kaynak da oluşturdu. Bu yemek kitaplarının belki de en büyüleyici olanı 1915'te ABD’nin Pittsburgh kentinde basıldı: The Suffrage Cook Book. Neler yoktu ki içinde; gırgır yemek tarifleri, tiye alınan (genellikle politik) şahsiyetler, komik fotoğraflar, mücadelenin özüne uygun sos adları. Harika bir “yemek” kitabıdır gerçekten. Tabii bazı tariflerle yemek yapılır mıydı emin değilim. Örneğin şu tariften bir yemek çıkabilir mi sizce?

“Suffragists’in Kuşkucu Kocası İçin Turta”
Malzemeler:1 kilo İnsan evladı sütü, savaş, beyaz köleciliği, çocuk işçiliği, 8 milyon çalışan kadın, kötü yollar, zehirli su, bozuk gıda. Yapılışı. Hepsini kadife eldiven kullanarak karıştırın. Üstte kalanların hızla ekşime ihtimaline karşı özenli davranın.”
Malzemelerin tümü kadınların karşı oldukları sorunlardan oluşuyor. Kayıtsız, bencil, vahşi erkeklerin midelerine layık görülen bu “malzemeler” bir toplumu çürüten, mahveden sorunlardır. Aslında ses çıkarmayarak, kabullenerek her gün yediği “menü” budur erkeklerin. Dönemin ne kadar sosyal sorunu, ne kadar tabusu varsa hepsi yemek adıdır: “Kızlık Zarı Keki”, “Annelerin Seçim Pastaları”, "Suffaret Salata Sosu", "Suffie Melek Keki", "Parlamento Zencefilliçöreği”.
Tabii ciddi yemek tarifleri de vardır bu kitapta. Lezzetli tarifler. Kitabı derleyip yayımlayan L.O. Kleber adlı bir suffraget. Pittsburgh'un oy kullanma hakkı hareketinin az bilinen bir üyesidir aslında. Kitabı hazırlarken İngiltere ve ABD'deki oy hakkı hareketini destekleyen önde gelen kadınlarla, erkeklerle, kadınların oy kampanyalarını desteklemek için para toplamak amacıyla katkı sunmak isteyen çok sayıda kişiyle görüştü Kleber. Bunlar arasında 1931’de Nobel Barış Ödülü'nü kazanan ikinci kadın olan Jane Addams ile ileride ABD Çocuk Bürosu'na başkanlık edecek ilk kadın Julia Lathrop da vardır. Kitabın yayınlanma amacı Suffraget hareketine para toplamaktır. Kleber, kitabın önsözünde “insan midesine neyin sokulduğu ciddi bir mesele olduğu için, okuyucularımın bu kitapta yer alan her şeyi güvenli bir şekilde yiyebileceğini söylemenin gereğini hissediyorum” diye yazıyor. Kleber’in kitabında gerçekten ironi dolu tarifler mevcut. Ataerkillik eleştirisiyle dolu bir kitaptır bu. Politik liderlerden alıntılar da vardır. Yemek tariflerini yazanların hemen hepsi ise kadınlara oy hakkı hareketinin mensubu kadınlardır bu arada.

Öncesi de var
Bundan önce de yazılmış, yardım toplama amaçlı az sayıda yemek kitabı vardı ABD’de. 1886–1920 yılları arasındaki yemek kitaplarının sayısı yarım düzineyi geçmez. Bu kitaplar savaş kurbanlarına ya da kiliselere para toplamak için basılmış kitaplardı.

Ama kadın hakları için mücadele eden kadınların çıkardıkları yemek kitaplarına da rastlanıyordu. Bu kitaplar “iyi yemek pişirme ile oy kullanma el ele” sloganı ile dağıtılıyordu. İyi bir taktik olduğu kuşkusuz. Herkesin mutfağına giriyor, hayatında dışarıyla ilgilenmemiş kadınlar oy hakkı için verilen mücadelenin “kavramlarıyla” okudukları bu yemek tariflerinde karşılaşıyorlardı.:

13 Aralık 1886'da, Amerika'nın ilk büyük kadın hakları yemek kitabı The Woman's Suffrage Cook Book, Boston Müzik Salonu'nda satışa sunuldu. Salonda Massachusetts Kadın Derneği’nin sloganını taşıyan beyaz bir bayrak asılıydı. Katılımcılar arasında gelecekte Concorde kentinde oy kullanan ilk kadın olacak olan romancı Louisa May Alcott da vardı. Kitap kadınların büyük destekçisi Jack London’a da yollanmıştı.

