Tek yol sınıf mücadelesi - Kansu Yıldırım

Türkiye dahil, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki neoliberal otoriter ve faşizan yönetim tekniklerinin eşzamanlı yükselişi tesadüfi değildir. IMF’nin bir araştırmasına göre (2017), 1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözlenmiştir.


Üçüncü Havalimanı işçileri, Flormar işçileri, Cargill işçileri, Real ve MakroUyum işçileri, Babacanlar Kargo işçileri, Muğla Taşıt Muayene İstasyonları işçileri, Aydın Belediyesi İmar A.Ş. işçileri, Yeşil Kundura işçileri ve daha niceleri… Farklı illerde ve işyerlerinde çok sayıda işçi direnişi ve mücadelesi sürüyor. Kimisi yüzlerce günü geride bıraktı, kimisi kolluk gücüyle veya patronların ayak oyunlarıyla yüzleşerek, çarpışarak direnişine devam ediyor. Son olarak, AKP’nin sembolik iktidarını pekiştirmesi amaçlanan, tam da işçi ölümleri pahasına 29 Ekim’e yetiştirilmeye çalışılan Üçüncü havalimanı işçilerinin ağır çalışma koşullarına ve iş cinayetlerine başkaldırısına tutuklama ile karşılık verildi.

İşçilerin ekonomik ve siyasal düzeylerdeki isyanını burjuva basının kalemşörleri itibarsızlaştırmaya çalışsa da, her direniş ve başkaldırı neoliberal düzene dolaylı veya doğrudan bir itirazı barındırmaktadır. İş cinayetleri artarken, (iktidar partisine oy verenler de dahil olmak üzere) emekçi sınıflar yoksullaşırken, işçi sınıfı, Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimini ve patronların zenginleşmesini izlemektedir: TÜİK’in “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2017” sonuçlarına göre nüfusun yüzde 20’si toplam gelirin yaklaşık yarısını kazanırken, en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 6,3 olmuştur.

Ücretli emeğin durumu ise kötüleşmeye devam etmektedir: 2017’de kar ve rantın geliri işgücü ödemelerinin iki katı hızda artmıştır. Bunun sonucunda emeğin milli gelirden aldığı pay 1.67 puan azalarak, yüzde 30.54’e gerilemiştir. Ücret, maaş ve yevmiye ile çalışan başına işgücü ödemesi miktarındaki yıllık artış yüzde 9.39’a düşmüştür.Bu sayılara bir de OECD ülkeleri içerisinde haftada 50 saat ile en uzun çalışma süresini ve gerçek işsiz sayılarını eklediğimizde, emekçiler arasında giderek yükselen hoşnutsuzluğun nesnel nedenlerini tespit etmek mümkündür.

Türkiye emekçi sınıfları içerisinde dönemsel olarak dalgalı bir seyir izleyen eylem kapasitesi yükselme dönemindedir. Sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin direnişine, ücret/çalışma koşulları/özlük hakları için mücadele eden başka işçiler eklenmektedir. İşçilerin mücadelesi ekonomik temelde yükselen taleplerin dışında, aynı zamanda doğrudan doğruya varoluşlarıyla da ilişkilidir. Göreli ve mutlak artık değer sömürüsünün yoğunlaşması sonucunda işçiler çalışırken ölmekte; aynı anda birden fazla işçi yaşamını yitirmemişse haber değeri bile taşımamaktadır. İSİG Meclisi’nin verilerine göre, AKP iktidarında 21 bini aşan iş cinayeti vakası, söz konusu olgunun kapitalist emek rejiminin adeta ayrılmaz bir parçasına dönüştüğünü göstermektedir. Büyük-küçük fabrika, işletme ve şantiye fark etmeksizin sermaye birikim süreci düpedüz işçilerin artık değerinin ve cansız bedenlerinin üzerinde yükselmektedir.

•••

Türkiye’de neoliberalizme ve bununla bağlantılı siyasal projelere ‘mutlaklık’ atfetmekten kaçınmaya ilişkin önemli bir gösterge, işçi direnişleridir.

Olağanüstü halin korku ikliminde de, 24 Haziran seçimlerinin nefes alamama hissiyatını kuvvetlendirdiği melankolik siyasal alanın içerisinde de, farklı ölçeklerde işçi mücadeleleri sürmektedir. Seçimlere giren adaylar daha seçim akşamından itibaren ortalıktan kaybolurken, işçiler fabrika kapısı önünde hakkını aramaya devam etmektedir. Bu son derece önemli bir göstergedir, öyle ki –Marx’ın siyasal sınıf bilinci kazanmış proletaryayı tanımlarken kullandığı ölçüte sadık kalırsak– işçi sınıfı “kendisi için sınıf” olmaya yaklaştığı koşullarda burjuva siyasetinin konformist kurtarıcılık alanından uzaklaşmakta; bir şekilde meşru mücadele ekseninde ve siyasal özneliğinin farkında olarak davranmaktadır. Bu nedenle burjuva siyasetçilerin kabuklarına çekildiği, korunaklı alanlarda siyaset eylediği dönemlerde, işçi sınıfı mücadele içerisinde özneleşerek (class-in-struggle2) sokakta, işyerinde, işten atıldığı işletmenin kapısı önünde mücadele kararlığını sergilemektedir.

Mücadelede özneleşen işçilerin eylemlerine onların atfettiklerinden daha fazla anlam yüklemek elbette bir tür idealizmdir ancak işçilerin tekil biçimlerde sürdürdüğü mücadelelerinin vektörel doğrultusunu görmezden gelmek de, sınıfı görmemek de bir tür pasifizmdir. Keza, AKP iktidarı söylemleriyle ve eylemleriyle sınıfsal karakterini bilhassa dışavururken, burjuva siyasetinden sola bulaşan ve neredeyse her hücresine sirayet eden (kapitalist normlara endeksli) soyut demokrasi masalı etrafında örülmüş kimlik politikaları ve aslında örgütsüzlüğü vaaz eden popüler figürlere dayalı havari kültürü, işçi sınıfı ile sol siyaset arasındaki makasın açılmasına yol açmaktadır.

Robert Michels’in “örgüt diyen, oligarşi diyordur” şeklindeki formülünü, bugün, sol-liberallerin ideolojik soslarıyla bulamaç olmuş, işçi sınıfı siyaseti yürüten örgütleri ‘demokrasicilik’ uğruna geri planda tutan bir “normalleşme” düşüncesi takip etmektedir. Sonuç olarak karşımıza çıkan ise, kitlelerle bağını yitiren, köşe kapmaca oynayan bir sol siyasal anlayıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, egemen sınıfların siyasal desteğini kaybetmemek adına emeğin anayasal hakkı olan grevi yasaklayacağını açıklarken, bu ifadenin karşısına koro halinde “tek adam rejimi” argümanıyla çıkmak artık bir anlam ifade etmemektedir; dahası mevcut durumu Marksist bir perspektiften yorumladıklarını varsayanların sınıflar arası ilişkilerdeki ve devlet biçimindeki dönüşümü açıklarken “tek adam rejimi” türünden Weberci terminolojiye sığınmaları ise tutarsızlıktan başka bir şey değildir.

Bugün Türkiye toplumsal formasyonuna özgüymüş gibi görünen şiddetli siyasal baskı Lenin’in “Devlet ve Devrim” eserinde tanımladığı “burjuva diktatoryası” kavramının ideolojik ve iktisadi içerikle güncellik kazanmasından öte bir tanıma sahip değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu tüm toplumsal formasyonlarda sermaye sınıfı için tutulacak yol bir ve aynıdır: Egemen sınıflar, siyasal ve sınıfsal üstünlüklerini korumak adına diğer sınıfı/sınıfları devletin zor aygıtı aracılığıyla baskı altında tutmak, hegemonik üstünlüklerini kaybetmemek zorundadır. Dünyada toplumsal üretim araçlarına sahip olanların sayısı azalırken (tekelleşme), yoksulluk artmakta ve emeğin durumu günden güne kötüye gitmektedir. Emeğin bu denli kıyıcı bir tablo karşısında sessiz kalması amacıyla –iktisadi, siyasi, toplumsal– kısacası nasıl olursa olsun denetim altında tutulması kapitalist devlet aygıtının karakteristiği gereğidir.

Marx, Kapital’in ilk cildinde kapitalist yönetim biçiminin temel niteliğini izah ederken, bunun sadece iktisadi alanla sınırlı kalmadığını, toplumsal alanda denetimi kapsadığını ve içerdiğini şöyle izah etmiştir: “Kapitalistin yönetimi, yalnızca toplumsal emek sürecinin doğasından kaynaklanan ve ona ait olan özel bir işlev olmayıp, aynı zamanda toplumsal bir emek sürecinin sömürüsü için gerekli ve dolayısıyla da sömüren ile sömürüsünün ham maddesi arasındaki kaçınılmaz karşıtlığın zorunlu kıldığı bir işlevdir.”3 Kapitalist yığınsal üretim teknolojinin gelişmesiyle birlikte karmaşık bir hal aldıkça, bu giriftliğin toplumsal yaşamda da bir dizi yansımaları olmaktadır. Doğru orantılı bir biçimde, sermayenin denetim ve hegemonya alanı da karmaşıklaşmakta ama sömürü özünü korumaktadır.

