Erdoğan'ın ziyareti öncesinde sol ne yapıyor: Almanya'da direnenler ve dilenenler - SOL

Türkiye kökenli sol çevrelerin Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların 'Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği' yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Federal Almanya ziyaretine tepkiler büyüyor. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier'in resmi davetlisi olarak Berlin'e geleceği ve Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşme yapacağı belirtilen Erdoğan'ın, Köln'de de bir cami açılışına katılacak olması eleştirilerin artmasına neden oldu. En son Başbakan Merkel'in, Erdoğan'ın onuruna verilecek yemekli resmi davete katılmayacağı belirtilirken, Yeşiller'in eski başkanlarından Cem Özdemir, bu davette yer alacağını ve böylece Erdoğan'ın kendisine “tahammül etmek zorunda kalacağını” duyurdu. Sağdan ve soldan birçok politikacının bu davete gelmeyi reddettiği belirtildi.

Bu arada Türkiye kökenli sol çevrelerin de çeşitli açıklamalarla Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların “Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği” yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor. 

SOL OLMAYAN SOL: 'SOS' SORUNU
Sosyalist günlük gazete Junge Welt'in 22-23 Eylül tarihli sayısında, AGIF (Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu) Eş Genel Başkanı Mesut Duman'la yapılar bir söyleşi solun içinde bulunduğu açmaza yeni bir örnek olarak yorumlandı. “Erdoğan not welcome” (Erdoğan Hoş Gelmedi) adlı birliğin sözcüsü olduğu belirtilen Mesut Duman, Erdoğan hakkında, genel eleştirileri (“baskı-zulüm-dincilik”) dile getirirken, Berlin'den kapalı bir dille destek rica etti. Bu ziyaret çerçevesinde eleştirilerini sıralayan Duman'ın sermaye bağlantılarına ve emperyalizmle ilişkilere sosyalist bir gazeteyle konuşurken bile değinmemesi dikkat çekti. Bu “çekincenin” nedeni, söz konusu söyleşi dikkatle okununca açığa  çıktı. Duman, şu sözlerle Alman hükümetinden yardım talebinde bulundu: 
“Bu başkan, Federal Almanya'da hoş geldiniz diyerek gösterişli bir şekilde karşılanmak için demokratik bir meşruluğa sahip değildir. Türkiye'de insanlar sözde terör propagandası sebebiyle (...) hapse tıkılırken, bu tamamen yanlış bir sinyal olur. (...) Federal hükümete hatırlatmak istiyoruz ki, yapılması gereken Türkiye'de hapsedilmiş muhalefeti güçlendirmektir.”

Bu yaklaşıma göre, bu düzende, Erdoğan farklı olsa veya CHP-HDP hükümet olsalar ve özünde aynı politikaları uygulasalar, bir meşruiyete sahip bulunacaklar. Bu yaklaşım, Syriza'ya açılan kredinin de genelde devam ettiğini gösteriyor. Bu arada “Angela Ana”dan yardım talebinde bulunmanın da solun tanımına sığmadığı yorumları yapılıyor. Sermaye, emperyalizm ve sınıf politikası vurgularının olmadığı bu tür açıklamaların solun sınırları içinde kabul edilmesinin sakıncalarına daha sık dikkat çekiliyor. 

SINIFLAR VE EMPERYALİZM YOKSA SOL DA YOK
Bu arada, Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) çağrısıyla ve 40 aydının imzasıyla yayımlanan “Kirli Pazarlığa Son Verilsin” başlıklı bir protesto bildirisinde de şu görüşler yer aldı: “Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in daveti üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Eylül’de Berlin’e geliyor. Erdoğan askeri törenle karşılandıktan sonra Savaş ve Şiddet Mağdurları Anıtı’na anıt dikecek. 
Nasıl bir ikiyüzlülük!

Erdoğan izlediği politikalarda diktatörlüğe doğru gitmeye devam ediyor. Erdoğan göreve başladıktan bu yana Türkiye’de insan hakları ihlallerinin listesi sürekli uzadı. Aralarında AGİT ve Birleşmiş Milletler’in de olduğu pek çok insan hakları örgütü, aralarında Alman vatandaşlarının da olduğu pek çok kişi gözaltına alındı ve tutuklandığını, medyaya yönelik baskıların yoğunlaştığını, Kürt halkına karşı yerinden etme ve politik karşıtların görevden alınması gibi baskılar belgeleriyle ortaya konuldu ve açık olarak eleştirildi.

Bizler Türk-Alman ilişkilerinin iyi olmasından yanayız. Ancak, ülkeyi otokratik şekilde yöneten Erdoğan, agresif şekilde antidemokratik, laiklik ve semitimiz karşıtı, kadın düşmanı bir politika izliyor. Türkiye ve bölgeyi kaosa sürüklüyor. Bu koşullarda ilişkilerin normalleştirilmesini kabul etmiyoruz.

Alman hükümetinin bugüne kadarki politikası Erdoğan‘ı demokratik bir çizgiye çekmeye yaramadı. Tersine özellikle Alman silahlarının verilmesiyle Türkiye‘de daha olumsuz gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. Şimdi bu tersine dönmeli ve silah satışı derhal durdurulmalı. Genel olarak şu geçerli olmalı: Federal Hükümet, Erdoğan‘la görüşmesinde, bugünkü yönetimi güçlendirecek şekilde destek vermemelidir. Baskıcı, başkasına söz hakkı tanımayan ve ayrımcı rejim destek almamalı. Eğer Erdoğan, Almanya ziyaretini kendi çıkarları için kullanırsa, bu tam anlamıyla bir felaket olur.

Bu nedenle her iki devlet arasında kirliği pazarlığa karşı çıkıyoruz ve Türkiye‘deki demokrasi güçleriyle tam dayanışma içerisindeyiz.”

Öte yandan Mesut Duman'ın Junge Welt ile söyleşisinde, federal hükümetin yalancılıkla suçlandığı gözlendi. Federal Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın Türkiye'de kendilerinden hoşlanılmayan gazetecilerin hapse atılmasını “Hukuk devleti ve basın özgürlüğüyle tamamen uyumsuz” sözleriyle eleştirdiğini belirten Duman'a göre, bu eleştirinin Alman ekonomisinin çıkarları karşısında hiçbir rolü bulunmuyor.  

Bu tür eleştirilerin muhalefetteki her burjuva partisinin yapacağı türden bir tepki olduğu gözleniyor. Ekonomik ilişkilerin, sol bir politikacının ağzından, “sınıflardan bağımsız, aşırı kâr peşinde koşan ilkesiz sanayiciler” üzerinden açıklanmaya çalışıldığı bu tabloda, sol siyasetçilere ve aydınlara bu aşırı kâr hırsını gemlemek dışında pek bir görev düşmüyor. Çeşitli sol çevrelere göre, Mesut Duman'ın söyleşide dile getirdiği tek doğru vurgu Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın Erdoğan'dan önce Almanya'ya para dilenmeye geldiği şeklindeki saptaması oldu. 

“Devrimcilerin” Alman hükümetinden yardım dilenmesinin siyaset sayılması ve bu tür vurguların “siyasal tepki” olarak tanımlanması, solun Avrupa ve onun hegemon gücü Almanya'da ağır hasarlı olduğuna dair yeni bir gösterge olarak değerlendirildi. Erdoğan'ı protesto mitinglerine katılacağını bildiren TKP Almanya Örgütü'nden yapılan bir açıklamada, “Görünen o ki, her solcu bizim solcumuz değil. Solun ne söylediği kadar ne söylemediği de önemlidir. 

Erdoğan karşıtlığı yapıyoruz diye, ister bilinçli ister bilinçsiz, sol adına emperyalizme yamanma anlamına gelecek tutumlardan uzak durulmalıdır” uyarısında bulunuldu.

SOL - Berlin

Dil Bayramı’nı kutluyoruz - SEVGİ ÖZEL

12 Eylül paşalarının kapattığı TDK’nin yerine Dil Derneği’nin üstlendiği Dil Bayramı organizasyonları bu yıl da devam ediyor.

Atatürk, 1932 Temmuz’unda Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) dernek olarak kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edildi. Bugün 86. Dil Bayramını kutluyoruz; ne ki Atatürk’ün kurduğu TDK’yi Kenan Evrengiller, Ata’nın vasiyetnamesini çiğneyerek yasa zoruyla 1983’te kapattı. Atatürk’ün kurumunun amacını 22 Nisan 1987’de kurulan Dil Derneği üstlendi. 