Yani kadınlar kendilerini sadece mutfağa layık gören egemen erkek anlayışıyla yemek tarifleri kitabı yazarak dalga geçtiler.

Gerry Adams da yazıyor
Onların bu mücadele yöntemi günümüzde kimilerine ilham kaynağı oldu. Örneğin İngiltere’de İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı Sinn Fein partisinin eski lideri Gerry Adams da bir yemek kitabı yazıyor şimdilerde.

                      Gerry Adams İrlanda mücadele isimlerinden bir tanesi

Adams önemli bir İrlandalı politik figür. Yıllarca İngiliz makamlarıyla İrlanda sorunu konusunda görüşmeler yaptı, heyetlere başkanlık etti. Kitabının adı bu özelliklerine uygun bir ad: Müzakerecinin Yemek Kitabı.

“İrlanda barış sürecinin en iyi korunan sırrını içerecek” diyor kitabı için Adams. Yemek tariflerini de görüşmeler yaparken İngilizlerin asla kendilerine sunmadıkları yemekleri düşünerek hazırladığını da belirtiyor.

Politik ya da hak arama mücadelelerinin onlarca yönteminden biri de bu olabilmiş pekala. Adams’ınki nasıl bir kitap olacak bilemem ama İngilizlere olan düşüncelerini yemek adlarından da kolayca anlayacağız yayınlandığında. Uzun yazılar, kalın kitaplar okumaktan kaçınanlar hiç değilse yemek tariflerinde görsün kimi sorunların varlığını.

Peki Cumartesi Anneleri böyle bir yemek kitabı hazırlasalardı hangi tariflere yer verirlerdi? Kayıp çocuklarının en sevdiği yemeklerin tariflerine kuşkusuz. Kayıplarından sonra asla onlarsız yemedikleri yemeklerin tariflerine yani.

Hazırlanmalı böyle bir kitap ve her eve sokulmalı. Kayıp evlat acısı bir de böyle “tarif” edilmeli duyarsız olanlara.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Başkomutan kim? - CAHİT ARMAĞAN DİLEK

Türkiye'yi yöneten iktidarın geçmiş 16 yılda sıkça kullandığı söylemlerden biri "devletin ve geçmişteki hükümetlerin inkarcı politikalarını reddediyoruz" olmuştur.

Ama yaşananlar tam tersi. Kanlarıyla canlarıyla fikirleriyle milli tarihimizi bizzat yazanlar, masa başında kahvehane köşelerinde tarih yazanlar tarafından tarihten silinmeye çalışılıyor. Listesinin başında ATATÜRK geliyor.

İktidarın özellikle son 5-6 yılda artan bir şekilde Atatürk'ü ve yaptıklarını görmezden gelen, adını anmaktan kaçan yani Atatürk'ü inkar eden bir söylem içinde oldukları görülüyor. Bunun en sık rastlananı Atatürk'ten bahsetmek zorunda kalındığında Atatürk demeyip "Gazi" veya "Mustafa Kemal"  veya "Gazi Mustafa Kemal" denilmesidir.

Bunu yaparak hem Kurtuluş Savaşı dönemiyle Türkiye Cumhuriyeti dönemlerini birbirinden ayırıyorlar hem de Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal Atatürk'ü kabullenmedikleri mesajını veriyorlar. Ayrıca sanki Gazi Mustafa Kemal ile Atatürk farklı iki kişiymiş algısı yaratıp Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk gerçeğinin üstünü örtmek istiyorlar.


