Genç Agrippina: ‘İhtiraslı’ bir imparatoriçenin portresi - Dr. Öğretim Üyesi Y. Gürkan Ergin


Augustus’un erkek çocuğu olmadığından etrafı kadınlarla çevriliydi ve onların siyasetteki baskın rolleri kaçınılmazdı. İlk imparatorun muazzam mirası onların omuzlarında yükselmekte, onların üzerinden hanedan erkeklerine geçirilmekteydi.

Aphrodisias’ta, yani bugünkü Aydın-Geyre’de Roma İmparatorluğu’nun ilk hanedanı Iulius-Claudius’ların onurlandırıldığı Sebasteion olarak adlandırılan anıtsal bir yapı vardır. Kabartmalarında hanedan mensupları (Augustus, Tiberius, Nero ve diğerleri) tanrı veya fatih rolleriyle betimlenmişlerdir. Bunlar imparatorluk genelinde aşina olduğumuz ikonografik özellikler taşırlar, ancak içlerinden ikisi özellikle dikkat çekicidir: Bunlarda Iulia Agrippina (Genç Agrippina) Claudius’un eşi ve onun halefi genç Nero’nun annesi olarak iki ayrı kimliğiyle karşımıza çıkar ve imparatoriçenin her iki imparator üzerindeki etkisi ile saraydaki nüfuzunu gösteren hayli ilginç görsel ipuçları barındırır.

Claudius ve Agrippina’yı birlikte gördüğümüz kabartmada, imparator Claudius eşi Agrippina’yla el sıkışmakta ve Roma senatosu ya da halkını temsil eden toga bir figür tarafından vatandaşların hayatını savaşta kurtaranlara layık görülen defne tacıyla taçlandırılmaktadır. Diğer kabartmalı panelse yine Agrippina’yı oğlu Nero’nun başına bir defne tacı takarken gösterir.

Her iki panel de çeşitli yönlerden Roma imparatoriçeleri veya saray kadınlarının tasvirlerinde görmeye alışık olmadığımız türden çarpıcı özellikler barındırır. Romalılar için siyasi sistem içinde kadınların imparator eşi veya annesi sıfatıyla iktidar kullanmaları düşünülemezdi. Augustus’un eşi Livia bile gücünü ailesindeki erkeklerin izni ve aracılığıyla, ailevi statüsünün sağladığı kısıtlı imkânlarla kullanmaktan öteye geçemezdi. 

Diğer bir deyişle bir saray kadınının bu yollarla siyasi bir etkiye sahip olması doğal ve saygındı, ancak gücünün resmen tanınması söz konusu değildi. O yüzden Roma tarih geleneği, imparatorların kullandığı meşru iktidarın peşine düştüklerini düşündüğü saray kadınlarının, bu iktidara ancak komplo, entrika, baştan çıkarma, hatta cinayetle erişebileceklerini ima eder. Kaynaklar Genç Agrippina’ya da bütün bu suçları öyle ya da böyle atfederler. antik ve modern tarihçiler imparatoriçenin yetenekleri ve siyasi nüfuzu konusunda hemfikirdir. 

Aphrodisias kabartmaları bunun görsel bir ifadesi olarak karşımıza çıkar.

Genç Agrippina erkek kardeşi Caligula’ya karşı bir komploya adı karıştığından 39’da sürgüne gönderilmişti. 

Bu sırada, Claudius’un eşi Messalina’nın ölümünden sonra imparatorun yeni eşi olarak Agrippina’nın adı öne çıktı, zira hem Iulius hem de Claudius klanlarıyla akraba olduğundan, Tiberius’tan itibaren kurucu hanedandaki iç çekişmelere son verecek bir evlilik gerçekleşebilirdi.

Tarihçi Cassius Dio’ya göre evlilik gerçekleşir gerçekleşmez Agrippina Claudius’u tamamıyla kontrol altına almıştı. Tacitus’a bakılırsa devlet işleri artık “neredeyse erkeklere özgü sıkı bir tahakküm” uygulayan Agrippina’nın elindeydi. İmparatoriçenin ilk işlerinden biri, Nero’nun aldığı yetersiz eğitimini telafi etmek için sürgündeki Seneca’yı geri getirmek oldu. Bu tarihlerde Agrippina’nın giderek artan nüfuzuna dair en anlamlı gelişmelerden biri, 50’de kendisiyle birlikte ilk kez hayattaki bir imparatoriçeye verilen augusta  unvanıydı.

Bundan sonra Agrippina Claudius’u, imparatorun ölümü hâlinde öz oğlu Britannicus’un henüz reşit olmayacağını fırsat bilerek, ondan büyük kendi oğlu Nero’yu evlat edinmeye ikna etti. Agrippina 51’de augusta olarak konumunu halkın önünde sergileme fırsatı buldu. Britannia’lı isyancıların lideri Caratacus nihayet ele geçirilmiş ve Claudius’un huzuruna çıkarılmıştı. Dio’ya göre bu sırada Claudius’un yanında yerini alan Agrippina, böylece daha önce hiçbir imparatoriçenin cesaret edemediğini yaparak Roma sancaklarının önünde hazır ve dolayısıyla atalarının kurduğu imparatorlukta “hak” iddiasında bulunmuştu. Aslında Germanicus’un kızı ve Drusus’un torunu olarak onların başlattığı işgalin bitirilmesi şerefine oradaydı.

Nero 13 Ekim 54’te tahta çıktığında Agrippina için her şey yolunda görünüyor olmalıydı. Artık eşine kıyasla göre çok daha rahat bir şekilde yönlendirebileceği genç oğlu iktidardaydı. Hatta Nero’nun imparator muhafızına verdiği ilk parola söylenene göre optima mater(en iyi anne). Tacitus Agrippina’nın görüşmeleri izleyebilmesi için senatonun Palatinus tepesinde toplanmaya başlandığını söyler. İmparatoriçe toplantılar esnasında senatoya arka kapıdan giriyor ve kalın bir perdenin ardından görüşmeleri izliyordu.
Kaynaklar anne-oğul arasındaki gerilimin kendisini açıkça belli ettiği olay olarak 54’teki Armenia meselesini gösterir. Nero Roma’ya gelmiş Armenia’lı elçi heyetini dinlemek için kürsüye yerleşmişken Agrippina’nın kendisine katılmak üzere yaklaştığını gördü. Agrippina daha önce Caratacus’un resmi teslimiyet töreni sırasında Claudius’a eşlik etmiş olduğundan, burada da aynı şekilde hareket edebileceğini düşünmüştü. Seneca ve saray azatlısı Burrus bunu engellemek için Nero’ya sanki annesine hürmet gösteriyormuş gibi kürsüden inerek onu karşılamasını salık verdi.

Anne-oğul arasındaki bir diğer gerilim nedeni Nero’nun aşırı harcamalarıydı. Dio’nun aktardığına göre Nero sekreterliğini yapan Doryphoros’a 10 milyon  sestertius verilmesini emretmişti. 

Agrippina, oğlunun ne kadar büyük bir savurganlık yaptığını göstermek amacıyla aynı miktarda parayı önüne yığdı. Nero, miktarın bu kadar az olduğunu bilmediğini söyledi ve iki katını hibe etti. Hikâyenin detayları büyük ölçüde hayal ürünüdür, ancak çağdaşlarının gözünde imparatorun müsrif ve küstah bir karakter çizdiğine işaret eder.

Tacitus’un gözünde 55, Agrippa’nın oğlunun üzerindeki kontrolünü yitirmeye başladığı yıldır. Genç imparatorun Octavia’yla planlı evliliği anlaşılan iyi gitmiyordu, zira imparator Acte adında bir azatlı kadına gönlünü kaptırmıştı. Agrippa’nın Nero-Octavia evliliğini istemesi için kendi nedenleri vardı. Bu, Iulius’larla Claudius’ların kendisinde somutlaşan birlikteliğinin nihai sembolü olacaktı. Ne var ki görünüşe göre Agrippina’n Nero’nun aşk hayatına bu denli karışması belki de genç imparatorun annesinden tamamen kurtulmayı düşünmesine yol açmıştı. Önce annesine yakın azatlıları uzaklaştırdı, onun kontrolündeki imparator muhafızlarını kazandı ve kendisine karşı koz olarak kullanılan Britannicus’u ortadan kaldırdı. Ardından Agrippina saraydan men edilerek Nero’nun emriyle öldürüldü.

Sebasteion dışındaki diğer görsel mecralar da imparatoriçenin nüfuzuna açık göndermeler yapar. 