1950-60 arasında çoğunca perde arkasında; 1970’lerden, özellikle 12 Eylül’den sonra azgınca ‘milliyetçi muhafazakâr’ların; 15-16 yıldır ‘milliyetçi muhafazakâr’lığı da soyunan ‘din’ odaklı siyasanın ‘parlak’ sözcülerini kusturucu otlar gibi çoğalan TV’lerde beş dakika izlemek yetiyor. ‘Besleme cahiller’in bir bölümü gerçekten ‘zırcahil.’ Dil Devrimi’ni salt sözcük türetme eylemi sanıyor ve eleştiriyorlar. Bir bölümü, ‘zırcahil’i de oynatan uyanıklar; bireysel çıkar için hem ülkenin hem Türkçe’nin tarihsel akışını bilip de bilmezden geliyorlar. Aralarında aklınıza gelen her daldan Atatürk ve cumhuriyet karşıtı var. Yenileşen dilin düşünceyi de yenileştireceğini, bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek aracın dil olduğunu biliyorlar. Dil Devrimi’ne tepkinin kökeninde düşünce özgürlüğünden korku var; anlamadığı, kullanamadığı bir dille toplumu çocuklar bile kandırır. Toplumu kandırmayı meslek edindiler; adil ve demokrat değiller; her şeyi biliyorlar. ‘Geçmişimiz’ diye Fatih’i Kanuni’yi anıyor; Kanuni’den Abdülhamit’e atlayıp imparatorluğu çöküşe götüren yüzyılları yok sayıyorlar. Dededen oğula aktarılan yalanlarla imparatorluğun son döneminde yazı ve dile umar arayan aydınlara saygısızlık yapıyorlar. İmparatorluk’ta, 1800’ler biterken yeni okulların açılması, çağdaş bilgi içeren kitapların çevrilmesi istenmiş; ama Osmanlıca’nın batıda ortaya çıkan kavram ve terimleri karşılayamadığı anlaşılmıştı. İlk tıp okulunun öyküsü, acı ve utanç örneğidir (1805). Koca imparatorluk öğrencilerin, İstanbul’daki İtalyan eczacılardan dil öğrenmesini düşünmüş, bu girişim fiyasko ile sonuçlanmış; aynı okul II. Mahmut döneminde açılırken Fransızca öğretim dili (1827) yapılmış; bu yöntem Türkçe’nin bilim dili olmasına yaramamıştı. 

Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dil tartışmalarına noktayı Mustafa Kemal koymuş; Türkçe’ye güveni sağlamıştır. Osmanlı aydınları, dili tartışırken kapağında Türkçe Sözlük yazan tek yapıt yoktu. Dil Devrimi uydurukçuluksa tarihsel akışta uydurukçuluğu yeğleyen, birçok övünç kaynağımız var. ‘Güzel dil Türkçe bize/ Başka dil gece bize/ İstanbul konuşması/ En saf en ince bize’ diyen Ziya Gökalp, çağdaşları gibi Türkçe’yle değil Osmanlıca’yla düşünmüş olsa da değerli bir uydurukçudur; kültüre (culture) karşılık ‘hars’ı; psikolojiye ‘ruhiyat’ı; sosyolojiye ‘içtimaiyat’ı uydurmuştur.

‘Dil yürüyor’
Nurullah Ataçlar, Ömer Asım Aksoylar, Emin Özdemirler Türkçe’nin olanaklarını kullanarak, Türkçe düşünerek uydurdular. Dilimizde tüy değil, ağaç da bitse, uydurmaktan caymayacağız. 

Türkçe, ilk kez cumhuriyet döneminde topluca düşünülmüştür. Ruşen Eşref Ünaydın, ilk Türk Dili Kurultayı’nın son günü Türk Devrimi’nin dile yansıdığını belirten coşkulu konuşmasında, “Mustafa Kemal’ce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem, Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir” demiştir. Bugün Mustafa Kemal’ce düşünme yetisi olmayanlar Türkçe’ye güvenmiyor. Biz Mustafa Kemal Atatürk’e güveniyoruz; Atatürkçü düşünceden aldığımız güçle Türkçeye güveniyoruz. Atatürk’ün dediği gibi, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti”nin karartılan bütün cumhuriyet değerleriyle “dilini de yabancı diller boyunduruğundan” kurtaracağına inanıyoruz. Karşıdevrime karşın, Nâzım’ın dediği gibi, “Dil yürüyor! Yürüyenin önünde durulmaz!” 

86. Dil Bayramı kutlu olsun!

SEVGİ ÖZEL Dil Derneği Başkanı/Yazar
CUMHURİYET

Fethullahçılığın 50 tonu - Barış Terkoğlu

“Ben Hakyolcu bilinirim, FETÖ ile alakam olabilir mi?” 
Bu sözleri bir savcıdan işittim. 
Tarikatlarla örülmüş anayurdun trajik gerçeği!
Yetkisini Fethullahçılar lehine kullandığına dair somut deliller vardı. Savunması ise marifetmiş gibi, başka bir dini gruba mensubiyete dayanıyordu. 
Münferit değil... 
Davada tutuklanan popüler bir avukat bile “Fethullahçı değil, Nurcuların Zehra grubundan” diye duyuruldu. 
Son günlerde “ben aslında” diye başlayan savunmalarda kafa karıştıran bir şey oldu. 
Hikâyeyi baştan anlatalım. 

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla Emniyet bir rapor hazırladı. Rapor, “FETÖ silahlı terör örgütü Emniyet mahrem yapılanması” adını taşıyor. 
“Mahrem” kelimesini duyunca, aklınıza magazin haberleri gelmesin. 
FETÖ’nün TSK’den Emniyet’e, yargıdan MİT’e gizli örgütlenmesini anlatmak için kullanılıyor.
Sabrınız yeter de tamamı 383 sayfa olan raporu okursanız, bir gizli örgütün çalışma ilkelerine dair çok şey öğrenebilirsiniz. 
Rapor, ele geçen belgelerin önemli bir derlemesini içeriyor. 
Dinlemeye takılmadan haberleşmenin incelikleri de, saklanılan evlerde yakalanmadan yaşama yolları da üyelerine öğretilmiş. 
Öyle ki, ödenen para dikkat çekmesin diye “son dakikada uçak bileti almamaları” bile talimatlar arasında var. ATM dedikleri “arama-tarama mesulleri”, Işık Evleri’nde düzenli olarak delil arıyor ve olası bir operasyona karşı temizlik dahi yapıyor.

Yandaşların sessizliği 
Her belgeye kalemlikle koşan yandaş medyanın “mahrem rapor sessizliği”ni merak etmiyor değiliz. 
Bir tarama yaptığınızda, raporun ilk kez Anadolu Ajansı’na sızdığı görülüyor. 
Yayımlanan haberde ise açık tahrifat yapılmış. 
“Cumhur ittifakını bozmamak” için olacak, aktarılan kısımdan MHP’nin gazetesi Ortadoğu’nun adı çıkarılmış. 
Yalnız bu kadar mı? 
Gülencilerin devletin resmi belgesine giren “Bilindiği üzere 2002’den 2011’e kadar ilkeler üzerinden bir sorun yaşanmadığı dönemlerde bizler de AKP’yedestek verdik” ifadesini herhalde fark etmemişler! 
Bülent Arınç’ın açıklamalarının kısa videolar şeklinde hazırlanıp You Tube’dan, Facebook’tan, Twitter’dan, WhatsApp’tan paylaşılarak tabana yayılmaya çalışılması” tavsiyesini de görmemişler! 
Erkan Akçay, MHP Grup Başkan Vekili, bir arkadaşımızla direkt mesajla irtibatları vardı. Bizim yönlendirmemizle Meclis’te bir soru önergesi verdi” itirafını okurken herhalde gözlerine perde inmiş! 

Ya da Gülen’in örgüt belgelerine yansıyan Yalçın Akdoğan, Feryadı Figan, Beşir, Bülent, Kalın, Mücahid Arslan, Mustafa Gülcü ve daha niceleri, bunları hıyanette tartsanız hangisi ağır basar” sözlerine yansıyan “hıyanet”lerin neler olduğunu merak etmemişler! 
“‘Tek Adam’ın menfaatçi ekibinin kontrolündeki AKP, tek başına iktidar sayısınıyakalayamazsa AKP içindeki ve dışındaki temiz kadrolardan yeni ve umut veren bir oluşum için müsait zemin oluşacak” sözlerinin kendilerine nasıl Gülümseyerek baktığını anlamamışlar! 