Emekçi sınıfları baskı altında tutmak ve kontrol etmek için yeni rıza mekanizmaları dışında, zor’un kapsayıcılığı da arttırılmaktadır. Türkiye dahil, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki neoliberal otoriter ve faşizan yönetim tekniklerinin eşzamanlı yükselişi tesadüfi değildir (Rusya, Polonya, Fransa, Macaristan, vd.). IMF’nin bir araştırmasına göre (2017), 1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözlenmiştir.4 54 yükselen ülkenin ise toplam GSMH’nin yüzde 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı gerilemektedir. Ücretli emeğin hoşnutsuzluğu kendiliğinden ve tekil formlarda ortaya çıksa da, iktidarlar tarafından açık tehdit olarak algılanmaktadır.

•••
Geliyoruz kadim soruya; ne yapmalı?

Bu soruya doyurucu yanıt vermenin yolu pratikten geçiyor. Ancak “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” ilkesinden hareketle belirli örnekleri incelemek mümkün. Socialist Register dergisinin 2013 yılı sayısında Atilio A. Boron imzalı “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik” yazısı belirli başlıklar bakımından retrospektif bir ufuk taramasına yardımcı olabilir.

Boron, Hardt, Negri ve Holloway’in eserlerinde dile getirildiği türden post-modern ve post-Marksist eğilimlerin geçer akçe sayıldığı bir dönemde, geleneksel sınıf mücadelesi biçimlerinin demode kabul edildiği bir ortamda “devlet fikrinin öldüğünü”, “defnedilmeyi beklediğini”, “devlet iktidarını ele geçirme yolunda stratejilerin anlamını yitirdiğini”, “devlet erkinin ele geçirilmesi fikrinin devrimin yozlaşması ve acımasızca boşa çıkartılması” anlamlarına geldiğini yazar. Parti fikrine ve temelde sınıf iktidarı merkezli örgütlenmeye ilişkin “küçümseyici bakış doğarken”, “kendiliğindenlik”, “yataylık”, “stratejisizlik” gibi erdemlerin kıymete binmesi de cabasıdır.5

Öte yandan Boron, “solda yer alanlar başta olmak üzere, siyasi partilerin ‘seçim tutulması’ şeklinde tanımlanabilecek seçim siyaseti deli gömleğinin yırtılıp atılması” konusu üzerinde durur. Latin Amerika’da toplumsal hareketlerin ve ‘sokak’ fikrinin kazanımlarından birisinin bu olduğunu belirtir. Ancak bunun da bir sınırı bulunmaktadır: “Kahramanca direnişler, gösteriler ve şiddetli kavgalar, halk güçlerinin geçici zafer kazanmasını sağlayabilir ama sermaye iktidarının parçalanması için yeterli olamaz”.6

Latin Amerika üzerine bu düşünceler Türkiye için de tanıdıktır. Önderlik (parti) sorunsalına eşlik eden program sorunsalı üzerine durmak gerektiği açıktır. Leninist yöntemde “parti ve önderlik öncelikle yığınların güvenini kazanmalı, ancak ondan sonra devrimci stratejiyi başlatmalıdır”. Bugün sol ile kitleler arasındaki uçurumu göz önünde bulundurursak, tüm emekçi sınıfların sorunlarıyla ortak kesişim kümelerinin oluşturulması gerektiği daha da önemli hale gelmektedir. Sol, işçi sınıfının taleplerine ve direnişine dışsal kaldığı oranda tebliğ ve ajite eden izleyici pozisyonuna bürünmekte, direnişin organik ve örgütleyici parçası olmak doğrultusundaki dönüşümünü gerçekleştirememektedir. Bu durumda ister seçim merkezli isterse de sokak merkezli olsun tüm siyasal mücadele alanlarında yenilmeye mahkumdur.

Sınıf siyasetini statü ve kimlik politikalarıyla eşdeğer tutarak, işçi sınıfına kozmopolit turist muamelesiyle yaklaşan stratejiler, en nihayetinde burjuva siyasetine “ucundan” eklemlenmektedir. Siyaset, yalnızca seçim siyasetine ya da liderler arası afaki polemiklere indirgendiği ölçüde ve en önemlisi etkili muhalefeti iktidara gelmeye tercih eden uzlaşmacı anlayışlara prim verildiği müddetçe yenilgiler tarihi de tekerrür etmeye devam edecektir. Kurucu irade, kurucu program ve bunun etrafında örgütlenmiş iktidar perspektifiyle yeni bir sayfa açmak, Türkiye özgüllüğünde devrimci teoriyi yeniden düşünmek, kitlelerle bağları yeniden kurmak ihtimal dahilindedir. Tek yol, sınıf mücadelesidir…

Kansu Yıldırım / BİRGÜN

1 İsmet Özkul, Hızlı büyümede çalışanların payına ne düştü?, Dünya, 06.05.2018
2 Söz konusu kavram sınıf tartışmaları dahilinde Adam Przeworski’nin 1977 tarihli “Proletariat into a Class” makalesinde geçmektedir. Kavramın geçerliliğine ilişkin tartışma bu yazıyı aşacaktır.
3 Karl Marx, Kapital I, çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011, sf. 322.
4 Hayri Kozanoğlu, “Küresel pastada emekçinin payı geriliyor”, BirGün, 02.05.2017.
5 Atilio A. Boron, “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik”, içinde Socialist Register 2013 (Haz. L. Panitch, G. Albo, V. Chibber), çev. U. Haksan, T.B. Işık, Yordam Kitap, 2016, sf. 141
6 “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik”, f. 152

“Liberal manifesto”, tarihi maddecilik ve insan hakları - TANER TİMUR

The Economist, kuruluş yıldönümünü sadece “Liberal Manifesto” ile kutlamadı; haftalardır liberalizm tarihinde en etkili olmuş düşünürleri de anlatıyor. Hatta bununla da yetinmemiş, bunların karşısına “illiberal” dediği düşünürleri de koymuş. Bunlar da liberalizme, yani “özgürlüğe”(!) karşı olanlar; Karl Popper’ın “açık toplum düşmanları” olarak nitelediği bazı düşünürler.


Ünlü bir dergi. 175 yıl önce, The Economist adıyla yayın hayatına başlamıştı. Günümüzde ise haber ve yorumları her hafta 1,5 milyonu aşan bir okuyucu kitlesine ulaşıyor. Tarihi, kapitalizm tarihi ile örtüşüyor ve son sayısında da (15 Eylül 2018) bu uzun birlikteliği bir “manifesto” ile kutladı. Bir çeşit Liberal Manifesto. Sınıf kavgasını fikir planında yürüterek liberal burjuvazinin görüş ve çıkarlarını savunuyor. Her ne kadar 175 yıllık tarihinde bu kavgayı hep yok saymış olsa da!

•••

Aslında kurucu baba James Wilson 1843 yılında ilk sayıyı çıkarırken hiç de büyük iddialar peşinde görünmüyordu. İskoçyalı bir tekstil imalatçısının oğluydu; şapka imaliyle meşguldü ve kârına kâr katmaktan başka bir düşüncesi de yoktu. Oysa hiç umut edemeyeceği ölçüde başarılı oldu. Nitekim on yıl sonra, 1853’te, finans alanına da yayılıp “İmtiyazlı Çin, Hindistan ve Avustralya Bankası”nı kuracak ve servetini katlayacaktır.

Yine de bugün geriye bakarken bu “başarı”nın çok da şaşırtıcı olmadığını söyleyebiliriz. Tarih kendisini son derece uygun bir mekânda ve son derece uygun koşullarda yakalamıştı.

•••

1840’lar, kapitalist üretim ilişkilerinin hızla geliştiği ve hegemonya kurduğu yıllardı. Başı tekstil sanayi çekiyor, imalatçıların yün ihtiyacı artıyordu. Tarlalar da bu ihtiyacı karşılamak üzere hızla hayvan çiftliklerine dönüşüyordu. Büyük senyörlerin başlattığı “çitleme” (enclosure) hareketiyle topraklarını kaybeden köylüler “yurtsuz ocaksız” emekçiler haline gelmeye başlamışlardı. “İlkel birikim”in acımasız kanunuydu bu ve bu koşullarda kârın azamileşmesi için de “emek gücü”nün mümkün olduğu kadar ucuza kapatılması gerekiyordu. Vahşi kapitalizm kanunlarının hüküm sürdüğü bir dönemde bunun bir yolu da dışarıdan buğday ithalini yasaklayan kanunun (Corn Law; Tahıl Kanunu) ilga edilmesiydi.

•••

Tahıl Kanunu büyük toprak çıkarlarını koruyan bir kanundu; kaldırılması işçi ücretlerinin azalmasına yol açacak ve burjuvazinin zaferi olacaktı. Liberal Manifesto’da yazıldığı gibi, 1840’larda işçi ücretlerinin % 60’ı yiyeceğe, bunun yarısı da ekmeğe harcanıyordu. Tahıl ticareti serbest olunca buğday ucuzlayacak, bundan işçiler de kârlı çıkacaktı. Sanayicilerin yaydığı fikir buydu.