Agrippina’nın sikkeleri saray kadınları açısından bir dizi ilk barındırır: Mesela Augustus’un Roma ‘da basılmış sikkelerinde eşi Livia hiçbir zaman onunla görülmez. Claudius’la evliliğinden hemen sonra, 49’da, Genç Agrippina’yla birlikte Roma sikkelerinde ilk kez imparatoriçe ve imparator aynı sikke üzerinde yer almaya başlayacaktır. Bunlarda ve Sebasteion’daki imajı Antik kaynakların zalim üvey anne, “kadın lider” (dux femina), günahkâr, ahlak yoksunu gibi Latin edebiyatı klişelerinden zayıf bir iz bile taşımaz. Roma portre sanatı Nero ve Caracalla gibi imparatorlarda onların “bozuk” karakterlerini taşa yansıtabilmişken, Agrippina bundan muaf tutulmuş gibidir.

İmparatoriçenin aile geçmişine ve şahit olduğu olaylara baktığımızda Roma siyasetindeki aktif rolünü ve meşru bir rol kapma isteğini anlamamız kolaylaşacaktır. Babası Germanicus ve annesi Yaşlı Agrippina’nın ailesinden kişilerin yıllar boyu özellikle imparator muhafız alayı komutanı Seianus’un elinden maruz kaldığı zulüm ve infazlarölümlerle sona ermişti. Bu olaylar Germanicus’un oğlu Caligula ve kız kardeşleri Genç Agrippina, Drusilla ve Iulia Livilla’nın birbirlerine daha da yakınlaşmasını sağlamıştı. Agrippina muhtemelen kendisi ve ailesinin güvenliğini ancak iktidarın merkezinde kalarak sağlayabileceğini düşünüyordu. Augustus’un erkek çocuğu olmadığından etrafı kadınlarla çevriliydi ve onların siyasetteki baskın rolleri bu yüzden kaçınılmazdı. İlk imparatorun muazzam mirası onların omuzlarında yükselmekte, onların üzerinden hanedan erkeklerine geçirilmekteydi. 

Sebasteion kabartmaları en geniş anlamıyla bu durumun görsel ifadelerinden biridir.

Dr. Öğretim Üyesi Y. Gürkan Ergin / BİRGÜN

İslam'a yeni güncelleme geldi de bizim haberimiz mi yok? - Murat AĞIREL

Bugün sizlere ünlü firmaların İslam'ın kurallarına uygun faizsiz işlem yaptığını savunan bankalar aracılığıyla devleti nasıl zarara uğrattığını anlatacağım.

Okudukça çok ilginç bulacağınızdan eminim.

Olay İslami bankacılık modeli olan faizsiz bankacılık hizmeti veren Türkiye Finans Katılım Bankasında gerçekleşiyor.

Önce bu banka hakkında biraz bilgi vereyim ardında banka işleyişi hakkında ve olay hakkında ayrıntıları anlatayım.


Türkiye Finans Katılım Bankası Ülker Grubu'nun FamilyFinans ve Boydak Grubu'nun Anadolu Finans şirketlerinin birleşmesi ile oluştu. Birleşme sonrası 9 kişilik yönetim kurulunda Ülker ve Boydak Grubu'ndan 4'er kişi yer aldı. Bu birleşme ve fon büyüklüğü ile birlikte katılım bankaları arasında yüzde 31'lik payla lider konuma yükseldi.

Türkiye Finans Katılım Bankası'nın Yönetim Kurulu Başkanlığı'na Mustafa Boydak getirilirken, Murat Ülker Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı oldu. Yönetim Kurulu Üyeleri Hacı Boydak, Yusuf Boydak, Memduh Boydak, Ali Doğan, Atilla Kurama, İlhan İmik ve Yunus Nacar'dan oluştu.

Türkiye Finans Katılım Bankası (TFKB) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mustafa Boydak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra görevinden istifa etti.

FETÖ'nün finans ayağına yönelik olarak Kayseri'de yapılan soruşturma sonucunda Boydak ailesi üyelerinden eski Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, eski CEO Memduh Boydak, Yönetim Kurulu üyelerinden Şükrü, Bekir ve İlyas Boydak tutuklandı ve Boydak Holding'e 5 kişilik kayyum heyeti atanmıştı. Boydak Grubu'nun Türkiye Finans'ta yüzde 22.34,Ülker Grubunun yüzde 10.57'lik payını koruyor. NCB, Türkiye Finans'ın yüzde 67.03 hissesi ile yönetimini elinde bulunduruyor.

Türkiye Finans'ın en büyük hissedarı NCB, 10,9 milyar dolar özkaynak toplamı ile Suudi Arabistan'ın en büyük, körfez bölgesinin ise önde gelen bankasıdır. 2013 yılsonu itibarıyla 100,6 milyar dolar aktif büyüklüğe sahip.

Bankanın işleyişi nasıl?

Türkiye'de, İslami bankacılık olarak bilinen faizsiz finansman modeli katılım bankalarınca yapılıyor. Fazisiz katılım bankacılığında danışma Kurulu var. Yani, bahsettiğim kurul finans sektörünün uzmanlarından oluşan bir danışma kurulu değil. Bahsettiğim Danışma Kurulu bir fetva makamı.

Şöyle ki katılım bankalarının faizsiz finansman modeli danışma kurullarında temin edilen fetva ile işletilir, bu uygulama sadece faizsiz finans kuruluşlarına özgüdür.
Katılım bankaları ihtiyaç halinde danışma kurullarından temin ettiği fetva ile müşterilerine özel hizmetler gerçekleştirebiliyor. Fetvası alınmamış bir standart veya özel muamele katılım bankalarınca gerçekleştirilmiyor. Bu noktada bir bağlayıcılık söz konusu değil ancak danışma kurulunca yani fetva makamınca verilen karar bağlayıcı olmasa da katılım devamlı sadık kalınan bir uygulama.

Türkiye Finans Katılım Bankasının Danışma Kurulu yani fetva kurulu kimlerden oluşuyor?
- Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman (Başkan)
- Daha önce Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan 17/25 Aralıktan sonra görevinden istifa eden Prof. Dr. Hamdi Döndür
- Prof. Dr. İsak Emin Aktepe

Danışma Kurulunda kararlar oy çokluğu ile alınır.
İyi de…

Ben bu bilgileri size neden anlattım?

İşin bam telini anlatıyorum.

Bu bankada çalışan bir kişi bazı usulsüz işlere şahit oluyor. Durumu banka yetkililerine bildiriyor ancak bir sonuç alamıyor. Şahit olduğu usulsüzlük ise aynen şu şekilde anlatıyor:
"Bir Gayrimenkulünüz var ve gayrimenkulü satmak için benimle anlaştınız. Gayrimenkulün değeri mesela 5 milyon TL. Bu parayı ben size vereceğim ve tapuda devrini yapacağız. Ben size diyorum ki benim bu kadar nakitim yok, bankam var ilişkilerim çok iyi oradan kredi çekeceğim bedel sana ödenecek diyorum. Buraya kadar bir şey yok. Ancak sizin bir çekinceniz var nedir o. Ben 5 milyon TL kredi çekip bu bedel sizin hesabınıza gayrimenkul bedeli olarak geçerse sizi iki şey bekliyor. Birincisi tapuda bu satış bedelini de rayiç bedeli ne olursa olsun en az 5 milyon TL göstermelisiniz. Bu da en az 200 bin TL tapu harcı ve şartlarına göre yani siz bunu beş yıl içinde alıp sattığınız için aradaki fark kazancınızın gelir vergisi olarak ödemek zorundasınız.

İkincisi hesabınıza 5 milyon geçse de bunu devlete 1 milyon TL beyan edersiniz ama Maliye bu kredileri kontrol ettiği için iki sene sonra sizi çağırıyor aradaki 4 milyonu izah et deyip size fark ve cezalar kesiyor. Bunu artık tapudaki güvenlik görevlisinden müdürüne kadar herkes biliyor ve uyarıyor zaten.

Ben kredi çekeceğim için sizde bu durumu bildiğiniz için bana diyorsun ki sen bankadan kredi çekecek isen ben bu satışa pek sıcak bakmam vergi yükü artar buna katlanamam ya da ben burayı sen kredi çekeceksen kusura bakma 5'e değil o zaman 6'ya satarım diyorsun. Olay burada tıkanıyor. Ben satın alacağım gayrimenkulü alamıyor, siz satamıyor, banka da kredi kullandırıp kar elde edemiyor.

Peki, ne oluyor sonra?