“Büyüğümüzün imam-hatiplerin yapılmasını teşvik ettiği vaazlardan bölümler..” ifadelerini de atlamışlar! 
Haliyle “renklendirme” denilen en can alıcı noktayı da ıskalamışlar.

FETÖ’nün renkleri 
“Nedir bu renklendirme” diyeceksiniz. 
Fethullahçılar, son yıllarda deşifre olmamak adına gizlenmenin yeni bir yolunu bulmuş. Polisin “diğer oluşumlar içine sızma” ifadeleriyle özetlediği yöntemde “diğer oluşumlar”a da “renk” deniyor. 
Örgüt belgelerinde “neler renktir” sorusuna Fethullahçıların yanıtı şöyle: 
“Tarikatlar (Nakşi-Kadiri- Halveti vs.) - Cemaatler (Nur Cemaatleri-Erenköy-Çarşambaİslamoğlu Cemaati vs) - AKP - Partiler.” 

Kısacası, yakalanmamak için başka tarikatların toplantılarına katılıyorlar, onlara himmet veriyorlar, başka gruplara karışarak “hizmet” dedikleri asıl yapılanmayı renklendiriyorlar. AKP’deki üyeleri “en Reisçi”, muhalif görünenleri “Atatürkçülük kisvesinde” olabiliyor. 
Emniyet’in, öncelikle kendi içindeki yapılanmayı tanımlamak için yazılan rapora, yandaşların ilgisiz kalmasının nedeni belli. 

Bugün, devlet içerisinde “Okuyucular”dan “Yazıcılar”a sadece Nur kökenli 10’un üzerinde gruptan söz ediliyor. Nakşibendiliğin kollarını eklediğinizde her tarikatın kendi havuzunu oluşturduğu bir devlet yapılanması ortaya çıkıyor. Hatırlayın, Osmanlı Arşivleri’nde yıllarını geçirmiş uzmanların tasfiyesinin altından bile, yerlerini dolduracak bir cemaatin kadrolaşması çıkmıştı. Koskoca İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı’nın Adnan Oktar operasyonundan sonra istifa etmek zorunda kaldığı ilişkiler yumağındayız. 

Halının altına süpürmeye çalışsalar da, sessizlikle geçiştirseler de “aman tarikatlara dokunmayın” eşliğinde yaşadığımız tartışmaya artık kimse sırtını dönemiyor. 

Erdoğan mı? 

Fethullah Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret eden vekillerin “hepimiz oradaydık”fotoğrafını hatırladınız mı? İşte o fotoğrafta, Gülen’in omuz omuza durduğu Arif Demirkıran’ı, AKP yönetimindeki en kritik görevlerden birine getiren kararı, birkaç gün önce sessiz sedasız imzaladı. 
Çocuklarımızı da Cumhuriyetimizin kurumlarını da tarikatlara emanet etmeyin!

[Haber görseli]
AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı görevine, AKP’lilerin Pensilvanya ziyaretinde Fethullah Gülen’in solunda duran eski Siirt milletvekili Arif Demirkıran getirildi.



Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


İsrail için oyun şimdilik bitti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir Rus savaş uçağının İsrail provokasyonu ile düşürülmesi sonrası Rusya ile İsrail’in dengede giden ilişkilerinde artık bir dengeden söz etmek kolay olmayacak. Çünkü Rusya İsrail’le ipleri koparmasa bile ilişkileri bir hayli soğutmuş durumda.

Bunun pratikteki yansıması İsrail’i şaşırtan bir karar oldu. Rusya daha önce İsrail’in isteği üzerine vermeyi geciktirdiği S-300 Füze Savunma Sistemi’ni Suriye’ye verdi. Bundan sonraki adım Suriye hava sahasını kapatmak ki, bu ABD ile İsrail’i hedefleyen bir karar. Uçak krizinin hemen ertesinde Rusya, Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyılarını uçuşlara kapatmıştı.

Gelişmeler nasıl olur bekleyip göreceğiz ama İsrail bölgedeki kuralların değiştiğini artık anlamak zorunda. Vahhabi, Selefi, Tekfirci gruplara karşı savaşan İran’a, Hizbullah’a, Suriye’ye saldırmaktan vazgeçmeli. Moskova-Tel Aviv arasında var olan anlaşma gereği her hava harekatının Moskova’ya bildirilmesi gerektiği ilkesini de anımsamalı. Bu son uçak krizinde bu bilgilendirmeyi yapmadığı ortada. 

İsrail’in cihatçılara dolaylı destek verdiği bir gerçek. Çünkü işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nin, bir gün gerçek sahibine, yani Suriye’ye verileceğini biliyor. Bu nedenle zayıf düşmüş bir Suriye’yi tercih ettiği için cihatçılara yol veriyor. Bundan Rusya’nın memnun olmadığını söylemeye gerek yok. Rusya’nın bu konuda İsrail’i defalarca uyardığı, durumun kontrolden çıkabileceğini söylediği de sır değil. 

Ama tüm bunlara aldırmayan İsrail, dengelerin hâlâ aynı olduğunu sandığı bölgede bildik tutumlarını sürdürdü. Sonuçta olan şu; Suriye’ye Lübnan’dan, Golan Tepeleri’nden gelen saldırıları bertaraf için Rusya’nın S- 300 füze savunma sistemi Suriye’de.

Şimdi İsrail için oyun alanı daralmış durumda. Potansiyeli Rusya’nın verdikleriyle hayli artan bir Suriye var artık. Suriye hava sahasını kolay kolay ihlal edemeyecek oluşu İsrail’in Ortadoğu’daki üstünlüğüne ciddi bir darbedir. 

Hizbullah faktörü de unutulmamalı. İsrail saldırılarını iki kez durduran Lübnan Hizbullahı’nın eskisinden çok füzesi bulunuyor. Bu İsrail’i Ortadoğu’da bir maceraya girmekten alıkoyacak bir etken. İran’ı da anımsayalım; eski İran yok artık, dünyada, Avrupa’da dostları olan bir ülkedir İran. AB, nükleer anlaşmayı bozan ABD’yi dinlemeyip İran’la, ABD yaptırımlarına rağmen işbirliğini sürdüreceğini bir kez daha açıkladı dün.

Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolai Patrushev, İranlı ve İsrailli meslektaşları Ali Şakkhani ve Eytan Ben Davut ile birlikte, İran’ın askeri tesisine yapılan son İsrail saldırısı sırasında Tahran ve Tel Aviv arasındaki gerilini azaltmak için Soçi’de ayrı ayrı bir araya gelmişti. İsrail bu görüşmelerin kendi gücü yüzünden yapıldığını sanıyorsa aldanıyor. Unutmamalı ki, Rusya, İsrail’e misilleme yapmaması konusunda Şam’a tavsiyede bulunmuştu. Yani Suriye ve İran’la müttefik olan Rusya’nın varlığı bölgede İsrail’in güvenliği için çok gerekli. İsrail’in bunu da pek kavrayamadı görünüyor. 

İsrail’in stratejisini değişme zamanı geldi. Çünkü Rusya gibi kendisini zaman zaman koruyup kollayan bir müttefiki ciddi olarak kızdırmış durumda. İlişkilerin düzelmesi zor değilse de zaman alacak gibi görünüyor. Bu süreyi kısaltmak İsrail’in elinde. Artık bölgede dengeleri lehlerine çevirmiş Suriye ve İran gerçekliği karşısında eskisi gibi rahat at oynatamayacağını anlamak zorunda.

Kartların yeniden açıldığı Ortadoğu’da İsrail artık hakemin değiştiğini görmezse “tüm oyunları” kaybedebilir. Bunun Filistin için iyi olacağını söylemeye gerek yok. Terörü politika haline getirmiş bir ülke olarak İsrail’in artık “kaybetmesi” lazım.

Bu tüm bölge için iyi olacak.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 tahta 3 çivi de ‘imar barışı’ kapsamında - RABİA YILMAZ

Kaçak yapıların yasallaşmasına olanak sağlayan ‘imar affı’ fırsatçılara rant kapısı oldu. Yayla ve meralarda herhangi bir barakanın fotoğrafı çekilerek ‘yapı belgesi’ alınıyor.