Zafer 1846’da gerçekleşti, Tahıl Kanunu kaldırıldı.

Zafer biraz da The Economist’in zaferiydi; zaten dergi yayın hayatına kavgada tuzu olsun, zafere katkıda bulunsun diye başlamıştı. Wilson’un kendisi de şahsen bir risale kaleme alarak kavgaya katılmıştı. Bakınız olay Britannica’da nasıl anlatılıyor: “1839’da Manchester’da Tahıl Kanunu’na karşı kurulan Birlik, sanayici sınıfı büyük toprak sahiplerine karşı seferber etmeye başladı. 1843’de de İskoçyalı James Wilson’ın Londra’da haftalık haber ve fikir dergisi The Economist’i çıkarmasına, derginin Tahıl Kanunu’na karşı bir ses olması amacıyla yardımcı oldu”.

•••

Aslında aynı bilgi Liberal Manifesto’da da veriliyor.. fakat farklı bir yorum eşliğinde.. Burada sanayicilerin yerine işçiler konuluyor ve “dergimiz tahıl üreticilerine karşı fakirlerin yanında yer almak için kuruldu” deniyor. Ve buna eklenen cümle de şöyle: “Bugün de aynı vizyonla, patrisyenlerle (varsıllar kastediliyor) savaşan yoksulların yanında yer almalıyız!”.
Hangi vizyon birliği? Peki, ya 1840’larda “patrisyen”lerin belirlediği işçi ücretleri? Ya “yoksullar”ın o günlerdeki yaşam koşulları? Onları da herhalde Charles Dickens’ın o yıllardaki eşsiz sosyal betimlemelerinden öğreneceğiz. Ve daha çok da Alman düşünür Friedrich Engels’ten.. The Economist dergisinin yayın hayatına atıldığı günlerde İngiltere’de işçilerin yaşam koşullarını bilimsel olarak incelemeye başlayan 23 yaşındaki genç devrimciden..

•••

Aslında J. Wilson ile F. Engels arasında bir benzerlik var; aynı sosyal kökenden geliyorlar. İkisi de bir tekstil fabrikatörünün oğlu ve ikisi de baba mesleğinde çalışıyorlar. 1843 yılında Engels de İngiltere’de bulunuyor ve yaşamını teknolojik gelişmelerin en hızlı olduğu Manchester’de sürdürüyor. Fark ise şurada: Engels, iş adamı Wilson’da olmayan bir bilim tutkusuyla yaşıyor ve giderek toplumu her yönüyle kontrol altına almaya başlayan kapitalist üretim biçimini anlamaya çalışıyor. Dikkati de özellikle bu sistemin yarattığı ve yeni bir adla (Pauper) anılmaya başlayan yoksullar üzerinde.. 1845’te, Leipzig’de yayınlanan incelemesi toplum bilimlerinde bir devrim niteliği taşıyan tarihi maddeciliğin temel taşlarından biri olacak ve Engels, hayatının sonlarına doğru bu tecrübesini şöyle anlatacaktır: “Manchester’da en açık şekilde şunu fark ettim: Tarihçilerin bugüne kadar rol vermedikleri; verirlerse de ancak ikinci derecede bir rol atfettikleri iktisadi olgular, en azından modern dünyada belirleyici bir güç teşkil ediyorlar; bunlar bugünkü sınıf çelişkilerinin üstünde yükseldiği bir temel oluşturuyorlar; bu sınıf çelişkileri de, özellikle İngiltere gibi büyük sanayinin tam gelişmesine elverişli olduğu ülkelerde siyasal partilerin, siyasal kavgaların ve sonuç olarak da siyasal tarihin temelini teşkil ediyor”. (Quelques Mots sur l’Histoire de la Ligue Communiste;1885).

•••

Devrim? İşte The Economist’in başından itibaren hiç sevmediği ve hep küçümseyerek söz ettiği bir kavram! Liberal Manifesto da bu espri içinde kaleme alınmış ve dergi 175 yıllık manevi mirasını “devrimci” ve “muhafazakâr” çizgilerden dikkatle ayırarak anlatıyor: “Dergimiz, diyor, 175 yıl önce, Amerikan üniversite kampüslerinin solcu ‘ilericiliği’ ya da Fransız yorumcuların sağcı ‘ultraliberalizm’ büyücülüğü adına değil, liberalizm adına kampanya yapmak için yaratıldı. Bireysel onur, serbest piyasa, sınırlı hükümet ve tartışma/reform yoluyla sağlanacak beşeri ilerlemeye olan inanca evrensel planda angaje olduk”.

•••

Vizyon da, hedefler de anlaşıldı; peki, 175 yıl sonra varılan noktada derginin sunduğu bilanço tam bir başarı belgesi sayılabilir mi? Liberal Manifesto buna evet diyemiyor ve daha ilk cümlesinde şu teşhisi koyuyor: “Liberalizm modern dünyayı yarattı; fakat modern dünya ona sırt çeviriyor”. Amerika ve Avrupa’da “liberal seçkinlere popüler ayaklanma” sıkıntısı baş gösterdi; başka yerlerde de 25 yıllık özgürlük ve serbest piyasa uygulaması tersine döndü, diktatörlük rüzgârları esiyor. Oysa yine de bugün 175 yıl öncesinden ne kadar farklı koşullarda yaşıyoruz!

•••

1840’larda dünyada ortalama yaşam beklentisi 30 yaşın altındaydı, bugün 70’in üstünde; mutlak yoksulluk oranı ise % 80’den % 8’e düştü. Ve bu arada okur yazarlık oranı da beş katından fazla arttı. Tabii bütün bu ilerlemeler –dergi de itiraf ediyor- sadece liberalizmin eseri sayılamaz; ama ona almaşık teşkil eden rejimler başarılı olamadı; çöktüler.
Ne var ki günümüzde liberalizm de cazibesini kaybetmiş bulunuyor; hücum altında, sallanıyor. O halde liberalizmi yenilemek, “yeni bir liberalizm” yaratmak gerekiyor. The Economist’in vardığı sonuç bu; dergi yeni misyonunu böyle tanımlıyor.

•••

Aslında The Economist, kuruluş yıldönümünü sadece “Liberal Manifesto” ile kutlamadı; haftalardır liberalizm tarihinde en etkili olmuş düşünürleri de anlatıyor. Hatta bununla da yetinmemiş, bunların karşısına “illiberal” dediği düşünürleri de koymuş. Bunlar da liberalizme, yani “özgürlüğe”(!) karşı olanlar; Karl Popper'ın “açık toplum düşmanları” olarak nitelediği bazı düşünürler. Rousseau, Marx ve Nietzsche.. Bunlardan Rousseau, Robespierre’i; Marx, Stalin ve Mao’yu; Nietzsche de Hitler’i yarattı diyor, derginin adı saklı yazarları..

Oysa son derece sathi ve gerçeklere aykırı sözler bunlar.. Bu kadar iddialı bir dergiye hiç yakışmayan, iki yüz yıldır sermaye sözcülerinin ağızlarına sakız yaptığı bazı klişeler.

“Liberal” başbakan Adolphe Thiers, Komüncüleri katledecek Fransız subayları esaretten kurtarmak için Almanlarla pazarlık yaparken, I. Enternasyonal, Marx ve Engels bu rezilliği dünyaya anlatmaya çalışıyorlardı. Bugünlerde ise, “liberal” bir dergide, “insan hakları”nı hiçe sayan “açık toplum düşmanları” arasında sayılıyorlar.

•••

İlginç bir rastlantı, bu yıl Marx’ın da 200’üncü doğum yıldönümü ve tarihi kapitalizm tarihiyle örtüşen bir derginin Kapital’in yazarına, analizlerini paylaşmasa bile, daha saygılı davranması, daha fazla yer vermesi gerekmez miydi? Ne var ki The Economist bunu yapmadığı gibi daha birkaç yıl önce de (3 Mayıs, 2014), 1867 yılında yayınlanan Kapital’e dergide ilk göndermenin ancak kırk yıl sonra, 1907 yılında yapıldığını yazmıştı. Bugünlerde ise, aynı dergi, Marx’ı insan haklarına kayıtsız kalmakla suçluyor ve Marx’ın “Fransız Devrimi’nin manifestosu olan İnsan Hakları Beyannamesi'ni burjuva bireyciliği ve özel mülkiyet fermanı sayarak onunla alay ettiğini” söylüyor.

Oysa gerçekler şöyle: Marx ve Engels 1789 Beyannamesi’yle alay etmek şöyle dursun, onu insan hakları açısından yetersiz ve bu haliyle de sosyal haklarla tamamlanması gereken temel bir belge olarak görüyorlardı. Zaten 1848 Devrimi patlak verdiğinde sokaklara dökülüp Cumhuriyet’in ilanını sağlayanlar da her türlü sosyal haktan yoksun kitleler oldu. Ne var ki devrimi karşı devrim izledi ve arkadan da III. Bonapart’ın darbesi geldi. Peki bu darbenin en derin analizini kim yaptı? Bugün hâlâ tarihi bir ders niteliği taşıyan 18 Brumaire yazarı Marx!