Oysa O;
"Ben askerliğin her şeyden ziyade sanatkarlığını severim" diyerek askerlik sanatının harp tarihindeki en usta uygulayıcısı Mareşal Mustafa Kemal,

"Size ben saldırı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!... Düşmandan kaçılmaz... Cephaneniz yoksa süngünüz var. Süngü tak ve yere yat!" emirleriyle Çanakkale savaşıyla özdeşleşen Anafartalar kahramanı Yarbay Mustafa Kemal,

Bağımsızlık ateşinin yakıldığı Samsun'a çıkan, sonrasındaki kongreler sürecini yöneten ancak bu dönemlerin tarihi anlatılırken ismi anılmayan Mustafa Kemal Paşa,

"Komutan, yaratan demektir... Komutanlar, astlarından yüksek ve bilgili olmalıdırlar... Komutanların en büyük cesareti, sorumluluktan korkmamalarıdır... Eksiksiz bir komutanı oluşturan şey, eksiksiz ahlâktır... Vatandaş bilmelidir ki, ordu ne kadar önemli ise, onun başına geçirilecek olan millî başkomutan da başarı için, en aşağı o kadar önemlidir... Komutanlar, askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken beynini siyasal düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar..." diyen Türk milletinin ebedi Başkomutanı Atatürk,

Tarihte ilk ve tek olmak üzere, çıkarılan kanunla Meclisin kendi yetkisindeki Başkomutanlık yetkisi ve unvanını verdiği, meydan savaşları yöneten ve kazanan, TBMM tarihi anlatılırken hiç olmamış sayılan ilk başkanı Mustafa Kemal Paşa,

"Meydan savaşı, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır... Bir milletin alın yazısını olumlu ve olumsuz olarak belirleyen, meydan savaşlarıdır..."  diyen Sakarya Meydan Savaşını yönetip kazanan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa,
Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen Büyük Taarruzu yöneten, sevk ve idare ettiği Türk Ordusuyla Büyük Zafere ulaştıran aynı zamanda Meclis Başkanı ve Başkomutan olan Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa,

Ağustos 2018'e gelindiğinde TSK'nın resmi sosyal medya hesabında "Büyük Zafere Adım Adım" başlıklı 30 saniyelik videoda adı ve görüntüsüne yer verilmeyen Büyük Zaferin Başkomutanı Atatürk,

Muhtemelen gelen tepkilerden sonra bu sefer "Malazgirt'ten Kocatepe'ye… Ya İstiklâl Ya Ölüm" başlıklı 40 saniyelik videoda "Ya İstiklal Ya Ölüm" sözünün altındaki imzasıyla birlikte çok kısa görüntüsüne yer verilen Atatürk.

İşte Türk tarihinden silinmeye çalışılan Ata Türk. Ama gücünüz yetmeyecek!
TSK'nın son videosunda savaşın adı bile kullanılmamış, Başkomutanlık Meydan Muharebesi denilememiş! Bu arada, Büyük Taarruz'u anlatacak sözü de "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" olmalıydı.

Anayasa gereği savaş zamanı Başkomutanlık görevini üstlenecek Genelkurmay Başkanının karargahının aklı başka yerde ki ebedi Başkomutanına ve onun adının verildiği savaşın anlam ve önemine odaklanamamış.

GENELKURMAY da siyasi iktidarın "Atatürk ve yaptıklarının karşısına başka şeyler çıkarıp halkı seçime zorlama" stratejisini benimsemiş görünüyor. Malazgirt, İstanbul'un fethi, Çanakkale, Dumlupınar, Büyük Zafer hepsi bizim. Tercihe zorlamak tarihe, vicdana ihanettir.
"2200 yıllık devlet, 1400 yıllık medeniyet" diyenlerin aksine zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk Ordusuna fiilen Başkomutanlık yapmış, meydan savaşları kazanmış, en büyük eserim dediği ebediyete kadar payidar kalacak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ATATÜRK Kurtuluş Savaşının ve Türk milletinin tek ve ebedi BAŞKOMUTAN'ıdır.

O'nun haricindekilerin Başkomutanlığı sadece temsilidir. Anayasa öyle diyor!


CAHİT ARMAĞAN DİLEK / YENİÇAĞ

İdlib’de sona doğru ve AKP’nin çaresizliği - ERHAN NALÇACI

Bayramdan sonra İdlib’de kıyametin kopacağı anlaşılıyor.