Kaçak yapılaşmanın önünü açtığı için eleştirilen ‘imar affı’ düzenlemesi fırsatlar için yeni rant kapıları yarattı. Karadeniz’de yayla ve meralarda hızlı bir biçimde barakaların kurulduğu, fotoğraflarının çekildiği ve ‘imar affı’ kapsamına dahil olması için başvuruda bulunulduğu ortaya çıktı. Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden (ÇEHAV) avukat İbrahim Demirci, “Yaylada 2-3 tahta çakıp, o yapıları ev gibi göstererek, imar affı başvurusunda bulunuyor ve yapı belgesi alıyorlar” dedi.
Karadeniz’deki yayla ve meralarda incelemeler yaptığını kaydeden Av. Demirci, “Herkes büyük bir hızla ev yapıyor. Hatta evi bırakın 2-3 tahta çakıp ev gibi göstererek fotoğrafını çekiyor ve o şekilde imar affı başvurusunda bulunuyorlar. İnsanlar duvarını yapmadan tahtalarını çakıyor ve evini kuruyor. Düzenlemenin son tarihi olan 31 Ekim’e yetiştirmeye çalışıyorlar” ifadelerini kullandı.

Fotoğraf çekip belgeyi almaya çalışıyorlar
Bölgedeki birçok çevre davasının da avukatlığını yapan Demirci, yayla ve meraların farklı statülerinin olduğunu, imar kanunu kapsamında değerlendirilemeyeceğini belirterek, şöyle devam etti: “Yayla ve meralarda ancak hayvanların barınabileceği Karadeniz koşullarına uygun geleneksel yayla evlerinin olabileceği bir yapı olmalı, imar olmaz. Ama yasayı çok geniş tuttukları için uygulama itibariyle yayladaki insanlar da eski yeni evleri bakmadan fotoğraflarını çekip belgeyi almaya çalışıyorlar. Şu an bütün yaylalarda herkes bir şekilde eski evini onarmaya çalışıyor, çok hızlı bir biçimde yapılaşma var.”

Yaylaların sonu Ayder’e benzeyecek
Demirci, bu düzenlemenin yayla ve meralarda da uygulanmasının ileriki süreçte yaratabileceği sıkıntıları ise şöyle açıklıyor:

“Yapı belgeleri çoğaldıkça, ilerleyen süreçte olacak şey şudur: Yaylalarda hayvancılık çok azalmış, buraya birçok ev yapılmış; devlet ya da idare de bu aşamada insanları yayladan ve meradan çıkarabilecek. Bu kadar yapıyla yayla ve meranın işgal edildiğini söyleyecek ve statülerini kaldırarak, Ayder’e benzer bir manzarayla karşımıza çıkacaklar, TOKİ’yi de oraya sokup geri dönülemez bir tahribat yaratacaklar. İlla bu şekilde olmak zorunda değil, ama bu şekilde yapılaşma devam ettiği sürece yayla ve meraların yapısı bozulacak. Yayla ve meralar imar affı düzenlemesi nedeniyle hızlı bir şekilde kentleşiyor.”

Uzmanlar uyarmıştı
Düzenlemenin açıklanmasıyla uzmanlar, kapsamı itibariyle suiistimal edilebileceğini açıklamıştı. Kaçak, sağlam olmayan, Hazine ve doğal sit statüsü bulunan alanlarındaki yapıların da düzenlemeyle legalleşmesinin ve ‘yapı belgesi’ almasının, büyük bir riske işaret ettiğini vurgulamıştı. Ancak yetkililer, düzenlemenin bu kapsamda devam edeceği konusunda diretmişti.
***
Olmayan eve ‘imar affı’ başvurusu
Büyük kentlerde ise ‘imar affı’ düzenlemesinde ‘farklı’ şekilde faydalanılıyor. Herhangi bir resmin sisteme yüklenmesiyle, yapı belgesi’ne sahip olunuyor. Ancak fotoğrafın çekildiği arazide ne bir yapı ne de bir bina söz konusu. Adres bilgileri doğru, ancak fotoğraf hiç ilgisi olmayan bir alandan yükleniyor.

Rabia Yılmaz / BİRGÜN

Cumhurbaşkanı'ndan yandaşlarına şok. - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Cumhurbaşkanı, Reuters'a verdiği mülakatta "Brunson olayının bizim ekonomimizle yakından uzaktan alakası yoktur. 2008 yılında biz ekonomik sıkıntı yine yaşadık. Ben 'teğet geçecektir' demiştim. Biz sonra ekonomik sıkıntıyı aştık. Türkiye ciddi manada ekonomik rahatlama sürecine girdi. Şu an ülkemizdeki ekonomik sıkıntı öyle zannedildiği gibi abartılacak bir sıkıntı süreci değildir. Türkiye kendi imkânlarıyla aşacaktır" dedi.

E hani;

"Türkiye'deki operasyonel gücü kırılan üst akıl bu kez ekonomi cephesinden saldırıya" geçmişti?

"Türkiye'yi teslim almak için dolar silahının tetiğine basılmış"tı...

"Amaç; CIA ajanlarının, Gezi finansörlerinin, terör örgütü yöneticilerinin, FETÖ'cülerle iş tutan tetikçilerin serbest bırakılmasını sağlamak"tı...

"Papaz Brunson üzerinden başlatılan ekonomik saldırının amacı, Gezi'de, 15 Temmuz'da başarılamayanı başarmak, Türkiye'ye boyun eğdirmek..."ti...

Hani;
"Türkiye'ye dış politikada diz çöktürme operasyonunun kamuflajı olarak kullanılan tutuklu papaz Brunson davası ile birlikte TL'de son 1.5 ayda yaşanan düşüşün ardında ABD'nin 'kur saldırısının' olduğu tescillenmiş"ti?

Hani;
"7 Şubat 2012'deki kepazelikten, Mayıs 2013 Faşist Gezi kalkışmasına.. 2013/17-25 Aralık yargısal darbe girişiminden 2014 Ocak MİT TIR'ları ihanetine.. 2015 Çukur teröründen, İstanbul, Ankara, Kayseri, İzmir, Suruç ve bilumum terör saldırılarına.. Ve en son 2016/15 Temmuz'daki Anadolu'yu işgal girişimine kadar çeşitli saldırılarla başaramayanlar bu defa Papaz Brunson'ı devreye sokmuş"tu?

Hani;
"Emperyalist ABD'nin Türkiye'ye ajan rahip Brunson üzerinden başlattığı ekonomik saldırı doların ateşini çıkarmış"tı?

Hani;
 "Türkiye'ye 15 Temmuz'da boyun eğdiremeyenlerin kirli ekonomik saldırılarının son halkası Brunson davası"ydı?

"Tüm tehdit ve şantajlara rağmen boyun eğmeyen Türkiye'ye karşı ABD son olarak Brunson davası üzerinden saldırıya geçmiş"ti!

                                                                          ***

Biz, "Ekonomik krizle Brunson'un ne alakası var" deseydik, "emperyalizmin tetikçisi" ilan edilecektik; Cumhurbaşkanı dedi.
Çok merak ediyorum, aylardır yukarıdaki satırlardan geçinenler ne yazacaklar şimdi!
Hayır, yüzlerini kızarttılar bir şekilde en kıvrağından bir manevra yaptılar diyelim; ya o kadar yağıp, esip, gürledikten sonra Brunson tahliye edildiğinde?
"Bağımsız yargının kararı, saygı duyuyoruz" mu diyecekler?

                                                                            ***
Amaan benimki de soru işte;
Kişi patlıcan dalkavuğu kıvamında olunca, ABD uçağına binerken arkasından su bile döker valla!

                                                                            ***

Trump'ın derin planı(!)
Lütfen, çok rica ediyorum, "kadrolu uçak kalemşorlarının" coşkuyla geçtiği "Erdoğan ile Trump sohbet etti" haberlerine inanmayın.

İşin aslı hiç öyle "sohbet etti"yle geçiştirilecek kadar basit değil...

O "tesadüf etme", o "denk gelme", o "ayakta karşılaşma", o "tokalaşma", Melania'nın yüzünde aylar sonra oluşan o kocaman gülümseme filan hepsi derin, titiz, organize bir operasyonun neticesi!
Hepsi, Amerikan derin devletince planlanmış!