İşte bir bankacı olarak benim itiraz ettiğim konu, usulsüz etik bulmadığım konu ortaya çıkıyor. Genel müdürü dahi Türk olmayan bu banka ikimizi çağırıyor, 'arkadaşlar boş verin devletin vergisini ben size bir çözüm önerisi sunuyorum' diyor. Sana soruyor 'en fazla ne kadar beyan edeceksin bu satışı' diyor 1 milyon TL cevabınıza istinaden banka bana 1 milyon TL konut kredisi tahsis edip bunu senin hesabına geçiyor ve gidiyor satışı yapıyorsun. Kalan 4 milyon için ayni oran ve vadeden ayni gün LMB (LONDRA METAL BORSASI) piyasasından bana emtia alım satımı gösterip 4 milyon TL tahsis edip geçici hesaba bu bedeli geçip nakit ödeyeceğini ve bu bedeli sana nakit vermemi organize ediyor. Bunun karşılığında da kredi komisyonu 10 ise benden 20 alıyor çünkü sizi vergi yükünden kurtardım diyor.

Bunu yapan İslami bir banka, yani 'faiz haramdır' anlayışta olan bir banka olduğu için, kredilerin dinen uygun olup olmadığı danışılan bir danışma kurulları var, bunlar İslam alimleri, yani hocam çok vergi çıkıyor hepsini gayrimenkul kredisi olarak kullandırmayalım, 4 milyonu ihtiyaç kredisi LMB verelim nakit verelim bu dinen uygun mu diye izin isteniyor ve buna ünlü İslam alimleri evet dinen uygundur diyebiliyor.

2017 yılından beri 'arkadaşım siz yapıyorsunuz, tamam vergi yüksektir, çoktur bu ayrı bir konu ancak mevcut bir kanun var ve rakamlar yüksek niye aracılık edip yârdim ediyor ve devleti de yanıltıyoruz' dedim, 'sanane devletin vergisinden, bu kadar da vergi almasın' ifadeleri ile karşılaştım."

***

Evet…Bu vatandaşımız bu işin üzerine gitmeye devam etmiş ve sadece kendi şubesi ile sınırlı olmadığını tespit etmiş. Tek tek belgelerini çıkarmış. Soluğu da BBDK'da almış. Devletim zarar ediyor diye şikayet etmiş. BBDK konuyu incelemiş ve haklı olduğuna kanaat getirmiş vergisel hususlar içerdiği için Maliye incelesin demiş. Maliye vatandaşı çağırmış anlattırmış.

Tabi hemen soruşturma ve inceleme başlamış. Bu sürede vatandaş işinden olmuş, tehdit de edilmiş, iftiralarda atılmış.

Maliye sonra vatandaşa yazı göndermiş ve haklısın demiş. İlk aşamada tespit edilen usulsüz şekilde kullandırılan 28 işlem 58 mükellef ve kullandırılan kredi miktarı tam 50 milyon TL!

"Listede kimler var kimler" diyor vatandaş. Kimler var diye sordum tabii cevap olarak, TAŞ Yapı'dan tutun SS Motor'a varana kadar birçok ünlü firma var. İsteyen savcı, Milletvekili tüm evrakları Maliye müfettişlerinden alabilirler. Alamazlar ise ben evrakları vermeye hazırım.

Vatandaş sadece mükelleflere para cezası kesilmesini yeterli bulmamış ve durumu TBMM'ye taşımış.

Evrakların, belgelerin bazılarını ben de ekliyorum.

Şimdi soruyorum faizsiz Bankacılıkta faiz haram değil mi?

Peki, vergi kaçırmak haram değil mi?

Vergi kaçırmaya göz yummak ve organize etmek haram değil mi?

Vergi kaçıran kişi üzerine kul hakkı geçmiş olmuyor mu?

Danışma kurulundaki İslam alimleri bunları bilmiyorlar mı?

Bilmezler mi "alimler" her şeyi bilir!


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Pistanbul (1/2/3/4) - ÖZDEMİR İNCE

Pistanbul(I)

Önümüzdeki dört yazıyı “Suriye Sorunu” kadar (belki de daha) önemli “İstanbul Sorununa ayırdım: Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin  1993 yılında “İstanbul’un  gelecekteki rolü”  üzerine  açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?”  başlıklı soruşturmaya o yılın ekim ayında verdiğim yanıtı üç gün okuyacaksınız Dördüncü yazıda  Pistanbul’un sefil ve pejmürde haline değineceğim.





– On yıl sonra İstanbul’un  dünyayla ilişkileri itibarıyla bugünkünden farklı bir rolü olabilir mi? Olabilirse bu rolün özellik ve nitelikleri neler olabilir ve bunu temenni eder misiniz?
– Yıllar önce, “Her Türk, Mareşal Fevzi Çakmak’ı, Yavuz zırhlısını ve İstanbul’u severek doğar” diye yazmıştım, yarı ironik, yarı varsayımsal bir düşünce olarak. Biraz da abartmaya başvurarak Türklerin bir zamanlar bu üç sevgiyle ana rahmine düşmüş olduklarını söyleyebiliriz, söyleyebilirdik. 1950 öncesine ait bir düşünce. Şimdi “Türkler”, Mareşal Fevzi Çakmak’ı anımsamıyorlar, Yavuz zırhlısını bilmiyorlar ve İstanbul’un her gün ırzına geçiyorlar.

Aslında bakarsanız, İstanbul sevgisi 1950’ye kadar bir tür zorunluluktu, gereksinimdi, çünkü uygar dünya karşısında güya eli yüzü düzgün tek yerleşim yeriydi bu kent. Ben bu değerlendirmenin somut ve gerçek verilere dayandığı kanısında değilim. İstanbul her zaman, “bu” yakınılan ve esef edilen yığışımdı. Bu hasta yığışım Osmanlı döneminde de söz konusuydu. Tarihçiler İstanbul’a göçü engelleyici ya da bazı koşullara bağlayıcı fermanları kolayca anımsarlar.

İstanbul’un Bizans dönemindeki yapısı ve dokusu nasıldı? Buna ilişkin bir düşüncem ve bilgim yok. Ancak Paris’le bir karşılaştırma yaparak bir düşünce üretebiliriz: Paris’in bugün en uzun sokaklarından biri olan Rue Saint Jacques, bu kentin Roma kenti Lutetia Parisiorum olduğu dönemden kalmadır.

***

İstanbul ne zaman bir kanser, daha doğrusu kanserli hücreye dönüştü? Yani kent hücresine benzeyen ama gerçekte kent hücresi olmayan hasta hücre yığınına? Bunun göstergelerini, belki de Paris, Londra, Berlin, Viyana gibi kentlerin, metropollerin kapitalist dönüşümün sonucu olan kentsel örgütlenmeye başladıkları, bu örgütlenmeyi tamamlamaya çalıştıkları dönemde bulabiliriz. Metropol kavramını belediyesel “anakent” kavramından kurtulup politik bir kavram olarak algılamaya başladığımız zaman daha kolay anlarız. “Metropol” ve “anavatan” gibi kavramlar sömürgeyle (sömürgelerle) ilintilidir. Anavatan bir devletin sömürgeler dışında kalan kendi toprağıdır, metropol ise bu toprağın büyük kentidir, başkentidir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu tür kentler kapitalist örgütlenmelerini tamamlamışlardır, bir yerleşim yeri olarak, politik ve kültürel bir merkez olarak. Bu tür kentlerde büyük caddeler ve sokaklar bu dönemde açılmış, kamusal binalar bu dönemde yapılmış, metrolar bu dönemde kazılmış, opera ve tiyatro binaları bu dönemde yükselmiş, borsalar ve bankalar bu dönemde çağcıllaşmış ve modern toplum da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönüşümleri, gerçekte, Rönesans ve dinsel reformlar döneminden başlatabiliriz.

Bu dönüşümlerin gerisinde ve önünde hiç kuşkusuz modern devlet ve onun kurum ve yapıları vardır. Devlet hazinesi devleti yöneten hanedan ailesinin değil, devletin hazinesidir; birey artık bir kul ya da bende değil bir vatandaştır.

***

İstanbul bu dönüşümlerin hiçbirini yaşamamış, yaşayamamıştır; caddeler genişlemeden kentsel altyapı (su, elektrik, PTT, kanalizasyon) gereğince kurulmadan, metrosu kazılmadan kalabalıklaşmaya başlamış ve Anadolu’dan gelen göç dalgaları, bir dostumun tanımlamasıyla, bu varsayımsal kenti İstangonk’a çevirmiştir. Bu kentin operası opera, basını basın, stadyumu stadyum, caddesi cadde, sokağı sokak değildir, kendisi de zaten bir kent değildir. Paris’te bir Parisli, Newyork’ta bir Newyorklu, Londra’da bir Londralı vardır, ama gerçek bir kent olmadığı için İstanbul’da bir İstanbullu yoktur. İstanbul’da İstanbullu bulunmadığı için bu kentin belediyelerini Doğulu, Karadenizli göçmenler yönetmekte ve İstanbul’u geldikleri kentlere ve köylere dönüştürmektedirler.