Suriye ordusu güneyde beklenmedik bir hızla cihatçıları yenilgiye uğrattıktan sonra kuzeye, Türkiye’nin komşusu İdlib’e yöneldi, askeri birliklerini ağır silahlarla birlikte taşıdı. Son birkaç sene içinde, özellikle Rusya’nın doğrudan savaşa katılmasıyla, kurtarılan bölgelerdeki cihatçıların İdlib’e geçmesine izin verilmişti. Bu nedenle yüz bin civarında cihatçı militanı barındıran İdlib irin dolu bir apseyi andırıyor, tıpçılar bilirler, apse boşatılmadan hasta iyileşmez. Suriye devleti ve müttefikleri için İdlib operasyonu tam anlamıyla bir apse boşaltma ameliyatına döndü.

İdlib ayrıca önemli.
Bir kere Suriye komplosu İdlib’de başladı, cihatçıların çoğunluğu Suriye’ye İdlib üzerinden sokuldu ve silah yardımı aldılar. Halep, Lazkiye ve Şam arasında çok önemli bir kesişme noktası üzerinde kaldığı için ekonomik ve askeri açıdan stratejik bir öneme sahip. Buradan saldırılar düzenlemeye devam ediyorlar.

Öte yandan İdlib’in düşmesi durumunda cihatçıların kontrol ettiği hemen hiçbir bölge kalmayacak, ABD’nin işgal ettiği alanın dışında Suriye savaşı büyük ölçüde bitecek gibi gözüküyor.

Tam bu aşamada ABD, İngiltere ve Fransa eğer Suriye ordusu kimyasal silah kullanırsa şiddetli bir şekilde karşılık vereceklerini bildirdi.
Aslında şunu söylemek istiyorlar:
“Biz, emperyalist dünyanın üç gangster devleti, Suriye komplosunu kurduk, işlettik, taşeron devletler aracılığıyla bir iç savaş yarattık, cihatçıları dünyanın her yerinden buraya taşıttık, besledik. Eğer Rusya müdahale etmeseydi, çoktan toz toprak içinde kalmış Suriye’yi paylaşmıştık.
Kritik anlarda yaptığımız gibi kimyasal silah yalanına bir kez daha başvuruyoruz, bu yalanı kimin yutup kimin yutmadığı önemli değil. İdlib düşerse, Suriye’de hareket etme alanımız kalmayacak.
Şimdi bir kimyasal silah komplosu oluşturup, Suriye’nin kuzeyi için uçuşa yasak bölge yaratmanın zamanı gibi gözüküyor.”

Aslında ABD ve müttefikleri Suriye yenilgisini kabullendiler ve sadece zorluk çıkarmak için mi bu açıklamayı yaptılar, yoksa Rusya ile erken bir kapışmayı göze alabilecekler mi, göreceğiz.

Ama hali en yaman olan Türkiye!

Türkiye sermayesi en başından beri komplonun içindeydi, ama basit bir taşeron devlet olarak değil, kendilerine ait bir hegemonya alanı yaratmak için hareket ettiler. Şimdi, bu utanca bulaştıktan yedi sene sonra ellerinde hiçbir şey kalmama olasılığı çok kuvvetli. Bir yandan iktisadi kriz nedeniyle ABD emperyalizmiyle uzlaşma yolları arıyor, bir yandan Astana’da Suriye hakkında söz sahibi olmak için koltuklarını kaybetmek istemiyorlar.
Bir yandan İdlib’deki bazı cihatçıları kontrol altında tutuyorlar ama bir yandan da önemli ölçüde kontrolü kaybetmiş gözüküyorlar. Grupların bir kısmı hükümetin Rusya ve İran ile flörtü nedeniyle Türkiye’yi karşısına almış durumda.

İktisadi krizden çıkmak için Rusya ile anlaşmalar yapıyorlar, iş ticaretin ulusal para birimleri üzerinden yürütülmesine kadar geldi, ama şu İdlib!

Dışişleri ve Savunma Bakanları, MİT başkanı, hep birlikte Moskova’daydılar. Basın açıklamasında Çavuşoğlu, Rusya ile muhteşem bir şekilde gelişen dostluğa vurgu yaptı ama iş İdlib’e gelince karından konuşmaya başladı. Söylediği “askeri harekâtın bir felaket olacağı”. Türkiye’ye göç, siviller... Başka çözümler öneriyor. Yani apseye merhem!
AKP hükümeti tam bir açmaz ile karşı karşıya.

