Pistanbul(I)
Önümüzdeki dört yazıyı “Suriye Sorunu” kadar (belki de daha) önemli “İstanbul Sorunu”na ayırdım: Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin 1993 yılında “İstanbul’un gelecekteki rolü” üzerine açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?” başlıklı soruşturmaya o yılın ekim ayında verdiğim yanıtı üç gün okuyacaksınız Dördüncü yazıda Pistanbul’un sefil ve pejmürde haline değineceğim.
– On yıl sonra İstanbul’un dünyayla ilişkileri itibarıyla bugünkünden farklı bir rolü olabilir mi? Olabilirse bu rolün özellik ve nitelikleri neler olabilir ve bunu temenni eder misiniz?
Aslında bakarsanız, İstanbul sevgisi 1950’ye kadar bir tür zorunluluktu, gereksinimdi, çünkü uygar dünya karşısında güya eli yüzü düzgün tek yerleşim yeriydi bu kent. Ben bu değerlendirmenin somut ve gerçek verilere dayandığı kanısında değilim. İstanbul her zaman, “bu” yakınılan ve esef edilen yığışımdı. Bu hasta yığışım Osmanlı döneminde de söz konusuydu. Tarihçiler İstanbul’a göçü engelleyici ya da bazı koşullara bağlayıcı fermanları kolayca anımsarlar.
İstanbul’un Bizans dönemindeki yapısı ve dokusu nasıldı? Buna ilişkin bir düşüncem ve bilgim yok. Ancak Paris’le bir karşılaştırma yaparak bir düşünce üretebiliriz: Paris’in bugün en uzun sokaklarından biri olan Rue Saint Jacques, bu kentin Roma kenti Lutetia Parisiorum olduğu dönemden kalmadır.
Bu dönüşümlerin gerisinde ve önünde hiç kuşkusuz modern devlet ve onun kurum ve yapıları vardır. Devlet hazinesi devleti yöneten hanedan ailesinin değil, devletin hazinesidir; birey artık bir kul ya da bende değil bir vatandaştır.
ÖNEMLİ NOT: Senin ABD ile masaya oturman ve “120 saat” bir hikâyedir. Esad’la masaya oturmadan Suriye belasından asla kurtulamazsın!
İstanbul ülke içinde ekonomik bakımdan görece güçlü olmasına karşın dünya ölçüsünde güçsüz olduğu, çağın gerisinde kalmış üniversitelerinde çağdaş öğretim yapılmadığı, laboratuvarlarında bilimsel araştırma yapılmadığı için ancak köşe dönmeci oportünistler üretmektedir; böyle bir kentin önümüzdeki on yıl içinde ciddi ve yeni bir rol üstlenmesi olanaksızdır. Sanayii ancak yabancı patentle üretim yapan, kendi ekolojisine uygun ve özgün teknoloji üretemeyen bir kent bugünkü yerini bile zor koruyabilir.
İstanbul’un 1960’tan önceki halini bilmiyorum. Ancak, 1988 yılında, bir tanıdığın cenaze töreni için Şişli Camii’ne geldiğimde, arabamı Şişli postanesinin önüne park ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi durmak bile mümkün değil. İkinci köprüye yakın tepelerde tek tük ev vardı.
Önümüzdeki dört yazıyı “Suriye Sorunu” kadar (belki de daha) önemli “İstanbul Sorunu”na ayırdım: Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin 1993 yılında “İstanbul’un gelecekteki rolü” üzerine açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?” başlıklı soruşturmaya o yılın ekim ayında verdiğim yanıtı üç gün okuyacaksınız Dördüncü yazıda Pistanbul’un sefil ve pejmürde haline değineceğim.
– On yıl sonra İstanbul’un dünyayla ilişkileri itibarıyla bugünkünden farklı bir rolü olabilir mi? Olabilirse bu rolün özellik ve nitelikleri neler olabilir ve bunu temenni eder misiniz?