(Sürecek)

ÖNEMLİ NOT: Senin ABD ile masaya oturman ve “120 saat” bir hikâyedir. Esad’la masaya oturmadan Suriye belasından asla kurtulamazsın!

Pistanbul(II)

İstanbul’da oturan insanların çoğunluğu tarihi bugüne indirgedikleri için, mevcut bozuk trafiği daha da zorlaştırdığı nedeniyle, metro yapmaya çalışan belediyeye kızmakta, bugünkü berbat durumun gerçek sorumlusu olan XVII, XVIII ve XIX. yüzyıl Osmanlı padişahlarından manevi hesap sormamaktadırlar. Dar sokaklarından iki otomobil geçemediği için mevcut belediyeye küfredenler, Fatih Sultan Mehmed’in ve onun soyunun bu keşmekeşin baş sorumlusu olduğunu düşünmemektedirler.

***

İstanbul, 1993 yılının eylül ayında bir ayrışan kadavradır, bir kanserli dokudur. İstanbul’un yaldızı olan beş yıldızlı oteller, Çırağan Sarayı, sözde sosyetenin eğlendiği gece kulüpleri kanserlidir; Boğaz en azından Haliç kadar kanserlidir. Birkaç bin kişi dışında, İstanbul’da yaşayanların hepsinin ruhları ve beyinleri kanserlidir. İstanbul “Cumhuriyet”in kenti olamadığı için kanserlidir.

***

İstanbul’un bir turistik nesne olması kimseyi yanılgıya götürmesin! Efes de, Aspendos da birer turistik nesnedirler, ama ölüdürler. Nesneler asla rol sahibi olamazlar, rol sahibi olmak için “özne” olmak gerekir. Özne, yani üreten, yapan, yönlendiren, biçimlendiren... İstanbul üretmiyor mu, yapmıyor mu, yönlendirmiyor mu, biçimlendirmiyor mu? Bu fiillerin olumlu anlamlarını unutmadıkça bu sorulara olumlu yanıt bulamayız.

İstanbul Cumhuriyet döneminde ne yazık ki bu ülkenin bir numaralı kenti olma konumunu sürdürerek adam olma şansını yitirmiştir. İstanbul Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin iki ya da üç numaralı kenti olabilseydi, Ankara ve İzmir bu kentin önüne geçebilselerdi İstanbul belki bu denli hasta olmazdı.

***

İstanbul’un önümüzdeki on yıl içinde çağdaşlaşarak, çağcıllaşarak, uygarlaşarak uygar dünyayla sağlıklı ilişkiler kurma umudu bir yana, Mekkeleşmesi ve Medineleşmesi tehlikesi söz konusu. Çünkü İstanbul’u yönlendiren güç artık gerçek İstanbullu uygar bireyin politik tercihi değil, dışarıdan göçenlerin tutucu ve gerici ideolojileri. İstanbul bir bütün halinde değil, koloniler halinde yaşıyor. Bu kolonilerin bütünleşip yeni bir kent ideolojisi üretmeleri çok olumlu koşullara ve zamana bağlı. Zaman elbette var ama olumlu koşullardan söz etmek son derece olanaksız.

İstanbul’un geleceği, Türkiye’nin geleceği gibi demokratikleşmeye, laik düzenin daha da güçlenmesine, magandanın uygarlaşmasına, seçkin olmanın bir kusur sayılmamasına bağlı. Ben bu bağlamda, bugünkü ilişki düzeyinin korunmasını başarı sayacak kadar karamsarım. İstanbul, Türkiye’yle birlikte, mühendis-ekonomist kafasının ve imgeleminin yetersizliklerinin çıkmazlarını yaşıyor.

***

İstanbul’un çağdaşlaşması gecekondu yerleşiminden kent yerleşimine geçmesine, köylügecekondulu tipinin kentlileşmesine bağlı. Bu dönüşüm elbette yeterli değil. Bu dönüşümün, ülkenin bütün alanlarda kalkınması, genişlemesi, zenginleşme süreci içinde gerçekleşmesi ve bu zenginliğin çok güçlü bir orta sınıf yaratması gerekir. İstanbul şu anda bazı semtlerinde küçük bir zengin azınlığın yaşadığı bir lümpenler kenti.

İstanbul ülke içinde ekonomik bakımdan görece güçlü olmasına karşın dünya ölçüsünde güçsüz olduğu, çağın gerisinde kalmış üniversitelerinde çağdaş öğretim yapılmadığı, laboratuvarlarında bilimsel araştırma yapılmadığı için ancak köşe dönmeci oportünistler üretmektedir; böyle bir kentin önümüzdeki on yıl içinde ciddi ve yeni bir rol üstlenmesi olanaksızdır. Sanayii ancak yabancı patentle üretim yapan, kendi ekolojisine uygun ve özgün teknoloji üretemeyen bir kent bugünkü yerini bile zor koruyabilir. 

Önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’a belki daha fazla turist gelebilir. Ama turistin ipiyle kaç kuyuya inilebilir? 
(Sürecek...)

***

ÖNEMLİ NOT: Komşunun toprağına onun horantası için ev yaptıracakmışsın, toprağın sahibinden izin aldın mı? Haneye tecavüzdür ağam! Komşuluk adabına uymaz! Ayıptır!

Pistanbul(III)

İstanbul’un on yıl sonra içinde bulunacağı (globalleşme) konumu ve durumu düşünüldüğünde, sizin çalışma alanınızda nasıl bir yönelim var? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, mümkünse somut örnek verebilir misiniz?

***

- Altmış milyon nüfuslu Türkiye’de on milyon nüfuslu Yunanistan kadar kitap yayımlanıyor; daha doğrusu kitapların basım sayısı Yunanistan kadar: 2 milyon 3 bin. Oysa Türkiye’yle aynı nüfusa sahip İspanya’da kitapların tirajı 20 bin - 60 bin arasında. Örneğin, yazınsal değerini bir yana bırakalım, Antonio Gala’nın Türk’e Tutulmak adlı romanı birkaç ayda 600-700 bin adet satıldı İspanya’da. İçinde bulunduğumuz toplu durum göz önünde tutulacak olursa, bugünkü okur sayısının önümüzdeki on yıl içinde artacağını sanmıyorum. İlkokuldan başlayarak üniversitelerin sonuna kadar çağdaş edebiyatını öğrencilerine öğretmeyen bir ülkede ne okur sayısı yükselir, ne de iyi yazar çıkar. 1980’den sonra okula başlamış kuşakların, önümüzdeki on yıl içinde iyi bir romancı ve öykücü çıkarması olanaksız gibidir. Türkiye’nin ve İstanbul’un koşulları bir yazarın yetişmesi için yeterli değildir.
***

Ülkemiz yazarlarının bir “dünya” sorunları olduğunu sanmıyorum. Elbette bunun birkaç istisnası vardır ve olacaktır. Ülkemiz yazar ve şairleri kendi yeteneksizlikleri ile Türkçenin dar sınırları arasında doğru orantı kurmaktan vazgeçtikleri zaman yazar olmanın “y”sini, şair olmanın “ş”sini öğreneceklerdir. Önümüzdeki on yıl içinde yazarlarımızın dünyayla ilişkilerinde bir iyileşme olacağını sanmıyorum. Mayıs 1993’te Paris ve Fransa’da yaşanan “Les Belles Etrangères” komikliği bunun en son örneği. 

Türk yazarlarının ve basınının uluslararası ilişkilerin ne olduğunu anlayacak düzeyde olmadıklarının bir başka örneği de, 1991 Mayısı’nda İstanbul’da yapılan “İstanbul Uluslararası Şiir Forumu”, daha bilinen adıyla “Poesium” denemesi. Pek az kimse ve yazar “Poesium”un gerçek anlamını ve önemini kavrayabildi. Bu, gerçekten uluslararası düzeyde olan ve uluslararası düzeyde başarı kazanan girişim daha doğarken boğazlandı. “Derin ve marjinal” şair Ece Ayhan ile 1988 yılında Müslüman olmayanlar için Söz gazetesinde “ölüm fermanı” çıkaran ve 1993 yılında Sivas barbarlığını utanmadan alkışlayan İsmet Özel davet edilmedikleri için İstanbul basını ve kendini İstanbullu sayan ve sanan şairler ve yazarlar tarafından katledildi.