Bir hafta içinde sürecin nereye gideceği oldukça netleşmiş olacaktır. Türkiye’de sermaye sınıfının karşı karşıya kaldığı çok yönlü krizin bu boyutunu dikkatle izleyelim.

Erhan Nalçacı / SOL

Sinop’tan Ötesi - Ayşe Şule Süzük

Taşra sanki  yeknesaklığına eşlik eden bir haset duygusuyla kararmış gibi gelir bana. Uzayıp giden uzak duygusu her şeye karşı onulmaz mesafeyi ve gıptayı beraberinde getirir sanki. Taşra izler, taşra gözler, taşra iç geçirir,  taşra uzansa bile tutamaz, elinden kayıp gider hayal edilenler. Bu uzaklık, bu atılmışlık, bu terk edilmişlik duygusu içinde, bir gün “seni yeneceğim İstanbul!” repliğinde olduğu gibi öfkeyi ve yetersizliği içinde barındırır. Benzemeye çalıştığına sürekli bir haset ve gıpta arası tanımlanamaz bir duyguyla bakar, haberdârdır ama gidemez, eremez, ulaşamaz. Yetersizlik ve tamamlanmamışlık, yarımlık ve bitmemişlik bir büyük köyün sınırları boyu,boynunu sıkar ha sıkar taşra insanının.
Yakın taşra, uzak taşra…
Kayıp duygusu, yas duygusu, kabuğunu kırmaya çalışıp da yetersizlikleriyle yüzleşememiş insanın kabuğundan bir gün ola ki çıkabilme tutkusu.

Hepimiz irice bir taşrayız belki. İçimizin poyrazlarını ve karanlıklarımızı el yordamıyla tanımlamaya çabalıyoruz.  Öyle olmalı irice taşralarda, hissedilen ölümüne sürgünlük duygusu.  Bu duygunun elle tutulur hali  sanki : Üç tarafı denizle çevrili Sinop Kalesi.
Evliya Çelebi, “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” diye yazmış. Azılı mahkûmlardan biri de zaman atlamasıyla Sabahattin Ali olacaktır. 1932 sonunda bir yıla yakın tutsak kaldığı kalede, yalçın kaleyi, denizin hırçın dalgalarını, rutubetin kemikleri takırdatan sinsiliğini ne güzel de dillendirmiş Hapishane Şarkısı’nda:
“Başın öne eğilmesin/
Aldırma gönül aldırma/
Ağladığın duyulmasın/
Aldırma gönül aldırma. 
Dışarda azgın dalgalar/
gelir duvarları yalar/
seni bu sesler oyalar/
aldırma gönül aldırma.”

Sinop Hapishanesi’ni gördüğümde, aslında şiirin kasveti, yalnızlığı, alacaklılığı nasıl da güzel geçirdiğini hissetmiştim. Sinop’ta mahkûm olanlar, bir de Sinoplu olanlar var elbet. Ahmet Muhip Dranas gibi. En sevdiğim şiiri Fahriye Abla değil yazık ki, sanırım içimi ışıltıyla, ışık tozlarıyla, tazelikle dolduran Serenad şiiri:
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,/
Işıklarla dolsun kalbimin içi./
Geldim işte mevsim gibi kapına/
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” diye tatlı tatlı devam eden şiir.

Sinop yukarıda sözünü ettiğim kaknem taşralılık havasına karşı berrak bir nehir duygusu uyandırıyor. Zorunluluktan taşralılığa mahkûmiyet değil, bir özgür seçim sanki. Mutluluk kenti imiş üstelik 2013 TÜİK araştırmasına göre. Az şey mi, bugüne süzülen posası bile yeter.