– Yıllar önce, “Her Türk, Mareşal Fevzi Çakmak’ı, Yavuz zırhlısını ve İstanbul’u severek doğar” diye yazmıştım, yarı ironik, yarı varsayımsal bir düşünce olarak. Biraz da abartmaya başvurarak Türklerin bir zamanlar bu üç sevgiyle ana rahmine düşmüş olduklarını söyleyebiliriz, söyleyebilirdik. 1950 öncesine ait bir düşünce. Şimdi “Türkler”, Mareşal Fevzi Çakmak’ı anımsamıyorlar, Yavuz zırhlısını bilmiyorlar ve İstanbul’un her gün ırzına geçiyorlar.
Aslında bakarsanız, İstanbul sevgisi 1950’ye kadar bir tür zorunluluktu, gereksinimdi, çünkü uygar dünya karşısında güya eli yüzü düzgün tek yerleşim yeriydi bu kent. Ben bu değerlendirmenin somut ve gerçek verilere dayandığı kanısında değilim. İstanbul her zaman, “bu” yakınılan ve esef edilen yığışımdı. Bu hasta yığışım Osmanlı döneminde de söz konusuydu. Tarihçiler İstanbul’a göçü engelleyici ya da bazı koşullara bağlayıcı fermanları kolayca anımsarlar.
İstanbul’un Bizans dönemindeki yapısı ve dokusu nasıldı? Buna ilişkin bir düşüncem ve bilgim yok. Ancak Paris’le bir karşılaştırma yaparak bir düşünce üretebiliriz: Paris’in bugün en uzun sokaklarından biri olan Rue Saint Jacques, bu kentin Roma kenti Lutetia Parisiorum olduğu dönemden kalmadır.
***
İstanbul ne zaman bir kanser, daha doğrusu kanserli hücreye dönüştü? Yani kent hücresine benzeyen ama gerçekte kent hücresi olmayan hasta hücre yığınına? Bunun göstergelerini, belki de Paris, Londra, Berlin, Viyana gibi kentlerin, metropollerin kapitalist dönüşümün sonucu olan kentsel örgütlenmeye başladıkları, bu örgütlenmeyi tamamlamaya çalıştıkları dönemde bulabiliriz. Metropol kavramını belediyesel “anakent” kavramından kurtulup politik bir kavram olarak algılamaya başladığımız zaman daha kolay anlarız. “Metropol” ve “anavatan” gibi kavramlar sömürgeyle (sömürgelerle) ilintilidir. Anavatan bir devletin sömürgeler dışında kalan kendi toprağıdır, metropol ise bu toprağın büyük kentidir, başkentidir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu tür kentler kapitalist örgütlenmelerini tamamlamışlardır, bir yerleşim yeri olarak, politik ve kültürel bir merkez olarak. Bu tür kentlerde büyük caddeler ve sokaklar bu dönemde açılmış, kamusal binalar bu dönemde yapılmış, metrolar bu dönemde kazılmış, opera ve tiyatro binaları bu dönemde yükselmiş, borsalar ve bankalar bu dönemde çağcıllaşmış ve modern toplum da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönüşümleri, gerçekte, Rönesans ve dinsel reformlar döneminden başlatabiliriz.
Bu dönüşümlerin gerisinde ve önünde hiç kuşkusuz modern devlet ve onun kurum ve yapıları vardır. Devlet hazinesi devleti yöneten hanedan ailesinin değil, devletin hazinesidir; birey artık bir kul ya da bende değil bir vatandaştır.
***
İstanbul bu dönüşümlerin hiçbirini yaşamamış, yaşayamamıştır; caddeler genişlemeden kentsel altyapı (su, elektrik, PTT, kanalizasyon) gereğince kurulmadan, metrosu kazılmadan kalabalıklaşmaya başlamış ve Anadolu’dan gelen göç dalgaları, bir dostumun tanımlamasıyla, bu varsayımsal kenti İstangonk’a çevirmiştir. Bu kentin operası opera, basını basın, stadyumu stadyum, caddesi cadde, sokağı sokak değildir, kendisi de zaten bir kent değildir. Paris’te bir Parisli, Newyork’ta bir Newyorklu, Londra’da bir Londralı vardır, ama gerçek bir kent olmadığı için İstanbul’da bir İstanbullu yoktur. İstanbul’da İstanbullu bulunmadığı için bu kentin belediyelerini Doğulu, Karadenizli göçmenler yönetmekte ve İstanbul’u geldikleri kentlere ve köylere dönüştürmektedirler.