***

T.C. devleti kültür politikasını değiştirmedikçe, kültürün önemini kavramadıkça, Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları yeniden örgütlenip çağdaşlaşmadıkça, İstanbul’un kaymağını yiyen “sermaye” kültüre olan borcunu ödemedikçe önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür yaşamında bir iyileşme olmayacaktır. Ne İstanbul festivali içinde düzenlenen müzik ve sinema etkinlikleri ne de Pavarotti’nin ya da bir popüler şarkıcının konser vermesi bu gerçeği değiştirebilir. Parayı bastırdığınız zaman Pavarotti de Mavarotti de gelir, yalnızca Türkiye’ye değil Budalaistan’a da gelir. 

Pavarotti’yi davet eden sermaye, Nobel armağanı kazanmış olan bir fizikçiyi davet edip ağırladığı zaman, Michael Jackson’ı dinlemek için stadyuma koşan genç kitle, gerçek bir şairi dinlemek için stadyumu doldurduğu zaman İstanbul’un uluslararası ilişkilerinde bir sıçrama yapması mümkün olacaktır. Şu gerçeği anlamalıyız: Pavarotti’nin Roma’da, Paris’te ya da Oslo’da konser vermesiyle İstanbul’da konser vermesi aynı şey değildir. İstanbul konseri bir öykünmedir, İstanbul’da Pavarotti’yi dinlemek ise  “gibileşme”dir. 

Yaşar Kemal’in yapıtlarının 3 bin basıldığı, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinin, 2 bin ya da 3 bin satıldığı bir ülkede Pavarotti dinlemeye koşmak, Bolşoy Balesi’nin biletini karaborsadan satın almak inandırıcılıktan uzak bir özentidir. Ve özentinin globalleşen bir dünyada kesinlikle yeri yoktur, tıpkı 1993 İstanbulu’nun bir yerinin olmaması gibi. (Ekim 1993)
(sürecek)

***

ÖNEMLİ NOT: Uluslararası anlaşmalar, “Karaman’ın Koyunu”na benzer. Oyunu sonra çıkar. Kurtarıcı Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998 günü AnaSolD hükümeti zamanında, Mesut Yılmaz Başbakan iken imzalanmıştı. Mazbut bir mutabak imiş. İnsan maşayı boşuna icat etmedi. Denize düştün, Suriye’ye sarılmak zorundasın!

Pistanbul(ıv) 

İlk üç bölümünü okuduğunuz yazının* kaleme alındığı Ekim 1993 tarihinden bu yana 26 yıl geçmiş. Bu süre içinde yazdıklarım ve İstanbul üzerine çok düşündüm. Örneğin gazetelerin neden Ankara’ya taşınmadığını düşündüm. Çok yararlı olurdu. Televizyonun Ankara’da başlaması gibi. Film dublajını (seslendirmesini) Yeşilçam gibi yapmıyorduk. Yeni bir yöntem bulmuştuk. Gazeteler ve yayımevleri Ankara’ya taşınsaydı İstanbul’un yazgısı bir başka olurdu. Garip Akımı ve İkinci Yeni Ankara’da çıkmıştı, çoğu yazar ve şair Ankara’daydı ama yayınevleri İstanbul’daydı.

***

Osmanlı döneminde fabrikalar ve gemi yapımcılığı (tersane) Haliç kıyılarına dizilmişti. Kent, plansız bir köy gibi büyümüştü. Cumhuriyetin Kemalist döneminde sanayi, doğanın özelliklerine göre planlı olarak Anadolu’ya yayılmıştı. 1930’lar doğumlu olmak koşuluyla mimarlar ve ekonomistler bu dönemi çok iyi bilir. 

Örneğin Bilsay Kuruç’un Mustafa Kemal Dönemi’nde Ekonomi (Bilgi Yayınevi) adlı kitabını tavsiye ederim.

İstanbul’un 1960’tan önceki halini bilmiyorum. Ancak, 1988 yılında, bir tanıdığın cenaze töreni için Şişli Camii’ne geldiğimde, arabamı Şişli postanesinin önüne park ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi durmak bile mümkün değil. İkinci köprüye yakın tepelerde tek tük ev vardı.
***

1950’ye kadar Türkiye’de 5 yıllık planlar uygulanmıştı. Tekstil, şeker fabrikaları, cer atölyeleri bu planlara göre yapılmıştı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle plan-mlan kalmadı. Her şey “beşuş çehreli” Adnan Menderes’in iki dudağının arasındaydı. Müthiş bir şehir planlamacısıydı (!) Günümüz Paris’inin yaratıcısı Seine Valisi Baron Georges-Eugéne Haussmann’a (1809-1891) özenerek birkaç caddeyi genişletmek için yıkımlar yaptı. Keşke sonuna kadar gitseydi. İstanbul’un arazilerini ranta dönüşmesi, gecekondulaşma onun zamanında başladı. Her mahallede bir milyoner yaratmak ve ülkeyi “Küçük Amerika” yapmak heveslisiydi. Celal Bayar yüzünden tek adam olamadı, hevesi kucağında kaldı.
***

Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1994 yerel seçiminde yüzde 25.30 oy ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmasıyla 25 yıl sürecek maddi ve manevi bir yozlaşma, sefilleşme depremi başladı. İslamcı, Selefi ve Vahabi açlığın din-iman anahtarıyla masa ve kasa** saltanatı başladı. İslami gelenek icabı küffar malını talandan başka bir yöntem bilmiyorlardı. Sanayi üretimmüretim hak getire. Üretimi başkaları yapar, üstüne bunlar konardı. Plana karşı alerjileri vardı ama pilav yemek istiyorlardı. Yağmacı ve vurguncu yamyamlara İstanbul’un kapılarını açtılar. Daha sonra AKP 2002 yılında iktidara gelince bir “hain ve nankör evlat” gibi Cumhuriyetin bütün yaratım ve ürünlerini Yağma Hasan’ın böreği gibi özelleştirdiler, aralarında pay ettiler ve necip millet Araplara sundular.

***

R.T. Erdoğan’ın belediye başkanı olarak herhangi bir başarısını anımsamıyorum. Metro yapımı Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı döneminde, 1992 yılının eylül ayında, Taksim - 4. Levent hattı ile başladı. Erdoğan’ın başarı hanesine yazılamaz.

Erdoğan’dan önce İstanbul’da 4 tane gökdelen vardı, şimdi 122. AVM sayısı 350. 21 Ekim 2017’de “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” demişti ve ertesi gün reddetmedi bu itirafı. Bu gibi çarpıklıklara izin vermeyen Devlet Planlama Teşkilatı’nı 2011 yılında kapattıklarını da unutmayalım.
***

Erdoğan, 1998 yılında görevden alındı ama yerine gelen kişi de kendisi gibi Refah Partiliydi. 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul’da epeyce konut yıkıldı, çok sayıda konut hasar gördü. Acılı insanlar “Devlet nerede?” diye haykırarak ağladı. Görevde bulunan koalisyon hükümeti, deprem konusunda önlem almak için deprem vergisi (Özel İşlem ve Özel İletişim Vergisi) çıkardı. Şimdiye kadar 36 ya da 60 milyar lira toplanmış. Bu para başka yerlere harcanmış. Toplanma alanlarının yerine de AVM’ler ve gökdelenler yapılmış. Yarın kötü bir deprem olsa, binalar yıkılsa, halk toplanacak yer bulamasa bunun sorumlusunun Ekrem İmamoğlu olduğunu iddia eder(ler).
(bitti)

ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET

Önemli Not: Manisa’da okuyup üfleyerek zelzele bulutlarını dağıtan nefesi guvvatlı bir hoca varımış. Başyücelik hükümatının habarı vardır zaar.

* Yazı İstanbul adlı dergide yayımlandıktan sonra Tarih Bağışlamaz (Varlık Yayınları, 1994) daha sonra Yazmasam Olmazdı (Doğan Kitap, 2004) adlı kitaplarımda yer aldı. ** Özdemir İnce, Din İman Masa Kasa, Tekin Yayınevi, 2016

Harbiden başka halkları kıskanıyorum - Işıl Özgentürk

20 Ekim Pazar günü, Kadıköy’de, Haydarpaşa Dayanışması’nın Haydarpaşa, Sirkeci tren garlarının Okçulara verilmesini protesto eylemine katıldım. 