İşte bu şehir, Karadeniz’e minik bir oğlak başı gibi uzanan, üç tarafı deniz, körpecik balıkların çevrelediği işte bu Sinop, türlü yerel festivallerin dışında bir başka festival için yollara düzülmüş. 27-28 Ağustos tarihlerinde Ahmet Muhip Dranas’ı ölümünün 38. yılında anmak ve dahi yaşatmak üzere “Fahriye Abla Sizi Sinop’a Çağırıyor” başlıklı bir festivalin ilkini gerçekleştirecek Sinop sevdalıları. Hoş Fahriye Abla mevzusu az biraz karmaşıklık arz etse de, Sinop sokaklarının yeşil, şiir, balık, elbette palamut, ve tarih kokan dokusu ve ışıl ışıl mutluluk vadeden gizli cennetleri, doğrusu bu festivali izlenmeye değer kılıyor. Gideydik de göreydik. Sinop’u ve tarihini bir de Sinop sevdalılarından dinleyeydik. Taşralılığımız nefes alır, içimiz ışır, umudumuz artardı. Taşra deyip de geçmeyin, diyesimiz gelirdi. Memnun memnun başımızı sallar, hırçın dalgalara saçlarımızı verir, palamut’un, Dranas’ın ve taşranın tüm duyguları içinde oynaştıran öyküsünü bir bilenden dinlerdik.

Hey gidi Karadeniz!...

Ayşe Şule Süzük / SOL

Üniversitelilerin önceliği karınlarını doyurabilmek - MUSTAFA MERT BİLDİRCİN

Üniversite öğrencilerinin büyük bölümü ri evlere yüksek kiralar ödüyor. Kira ve faturalarını ödeyebilen öğrenciler, ellerinde kalan parayla karınlarını doyurmaya çalışıyor. Üniversite öğrencileri, “Önceliğimiz karnımızı doyurabilmek” diyor.

Üniversiteye geçişte bu yıl ilk kez uygulanan Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın (YKS) tercih sonuçlarının açıklanmasını bekleyen öğrenciler, barınma sorununu çözmeye çalışıyor. Ulaşım ve ev kiralarının yüksek olduğu illerde daha da hayati önem kazanan barınma problemini Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı yurtlarla aşmaya çalışan öğrencilerin büyük bölümü, yurtların kapasite yetersizliği nedeniyle yüksek kira bedelleriyle de olsa eve çıkmak zorunda kalıyor. Barınma sorununu bir şekilde çözen öğrenciler bu kez de hayat pahalılığıyla mücadele etmek zorunda bırakılıyor. BirGün’e konuşan üniversite öğrencileri, “Paramızı otobüse mi verelim, yoksa ekmek mi alalım diye düşündüğümüz günler oluyor” diyor.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde ikinci sınıf öğrencisi olan Merve Aşkın, devlet yurdu çıkmadığı için iki yıldır öğrenci evinde kalıyor. Ailesinin maddi durumunun iyi olmadığını belirten Aşkın, buna karşın burs imkânından yararlanamadığını, geri ödemeli öğrenim kredisi aldığını söylüyor. İki arkadaşıyla birlikte Kurtuluş semtinde bir dairede yaşayan Aşkın, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından verilen 470 lira kredinin yetersiz olduğunu ve okuldan arta kalan zamanlarda çalışmak zorunda olduğunu ifade ediyor.

“Güçlük çekiyoruz”
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımın öğrencileri de olumsuz etkilediğinin altını çizen Aşkın, maddi problemlerin öğrenim hayatını etkilediğini vurgulayarak şunları anlatıyor:

“Kiramız bin 150 lira. Faturalar ve gıda alışverişiyle birlikte evin masrafı bin 500 lirayı buluyor. Kişi başı 500 lira vermek zorundayız. Çoğu zaman faturaları ödedikten sonra alışveriş yapacak paramız kalmıyor. Karnımızı doyurmakta güçlük çekiyoruz. Otobüse vereceğimiz 1.75 TL cebimizde kalsın diye buradan Tandoğan’a kadar yürüyoruz. Yalnızca okula ve derslere odaklanarak insan gibi yaşamak mümkün değil. Okuldan sonra bir kafede garsonluk yapıyorum. O iş sayesinde biraz nefes alabiliyorum ama bu sefer de derslerim kötüye gidiyor. Sınav dönemi işten izin alamadığım zamanlarda yorgunluktan ders çalışamıyorum. Buraya okumaya mı geldim ev geçindirmeye mi belli değil.”