Trump, sırf bu planı uygulamaya sokabilmek uğruna BM'nin bütün üye ülkelerinin tepkisini hiçe sayıp kendi ülkesindeki zirveye geç kalmış; kendini feda etmiş yazık!
Ben demiyorum, bir dönem ülkenin Anayasası emanet edilen koca profesör, Burhan Kuzu Hocam söylüyor:

"Trump, BM toplantısında Başkan Erdoğan ile görüşebilmek için hep fırsat kollamış. İşte bu nedenle konuşma sırasını bilerek kaçırmış ki Erdoğan'a denk gelmiş olsun. Gerçekten de öyle oldu. Ne yaptı, etti, sonunda görüştü; muradına erdi."

Gülmek serbest.

Ya Cumhurbaşkanı'nın yanında Kuzu hoca kıvamında iki kişi daha varsa diye düşünüp ağlamak da!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

Yeni Ekonomi Programı bir itiraf belgesidir - SELİN SAYEK BÖKE

Geçen hafta, krizle boğuşan ekonomimizin gelecek 3 yılına ilişkin yol haritası ortaya koyması gereken Yeni Ekonomi Programı açıklandı. Program adına tezat içeriğinde, “yeni” hiçbir şey içermiyor. 

Bu program özetle şunu söylüyor: Değişmeden, eskiyi devam ettirerek, krize yol açan ne varsa hepsini, yani düzeni koruyarak yola devam!

Programın içeriğinde yığılmış detaylarsa, bu krizin faturasının en geniş halk kesimlerine, toplumun üretici güçlerine, yani yüzde 99’a yıkılacağını açıkça ortaya koyuyor. Yeni Ekonomi Programı’nda ‘‘yeni’’ yok, eskimiş ve kriz çıkartan düzenin tam olarak devamı var.

Kriz bugün en somut olarak döviz-faiz-enflasyon üçgeninde belirginleşiyor. Krizin hem yıllar içinde kurulan rantçı, talancı ekonomik düzenin hem de kurumların, demokrasinin ve hukukun yıkılmasından kaynaklı güven kaybının bir sonucu olduğu Saray rejimi dışında artık herkes tarafından biliniyor, görülüyor. Bu yılın devamında dövizin 6 civarında kalacağı öngörüsü ve önümüzdeki 3 yıl da bu düzeyde seyredeceğinin beyanı ne rantçı düzeni ne de bu güven kaybını mesele ettiklerinin göstergesi.

Yani Saray, tam da ideolojik duruşuna, rejimin varoluşsal özelliklerine uygun şekilde, kendisi olmaya, yine aile şirketini ve şirketin ortaklarını korumaya, yani yıkıma devam edecek.

Düzen değişmeyecek… Yeni Ekonomi Programı, zaten bildiğimiz ve çokça ifade ettiğimiz bu gerçeğin itiraf belgesi. Düzenin rantçı sermayeye en önemli kaynak transferi araçlarından olan Kamu Özel İşbirlikleri bırakın iptal edilmeyi, devam ettirilecek, hatta yaygınlaştırılacak. İnşaat sektöründe rant paylaşımı yetmemiş olacak ki, şimdi buna teknoloji ve AR-GE kılıfı da eklenecek.

3’üncü havalimanının inşaatında artık en yandaş göze dahi çarpan hayat gerçekleri, yeni facialara yol açacak şekilde bu kez de maden arama ve sondaj çalışmalarında yaygınlaştırılacak. Kamu kaynakları kamu-özel işbirlikleriyle rantçı, talancı yandaşlara aktarılmaya devam edilecek. Bütçe disiplinsizliği sürecek, kamu kaynakları iktidar eliyle iktidar yandaşlarına aktarılacak. Bir paralel hazine olan Varlık Fonu uygulaması sonlandırılmayacak.

Geçmiş dönemde silinmiş yandaşların milyarlarca TL’lik vergi borçları geri alınmayacak, vergi cennetleri listesi yayımlanmayacak, rantçı sermayenin kazancının muafiyetleri aynen devam edecek, ama sosyal güvenlikten 10.1 milyar TL tasarruf edilecek! Peki nasıl, hangi harcamalar kesilecek? Kemer nereden sıkılacak? İlaç katkısı mı kaldırılacak? Sağlık ödemeleri mi yapılmayacak? Yoksa emekli aylıkları mı ödenmeyecek?

Çalışanları her geçen gün daha çok güvencesizliğe, güvensiz çalışma koşullarına mahkûm eden esnek çalışma modelleri yaygınlaştırılacak. Kıdem tazminatı ‘reformu’ gerçekleştirilecek. 16 milyar TL’lik vergi artışları gerçekleşecek, dolaylı vergilerle bütçenin yükü ücretli çalışanların omzuna yığılmaya devam edecek. Krizi doğuran düzen değişmeyecek.

O zaman, kritik soru şu: İktidar bunu göz göre göre neden yapıyor? Gerçekte ihtiyaç duyulanları göremiyor, yönetemiyor diye mi? Hayır, kriz iktidar yönetemediği için çıkmadı. Bilakis kriz, iktidarın siyasal tercihleriyle şekillenen, bilerek isteyerek kurdukları ekonomik düzenin yapısından ve yine bilerek isteyerek değiştirdikleri rejimin bir sonucu ve AKP, iktidarını bu yapıya borçlu. 

O yüzden yapamaz değiller, yapmazlar! Değiştirmezler. Rejimi toplumun direncine rağmen değiştirdiler, bilerek ve isteyerek. Değişmeyeceğini şimdi bir kez de YEP’le ilan ediyorlar. Kamu-özel işbirliklerini devam ettirecek hatta yaygınlaştıracaklar. Kıdem tazminatına dokunmaya kalkacaklar. Tüm temel ihtiyaç ürünlerinin ithal girdi yoğunluğu çok yüksekken bu ürünlerde vergi düzenlemesine gidecekler. Kamuda esnek çalışma modellerini yaygınlaştıracaklar. Bu yıkıcı krizi doğuran koşulları devam ettirecekler, işte krizin yıkıcı ortamında bile YEP’le ilan ettikleri bu!

Plan belli; krizi yaratan düzen aynen devam ettirilirken, rantçı sermaye çeşitli yöntemlerle krizin etkilerinden korunurken, faturayı, çöken düzeninin kurucu ortakları değil, mağduru olan milyonlara ödetmek niyetindeler.

O zaman biz de onların dilinden söyleyelim: “Bakın burası çok önemli..!” Bu krizin yükünü, yoksul halk kesimleri, ücretliler, emekliler, halk ödemeyecek!

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Portreler II - Feliks Edmundoviç Cerjinski - SERDAL BAHÇE

Felix Edmundovic Dzherzhinsky ya da bizim dilimize çevirirsek Edmund’un oğlu Felix Cerjinski; dostlarının ve düşmanlarının “demir yumruk Felix”i...

Yukarıdaki fotoğraflar Okhrana’nın (Çarlık gizli polisi) onu tutukladıktan sonra çektiği fotoğraflardır. Her bir satır farklı bir tarihteki tutuklamadan veya mahpusluktan kalmadır. İlk sıra 1909 yılın aittir; mağrurdur. İkinci sıra ise 1914 yılına yani I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıla aittir; bakışlar sertleşmiş ve bir nebze hüzün çökmüştür. Son sıra fotoğraflar ise 1916 yılına aittir; hınzır bir gülümsemeyle birlikte sanki “bir yıla kadar göreceksiniz…” demektedir bakışları.