Amacım bir Haydarpaşa güzellemesi yazmaktı. Ama geç kaldım. Sevgili Ali Sirmen ve Zeynep Oral pek bir güzel yaptılar. Bana da yaşadığım üzüntüyü anlatmak kaldı. Protesto eylemine giderken binlerce Kadıköylünün, İstanbullunun akın akın Haydarpaşa Garı’na doğru akacağını düşünmüştüm. Çünkü İstanbul’da yaşayan her bireyin Haydarpaşa Garı’yla ilgili mutlaka bir anısı vardır, diye düşünmüştüm. Sirkeci’nin de! En azından Sirkeci’den uğurlanan ilk Alamancıların artık ülkede yaşayan emeklilerinin garlarına sahip çıkacaklarına canı gönülden inanmıştım. 

Onlarca Türk filminin başladığı ya da bittiği Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerini unutmayanlar olduğunu sanmıştım. Nâzım Hikmet’in muhteşem şiirinin başladığı merdivenlere oturmak için insanların koşarak geleceğini hayal etmiştim. Ama derin bir hayal kırıklığına uğradım. Binlerce değil, bana inanabilirsiniz en fazla 400 kişiydik. Saymasını bilememişsin demeyin, bunca eylem gören biri artık bu işi otomatik olarak yapar. Ne yazık ki durum böyleydi. Dayanışmanın yıllardır sürdürdüğü inatçı çabasına rağmen.

Gazeteci kimliğim hemen harekete geçti ve dolaşmaya başladım. 68 kuşağının yorgun ama inatçı eylemcileriyle birbirimize gülümsedik. Beyazlaşan saçlarımıza, yüzümüzdeki çizgilere bakıp bakıp şöyle dedik: “Ömür biter huy bitmez!” Doğal olarak 78’liler de oradaydı. Onlarında yüzündeki çizgiler artmış. Kendimi birden 68 yılında, Beyazıt’ta eller havada gencecik hissettim: “Bu daha başlangıç, direne direne kazanacağız”, “Biz buradayız, Okçular nerede?”, “Hak, Hukuk, Adalet!”, “O trenler buraya gelecek!” diye o kadar çok bağırmışım ki, sesim kısıldı, sesimin kısılmasını sevdim. 

Ama neden üzgünüm, günlerden pazar ve aramızda neredeyse elle sayılacak kadar genç var. Beyaz yakalılar, üniversiteliler yoklar. Dostlarla konuşuyoruz, kalabalıkların fotoğrafçısı Ali Öz de orada. İkimizin de canı sıkkın. Bu arada üstünde Ekrem İmamoğlu’nun fotoğrafı bulunan dev bir bez afiş görevliler tarafından itinayla taşınıyor, ama İmamoğlu’nun kendisi yok. Suretini göndermiş. Bu afiş neden gelmiş, neden görevliler sürekli en önde gitmeye çalışıyor, doğrusu hiçbir anlam veremedim. 

Zaten Kent Konseyi’ne seçilen bazı isimlerden dolayı canım sıkkın, daha da sıkıldı.
Eve geldim ve şu günlerde dünyanın her yerinde başlayan ve günlerce süren kent protestolarına şöyle bir baktım. Ve açıkçası kıskandım. Şili’de hayat pahalılığı ve baskıcı uygulamalar için kent ayakta. Ben bunları yazarken oralarda 48 saatlik her işkolunu kapsayan büyük bir grev başladı. Halkı durdurmak mümkün değil, herkes sokaklarda, sıkıyönetim ilan edildi, tanklar meydanlara çıktı,15 kişi öldü, ama kimseler evlerine çekilmedi. Kimseler korkmadı. Diktatör Pinochet döneminde zulmün hüküm sürdüğü o karanlık yıllarda binlerce Şilili öldürüldü. Binlercesi işkenceden geçti. Yıllar önce Santiago kentinde dolaşırken, Allende’nin balkonunda öldüğü başkanlık sarayını ziyaret etmiş, dakikalarca Allende’nin tüm saray bahçesine anons edilen, halkına yaptığı son konuşmayı dinlemiştim. Demek ki, Şili halkı hiçbir zulmü ve ölümü unutmamış.

Gençler ana babalarının, dedelerinin yaşadıklarına yabancı değil. Lübnan halkı da sokaklarda WhatsApp’a yapılan zammı protesto etmekle başladılar, olay büyüdü, milletvekillerinin astronomik maaşı düşürüldü, herkes sokakta! Bu arada İspanya’da her gün bir protesto var. Çünkü artık kapitalizmin sürdürülemez bir düzen olduğu, halkların giderek yoksullaştığı apaçık bir gerçek.

Ben şimdi kışı bekliyorum. Çünkü doğalgaza yüzde 60 zam yapıldı. Yani öyle ağır doğalgaz faturaları gelecek ki, pek çok evde bebeler üşüyecek, yaşlılar titreyecek. Bakalım o zaman kaç kişi sokaklara dökülecek? Tek umudum bu. Bu arada yetkililere sordum: Haydarpaşa direnişinin kaç bileşeni var? Aldığım yanıtı ya ben kulağım az işittiği için yanlış anladım ya da 86 bileşen Haydarpaşa’dan habersiz.

Not: Neyse dayanamadım, aklıma gelen bir öneriyi Kadıköy Belediyesi’ne sunmak istiyorum. Gerçi onlar Kadıköy’de oturan birkaç popüler sanatçıdan başka kimseleri pek umursamıyorlar. Gene de ben söyleyeyim, belediyeye ait bir Sinema- Tek var, hafıza tazelemek için ülkede yapılmış Haydarpaşa Garı’nda başlayıp ya da biten en az on filmi tam da şimdi gösterebilirler. Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları”ndan başlayarak.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Baba, yağmur bitti... - Mine G. Kırıkkanat


Büyülü geyik sustu. Sessizlik bir el gibi ormanın her köşesine dokundu. Hiç kapanmamış pencereler kapandı, genç kızlar saksılarını güneşten kaçırdılar. Ormanın mor salkımlardan işlenmiş kapısı yıkıldı, kar çiçeklerinin değdiği yol çamurla doldu, rüzgâr sepetini kırdı ve bulutlara binerek uzağa kaçtı. İnsanlar şarkı söylemekten vazgeçtiler ve boğucu bir sıcaklık ruhlarını sardı. Çocuklar halka olup oyun oynamadılar, annelerinin sesi tatlı çıkmıyordu ve hiçbir ninni bir yavruyu uyutamıyordu.  Genç kızlar güzelliklerini kaybettiler,  fesleğenler kokusuzdu, güller tomurcuksuz ve üzümler ekşiydi.

Güneş hiçbir yemişi olgunlaştıramadı, gökte yıldızlar karışmıştı ve toprak sıcak değildi. Artık her şey korkunç, her şey sessiz ve anlamsızdı. Hayat bir duman gibi uçtu, bahtiyarlık bir odun gibi yandı.

Kendisini aynada seyreden, büyülü geyiği zincirleyen korkunç avcı bütün altın köşklerin, bütün insanların, bütün ormanın efendisi olmuştu. Evet, evet işte o, ellerinde en güzel tılsımı tutuyordu, evet, evet işte o, bu ormanın efendisiydi. Ancak onun gözleri olsaydı, şimdi ormanın eski güzel ve eşsiz ormana hiç benzemediğini, ağaçların taze ve yeşil yapraklarını döktüğünü, suların isyanla köpürdüğünü, güneş doğarken sabah rüzgârına açılan kapıların artık kapandığını görecekti. Ancak onun kulakları olsaydı, hayatlarında hiç ağlamamış kızların şimdi hıçkırdıklarını, küçük çocukların göklere  annelerini sorduklarını, yaşlı kadınların bahtiyar çocukluk beşikleri başında ağladıklarını ve bütün yaşlı oduncuların, ağaçların neşesini geri vermesi için Tanrı’ya yalvardıklarını  duyacaktı.

O görmüyor ve işitmiyordu. Sihirli kutuya karşılık gözlerini, kulaklarını, kalbini, zamanın gürüldeyen ırmağına atmıştı. Altın kutuyu açtı, masmavi eriği aldı ve ısırdı, masmavi eriği yedi. O an ayna sarsıldı, yıkıldı ve paramparça oldu. Bir delilik ruhunu sardı: -Ben bahtiyarım. Bu orman, bu altın köşkler, bu insanlar hep benimdir. Bahtiyarlığın tılsımını ısırdım ve yedim. Bu ormanı arzularıma bir bahçe, bu altın köşkleri kendime bir saray bu insanları bahtiyarlığıma işçi yapacağım.