Devam edelim: Louis Bonapart, Fransa’yı yirmi yıl demir pençe ile yönetti ve 1870’de ülkesini felakete sürükleyerek Almanlara yenildi; esir düştü. Ne var ki bu onur kırıcı duruma isyan ederek ayaklanan ve Paris’te bağımsız Komün idaresini kuranlar da yine ezilen halk olmuştu.

Paris Komünü belki de tarihin gördüğü en demokratik yönetim oldu. Orada herkes eşitti; memurlar bile seçimle geliyor, gerektiğinde halk oyuyla azlediliyordu. Ordu lağvedilmiş, kadını ve erkeğiyle tüm Parisliler bir halk ordusu haline gelmişti. Eğitim parasız ve herkese açık hale getirilmiş, ulusal ayrımcılık ve pasaportlar kalkmıştı. Alman ordusu tarafından kuşatılmış olan Komüncüler, çalışma bakanı olarak bir Alman işçiyi seçmişlerdi. İşte bu koşullarda, tecrit edilmiş ve dış dünyayla ilişkileri kesilmiş kahramanları savunmak da I. Enternasyonal’a ve onun bu konuda en yetkili gördüğü Marx’a düşmüştü. “Liberal” başbakan Adolphe Thiers, Komüncüleri katledecek Fransız subayları esaretten kurtarmak için Almanlarla pazarlık yaparken, I. Enternasyonal, Marx ve Engels bu rezilliği dünyaya anlatmaya çalışıyorlardı. Bugünlerde ise, “liberal” bir dergide, “insan hakları”nı hiçe sayan “açık toplum düşmanları” arasında sayılıyorlar.

•••

The Economist dergisi, günümüzde “liberalizm” gözden düştü diye yakınıyor; kapitalizmi ehlileştirmeye ve yeni bir liberal anlayış yaratmaya çalışıyor. Bu arada okuyucularını da çağdaş dünya hakkında bir takım yararlı bilgilerle donatıyor. Üstelik bunları yaparken neo-faşist akımlara, irili ufaklı diktatör taslaklarına karşı savaşmaktan da geri durmuyor. Bütün bunlar güzel de, kendi geçmişiyle hesaplaşırken daha tutarlı olsaydı ve okuyucularına yukarıdaki gerçekleri de anlatsaydı daha iyi olmaz mıydı?

Taner Timur / BİRGÜN

Ömer Çelik’e hediye konusunda söyleyeceklerim var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Amaca uygun, pahasından çok simgesel anlamı olan hediyeler makbul insanlar arasında. Devletler arasında da doğru olanı budur.

Katar’ın AKP Genel Başkanı şahsında devlete hediye ettiği uçağı konuşuyoruz günlerdir. Değerinin 500 milyon dolar olduğu söyleniyor ki az para değil. Bir devletin bir devlete bu tür jesti bugüne kadar görülmüş şey değil.

İktidar, biliyorsunuz bu tür durumlarda pek istifini bozmaz. Evlere şenlik sözcüleri var ki “herkesi kör, alemi sersem” sanırlar. Bınlardan biri de AKP Sözcüsü Ömer Çelik. Katar’ın hediye ettiği uçak ile ilgili olarak “Devletlerin birbirlerine jestleri olur” türünden bir cümle kurdu, şu uçak eleştirilerini sözümona yanıtlarken.

Doğru söylüyor, devletlerin birbirlerine “jesti” olur, birbirlerine hediyeler de verirler. Ama 500 milyon dolarlık bir jeste türüne keşke bir iki örnek verseydi Sözcü Çelik, madem bu kadar iyi biliyor. Kusura bakmasın ama “sallamış”.

Ben devletlerin hangi devletlere ne tür hediyeler verdiğine bir iki örnek vereyim de Sözcü Ömer Çelik de öğrensin. Birçok örnek var ama ben “dünyanın patronu” ABD’ye verilenlerden söz edeceğim çoğunlukla. Ne de olsa dünyanın en büyük emperyal ülkesi, herhalde ona yaranmak isteyen kimi devletler kesenin ağzını açmış olmalılar hediye konusunda diye düşünülebilir. Öyle mi peki?

Hayır öyle değil. Daha henüz dünyanın patronu olmadığı zamanlarda da ABD’ye kimi hediyeler yollandı ki pek de öyle hayret ettirecek paha da değiller.

ABD Başkanları’nın makam odası olan Oval Ofis’teki şu meşhur masa var ya, Dayanıklı Masa (Resolute Desk) diye bilinir. 1880’de İngiltere Kraliçesi Victoria’nın dönemin ABD Başkanı Rutherford B. Hayes’e hediyesidir o masa. Resolute dayanıklı demek tamam ama masanın kalitesini göstermek için konulmuş bir ad değil bu, adı oradan gelmiyor yani, ünlü bir İngiliz gemisi olan Resolute’un kerestesinden aslında Kraliçe için yaptırılmıştır. Yani geminin adını taşıyor o masa. Sonra Hayes’e yollanmış. Bu masanın ikizi İngiltere’de Windsor Kalesi’nde vardır, görmüştüm ben gittiğimde.
Hayes masayı kullanmış ama Oval Ofis’e 1961 yılında yerleştiren de Başkan John F. Kennedy’nin eşi First Lady Jackie Kennedy’dir. Trump da aynı masayı kullanıyor tabii.

Cunta başı Kenan Evren’e de hediye ettiler de oradan biliyorum. ABD Başkanlarından Richard Nixon 1972’de Çin’i ziyaret ettiğinde ona da iki sevimli panda verdiler. Birinin adı Ling Ling idi, dişiydi bu, sanırım İngilizcedeki “Darling Little Girl’ün Çincesi. Öbürünün, erkek olanın adı da Hsing-Hsing’di, Türkçesi Işıldayan ya da Parlayan Yıldız. ABD ile Çin arasındaki iyi ilişkileri temsilen verilmiş bu hayvanlar ABD’ye. Bu ilişkilerin iyi olması için hiç kimsenin aklına uçak, muçak vermek gelmemiş yani.

Pandaların akıbeti ne oldu diye merak ettim, biraz araştırınca öğrendim. Washington DC’deki Ulusal Hayvanat Bahçesi’ne yollanmışlar. Her yıl milyonlarca ziyaretçinin ilgisini çekmiş bu güzel hayvanlar. Ling-Ling, 1992 yılında 23 yaşında aniden öldü. İtibarlı bir hediye de olsa yaşadığı bir esir hayatıydı elbette. Erkek olan Hsing-Hsing de 28 yaşındayken böbrek yetmezliğinden veterinerler tarafından uyutuldu.

Mercy treni
New York tren istasyonu’na 3 Şubat 1949’da 49 vagonlu bir tren yanaştı. Bu 49 vagonun içi hediyelerle doluydu. Fransız halkının minnettarlığını ABD’ye böyle göstermek istemiş Fransa hükümeti. Neyin minnettarlığıydı bu? Şunun; II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947’de ABD Fransa’ya yardım ve gıda malzemeleri yollamıştı. Ona teşekkürdü.

Vagonlar 48 eyalete paylaştırılmış, 49’ncu vagon Washington D.C. ve Hawaii tarafından bölüşülmüş. Bugün bu araçların 43’ünü gittiğinizde görebilirsiniz o istasyonda. Öyle diyorlar.

Senato Tokmağı
ABD Senatosu Başkanı’nın meşhur mu meşhur tokmağının orijinali fildişindendir. Hararetli bir gece yarısı oturumu sırasında paramparça olunca 17 Kasım 1954’te, Hindistan Devlet Başkan Yardımcısı, yeni bir fildişi tokmak yollamış ABD’ye. Gayet anlamlı işlevsel bir hediye işte. Ne güzel.

Teardrop Monument (Gözyaşı Anıtı)
11 Eylül saldırılarının kurbanları için Jersey City’de dikilen bu anıt, aslında Foreign Policy dergisine göre dünyanın en çirkin anıtlarından biri. Sonradan Bayonne’ye götürüp diktiler, nedenini bilmiyorum. New Jersey’de inşa edilmiş olmasına rağmen, “Dünya Terörizmiyle Mücadeleye” temalı bu yapı, Moskovalı Sanatçı Zurab Teserteli tarafından tasarlanmış ve 2006 yılında Rusya tarafından ABD’ye armağan edilmiştir. Yani dileyen amaca uygun hediye verebiliyor gördüğünüz gibi.

The Bell of Hope(Umut Çanı)
Bu 650 kiloluk bir çandır. 2002 yılında, Londra Belediye Başkanı Michael Oliver, 11 Eylül saldırılarının yıldönümünde New York’taki Trinity Kilisesi’ne armağan etti. Hem saldırı kurbanlarını anmak hem de ABD ile İngilere arasındaki tarihi dayanışmayı simgelemek için yollanmış.