(Sürecek)
ÖNEMLİ NOT: Senin ABD ile masaya oturman ve “120 saat” bir hikâyedir. Esad’la masaya oturmadan Suriye belasından asla kurtulamazsın!
Pistanbul(II)
İstanbul’da oturan insanların çoğunluğu tarihi bugüne indirgedikleri için, mevcut bozuk trafiği daha da zorlaştırdığı nedeniyle, metro yapmaya çalışan belediyeye kızmakta, bugünkü berbat durumun gerçek sorumlusu olan XVII, XVIII ve XIX. yüzyıl Osmanlı padişahlarından manevi hesap sormamaktadırlar. Dar sokaklarından iki otomobil geçemediği için mevcut belediyeye küfredenler, Fatih Sultan Mehmed’in ve onun soyunun bu keşmekeşin baş sorumlusu olduğunu düşünmemektedirler.
***
İstanbul, 1993 yılının eylül ayında bir ayrışan kadavradır, bir kanserli dokudur. İstanbul’un yaldızı olan beş yıldızlı oteller, Çırağan Sarayı, sözde sosyetenin eğlendiği gece kulüpleri kanserlidir; Boğaz en azından Haliç kadar kanserlidir. Birkaç bin kişi dışında, İstanbul’da yaşayanların hepsinin ruhları ve beyinleri kanserlidir. İstanbul “Cumhuriyet”in kenti olamadığı için kanserlidir.
***
İstanbul’un bir turistik nesne olması kimseyi yanılgıya götürmesin! Efes de, Aspendos da birer turistik nesnedirler, ama ölüdürler. Nesneler asla rol sahibi olamazlar, rol sahibi olmak için “özne” olmak gerekir. Özne, yani üreten, yapan, yönlendiren, biçimlendiren... İstanbul üretmiyor mu, yapmıyor mu, yönlendirmiyor mu, biçimlendirmiyor mu? Bu fiillerin olumlu anlamlarını unutmadıkça bu sorulara olumlu yanıt bulamayız.
İstanbul Cumhuriyet döneminde ne yazık ki bu ülkenin bir numaralı kenti olma konumunu sürdürerek adam olma şansını yitirmiştir. İstanbul Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin iki ya da üç numaralı kenti olabilseydi, Ankara ve İzmir bu kentin önüne geçebilselerdi İstanbul belki bu denli hasta olmazdı.
***
İstanbul’un önümüzdeki on yıl içinde çağdaşlaşarak, çağcıllaşarak, uygarlaşarak uygar dünyayla sağlıklı ilişkiler kurma umudu bir yana, Mekkeleşmesi ve Medineleşmesi tehlikesi söz konusu. Çünkü İstanbul’u yönlendiren güç artık gerçek İstanbullu uygar bireyin politik tercihi değil, dışarıdan göçenlerin tutucu ve gerici ideolojileri. İstanbul bir bütün halinde değil, koloniler halinde yaşıyor. Bu kolonilerin bütünleşip yeni bir kent ideolojisi üretmeleri çok olumlu koşullara ve zamana bağlı. Zaman elbette var ama olumlu koşullardan söz etmek son derece olanaksız.
İstanbul’un geleceği, Türkiye’nin geleceği gibi demokratikleşmeye, laik düzenin daha da güçlenmesine, magandanın uygarlaşmasına, seçkin olmanın bir kusur sayılmamasına bağlı. Ben bu bağlamda, bugünkü ilişki düzeyinin korunmasını başarı sayacak kadar karamsarım. İstanbul, Türkiye’yle birlikte, mühendis-ekonomist kafasının ve imgeleminin yetersizliklerinin çıkmazlarını yaşıyor.
***
İstanbul’un çağdaşlaşması gecekondu yerleşiminden kent yerleşimine geçmesine, köylügecekondulu tipinin kentlileşmesine bağlı. Bu dönüşüm elbette yeterli değil. Bu dönüşümün, ülkenin bütün alanlarda kalkınması, genişlemesi, zenginleşme süreci içinde gerçekleşmesi ve bu zenginliğin çok güçlü bir orta sınıf yaratması gerekir. İstanbul şu anda bazı semtlerinde küçük bir zengin azınlığın yaşadığı bir lümpenler kenti.