Oysa köşkler yıkılıyor ve orman ağlıyordu.

Bahar rüzgârı isyanla doldu: -Bu zincirlerin ocağını ben mi üfledim?
Bahar rüzgârı isyanla doldu. Kayaları atladı ve yıkıcı bir şarkıyla dağlardan indi. Çocuklar annelerine kaçtılar. Yaşlı oduncular baltalarını bıraktılar. Genç kızlar eski şarkılarını gözyaşlarına söylettiler ve yiğitler, mustarip ve mert yiğitler, fırtınayı selamladılar: -Fırtına geliyor! Fırtına geliyor! Gökler bulutlarla doluydu, bulutlar kaderin beyaz sayfaları gibi açılmıştı, bilinmez bir el bu beyaz sayfalara şimşek renkli yazıyı yazdı: Fırtınayı duyuyor musunuz?

* Ceyhun Atuf Kansu / Bir Masal Denemesi, 1944

Bahtı gönül, tahtı gönül bir efsaneYolculuk iki saat sürerdi, isteyen sigara içerdi ve hiç de lüks olmayan “lüks kamara”da tek kişilik koltuklar, sehpalar, kül tablaları vardı. Adalara uğrayan Yalova vapuru iskeleye yanaştığında bir koşu yetişilen siteler dolmuşuna, “Şeker” demek yeterdi. Şeker fabrikalarının ve Şekerbank çalışanlarının yararlandığı yaz kampında büyüyen “biber” çocuklardık biz. Başımızda 68 Mayısı’nın isyan yelleri, Karamürsel’e giden kamyonlara otostop çeker, Amerikan üssünün araba camlarına “Yankee Go Home” pusulaları yapıştırır; yine otostopla üssümüz Şekerbank’a dönerdik. İşçi ve emekçi dostu olarak, zaten kamptaki kalburüstü memurinden de hiç hazzetmezdik.

Biri hariç: Şeker fabrikalarının çocuk doktoru Ceyhun Atuf Kansu.

Ceyhun Atuf Bey, onun yazdıklarını okuyan ya da kendisiyle konuşan herkesin gönlünde taht kurmuş bir efsaneydi. Ailesinin kaldığı tesislere arada bir gelir ve her gelişi dört gözle beklenir, sağlık sorunu olmayanlar bile onunla bir çift laf edebilmek için muayene sırasına girerdi. İyiliği hekimliğine, hekimliği annesini yitirmiş çocuk ozanlığına, ozanlığı devrimciliğine, devrimciliği yazarlığına terleyen, her damla terinde mükemmeli yakalamayı başaran, olağanüstü bir insandı, o.

Bu yıl, hiçbir konuda anlaşamayanları bile kendisine duyulan saygıda birleştiren Ceyhun Atuf Kansu’nun 100. doğum yılı.

Ne mutlu ona ki, kendisi gibi ilkeli, başarılı ve eserine sahip çıkan çocuklar yetiştirmiş, sevgili eşiyle birlikte. Ne mutlu bana ki, bir zamanlar Şekerbank kampının çook sevimli yumurcağı Işık Kansu, bugün dostum ve Cumhuriyet gazetesinde yoldaşım.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


* C.A. Kansu’nun “Baba, yağmur bitti” (Telgrafhane Yayınları, 2019) adlı öykü kitabından alıntıdır.

Petrol batağında işgal!.. - Mehmet Faraç

Geçen hafta sosyal medyaya bir adamı hıçkıra hıçkıra ağlarken gösteren bir fotoğraf yansıdı... İşte o fotoğrafın altında şunlar yazıyordu;"Iraklı tarihi eserler uzmanı Berlin'de müzeyi gezerken ülkesinden kaçırılan tarihi eserleri görünce, 'çaldılar seni ey Irak' diye haykırdı ve gözyaşlarına boğuldu..."

Fotoğraftaki Iraklı ve onun gözyaşlarını çaresizlikle izleyen kadının görüntüsü bir ülkenin nasıl yağmalandığını bir kez daha gözler önüne serdi...

Evet; "Arap Baharı" zırvasının henüz devreye sokulmadığı dönemde, dinci teröre destek verdiği iddiasıyla işgal edilen Irak'ta göz koyulan varlıklar yalnızca yeraltı enerji kaynakları değildi...


Irak'ın elbette doğası, tarihi,  zenginlikleri, huzuru ve en önemlisi de insanlığı yağmalandı ama kültürel kıyım konusunda sınır tanımayan emperyalist alçaklık yalnızca Irak Merkez Bankası'nın külçe altınlarını kamyonlarla götürmedi...
İşgal sırasında, aynı zamanda Bağdat Müzesi başta olmak üzere, çok değerli tarihi eserlerin sergilendiği kültür merkezleri de yağmalandı...

İngiltere'nin ünlü müzesi British Museum, bazıları yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen 156 tarihi eseri Bağdat'a iade etti ama
Iraklı  uzmanın gözyaşları da gösterdi ki, Avrupa ülkelerinden çoğunun talan konusundaki yüzsüzlüğü devam ediyor...

Yani, emperyalizm sadece bir coğrafyada insan yaşamını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, ulusal kaynakları yağmalamamış, aynı zamanda bir ulusun geçmişinin tapusu olan tarihi- kültürel varlıkları da talan ederek,
Arap ülkelerini huzur getirileceği iddiasıyla işgal etmenin büyük bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermişti...


Irak, Libya, Suriye...
Konumuz aslında dünyanın her tarafında acımasızca sürdürülen tarihi eser yağmacılığı değil...

Yalnızca emperyalistler işgal ettikleri ülkelerde yağma düzeninde rant elde etmiyorlar...

Orta Doğu'nun, Afrika'nın birçok ülkesinde de iç dinamikler yağmacılığı öne çıkartıyor ve uluslar bazen kendi kültürlerini bile kaçakçılık uğruna talan etmekten kaçınmıyor... Türkiye'nin de bu konuda hoş bir geçmişi yok ama biz  yanıbaşımızda dönen tezgahın paslı çarkına dönelim... Yani asıl meseleye...
Dünyada belki de en çok Orta Doğu coğrafyası ve Afrika'nın bir kesiminde yer altından zenginlik fışkırıyor...

Bu zenginlik yalnızca tarihi eser bolluğundan kaynaklanmıyor, en büyük yağma başta doğalgaz ve petrol olmak üzere yeraltı enerji kaynakları üzerinden yürütülüyor...

Kuzey Afrika'da dünyanın en önemli yeraltı kaynaklarına sahip olan Libya'nın iç savaşa sürüklenerek yağmalanması ve lideri Kaddafi'nin de yağmacılığın taşeronu tetikçiler tarafından linç edilmesinin yanıtı da burada...

Dünyanın birçok coğrafyasında sorunlar büyürken, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere enerji kaynaklarıyla ünlü Irak ve Libya'nın halka huzur getirileceği iddiasıyla iç savaşa sürüklenmesi de herhalde rastlantı olarak görülemez...

Ve yine önümüzdeki 50 yıl içinde petrolden daha değerli olacak su kaynaklarının iki önemli hattı, Dicle ile Fırat'ın geçtiği bir coğrafyada "Arap Baharı" safsatasının dayatılması da bir rastlantı olmamalı...

Peki, yeraltı kaynakları üzerinden yürütülen işgalcilik Irak ve Libya'nın yağmalanmasından sonra bitti mi acaba?.. Ne yazık ki değil...

Özerlik planı mı?..
ABD, Avrupa Birliği ve emperyalist yandaşları Irak'tan sonra, aslında yeraltı kaynakları bakımından önemli coğrafyalardan bir olan İran'ı gözüne kestirmiş, ancak ABD'yi "büyük şeytan"  olarak nitelendiren ve İsrail'e her fırsatta tehditler yağdıran mollaların kolay lokma olmadığını anlamışlardı...

Yeraltı ve yerüstü yağmacılığı işte bu yüzden hedef değiştirmiş ve namlular Suriye'ye çevrilmişti...

Her ne kadar Arap ülkeleri içerisinde Irak, Libya, Suudi Arabistan kadar enerji kaynakları konusunda zengin olmasa da, Suriye de bu gerekçeyle işgale uğradı...
Rastlantılara dikkat çekmişken, uçsuz bucaksız tarım alanları ve doğal kaynaklar bakımından oldukça varlıklı olan Suriye'de yağmacılığın tetikçileri olarak görevlendirilen terör örgütlerinin cirit atması da rastlantı sayılmamalı.