Hediye yenir mi? Yenir, yediler de
Bazı hediyelerin başına tatsız durumlar gelebiliyor. Fransa, Mali’yi işgal etti biliyorsunuz birkaç yıl önce. Kimi Malililer memleketi Fransa kurtardı sandıkları için kalkıp deve hediye ettiler Fransızlara. Uçakları falan yoktu tabii, ne yapsınlar. Deveyi Timbuku’da bir ailenin bakımına verdi Fransızlar geçici olarak. Aile bireyleri deveyi kesip yahni yapıp yediler bir güzel. Oluyor böyle şeyler.

Yani Sözcü Ömer Çelik muhteremin “devletler birbirine jestler yapar” deyişi doğru ama jestin ölçüsü de var. Pahalı hediye vermek de almak da görgüsüzlük kabul edilir bak söyleyeyim. Amaca (bir amaç varsa tabii) uygun, pahasından çok simgesel anlamı olan hediyeler makbuldur insanlar arasında. Devletler arasında da herhalde doğru olanı budur.

Zavallı Prens Philip
Ama yine de her zaman hediye sunumunda ölçü tutturulamıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou, 1972’de, kimin fikriydi hâlâ merak ediyorum, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’e vere vere çekirge biçimli bir şarap soğutucu verdi örneğin. Hayli tuhaf.

Ama II. Elizabeth’in kocası Prens Philip’e verilen bir hediye var ki düşman başına. Güney Pasifik adalarından Tanna adası’na gitmişti bu. Ne verdiler biliyor musunuz devlet hediyesi olarak; hasırdan örülmüş, af buyrun, penis kılıfı.
Prens Philip’in hediyesini düşünerek, acaba parasına marasına takılmayıp uçağı sineye mi çeksek diyorum. Hafazanallah asla kabul edilemez olanıyla da karşılaşabilirdik.

Haksız mıyım Ömer bey?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


Trabzon, tarihi borca koşuyor - Hasan Al


Trabzonspor ’da Ahmet Ağaoğlu  başkanlığındaki yeni yönetim 5 ayı geride bıraktı. Geçen 5 ayı, geleceğe ışık tutması açısından mali yapıyı değerlendirdik...

Yönetim ilk ciddi hatayı, eski Başkan  Muharrem Usta’nın 3 futbolcu için 13 milyon Avro’luk teklifini kabul etmeyerek; Kucka, Sosa ve Burak’ı elden çıkarmayarak yaptı.

Bu toplam 35 milyon Avro’luk tasarruf demekti ki, tasarruf vaadiyle gelen bir yönetim için de bulunmaz bir fırsattı. Başkan Ağaoğlu’nun bu konuda yanıltıldığını düşünüyoruz... Hem borçları azaltmaktan söz edip, hem yüksek maliyetli oyuncuları elde tutmak, yönetim adına tutarsızlığın ilk adımını oluşturdu. Yönetimin bir denetim firmasına geçmişe yönelik mali denetim yaptırmasını takdirle karşılıyoruz. Hatta zarar veren varsa tanzim yoluna gidilmeli, kimsenin gözünün yaşına bakılmamalıdır. Sonuçlarını bekliyoruz... Futbolun teknik yönünü hâlâ bilmeyenler yönetiyor.

Türk futbolunun batmasına neden olan bilmeyenlerin bilenleri yönetmesi anlayışına son verilerek kulüp çağdaş bir yapıya kavuşturulamadı. Ancak yöneticilerin bütçenin yüzde 10’undan fazla borçlandırması durumunda borçtan sorumlu tutulmasını sağlayan tüzük değişikliğini önemli buluyoruz... Okay, Abdülkadir ve Yusuf gibi isimler her şartta kadroda tutulup, bu isimlere gelecek vaat eden yeni isimler eklenerek genç bir takımın kurulmasını, sabırla ve kararlılıkla bu takımın arkasında durulmasını bekleyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Yönetim bu anlamda cesur davranamayarak sınıfta kaldı... Yine camiamın bir başka beklentisi, yönetimin bütün enerjisini bütünleşme çabasına harcaması ve iç barışı sağlamasıydı. Bu konuda da gelişme yaşanmadı... Siyasetten kaynak bulma dışında uzak durulmaması, siyasetin müdahalesine sıcak yaklaşılması özellikle kongre üyelerinin kafasını karıştırdı...

3 Temmuz süreci gibi taraftarın çok hassas olduğu bir konuda kamuoyuna Demirören ve Nihat Özdemir’le fotoğraf verilmesi camiayı derinden sarstı. Yazık ki “ Trabzonspor krizde, en iyisini biz biliriz” anlayışıyla hareket etti. Profesyonel yönetime mesafeli durdu. Siyasete çok yakın(!) oldular. Bir arpa boyu yol alamadılar... Ne borcu azaltabildiler, ne iyi bir iskelet kadro oluşturabildiler, ne de iç huzuru sağlayabildiler... Sonuçta, “Trabzon’da yaşıyor, hamsi yemiyorsunuz” diyor Trabzonsporlular, “ Trabzonspor için kendi kaynaklarını etkin kullanmak dışında başka kurtuluş yok” demeye getirip!

Hasan Al / CUMHURİYET

Kör olasıca elit - ÖZDEMİR İNCE

Yılmaz Özdil’in yazdığına (Sözcü, 5 Eylül 2018) göre Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yerde şöyle demiş: “Kibir, tepeden bakma, böbürlenme bize yakışmaz, elitist olamayız, kendimizi seçkin bir zümre olarak göremeyiz, nereden geldiğimizi unutmadık, tevazu ve alçakgönüllük en önemli şiarımızdır.” 

Çok güzel, erdeme değer veren erdemli bir insanın görüşü. Gerçek mi, değil mi, tartışmanın hiç gereği yok. Ayinesi iştir kişinin! 

Ancak “Elitist” sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmasına karşıyım. “Elitist”, Fransızca bir sözcük olan “Elite”in türevi. “Elite”in Türkçe anlamı “Seçkin.” Buna göre “Elitist” de  “Seçkinci” anlamına geliyor. Lütfen, “İhtiyarın Fransızca öğretmenliği aklına geldi” diye düşünmeyin. Önce mıntıka temizliği yapmak zorundayım.  

“Seçkin” son derece önemli bir sözcük. Aşağılanmasına izin veremem. Bütün sözcükler gibi birden fazla anlamı var. Fransızca-Türkçe sözlükte, “Seçkin topluluk, kalburüstü takım, kaymak tabaka” gibi anlamları var. Ama, “Yüksek nitelikli, kaliteli, vasıflı, kalifiye, liyakatlı” anlamlarına da geliyor. Bir insan kaymak tabakadan olabilir ama yüksek nitelikli olmayabilir. 

Doğruluğunu kontrol ettikten sonra internetten anlamını aktarıyorum: 
- Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena, elit. 
- Bir toplumda gücü ve saygınlığı olan kişi veya grup. 
- Bir toplumun büyük kesimini oluşturan halk kitlesi dışında kalan küçük bir aydın kesiminden oluşan kitle. 
- Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, seçilen. 
- Seçilmiş, ayrılmış benzerlerinden üstün olduğu için ayrılmış, mümtaz, güzide. 

“Seçkin”in olumsuz anlamı bir ise olumlu anlamı on tane. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre elitin yani seçkinin en önemli özellikleri şunlarmış: Kibir, tepeden bakma, böbürlenme. Ben Erdoğan gibi toptancı olmayacağım: Kibirli, tepeden bakan, böbürlenen seçkinler de vardır. Ama sıradan muktedirler, sıradan zenginler arasında kibirli, tepeden bakan, böbürlenen yaratıklar çoook daha fazladır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresine bakması yeter. Demokrasinin bir anlamı elbette halkın kendi kendisini yönetmesidir. Evet! Ama yönetime seçilenler genellikle “sıradanlar” değil  “seçkinler”dir. Seçkinlerin yerini sıradanlar aldığı zaman demokrasi sona erer.  “Sıradanlar”ın yönetime gelebilmesine (ehliyetsiz şoför muavinlerinin direksiyona oturmasına) izin vermesi demokrasinin kusurlarından biridir. 
“Seçkinlik”, “Seçkin Aydınlar” başlıkları her zaman tartışma konusu olmuştur. 

Osmanlı’nın son yıllarında Muallim Naci ile Recaizâde Ekrem’in  “Havas”/”Avam”  tartışması pek ünlüdür. Bu konuda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aydınlatmak için İslamcı internet sitesi “Sorularla Risale”den alıntı yapacağım: 
“Avam, kelime manası olarak ‘alt tabaka’ demektir. Havas ise ‘üst tabaka’ anlamına geliyor. Bu genel terimler, kullanıldığı ilim dalına göre farklı manalar içerirler. 

Mesela, iktisadi açıdan avam fakir demek iken, havas zengin manasına geliyor. Siyasal açıdan avam seçmen iken, havas seçilen demektir. Fen ilimlerinde avam tabiri eğitim ve öğretim görmemiş insan demek iken, eğitim ve öğretim görenler havas oluyor. İslam ilimlerinde ilmi derecesi olmayan insanlar avam iken, ilmi derecesi olanlar havas ve âlimdirler. 