İstanbul ülke içinde ekonomik bakımdan görece güçlü olmasına karşın dünya ölçüsünde güçsüz olduğu, çağın gerisinde kalmış üniversitelerinde çağdaş öğretim yapılmadığı, laboratuvarlarında bilimsel araştırma yapılmadığı için ancak köşe dönmeci oportünistler üretmektedir; böyle bir kentin önümüzdeki on yıl içinde ciddi ve yeni bir rol üstlenmesi olanaksızdır. Sanayii ancak yabancı patentle üretim yapan, kendi ekolojisine uygun ve özgün teknoloji üretemeyen bir kent bugünkü yerini bile zor koruyabilir.
Önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’a belki daha fazla turist gelebilir. Ama turistin ipiyle kaç kuyuya inilebilir?
(Sürecek...)
***
ÖNEMLİ NOT: Komşunun toprağına onun horantası için ev yaptıracakmışsın, toprağın sahibinden izin aldın mı? Haneye tecavüzdür ağam! Komşuluk adabına uymaz! Ayıptır!
Pistanbul(III)
- İstanbul’un on yıl sonra içinde bulunacağı (globalleşme) konumu ve durumu düşünüldüğünde, sizin çalışma alanınızda nasıl bir yönelim var? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, mümkünse somut örnek verebilir misiniz?
***
- Altmış milyon nüfuslu Türkiye’de on milyon nüfuslu Yunanistan kadar kitap yayımlanıyor; daha doğrusu kitapların basım sayısı Yunanistan kadar: 2 milyon 3 bin. Oysa Türkiye’yle aynı nüfusa sahip İspanya’da kitapların tirajı 20 bin - 60 bin arasında. Örneğin, yazınsal değerini bir yana bırakalım, Antonio Gala’nın Türk’e Tutulmak adlı romanı birkaç ayda 600-700 bin adet satıldı İspanya’da. İçinde bulunduğumuz toplu durum göz önünde tutulacak olursa, bugünkü okur sayısının önümüzdeki on yıl içinde artacağını sanmıyorum. İlkokuldan başlayarak üniversitelerin sonuna kadar çağdaş edebiyatını öğrencilerine öğretmeyen bir ülkede ne okur sayısı yükselir, ne de iyi yazar çıkar. 1980’den sonra okula başlamış kuşakların, önümüzdeki on yıl içinde iyi bir romancı ve öykücü çıkarması olanaksız gibidir. Türkiye’nin ve İstanbul’un koşulları bir yazarın yetişmesi için yeterli değildir.
***
Ülkemiz yazarlarının bir “dünya” sorunları olduğunu sanmıyorum. Elbette bunun birkaç istisnası vardır ve olacaktır. Ülkemiz yazar ve şairleri kendi yeteneksizlikleri ile Türkçenin dar sınırları arasında doğru orantı kurmaktan vazgeçtikleri zaman yazar olmanın “y”sini, şair olmanın “ş”sini öğreneceklerdir. Önümüzdeki on yıl içinde yazarlarımızın dünyayla ilişkilerinde bir iyileşme olacağını sanmıyorum. Mayıs 1993’te Paris ve Fransa’da yaşanan “Les Belles Etrangères” komikliği bunun en son örneği.
Türk yazarlarının ve basınının uluslararası ilişkilerin ne olduğunu anlayacak düzeyde olmadıklarının bir başka örneği de, 1991 Mayısı’nda İstanbul’da yapılan “İstanbul Uluslararası Şiir Forumu”, daha bilinen adıyla “Poesium” denemesi. Pek az kimse ve yazar “Poesium”un gerçek anlamını ve önemini kavrayabildi. Bu, gerçekten uluslararası düzeyde olan ve uluslararası düzeyde başarı kazanan girişim daha doğarken boğazlandı. “Derin ve marjinal” şair Ece Ayhan ile 1988 yılında Müslüman olmayanlar için Söz gazetesinde “ölüm fermanı” çıkaran ve 1993 yılında Sivas barbarlığını utanmadan alkışlayan İsmet Özel davet edilmedikleri için İstanbul basını ve kendini İstanbullu sayan ve sanan şairler ve yazarlar tarafından katledildi.