Okhrana’nın elinde Cerjnski’nin ait daha fazla fotoğrafı olsa gerektir. 1917 Şubat Devrimi’ne kadar Okhrana ve çarlık polisi ile oynadığı oyun muazzam bir senaryoya dönüştürülebilir. Defalarca tutuklanır ve Sibirya’ya ya da güvenlikli bir hapishaneye yollanır ve pek çoğunda kaçar. 1917 Şubat devrimi patlak verdiğinde Moskova yakınlarında, Oryol hapishanesinde mahpusluktadır. Soluğu Moskova’da alır. Ayağının tozuyla yeni kurulan Moskova İşçi-Köylü Sovyeti kongresinde bir konuşma yapar. Konuşma sırasında hapishane üniforması hala üstündedir. Ancak çok hastadır, babasını götüren ince hastalık mahpusluğu sırasında ona da tebelleş olmuştur. Moskova’da Bolşevik Parti merkez komitesi üyesi olarak Sovyet organizasyonu içinde sorumlu görevler üstlenir. Sonra Lenin’i karşılamak üzere 2017 Mart’ında Leningrad’a gider.
Lenin sürgünde yaşadığı İsviçre’den Rusya’ya geldi ve bizim takvimimizle 16 Nisan’da Finlandiya İstasyonu’nda trenden indi (yıllar boyunca bir Alman treninin arka vagonlarından birinde seyahat etmesi karşı-devrimciler tarafından bir Alman ajanı olmasının kanıtı olarak sunuldu). Tren garının önünde toplan partililere ve işçilere bir konuşma yaptı. Onu bekleyen önde gelen Bolşevikleri bile şok edecek şekilde, burjuva Geçici Hükümet’i suçladı, onun savaşı sürdürme gayretinin işçilere ve köylülere karşı ihanet olduğunu vurguladı. Rusya’nın yenilmesi gerektiğini ve yenilginin toplumsal devrime yol açacağını belirtti. Devrimin burjuva aşamasının bittiğini ve proleter aşamasının başladığını ilan etti. Diğer tüm Bolşevikler dehşet içinde dinlediler onu. Bolşeviklerin büyük bir çoğunluğu devrimin burjuva karakterinin sürdüğünü ve dolayısıyla Geçici Hükümet’in desteklenmesi gerektiğini düşünürken Lenin’in konuşması bir yıldırım gibi tepelerine düştü. Daha sonra yazılan anılardan şokun boyutlarını anlıyoruz. Cerjinski mi; herhalde o da şok olmuştu. Ancak fırtına daha dinmemişti; asıl büyük olanı olan ertesi gün genişletilmiş Merkez Komite toplantısında koptu. Lenin’in daha sonra “Nisan tezleri” olarak adlandırılacak tezleri komitenin ana gündemiydi. Toplantıdaki Bolşeviklerden biri Lenin hakkında “çıldırmış olmalı” diyecekti. Ancak söz konusu neredeyse yürüyen bir devrimci irade olan Lenin’di ve uzun tartışmaların ve pek çok oylamanın ardından tezlerini çoğunluğa kabul ettirdi. Uzun tartışmaların ardından yelkenleri suya indirenlerden biriydi Cerjinski.

Cerjinski 1902’den beri, yani Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki ilk ayrışmadan bu yana Bolşevikti. Bu süre zarfında Lenin’in kuramsal ve siyasal otoritesini kabul etmişti. Ancak itirazı olmayan bir öğrenci ya da takipçi de değildi. Yeri geldiğinde Lenin ile ayrı saflarda bulunabilecek kadar da cesur ve başına buyruktu. Bu türden iki önemli tarihsel moment tespit edebiliyoruz. Birincisi Brest-Litovsk anlaşmasının onaylandığı Merkez Komitesi toplantısıydı. Almanlar ateşkes isteyen Bolşeviklerden önce Polonya’nın Rus hakimiyetindeki parçası ile Ukrayna’yı istemişlerdi. Daha sonra Beyaz Rusya’yı da talep ettiler. Bolşevik Merkez Komitesi Toplantısı anlaşma şartlarını görüşmek için toplandığında Lenin başta oldukça yalnızdı. Diğer üyeler bu kadar büyük bir toprak paçasının verilmesini bir tür ihanet olarak görmekteydi. Sadece Lenin toprak karşılığında henüz oldukça güçsüz ve yalnız devrime nefes alma şansının yaratılmasının şart olduğunu düşünüyordu. Lenin yürüyen, ele geçiren ve dönüştüren devrimci iradeydi. Merkez Komitesi toplantısının sonunda anlaşma 7 lehte, bir çekimser ve 5 aleyhte oyla kabul edildi. Aleyhte oy verenlerden biriydi Cerjinski. Böylece Bolşevik hükümet nerdeyse Almanya’nın üç katı büyüklüğünde bit toprak parçası karılığında devrime nefes aldırmış oldu. İkinci moment ise ünlü self-determinasyon, yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili tartışmada çıktı. Lenin ısrarla özellikle Eski Çarlık toprakları içinde yaşayan tüm uluslara kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını istiyordu. İlkesel ya da kuramsal bir nedenden dolayı da istemiyordu bunu. Batıdan beklenen proleter devrimin gelmeyeceği anlaşılmıştı. Lenin Sovyet iktidarının oldukça yalnız ve saldırıya açık olduğuna inanmaktaydı. Bu nedenle en azından Sovyet rejiminin sınırlarında emperyalizmin ağına düşmemiş ve burjuva da olsa, Sovyet dostu iktidarlar istiyordu. Eğer Çarlığın cenderesi altında inleyen uluslara kendi devletlerini kurma hakkını verirse bu türden dost rejimlerin kurulabileceğine inanıyordu. Kısacası ulusların kendi kaderini tayin hakkı kuramsal ya da ideolojik bir ilkeden değil günün gereklerinden çıktı (ne yazık ki SBKP’nin de katkısıyla bu dönemsel ödün bir tür kanun seviyesine yükseltildi). Kendisi de Polonya-Litvanya kökenli olan Cerjinski, tıpkı başka bir Polonyalı, Rosa Luxemburg, gibi, bu türden bir politikanın enternasyonalizme ihanet olacağını düşünmekteydi. Tarihin ironisi buydu herhalde, Rus Lenin Polonyalılara ve diğerlerine kendi devletlerini kurma hakkı vermek isterken, Polonyalı Cerjinski Ruslardan ayrı bir kurtuluşu istemiyordu.

Ekim Devrimi Bolşevikleri iktidara getirdi. Böylece yıllarca bir devletin kovuşturmasından, takibinden ve sürgünlerinden kurtulmaya çalışan komünistler kucaklarında bir devlet buldular. Evet devlet zaman içinde yok olacak ve sınıflı topluma birlikte tarihin derinliklerine karışacaktı ancak daha o günlere çok vardı. Şimdi sosyalizme giden bir toplumun isteklerine göre şekillendirilmesi gereken bir devlet mekanizmasına ihtiyaçları vardı; ve açıkçası çok ama çok hazırlıksızdılar. İlk Svonarkom (Halk komiserleri kurulu) Sol Soyalist Devimcilerin katılımıyla oluşturuldu. Hiç bir halk komiseri tepesine atandığı kurumla ne yapacağını bilmiyordu. Örneğin Dış İşleri Halk komiserliğine atanan Troçki anılarında görevi aldıktan sonra bakanlık binasına ilk gidişini anlatır. Bir ekiple birlikte çarlık dönemi dış işleri bakanlığına giderler. Tüm dünya emekçilerine ve halklarına yönelik birkaç bildiri yayınlarlar. Daha sonra yapacak bir şey bulamazlar ve çıkar giderler. Troçki “yapacak bir şey yoktu, dükkanı kapattık” der. O kadar. Cerjinski devrimin planlanması ve yürütülmesi ile görevlendirilen Askeri Devrimci Komite üyesidir. Devrimden sonra ise sabotaj, vurgunculuk ve karşı devrimci aktivitelerle mücadele etmesi için kurulan VÇeka ya da Çeka’nın başına getirilir. Bu da tarihin başka bir ironisidir; yıllarca polis ve istihbarat örgütlerinden kaçan Cerjinski devrimci rejimin istihbarat örgütünün tepesine oturtulur. Av, avcıya dönüşür. Belki de bir avcının nasıl düşündüğünü ve hareket ettiğini artık iyice söktüğü için olsa gerek iyi bir avcı, iyi bir istihbaratçı olur. Sovyet Rejimi iç savaş sürecine girerken Cerjinski etkin bir mekanizma yaratır. Çeka özellikle iç savaş sürecinde beyazların ve diğer muhalif grupların en korkulu rüyasına dönüşür. Cerjinski bir dönem iç işleri bakanlığı da yapar. 1926 yılında parti içi mücadele yükselirken Troçki-Kamanev-Zinoviev blokuna karşı yaptığı iki saatlik bir konuşmanın ardından kalp krizi geçirir. Yıllarca süren hapislik, sürgünlük ve hapishanelerdeki işkence naif bedenini güçten düşürmüştür. Kalp krizi Çarlık polisinin yapamadığını yapar.

Serdal Bahçe / SOL

İntihar politiği ve iktidar psikolojisi - MİNE SÖĞÜT

İktidarın, kendisini öldüren bir insanın trajik hikâyesinde aynalanan tehditkâr varlığı başımızın üzerinde yırtıcı bir kuş gibi dolaşan tehlikenin boyutlarının kayda geçmesi açısından büyük önem taşıyor.
 