Çiftçi bir insan ekonomik açıdan fakir, ama ilmi açıdan donanımlı ise, iktisadi açıdan avam, ilmi açıdan havas sayılır. Yani avam ve havas tabirlerikullanıldığı yere göre mana ve hüküm kazanıyorlar.” 


Seçkinler rol almadan siyaset, bilim, sanat, edebiyat ve spor alanlarında hiçbir başarı elde edilemez. Seçkin ve aydın düşmanlığı ise faşizmin en temel özelliğidir. 


İmam-hatip seçkin imam bile çıkartamıyor!

ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET

Bir yazıyla iki akbaba vurmak: Fethullah ve Adnan - Mine G. Kırıkkanat

FETÖ’nün tedarikçisi Adnancı mafya ve avukatları, kendileriyle mücadeleye giren bazı isimleri; örneğin eski AKP milletvekili Emin Şirin ve İstanbul Organize Suçlar Müdürü  Adil Serdar Saçan’a yaptıkları gibi, sahte suçlamalarla ihbar edip değersizleştirmeyi, mahkemelerde süründürmeyi ve hatta Ergenekon davasına dahil ederek tutuklatmayı başarmışlardı! 

Geçen hafta, çeteden bir yıl önce ayrılan eski bir Adnan Oktar müridiyle kendi isteği üzerine avukatlarımın hazır bulunduğu bir görüşme yaptık.
 
Anlattıklarına bakılırsa, Adnan Oktar ve “hukukçuları” beni nasıl “bitireceklerine” dair de bir toplantı yapmışlar. Önce, sahte suçlamalarla karalanacak “Edipler” diye bir listeye eklemeyi düşünmüşler. Çakma kanıtlar, çakma tanıklarla tuzağa düşürülüp mahvedilecekler listesi… 

Sonra vazgeçip “yargı taciziyle” yıldırmayı seçmişler. Eski Adnancıya, elbette ki niye “mahv” listesinden çıkarıldığımı sordum. 

“Çünkü dövüşürdünüz!” dedi. “Biz sizi yüzde yüz yok ederdik, ama siz de bize yüzde on ya da yirmi zarar verirdiniz ki, bunu göze alamazdık!” 

Elbette dövüşürdüm de binlerce bendesi, onlarca avukatı, devletin içinde adamları ve arkasında FETÖ’nün desteği olan bir mafyaya ben tek başıma ne zarar verebilirdim ki?

***
Anlayamadığımı söyledim. 
Deneyimli avukatım Dr. Başar Yaltı, ne anlamam gerektiğini bilgece açıkladı: “İki testi çarpışınca birisi dağılırsa öteki çatlar. Bazen çatlağı göze alamayabilirsin!” 

Eski Adnan Oktar müridiyle yaptığım görüşmeyi tabii ki kayıt altına aldık. 
Çetenin kimlere neler yaptığını dinleyince, artık ellerinden ucuz kurtulduğumu düşünüyorum… 

Yargı saldırısı 2013 yılında başladı. 

Adnancı pek çok motor ve makinistin yaptığı suç duyurularından ipe sapa gelmeyen bazıları, soruşturma aşamasında Anadolu Adliyesi’nin hakiki ve dürüst cumhuriyet savcıları tarafından reddedildi. Dava konusu edilmedi. 

İfade vererek savuşturduğum şikâyetler arasında, Fazıl Say’ın mahkûm edildiği davayı açan Ali Emre Bukağılı’nın Av. Ayşe Toprak aracılığıyla yaptığı suç duyurusu da vardı. 

Ancak Adnan Oktar ve şürekâsının hakkımda yaptığı suç duyurularından çoğu, kimi Adnancı mafyayı karşısına almaya çekinip dosyayı yargıya havale ederek başından atan; kimisi ise doğrudan FETÖ’cü cumhuriyet savcıları tarafından mahkemeye sevk edildi ve 2013’ten sonraki beş yıl içinde, bazıları birleştirilen toplam 6 davada yargılandım!
***

Ne ilginçtir ki Ali Emre Bukağılı’nın savcılıkta reddedilen şikâyet dilekçesinde yer alan ve tamamı Adnan Oktar’a hakaret olarak sunulan suç isnatları; hemen ardından bizzat Adnan Oktar tarafından açılan ve üç yazımı konu alan birleştirilmiş davada karşıma çıkacaktı! 

Ahmak ıslatan gibi yağan suç duyuruları için ifade vermeye gidişlerimle hazır bulunmam gereken dava duruşmaları arasında Anadolu Adliyesi’nin “kanunzoruyla” bağımlısı olmuştum! Çilekeş avukatlarımla birlikte her hafta en az bir kez Kartal yolcusuyduk… Birlikte hazırladığımız soruşturma safhası ve sonrasının yazılı savunmaları için harcadığımız zaman da cabası. 

Ama Adnancıların hedefi, sadece adliye yollarında helak ya da mahkûm olmam değil; zaten son derece mütevazı mali gelirimi tazminat ve uzlaşma bedellerine harcatıp iflas bayrağını çektirmekti! 

Böyle bir hedefe konulduğumu, Adnancı mafyanın Adalet Bakanlığı’nın   “uzlaşma”  kurumunu alet ettikleri müthiş bir tezgâhta, binlerce kişiye yaptıkları suç duyurusundan vazgeçmek için aldıkları tazminatlarla 30 milyon TL civarında gelir elde ettiğini öğrendiğim zaman anladım!
***

Ama bu tezgâhtan habersiz olduğum süreçte bile mafyanın hakkımda açtırmayı başardığı hiçbir dava öncesi şahsen uzlaşmayı kabul etmedim, “uzlaştırma” kurumuna gitmedim.

 Açılan davalardan ilk ikisi ve hayati önemde olanları, bugün yazmış olmaktan gurur duyduğum, çünkü FETÖ ve Adnancı mafyanın aynı patronaj altında devletiyle, toplumuyla Türkiye’yi çürüttüklerini herkesten önce vurguladığım “Dünya yalan, narkoz şirketten” yazısına dairdi. 

24 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan bu yazıya Fethullah Gülen İstanbul (Çağlayan) Adliyesi; Adnan Oktar ise Anadolu (Kartal) Adliyesi’ndeki 2. Asliye Ceza mahkemelerinde ayrı ayrı dava açtılar. Her iki davada da 2 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyordum… 

Fethullah Gülen, sefil tarihçesinde ilk kez bir kadın gazeteciyi şahsen dava ediyordu. 17/25 Aralık’a iki ay vardı ve cemaat henüz FETÖ diye anılmıyordu. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya.

Sarayın uçanı, ceketin pantolonu... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Urfa'da işsizlikten bir genç kendini ateşe verdi... En son yoğun bakımdaydı...
O kardeşimizin üzüntüsü ve endişesi içimizdeyken Kocaeli'nden bir haber geldi...
Oğluna okul pantolonu alamayan baba İsmail Devrim, evin banyosunda kendini asarak hayatına son vermişti...
45 yaşındaydı... Tornacılık yaptığı sırada iş kazası geçirmiş ve çalışamaz hale gelmişti.
Her yoksul baba gibi onun da dileği çocuklarının aynı kaderi yaşamamasıydı...
Biri lise son, diğeri lise birinci sınıfta iki çocuğunu okutabilirse; belki gerçek bir hayatı yaşayabilecek imkanları olacaktı...
Bakın anne Hafize Devrim nasıl anlatıyor;
"Lise 1'e giden oğlum okuldan geldi. Anne, 'pantolonum okulun istediği pantolon olmadığı için dersime giremedim. Bir gün yok yazıldım.' dedi. Babası duyunca çok üzüldü. 'hemen gidip alalım oğlum' dedi ve Gebze'ye gidip aldılar. Akşam 21.00 gibi eve geldiler. Eşim bize 'hemen yatın artık, çok yorgunum' dedi."
Sabah uyandığında Hafize Hanım eşini banyodaki boruya kendini asmış şekilde buldu!
Acılı anne "oğlumun okul kıyafetinin üst kısmını almıştık, altını da sonra alırız diye düşündük" diyor...
Eşinin intihar etmeden önceki üzüntüsünü ağlayarak anlatıyor; "Ben size bakamayacaksam niye yaşıyorum ki? Çocuklarıma bakamıyorsam neden?"

                                                                           *

Bakın, yukardaki hikaye Türkiye'yi sarstı... Bir romandan alıntı gibi ama değil!
Dünyaca ünlü Rus Yazar Dostoyevski romanlarında en yoksul, en acılı, en hastalıklı ve çaresiz insanların hayatlarına yer verir...
Gazete köşelerinde kaybolan bu bıçak yarası haberleri okuduğumda Dostoyevski'nin romanlarından birinde geçen şu sözünü hatırlarım;
"Emin olun, öyle kederli, bunaltıcı anlarım oldu ki, ben de herkes gibi gerçek bir hayat yaşayabilecek miyim diye kuşkulanıyordum."
Gerçek bir hayat!...
80 milyonun yarısı yoksulluk içinde...
"Gerçek bir hayat yaşama" hakkı olan kadınlarımız, gençlerimiz, çocuklarımız aç, yoksul ve umutsuz...