Gazi Üniversitesi Matematik bölümü ikinci sınıf öğrencisi Aykan Güneş de öğrenim hayatına devam etmekte güçlük çektiğini söylüyor. Üç arkadaşıyla birlikte Kolej semtindeki bir apartmanın kapıcı dairesinde kalan Güneş, okulu bırakmak zorunda kalabileceğini ifade ediyor. Ankara’ya geldiği ilk yıl Ulus’taki bir devlet yurdunda kaldığını anlatan Güneş, ders çalışamadığı için eve çıkmak zorunda kaldığını ancak işlerin istediği gibi gitmediğini şu sözlerle aktarıyor: “Yurtta sekiz kişilik odada kalıyordum. Sürekli bir gürültü, bir karışıklık… Ders çalışma salonu desen, adım atacak yer yok. Benimle aynı durumda olan bir arkadaşımla eve çıkmaya karar verdik. Kira 800 lira. Öğrenim kredisi ve ailemizden gelen 350’şer lira dışında gelirimiz yok. Faturaları ödeyemez duruma gelince bir kişi daha almaya karar verdik. Sonra, anne ve babası hayatta olmayan arkadaşımızı da misafir ettik. Ondan para talep etmiyoruz. İki oda bir salon evde dört kişi yaşamaya çalışıyoruz. Aç yattığımız geceler oluyor.”

Seda Gökçe de yurtta ders çalışamadığı için eve çıkmak zorunda kaldığını söylüyor. Öğrenimine Ankara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünde devam eden Gökçe, kaldığı KYK yurdundaki temizliğin yetersiz olduğunu ve yemeklerin kötü olduğunu belirtiyor. Ders çalışmak için gerekli olan sessiz ortamın yurtta sağlanamadığını ve iki yıl önce eve çıktığını ifade eden Gökçe, eline geçen paranın faturalar ve kiralar dışında hiçbir şeye yetmediğini anlatıyor.

“Giyecek alamıyoruz”
Demetevler’deki bir apartman dairesinin giriş katında arkadaşıyla birlikte kalan Gökçe, yeterli beslenemediğini, evin rutubeti nedeniyle bütün kışı hasta geçirdiğini söylüyor. Gökçe, annesinin maaşı olmadığını, babasının ise bin 800 lira emekli maaşı aldığını belirterek geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğunu ifade ediyor. Bir giyim firmasında yarı zamanlı kasiyerlik yaptığını anlatan Gökçe, maaşının 600 lira olduğunu ve tek geçim kaynadığının bu para olduğunu söylüyor. Bin liralık kirayı ödedikten sonra ellerinde kalan parayı, “Komik” olarak değerlendiren Gökçe, pahalılık nedeniyle eve alışveriş yapamadıklarını şu sözlerle anlatıyor:

“İstediğimiz şeyleri alamıyoruz. Markette elimizde hesap makinesiyle, her aldığımız şeyi hesaplayarak geziyoruz ki kasada, ‘Yetersiz bakiye’ uyarısıyla karşılaşmayalım. Yeterli beslenemediğim için demir eksikliği çıktı vücudumda. Annemle telefonda konuşurken ağlamamak için kendimi zor tutuyor, ‘İyiyim anne keyfim yerinde’ şeklinde geçiştiriyorum. Ev arkadaşım da aynı durumda. Üstümüze başımıza giyecek alamıyoruz. Dersleri falan da geçtik, uzun zamandır tek önceliğimiz karnımızı doyurabilmek. Kira, elektrik, su ve telefon faturalarımızı ödedikten sonra ekmek, makarna, su alabilecek paramız kalırsa bizden iyisi yok.”
                                                           ***
Talep kiraları artırıyor
KYK yurtlarının kapasite yetersizliği nedeniyle açıkta kalan öğrencileri en çok evlerin yüksek kira bedelleri zorluyor. Ev kiralarının birçok ile göre düşük olduğu Ankara’daki öğrenciler dahi kira ödemekte güçlük çekiyor. Ankara’da öğrenci evi kiraları 500 lira ila 2 bin lira arasında değişiyor. Öğrencilerden gelen yoğun talebin kiralık konut fiyatlarını yukarıya çektiğini belirten emlakçılar, kiraların bir önceki yıla göre en az yüzde 15 arttığını söylüyor.

MUSTAFA MERT BİLDİRCİN / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...