Bir babanın trajik ölümünün ekonomik çaresizlikten değil, psikolojik sorunlar yüzünden olduğunu alelacele açıklayacak kadar cahil ve cüretkâr reflekslere çalışan bir zihniyetin hukuku kullanma biçimi çok tehlikeli ve tehditkâr bir terbiye aracı. 
1453 rüyalarından 2023 hülyalarına... 
Tuhaf darbelerden, tuhaf seçimlere... 
Çıkartılan KHK’lerden yazılan yeni anayasalara... 
İnşa edilen saraylardan canhıraş değiştirilen adlara... 
Atanan damatlardan, atanma bile yapılmadan resmi toplantılarda masalara oturtulan oğullara kadar zıvanadan çıkan... 
Ve neticede en kritik mercilere kendi kendisini bile atamaya varan bir noktaya ulaşan iktidar psikolojisinin boyutları üzerinden yapılacak tüm analizler tek bir sonucu veriyor.
 
Tehlikedeyiz.


Üstelik iktidar karşıtı da olsak, yandaşı da olsak bu ülkede yaşayan hepimiz, artık tehlikenin hedefinde eşitiz. 
Kocasını intihara götüren süreci anlatan kadın... 
Babasını kaybeden çocuk... 
Çocuğun okulundaki yöneticiler... 
Anlatılanları haber yapan gazeteci... 
O haber yapılırken odada olan diğerleri... 
O haberi okuyup soru soran insanlar... 
Herkes ama herkes iktidar tarafından anında zan altına alınıyorsa ve yoksulluğa, çaresizliğe dair bir haber gazetecilik ahlakının ve becerisinin ötesinde hukuksal bir açıdan terörist eylem olarak kodlanıp mercek altına yatılıyorsa bunun tek nedeni iktidarın güçlü suçluluk psikolojisidir.
Ölümle mühürlenmiş bir meseleyi mezardan çıkarıp değiştirebilecek gücü olduğuna inanan bu kudretle başa çıkmak da kolay değildir. 
Susmanın ve katlanmanın dayatıldığı ve soru sormanın tehlikeli sayıldığı bu siyasi iklimde... 
Velev ki haber yanlış yapıldı; 
Velev ki gazeteci duyduğunu tam anlamadı; 
Velev ki baba işsiz değildi, o pantolon zaten alınmıştı, o çocuk okuldan geri gönderilmemişti, o kadın kocasının ekonomik sorunlar yüzünden değil valiliğin apar topar açıkladığı gibi psikolojik sorunlar yüzünden kendini öldürmüş olduğunu düşünmekteydi... 
Yine de bu meselede odaklanılması gereken şey, intihar eden babanın hazin psikolojisinden önce iktidarın tehlikeli psikolojisidir. 
Bu psikolojisi neticesinde artık biliyoruz ki; 
Çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden babanın haberini yapan gazetecinin gözaltına alınmasıyla ilgili haber yapan gazeteciyle ilgili köşe yazan gazetecinin gözaltına alınmasıyla ilgili eylem yapan göstericilerin gözaltına alınmasını Meclis’te gündeme getiren milletvekilinin gözaltına alınmasını otobüste mevzu yapan vatandaşın gözaltına alınmasını kahvede eleştiren muhtarın gözaltına alınmasını karısına anlatan öğretmenin gözaltına alınmasını kınayan iki öğrencinin gözaltına alınmasını televizyonda yorumlayan spikerin gözaltına alınmasını hukuka aykırı bulan hâkimin gözaltına alınmasını gündeme getiren sendika başkanının gözaltına alınmasını rapor olarak sunan sivil toplum gözlemcisinin gözaltına alınması hakkında konuşan, bunu sorgulayan, bunu yazan, bunu düşünen, buna öfkelenen, buna üzülen, bundan endişe duyan, buna “yeter” diyen herkes hedefte.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Engin Ardıç'ların ve Saraylıların keyfi kaçmasın. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Oğluna pantolon alamadığı için evinin banyosunda kendini asan İsmail Devrim'in haberini yapan gazeteciyi göz altına alıp bıraktılar...
Gazeteci Ergün Demir ile birlikte mahalle muhtarını da götürmüşler...
Fotoğrafı inceledim, 5 jandarma eşlik ediyordu.
Ergün adliyeye girişinde, haberi yapan gazeteci gibi değil de sanki cinayet işlemiş bir zanlıydı!

                                                                          *

Besleme medya zaten çoktan kararını vermişti; "adamın psikolojik sorunları varmış..mış... mış..."
Psikolojisi yerinde olsa intiharı düşünmezdi elbette! Mesele; girdiği bunalımın ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor olmasıydı zaten!

Yandaş basında çok sayıda "yıkama" yazıları, haberleri yayınlandı... En acısı, ejder meyveli sofraların müdavimi Engin Ardıç'a ait olandı...

İntihar eden baba ile ilgili; "adamın biri liseye giden oğluna okul pantolonu alamadığı için kendini asmış" ifadesini kullanan Ardıç, "hayattan kaçmış, ben ölürsem bu çocuk ne yer ne içer diye düşünmemiş", "demek ki  pantolon bahane, muhalefet şahane" şeklinde cümleler kurarak "yazarlık görevini" yerine getirmiş!

Ardında iki genç evladını ve gözü yaşlı eşini bırakmış, girdiği bunalım nedeniyle kendi kıyametini yaşamış bir insan için edilecek en çirkin sözler bunlar...

Saray'ın koltuğu altında çıkan bir gazetede yazıp, ballı maaşlar indirerek sen kendini "garantiye" almışsın nasıl olsa...

Hayat sana güzel Engin Ardıç...

3. havalimanında çalışan işçiler; "tahtakurusu dolu yataklarda yatmak istemiyoruz" diye isyan ediyorlar, patronları bile onlara hak veriyor ama bu arkadaş çıkıp; "ne var canım benim de yatakhanemde tahtakurusu vardı" diye bir cümle kurabiliyor!

Üniversiteli gençler günde bir öğün yemek yiyebiliyor, açlık ve sefalet ülkenin yarısını esir almış, aileler bunalımda, sofralarda ucuz olsun diye insanlar zehirli gıdalar tüketiyor...

Biz böyle bir ülkenin Saray sofrasındaki şatafatı eleştirdiğimizde yine bu arkadaş köşesinden; "ne var canım, davette Türk yemekleri mi yeseydiler" diyebiliyor...

Engin Ardıç... seni iletişim fakültelerinde ders olarak okutacağımız zamanlar da gelecek...
Gazetecilik mesleğinde her şey olabilirsiniz ama Engin Ardıç olmayın diyeceğim genç meslektaşlara...
                                                                          *

Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır...
Memlekette ise gerçeklerle sorunu olan gazeteciler türedi! Belki dünyada bir ilktir!
Hem bu mesleği yapacaksınız hem de gerçekleri karartmak için türlü numaralara başvuracaksınız...
"Hortumlamak" tabirini Türkçemize kazandıran meslek büyüğümüz, duayen gazeteci Necati Doğru "bu model" için "hazineden emzikli gazeteciler" derdi...

Onlar her dönem var oldular... Süleyman Demirel'in de sofrasında, uçağında vardılar, Özal'ın da...
Olamadıkları tek yer halkın vicdanıydı...
                                                                            *

İktidarın eleştiri konusu her olayında, emzikli gazeteciler ortaya çıkıp ellerinde iftira deterjanı ile gerçekleri çitilemeye başlıyorlar...

Medyanın neredeyse tamamı ellerinde... Bundandır; yoksul bir ev hanımına mikrofon tutulduğunda; "açız, dolap bomboş, oğlan işsiz" diyor... Ve sonra da şunu ekliyor; "bunlar hep dış güçlerin oyunu!..."

İktidarın emrindeki medya tekeli; beyazı siyah, kuzgunu kartal gösterme gücüne sahip...
Cumhuriyet'in haberine göre şimdi yeni bir yasa taslağı hazırlanıyor; RTÜK ve BTK uzmanlarının hazırladığı taslağa göre internetten yayın lisansı için MİT ve Emniyetten izin koşulu getiriliyor. Tüm Radyo-TV yayınları denetim, erişim engeli, lisans iptali gibi bir sansür çarkının içine alınıyor.