                                                                          *

Türkiye'de babalık sorumluluğu olan namuslu insanlara baktığımda ATLAS'ı görüyorum... Hani Yunan mitolojisinde geçen ve omuzlarında gökkubbeyi taşımakla cezalandırılan ATLAS'ı...
Çaresizlik, geleceğe dair en küçük bir umudun olmayışı, çocuklara yetememe duygusu o gök kubbeyi ailelerin başına yıkıyor!
Gece gündüz demeden, hafta sonu, yıllık izin bilmeden köle gibi çalışıyor insanlar... Son krizin, boğaz tokluğuna da olsa tutundukları tek dalı koparıp almasından endişeliler...
Binlerce kişiye istihdam sağlayan dev firmalar batıyor...
Yoksulluk denizinde ATLAS'ın dizlerinin bağı çözülüyor...
 Ama bu memleketi Olimpos Dağı'ndan yönetenler; ejder meyveli sofralarda, organik, kuş sütü eksik masalarda gün geçiriyor...
Oturan Saray'a uçan Saray'ın katıldığı memlekette, çocuğunun okul kıyafetinin ceketini alıp pantolonunu erteleyen aileler yaşıyor!
Saray soytarısız olur mu?
Saray'ın medyadaki ve bürokrasideki soytarıları... Onlar, intihar eden insanlara kulp takmakla meşguller...
Neymiş efendim, sorun psikolojikmiş!
Kriz miriz yokmuş...
2009 senesiydi...
Yine kriz miriz yoktu... Dolar yerinde sayıyordu...
Marmara Üniversitesi Rektörü'nün açıklamaları hâlâ kulağımızda;
"İlk belirlediğimiz 10 öğrenci dersler sırasında bayılmışlar. Doktor açlıktan bayıldıklarını söyledi. Yüzlerinden anlıyorsunuz gıdasız olduklarını... Çoğu günde bir öğün yemek yiyor."
Rektör ne yapsın? Çorba projesini! devreye sokmuşlar... Bir bardak çorbayı öğrencilere bedava vermeye başlamışlar, içine bol kıtır ekmek...
O gün bu açlığa, çaresizliğe kulağını tıkayanlar bugünlerin sorumlularıdırlar.
İsmail Devrimlerin ve onların yetim kalan çocuklarının...

                                                                         *

Yüreğim sızlayarak bakıyorum fotoğraflara;
Fenerbahçeliymiş baba oğul... Babasının pantolon yüzünden girdiği bunalım ve intiharı, bu pırlanta gibi evladımızın omuzlarında kalır mı?
Dilerim öyle olmaz... Olmamalı...
Fenerbahçe Camiası "sahip çıkacağız" dedi... Onlara da bu yakışır... Yalnızca yoksulluklarına değil, çocukların vicdanlarına da bir merhem bulmanız gerekecek.

                                 *

Dostoyevski, "sadece insanlardan ve zalimlikten korkuyorum" diyordu...
"Gerçek bir hayatı" yaşamanın düşlerini kuruyordu kahramanları...
Nazım Hikmet ise kötü yönetimlerin çölleştirdiği bu topraklardan yanıt veriyor;
"sanki hiç yaşamamış gibi ölenlerin" topraklarından...

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ


Savunma Sanayii'nde kâr/zarar bilançosu(3) - Ahmet TAKAN

Dizi söyleşiye kaldığımız yerden devam;

---Son dönemlerde şirketlerin mali durumu nasıl?
"Savunma sektöründe 2012-2016 yılları arasındaki döneme ciro dağılımı açısından bakıldığında;
Toplam cironun yüzde 72'sini ana yükleniciler, yüzde 19'unu alt yükleniciler, yüzde 9'unu ise yan sanayi almış görünüyor. Bu satışlar, bilançolardaki aktif büyüklüklerle karşılaştırıldığında ise sektördeki ana yüklenici firmaların ortalama toplam aktiflerinin yarısı oranında bir satış hacmi yakaladıkları gözlemlenmektedir. Bu düşük bir orandır. Sebebinin, projeye dayalı üretim yapılması, kaynakların etkin kullanılamaması ve stok çevrim sürelerinin uzun olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Diğer taraftan, yerli ana yüklenici firmalarımız uluslararası firmalara oranla yüksek operasyonel maliyetle faaliyetlerini sürdürmektedir. Yerli ana yüklenici firmaların yüksek operasyonel maliyetler ile uluslararası firmalar karşısında ihracat işlemlerinde fiyat rekabetinde zorlanacakları bir gerçektir. Üretim süreçlerinin iyileştirilebilmesi için proje bazlı değil, sürekli bir üretim seviyesinin yakalanması gerekecektir.

Bir başka mesele de ömür devri ve lojistik yönetimi uygulamasıdır. Hatta bir ürünün satışı ile ömür devri idamesi karşılaştırıldığında bedel olarak idame daha yüksek çıkacaktır. Ömür devri idamesinin üretici firma eliyle yürütülmesi hem firmaların sürdürülebilirliği he de yetkinlik açısından faydalı olacaktır. Bugün ülkemizde bu konunun yeni yeni filizlendiği, bugüne kadar idame işini kullanıcı makam olarak silahlı kuvvetlerin üstlendiği bilinmektedir. İyi kurgulandığı taktirde, bu değişim devlet tarafında ciddi bir tasarrufu da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla, ihalelerin sadece yurtiçi geliştirme modeli ya da hazır alım şeklinde değil, kullanım dönemlerini de içerecek şekilde yaygınlaştırılması iki tarafın da kazancına olacaktır."


---Çözüm öneriniz ne?
"Bunların hayata geçilebilmesini teminen, devletin acilen bu alandan elini çekmesi, askeri fabrikaları kapatması, askeri tersaneleri ve Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) gibi teşekkülleri özelleştirmesi gerekmektedir.

Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü (AFGM) teşkilatında yer alan 27 askeri fabrika ile gerçekleştirilmeye çalışılan bakım, onarım, imalat, yenileştirme, test/kalibrasyon, tedarik, modernizasyon faaliyetlerinden devletin elini çekmesi sektörün geleceği açısından önemli olacaktır. Ne yazık ki, gelecek vizyonunun bu şekilde olmayacağı anlaşılmaktadır.

---O, neden?..
"Son düzenlemelerle ihdas edilen Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi (ASFAT A.Ş.) geleceğin bu şekilde planlanmadığını ortaya koymaktadır. Bu tür yapılar bir vizyona ve planlamaya dayanmadığı gibi, ASFAT A.Ş.'nin kurulması eski adıyla Savunma Sanayii Müsteşarlığı, bugünkü adıyla Savunma Sanayii Başkanlığı'nın yönetiminin, eski MSB Bakanı ile anlaşamaması ve Savunma Sanayii Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığına bağlanması, karşı hamle olarak da Bakanın bu şirketi kurması ile sonuçlanmıştır. Görev alanı Savunma Sanayii Başkanlığı ile çakışmaktadır.

Siyasi çekişmelerin devlete maliyetinin en güzel örneklerinden biridir ASFAT A.Ş."
---Şimdi biraz da, güncel gelişmelerden, döviz krizinin etkilerinden ve alınan bazı kararların bu sektördeki şirketleri nasıl etkilediğine gelelim mi?..

"Yapısal ve stratejik sorunları olmakla birlikte, 2014 yılına kadar eski adıyla Savunma Sanayii Müsteşarlığı'nın da etkisiyle bu sektörde ihaleler şeffaf ve 'K' Puanı denilen bilimsel bir hesaplamaya dayanırken, bugünkü adıyla Savunma Sanayii Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığına bağlanmasıyla tüm şeffaflık kaybolmuş, bilimsel yaklaşımlar terk edilmiş, ihaleler herhangi bir yarışmaya dayanmaksızın yandaş firmalara taşınmıştır. Bu sektörde ismi herkes tarafından malum bir firmanın sadece 2016-2018 arasında aldığı ihalelerin -sözde ihale- toplam bedeli 5,7 milyar Euro civarındadır.

Son seçimlere kadar yandaşlarla uğraşan sektör, seçim sonrasında uğraşması gereken güçlüklere döviz krizini ve alınan tedbirleri de eklemek zorunda kalmıştır.

Nedir bunlar?

(En çok merak ettiğinizi düşündüğüm sorunun yanıtı yarın...)


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Ayağa kalkan, çareyi görür - ORHAN GÖKDEMİR

1960’lı yıllarda “ithal ikameci sanayileşme” amacı güden ekonomi politikası yürürlükteydi. Esası ithal etmek yerine o malları içeride üretmek ve bunu imkân haline getirmek üzere koruyucu duvarlar oluşturmaktı. 1980’e kadar bu politikayla devam etti ülke. Solun yükseliş dönemi oldu, sendikalar güçlendi, sokaklar hareketlendi. Şanlı 15-16 Haziran direnişinin bu dönemde ortaya çıkması asla rastlantı değildir. Düzenin buna cevabı 12 Mart, Milliyetçi Cephe ve Süleyman Demirel oldu.