İşte o güçlerin petrol uğruna hareket ettiğini gösteren bazı açıklama ve eylemler üzerinde ısrarla düşünülmesi gerekiyor...

Tesadüf mü şimdi; son günlerde Rusya'dan sonra ABD'nin de muhatap aldığı ve Trump'ın telefonla görüşerek övgüler yağdırdığı "Mazlum Kobani" kod adlı PKK'lı ile ilgili vahim paylaşımlar?..

PKK militanına sosyal medya üzerinden seslenirken,"Mazlum Kobani ile konuşmamdan zevk aldım. Ben de Kürtlerin yaptıklarını takdir ediyorum. Belki de Kürtlerin 'petrol' bölgesine gitme zamanı gelmiştir" diyen Trump neyi ifşa etmiş oldu acaba?..

İşte bu sorunun yanıtı dün ajanslara yansıdı... Bakınız, işgalciliğin asıl hedefinin "petrol" olduğunu bir kez daha kanıtlayan yeni plan ajanslar üzerinden nasıl duyurulmuştu:"Pentagon, Suriye'nin doğusunda, IŞİD'ten geri alınan ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) denetimindeki petrol sahalarının korunması amacıyla asker ve zırhlı araç göndermeyi planlıyor... ABD Savunma Bakanı Mark Esper, IŞİD'in petrol sahalarına erişmesini engellemek için Deyr Ez Zor'daki pozisyonlarını güçlendirici bazı adımlar atacaklarını, bunun bazı mekanize güçleri de içereceğini söyledi..."

Şimdi asıl soruyu soralım; Amerika, Irak'ı işgal ederek Kuzey Irak'ta petrol sahalarını devrettiği peşmergelerden özerk bölge yaratırken, Kürt devleti planının ikinci özerk bölgesini de Suriye petrollerini PKK/ YPG'ye teslim ederek mi oluşturacak?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Üç dönem, üç dış politika, üç parti - DENİZ YILDIRIM

AKP 17 yıldır iktidarda. Bu 17 yılı iktidarın dış politika stratejileri çerçevesinde üç dönem altında ele almak mümkün.

Birinci dönem, partinin özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında radikal İslam imajına karşı ılımlı İslam modeli olarak Batı’da kendisini sunması, onay araması ile başlıyor. Bu süreç, ABD’nin Irak işgali ile Ortadoğu’ya yerleşmesine ve o zamanki adıyla Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelere destekle de taçlanıyor. Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları üzerinden komşu Irak’ı işgaline olanak verecek bir tezkerenin Meclis’e getirilmesi (neyse ki geniş bir muhalefet cephesi sayesinde engellendi), bu dönemde iktidarın dış politika tercihlerini özetleyen en önemli göstergelerden birisi.

Öyleyse birinci dönemi, ABD’nin Ortadoğu tasarımında yer bulma ve bu sayede emperyal merkezlerden de onay alma arayışı niteliyor. Kuşkusuz bunda, henüz devlette yeterince yerleşememiş olmanın getirdiği zayıflıkları uluslararası destek ve ittifaklarla telafi etme arayışının da etkisi var. Ordu içindeki Amerikan karşıtı damarın tasfiyesine dönük operasyonlar da bundan bağımsız değildi. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin liberal bir ittifak dili etrafında, “biz değiştik” demek için de araçsal kılındığını hatırlarsak; bu ilk dönemi Pragmatik Batıcılık olarak adlandırmak mümkün.

İkinci dönem; özellikle Davutoğlu doktrini olarak bilinen Stratejik Derinlik ya da popüler adıyla Yeni Osmanlıcılık stratejisiyle nitelenebilir. Neydi bu strateji? Ortadoğu’da ABD’nin Irak işgali sonrasında eski düzen sarsılmıştı. Bir güç boşluğu oluşmuştu. Bu süreç Arap Baharı ile Suriye’ye de sıçramıştı. Bu güç boşluğunda Türkiye, emperyalist merkezlerin Ortadoğu tasarımıyla çelişmeden ama bu alanı kendi bölgesel hegemonya hevesleriyle de doldurarak “aktif müdahale” aşamasına geçebilirdi. Proje Suriye’de sınandı. “Yurtta barış, dünyada barış” doktrininin yerini, komşu devletteki rejim değişikliği sürecine katılan, “iç politika ile dış politika kaynaştı” diyerek bunu aklamaya çalışan, Şam’da Cuma namazı hayalleriyle geçmişi “yeniden ihya etme”yi hedefleyen Yeni Osmanlıcılık projesi aldı.

Ülkeyi yönetenler, “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” sözünü de bu dönemde söyledi. Açılım süreci de bu Yeni Osmanlıcı projenin bir parçasıydı. Böylece birinci dönemin liberalizmini, ikinci dönemin ümmetçiliği tamamladı. Ancak sonuçta iç savaş derinleşti, Suriye cihatçı çetelerin elinde bir derebeylik düzenine geçti; bütün büyük güçlerin oyun sahasına dönüştü ve Türkiye sınırında kanton modeliyle fiilen özerkleşmiş devletçikler kuruldu. Yeni Osmanlıcılık genişleyeyim derken, yani Dimyat’a pirince giderken eldeki bulguru tehlikeye soktu. Üstüne bir de Rus uçağı düşürüldü, Rusya ile ilişkiler çıkmaza girdi.

Pragmatik Batıcılık, Yeni Osmanlıcılık ve şimdi
Üçüncü dönem açısından dönüm noktası 2015’teki seçimlerdi. Açılım bitti; ilerleyen aylarda Davutoğlu istifa ettirildi. Bu süreçte 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi de yeni bir kırılma yarattı. İktidarın darbe girişimini Batılı merkezlerle, özellikle de ABD ile ilişkilendirmesi; diğer yandan Rusya ve İran’ın darbe girişimine karşı iktidarın yanında tutum alması Pragmatik Batıcılıktan Pragmatik Doğuculuk aşamasına doğru bir kırılma yaratmaya başladı. Pragmatik Doğuculuk; çünkü artık AKP Batı için ilk dönemdeki işlevselliğini yitirmişti. Yani emperyalizme karşıtlıktan değil;
emperyalist tasarımlar içindeki rolü aşındığından makas değiştirdi. Ayrıca Suriye denkleminde oyun kuruculuk rolü Doğu güçlerine, özellikle de Rusya ve İran’a kaymıştı.
Zira aynı süreçte Rusya, Suriye üstünden Ortadoğu’da ve aslında Akdeniz’de tarihsel olarak en etkili devrini yaşamaya başladı. Esad devrilmedi; Suriye toprakları çetelerden arındırıldı ve Ortadoğu’da AKP’nin ilk dönemindeki Amerikan hâkimiyeti önemli oranda aşındı. Amerika, bölgede en önemli yeni müttefiki olarak PYD’yi silahlandırdı. Bu ortamda üçüncü dönemi, Rusya ile zorunlu yakınlaşma ve yine bu çerçevede de güvenlik merkezli milliyetçilik ideolojisi niteler hale geldi. Öyle ki, BBC Türkçe’nin  derlemesine göre Erdoğan ve Putin, 15 Temmuz 2016’dan bu yana 24 kez yüz yüze ve 65 kez telefonla görüştü. Bu yüz yüze görüşmelerin çoğunluğunun  Rusya’da gerçekleştirildiğini söylememize '67erek yok.

Son Suriye operasyonu ve Soçi Mutabakatı, genişlemeci ikinci dönemden, güvenlikçi üçüncü döneme geçişin de simgesi. Bu açıdan bir zaferden ziyade, iktidarın birinci ve ikinci dönemdeki yanlışlarının; yanı başımıza Amerika ve Rusya güçlerinin yerleşmesinin yarattığı olumsuz durumun, yine bu güçlerin onayını da gözeterek telafisiydi aranan.

İlginçtir; AKP şimdi üç partiye ayrılıyor. Bir yanda Gül ve Babacan önderliğindeki Pragmatik Batıcı kanat; diğer yanda Davutoğlu önderliğindeki Yeni Osmanlıcı çizgi ve geriye kalan, Rusya ile yakınlaşan, mecburen “Yeniden Asya” açılımından söz eden bir AKP. 

Ayrışmayı bir de bu dış politik dönemlere ve çizgilere göre yorumlasak iyi olmaz mı?

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

Çekilmemiş fotoğraflar -Gökçer Tahincioğlu /T24-

Keşke bir çocuk gibi, hiç ölmeyeceğine olan inancım yaşayabilseydi… Bitlis’te büyüyen o küçük ve cesur çocuk olarak anımsayacağız seni… 1968...