Yani;


Pantolon alamadığı için intihar eden babanın haberi yapılmasın...
Daha dört ay önce Bodrum'da evin tavanına kendini asan Şerafettin Y'nin isyanını, üç çocuğundan başka duyan olmasın!
Beş ay önce Aydın'da 43 yaşındaki Doğan Adak'ı yaşamdan koparan bunalımı,
Çerkezköy'de 32 yaşındaki Armağan Kuru'nun,
Kayseri'deki inşaat işçisi 18 yaşındaki Ramazan T'nin ölümle sonuçlanan çaresizliğini,
Denizli'de 43 yaşında intihar eden Süleyman Kart'ın cebinden çıkan borç ihtarnamesini kimse görmesin!

Engin Ardıç'ların, Saraylıların keyfi kaçmasın...

Son kalan medyayı da ele geçirin, gerçeğin peşindeki son gazetecileri de işsiz bırakın yeter...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

Kıyamet alametleri - ORHAN GÖKDEMİR

Çok alametler belirdi son günlerde. Mesela Şanlıurfa'da belediye başkanları ve milletvekillerine yaklaşıp iş isteyen bir genç, olumsuz yanıt alınca üzerine benzin döküp ateşe verdi. Malumunuz, uzun süredir maddi sıkıntı çeken İsmail Devrim ise, oğluna okul pantolonu alamadı ve pantolonu olmadığı için oğlu okuldan gönderilince intihar etti. 

İsmail Devrim aynı sebeple ölümü seçenlerin 234’üncüsü. Kayıtların yalancısıyız, İsmail’den önce bir yılda 233 kişi daha geçinemediği için ölümü seçti. 


Krizin yakıcılığı yeni hissedilmiş olabilir ama yoksullar için yeni bir gelişme yok olup bitende. Onlar hep krizde, onlar hep işsiz, onlar hep yoksul.

Krizin daha yeni yeni konuşulduğu Ocak ayında TBMM Dikmen girişinin 50 metre uzağında olan Meclis Devlet Hastanesi'nin önünde üzerine benzin dökerek kendini ateşe veren ve polislerin müdahalesi ile ölümden dönen S.A. çoktan unutuldu. 39 yaşındaydı S.A. İnşaat işçisiydi fakat işsizdi. Benzini başından aşağı döktükten sonra çakmağı ateşledi. Haberlerde S.A. olarak kodlanan isim Sıdkı Aydın. Utanılacak bir şey var sanıyorlar Sıdkı’nın eyleminde. Utanılacak tek şey var, Sıdkı’yı bu eyleme iten bir düzenin hala ayakta olması, yıkılmamış olması.

Hikâyesini hatırlatayım bir parça. 2013’te iş kazası geçirmiş. Kaza deyip geçtiğimiz olay üçüncü kattan yere çakılmak. Mucize eseri kurtulmuş. İşvereni şu meşhur inşaat şirketi SİNPAŞ. Sahip çıkmamış işçisine. O da mecburen dava açmış. Beş yıl sürmüş dava, sonuç yok. Paran yoksa adaleti nereden bulacaksın, çocukluk işte. Son çare tutmuş meclisin yolunu, dökmüş üzerine gazı, çakmış çakmağı. İnsanın işsiz olsa bile kendini yakması öyle kolay mı? "Kendimi yakmak gibi bir niyetim yoktu” diyor sorduklarında, “İstiyordum ki sadece bir milletvekili gelsin, inşaat işçisinin sorununu dinlesin."

                                                                  ***

Kendini yakanlar, intihar edenler, umutsuzluğa kapılanlar çoğalıyor. Fakat unutulmaması gereken şu; Haksızlık, hukuksuzluk, zulüm her zaman aynı yola sürüklemez insanı. Mesela geçtiğimiz günlerde Bursa İnegöl’de başka bir olay ortaya çıktı. İlçedeki bir mobilya fabrikası K.D. adlı 17 yaşındaki çocuk tarafından ateşe verildi. Polisler yakaladı çocuğu, sorguladı. Fabrikada işçiydi, işten atılmış, parasını da alamamıştı.

İnsanlar böyle çaresizken, yaptığı zulmün yanına kalacağını sanmak varsıl ahmaklığıdır. Bir de bakmışsın seni korumak için dizayn edilmiş hukuk, seni korumak için örgütlenmiş devlet çaresiz kalmış. Tutuşursun kıçından, söndürecek itfaiye bulamazsın. Yardımına koşup gelecek kim varsa emekçidir nihayetinde, zulmettiklerinle aynı sınıftandır. 

                                                                 ***

Anlattığımızın esası ne? Kapitalizm öldürür. İşçiysen hele, bizzat varlığı varlığına yöneltilmiş ölümcül bir tehditten ibarettir bu düzen. Kapitalizm, işçi kanı emerek beslenen bir eski zaman zebanisidir. 

Bırakalım intihar eden, kendini yakan biçareleri bir tarafa, AKP’nin hüküm sürdüğü son 16 yılda 21 bin 800 işçi hayatını kaybetti. Bu veri yazılı hale getirilip yayınlanana kadar 200 kişi daha eklendi üzerine. Dile kolay 22 bin işçi. Türkiye işçi ölümlerinde Avrupa birincisi. Çünkü kapitalizmin en vahşisi, en kuralsızı, en utanmazı bizde. Sendika yok, kayıt yok, güvence yok, denetim yok. İş buldun diyelim, binlerce işsiz kapıda bekliyor. Üstelik sana verilen ücretin yarısına çalışmaya hazır yüzbinlerce Suriye göçmeni de sırada. Bu şartlarda iş bulunacak, başarılabilirse ücret alınacak, yetirilebilirse kira verilecek, karın doyurulacak, çocuğa pantolon alınacak, büyüklere ilaç götürülecek…
Mümkün mü? Günde 12 saati geçen uzun çalışma süreleri, ağır ve yoğun çalışma, stres, düşük ücret kapitalizmin ilkel dönemine geri döndüğümüzün habercisi. Üzerine bolca dökülmüş din sosu bu gerçeği unutturamaz. Hiçbir inancın bu acıyı dindirmesi mümkün değildir. İşçi intiharları artıyor haliyle. Kapitalizm böyledir, ölümüne kaza süsü verememişse, intihar derler. 

16 yılda 22 bin işçiyi ölüme gönderdiler din soslu AKP iktidarında. Cami avlusunda “din kardeşiyiz” nutku atanlar, TÜSİAD’ın önünde yaka ilikleyip, “işçiler direnmesin diye Olağanüstü Hal ilan ettik” dediler. Peki ya din kardeşliği? Onun hesabı öte dünyada. Bu dünyada her şey daha fazla kâr için!

22 bin işçi… Dört yıl süren milli mücadelede bütün cephelerdeki kaybımız 9 bin 167 kişi. Demek ki bu ülkenin bağımsızlık savaşındakinden daha ağır bir saldırı altındadır işçi sınıfı. Kayıpları büyüktür. Ölmeyip hayatta kalanların hali ise ölümden hallicedir, perişanlıktır.
                                                                 ***

Örgütlenmezsen intihar edersin. Bu saldırı altında örgütsüz olmak zaten intiharın ta kendisidir.

Evet, kendini yakanlar, intihar edenler, umutsuzluğa kapılanlar çoğalıyor. Fakat unutulmaması gereken şu; Haksızlık, hukuksuzluk, zulüm her zaman aynı yola sürüklemez insanı. Bazısı kendini tutuşturur, bazısı düzenin çarkına çomak sokmaya kalkar. 

Cana geleceğine mala gelsin, denir, atalar sözüdür. Yani, bir işçinin kendini yakmasından evladır fabrikasını yakması. Ama daha iyisi vakit geçirmeden örgütlenmesidir. Bunu yaptığında kendini yakmasına gerek olmadığını, asıl yapılması gerekenin zulmün kalesini yıkmak olduğunu anlayacaktır.
                                                                  *** 

"Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at" diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Görüyoruz yangını, itfaiyecisi biz değiliz. Dediğimiz şu; Kriz yoksullar için kıyamet alametiyse, direniş de varsıllar için kıyamet alametidir. 
Çok alametler belirdi son günlerde. 

Sonu hayırlı olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" - 8Ağustos 2025-

  Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'ndan ikinci toplantı: Tam kapalılık kararı alındı, tutanaklar 10 yıl paylaşılmayacak...