Fakat bu hayalin sonuna çabuk gelindi. Tarım ürünleri dışında önemli bir ihraç kalemi yoktu. Montaja dayalı sanayi ise sürekli ithalat gerektiriyordu. Ülke krize girdi, döviz kıtlığı baş gösterdi. Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” lafı o günlerin bakiyesidir. Ortalıkta büyük bir fatura vardı, hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

                                                                  ***

24 Ocak 1980’de bu krizin aşılacağı iddiasıyla yeni ekonomik kararlar alındı. Döviz üzerindeki sınırlamadan vazgeçildi, dalgalı kur sistemine geçildi, fiyatlarını bundan böyle devlet değil piyasa şartları belirleyecekti. Bunlar dış ticaret üzerindeki kısıtlamaların da kaldırılacağı anlamına geliyordu. Liberasyona gidilecek “ihracata yönelik büyüme” politikası izlenecekti artık.

Fakat bu politikanın önünde de ciddi engeller vardı. Mesela dış pazarda başka ülkelerle rekabet etmeyi gerektiriyordu. Tek yolu vardı rekabet edebilmenin: İç tüketim kısılacak, ücretler düşürülecek, böylece ihraç malları dış pazarda rekabet gücüne kavuşacaktı. Ancak verili şartlarda bunların uygulanması imkânsızdı. Sendikaların başkaldırmayacağı, işçi sınıfının sessiz kalacağı, gençliğin isyan etmeyeceği yeni bir düzen gerektiriyordu ihracata yönelik büyüme modeli. 24 Ocak kararlarının ardından 12 Eylül darbesinin gelmesi bu nedenle kaçınılmazdı. Geldiler, sola acımasızca saldırdılar, partileri, sendikaları, dernekleri kapattılar. Alan artık yeni ekonomik politika için düzlenmişti.

“Özal ekonomisi” veya ahlaksızlığı işte o koşullarda boy verdi. Ülke hızla uluslararası kapitalizmin serbest sahası haline dönüştürüldü. Kapitalizm krizini aşacak yeni bir yol bulmuştu. İşkence, faili meçhul cinayet, 12 Eylül Anayasası, askerileşmiş mahkemeler ve ağır bir yoksulluktu halkın payına düşen. Halkın bu ağır zulme tahammülünü artırmak için toplumu dinselleştirmeye karar verdiler. Yolsuzluk, hayali ihracat, uyuşturucu ekonomisi, “benim memurum işini bilir” pespayeliği, Kenan Evren, Turgut Özal, Turgut Sunalp, Fethullah Gülen düzenin o yıllardaki buluşlarıydı.

Bunlarla yüklendiler, ihracata yönelik büyümeyi denediler. Görünür tek getirisi toplumsal çürüme oldu. Özelleştirme soygunu için kapı o yıllarda aralandı. Eski politikanın bakiyesi yerli sanayi iç pazar iyice daraltıldığı için mecburen ihracata yöneldi. Sistem dışarıya mal satmayı kutsal bir iş haline getirmişti. “Yaptım, yapacağım” diyene büyük teşvikler veriliyordu. Hayali ihracat patlaması yaşandı haliyle. Olmayan mallar ihraç edilmiş gibi gösteriliyor, devletten vergi iadesi alınıyordu. Vergi iadesinden yapılan kazanç gerçek ticaretten gelenden daha yüksekti çünkü. İhracatla falan uğraşmaya hiç gerek yoktu. Burjuvazi hızla mafyalaşıyordu.

Bu politika da 2000’li yılların hemen başında tıkandı. Ekonomi yeniden krizi girdi. Ortalıkta büyük bir fatura vardı. Hesap işçi sınıfına ve yoksullara ödetilecekti.

                                                                ***

AKP o şartlarda icat edildi. Krizde iktidar partileri sıfırı tüketince din-iman gazıyla geldiler. Birikmişleri satıp ekonomiye sıcak paraya boğdular. Sonra, başka yol kalmadığından “inşaata yönelik büyüme” modeline geçtiler. Bu diğerleri gibi karmaşık bir ekonomi politikası değildi. Esası dağı taşı betona boğmak, büyük şehirlerin rantını yağmalamak, bu yağmaya mümkün olduğunca geniş bir halk kesimini ortak etmekti. TOKİ bu yeni ekonominin motoru olacaktı. Devlet bu kurum aracılığıyla ihtiyaca bakmaksızın her yere “toplu” konutlar yaptı, bu konutların yüksek fiyatlara alınıp satılmasını teşvik etti. Sonra yollar, köprüler, havalimanları, şunlar bunlar. Öyle bir bağımlılık yarattı ki bu beton dökme yarışı, son krizden önce Boğaz’a paralel çakma bir boğaz yapma planı yürürlükteydi. Kriz çıktı. Projeler mecburen rafa kaldırıldı. Fakat ortalıkta yine büyük bir fatura var. Hafta ortasında Damat Berat marifetiyle orta vadeli plan açıkladılar. “Bakın burası çok önemli”, bedelini yine işçi sınıfına ve yoksullara ödeteceklerdi.
                                                                ***

İşte son 60 yılın büyük ekonomik başarı hikâyesi bu. İşçiden alıp zengine verme ekonomisidir adı. O tumturaklı lafların arkasında çok basit bir denklem var. Sanayi iç pazar için mi, yoksa dış pazar için mi üretim yapacak? İç pazara yönelik olacaksa iç tüketimin de teşvik edilmesi gerekir. Daha yüksek bir ücretler düzeyi olmazsa olmazlarındandır. Dış pazara yönelik olacaksa iç tüketimin kısılması gerek. Bu durumda ücretler düşürülecektir. Bu denklemde halk, ulus, millet adı her ne ise ülkenin asıl sahipleri basit dolaşım odaklarıdır. Başkaca hiçbir değeri yoktur.

Bu basit denklemi ite kaka ülkeyi getirdikleri yeri görüyorsunuz. Montaja dayalı falan ama yine de iyi kötü bir sanayi bırakmıştı geriye ithal ikamecilik. Şehre göçen herkesin iş bulabileceği bir fabrika, iyi kötü bir atölye demekti bu. İhracata yönelik büyüme o altyapıyı kullanarak durumu bir süre idare etti. AKP geriye kalan ne varsa satıp savdı. Ne tarım, ne sanayi, elde beton denizinden başka bir şey kalmadı. Bu düzen görüldüğü gibi hep krize girer ve bedelini hep emekçiye, yoksul halka ödetir. 

İthal ikamesinden inşaata yönelik büyümeye geçişe eşlik eden iki şey daha var. Biri toplumsal çözülme, diğeri dinselleşmedir. Üretmeyen toplum çözülür, çözülen toplumu bir arada tutmanın tek yolu ise dindir. Düzen birbirini takip eden krizleriyle halkı parçaladı, cumhuriyeti yıktı, laikliği tepeledi. Cumhuriyet yıkılınca geriye kalanı idare etmek için bir tuhaf sultan gerekiyordu. Çözülmüş ve dinselleştirilmiş bir toplumu Hamit’siz yönetemezsiniz. 

İşte tablo ortada. Her krizde biraz daha gerileyen, biraz daha dinselleşen, biraz daha yoksullaşan biziz. Onların artan kârları, uluslararası sularda dolaşan gemicikleri, uzak adalardaki kıyı bankalarında bol sıfırlı hesapları, uçan-kaçan-konan sarayları var. Krizdeyiz. Düzenin adamları patronlarla el ele versin, faturayı bize ödetsin, böylece yeni bir denge kursun diye bekleşiyoruz. 
                                                                 ***

İnsansız bir düzendir kapitalizm. İçinde geliştiği bütün toplumsal yapıları dağıtır ve insanları ekonominin gereklerine göre yeniden örgütler. Onun kurduğu toplum üretimin gereklerine göre birleşmiş iktisadi bir toplumdur. Yakından baktığınızda sadece düzen karşısında apaçık bırakılmış tek tek bireyler görürsünüz. Bu onun hem devrimci hem tutucu yanıdır. Bunu yaparak eski zamanların insan üzerindeki tortularını söküp atar ama aynı zamanda onu düzen karşısında çaresiz bırakır. Teoride böyle. Ama pratikte devrimci yanı çoktan çürüyüp düştü, tutuculuktan ibarettir geriye kalan. 

Düzen yine hepimizi derin bir krizin eşiğine getirip bıraktı. Emekçiye, yoksul halka yüklenmekten başka bir çıkış planları yok. Bizim ise bu çürümüş iktisadi toplumu alaşağı etme, toplumu ekonomiye göre değil, ekonomiyi topluma göre örgütleme ve eşitçe bölüşme planımız var. 

Krizdeyiz ama çaresiz değiliz. Planımız, politikamız basit; Hep birlikte üretip, eşit bir şekilde paylaşacağız. Patronlara vermeyeceğiz, düzenin adamlarına yedirmeyeceğiz. Buna sosyalizm diyoruz. 

Tek şartı var hayata geçmesinin; sizin ayağa kalkmanız. 

Ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" - 8Ağustos 2025-

  Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'ndan ikinci toplantı: Tam kapalılık kararı alındı, tutanaklar 10 yıl paylaşılmayacak...