***
T.C. devleti kültür politikasını değiştirmedikçe, kültürün önemini kavramadıkça, Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları yeniden örgütlenip çağdaşlaşmadıkça, İstanbul’un kaymağını yiyen “sermaye” kültüre olan borcunu ödemedikçe önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür yaşamında bir iyileşme olmayacaktır. Ne İstanbul festivali içinde düzenlenen müzik ve sinema etkinlikleri ne de Pavarotti’nin ya da bir popüler şarkıcının konser vermesi bu gerçeği değiştirebilir. Parayı bastırdığınız zaman Pavarotti de Mavarotti de gelir, yalnızca Türkiye’ye değil Budalaistan’a da gelir.
Pavarotti’yi davet eden sermaye, Nobel armağanı kazanmış olan bir fizikçiyi davet edip ağırladığı zaman, Michael Jackson’ı dinlemek için stadyuma koşan genç kitle, gerçek bir şairi dinlemek için stadyumu doldurduğu zaman İstanbul’un uluslararası ilişkilerinde bir sıçrama yapması mümkün olacaktır. Şu gerçeği anlamalıyız: Pavarotti’nin Roma’da, Paris’te ya da Oslo’da konser vermesiyle İstanbul’da konser vermesi aynı şey değildir. İstanbul konseri bir öykünmedir, İstanbul’da Pavarotti’yi dinlemek ise “gibileşme”dir.
Yaşar Kemal’in yapıtlarının 3 bin basıldığı, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinin, 2 bin ya da 3 bin satıldığı bir ülkede Pavarotti dinlemeye koşmak, Bolşoy Balesi’nin biletini karaborsadan satın almak inandırıcılıktan uzak bir özentidir. Ve özentinin globalleşen bir dünyada kesinlikle yeri yoktur, tıpkı 1993 İstanbulu’nun bir yerinin olmaması gibi. (Ekim 1993)
(sürecek)
***
ÖNEMLİ NOT: Uluslararası anlaşmalar, “Karaman’ın Koyunu”na benzer. Oyunu sonra çıkar. Kurtarıcı Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998 günü AnaSolD hükümeti zamanında, Mesut Yılmaz Başbakan iken imzalanmıştı. Mazbut bir mutabak imiş. İnsan maşayı boşuna icat etmedi. Denize düştün, Suriye’ye sarılmak zorundasın!
Pistanbul(ıv)
İlk üç bölümünü okuduğunuz yazının* kaleme alındığı Ekim 1993 tarihinden bu yana 26 yıl geçmiş. Bu süre içinde yazdıklarım ve İstanbul üzerine çok düşündüm. Örneğin gazetelerin neden Ankara’ya taşınmadığını düşündüm. Çok yararlı olurdu. Televizyonun Ankara’da başlaması gibi. Film dublajını (seslendirmesini) Yeşilçam gibi yapmıyorduk. Yeni bir yöntem bulmuştuk. Gazeteler ve yayımevleri Ankara’ya taşınsaydı İstanbul’un yazgısı bir başka olurdu. Garip Akımı ve İkinci Yeni Ankara’da çıkmıştı, çoğu yazar ve şair Ankara’daydı ama yayınevleri İstanbul’daydı.
***
Osmanlı döneminde fabrikalar ve gemi yapımcılığı (tersane) Haliç kıyılarına dizilmişti. Kent, plansız bir köy gibi büyümüştü. Cumhuriyetin Kemalist döneminde sanayi, doğanın özelliklerine göre planlı olarak Anadolu’ya yayılmıştı. 1930’lar doğumlu olmak koşuluyla mimarlar ve ekonomistler bu dönemi çok iyi bilir.
Örneğin Bilsay Kuruç’un Mustafa Kemal Dönemi’nde Ekonomi (Bilgi Yayınevi) adlı kitabını tavsiye ederim.
İstanbul’un 1960’tan önceki halini bilmiyorum. Ancak, 1988 yılında, bir tanıdığın cenaze töreni için Şişli Camii’ne geldiğimde, arabamı Şişli postanesinin önüne park ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi durmak bile mümkün değil. İkinci köprüye yakın tepelerde tek tük ev vardı.
***
1950’ye kadar Türkiye’de 5 yıllık planlar uygulanmıştı. Tekstil, şeker fabrikaları, cer atölyeleri bu planlara göre yapılmıştı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle plan-mlan kalmadı. Her şey “beşuş çehreli” Adnan Menderes’in iki dudağının arasındaydı. Müthiş bir şehir planlamacısıydı (!) Günümüz Paris’inin yaratıcısı Seine Valisi Baron Georges-Eugéne Haussmann’a (1809-1891) özenerek birkaç caddeyi genişletmek için yıkımlar yaptı. Keşke sonuna kadar gitseydi. İstanbul’un arazilerini ranta dönüşmesi, gecekondulaşma onun zamanında başladı. Her mahallede bir milyoner yaratmak ve ülkeyi “Küçük Amerika” yapmak heveslisiydi. Celal Bayar yüzünden tek adam olamadı, hevesi kucağında kaldı.
***
Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1994 yerel seçiminde yüzde 25.30 oy ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmasıyla 25 yıl sürecek maddi ve manevi bir yozlaşma, sefilleşme depremi başladı. İslamcı, Selefi ve Vahabi açlığın din-iman anahtarıyla masa ve kasa** saltanatı başladı. İslami gelenek icabı küffar malını talandan başka bir yöntem bilmiyorlardı. Sanayi üretimmüretim hak getire. Üretimi başkaları yapar, üstüne bunlar konardı. Plana karşı alerjileri vardı ama pilav yemek istiyorlardı. Yağmacı ve vurguncu yamyamlara İstanbul’un kapılarını açtılar. Daha sonra AKP 2002 yılında iktidara gelince bir “hain ve nankör evlat” gibi Cumhuriyetin bütün yaratım ve ürünlerini Yağma Hasan’ın böreği gibi özelleştirdiler, aralarında pay ettiler ve necip millet Araplara sundular.
***
R.T. Erdoğan’ın belediye başkanı olarak herhangi bir başarısını anımsamıyorum. Metro yapımı Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı döneminde, 1992 yılının eylül ayında, Taksim - 4. Levent hattı ile başladı. Erdoğan’ın başarı hanesine yazılamaz.
Erdoğan’dan önce İstanbul’da 4 tane gökdelen vardı, şimdi 122. AVM sayısı 350. 21 Ekim 2017’de “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” demişti ve ertesi gün reddetmedi bu itirafı. Bu gibi çarpıklıklara izin vermeyen Devlet Planlama Teşkilatı’nı 2011 yılında kapattıklarını da unutmayalım.
***
Erdoğan, 1998 yılında görevden alındı ama yerine gelen kişi de kendisi gibi Refah Partiliydi. 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul’da epeyce konut yıkıldı, çok sayıda konut hasar gördü. Acılı insanlar “Devlet nerede?” diye haykırarak ağladı. Görevde bulunan koalisyon hükümeti, deprem konusunda önlem almak için deprem vergisi (Özel İşlem ve Özel İletişim Vergisi) çıkardı. Şimdiye kadar 36 ya da 60 milyar lira toplanmış. Bu para başka yerlere harcanmış. Toplanma alanlarının yerine de AVM’ler ve gökdelenler yapılmış. Yarın kötü bir deprem olsa, binalar yıkılsa, halk toplanacak yer bulamasa bunun sorumlusunun Ekrem İmamoğlu olduğunu iddia eder(ler).
(bitti)
ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET
Önemli Not: Manisa’da okuyup üfleyerek zelzele bulutlarını dağıtan nefesi guvvatlı bir hoca varımış. Başyücelik hükümatının habarı vardır zaar.
* Yazı İstanbul adlı dergide yayımlandıktan sonra Tarih Bağışlamaz (Varlık Yayınları, 1994) daha sonra Yazmasam Olmazdı (Doğan Kitap, 2004) adlı kitaplarımda yer aldı. ** Özdemir İnce, Din İman Masa Kasa, Tekin Yayınevi, 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder