Zaman ve siyaset - Ergin Yıldızoğlu

Siyasal İslamın iktidara yükselme, toplumu bu iktidarı destekleyecek, doğallaştıracak, sürdürülebilir kılacak biçimde değiştirme sürecine karşı “Neden etkili bir direnç oluşamadı” sorusunun cevabı, birçok başka şeyin yanı sıra ister istemez muhalefetin bu dönem boyunca benimsediği politik, kültürel tutumlarla da ilgili olmalıdır.
Şeylerin başka türlü olabileceğine ilişkin en ufak bir olasılık, pratiğin bütün deneyimini, aynı zamanda mantığını da değiştirmeye yeter” (Bourdieu) saptamasının ışığında baktığımızda, siyasal İslamın yükselişi karşısında muhalefetin adeta, şeylerin zaten böyle olacağını baştan kabullenir gibi davranmış olduğunu düşünmemek elde değildir.
Gerek dünya çapında gerekse de ülkede, ekonomik ve siyasi süreçlerin yeniden bir kırılma noktasına doğru hızla ilerlediğini düşündüren verilerin hızla biriktiği bir zamanda, bu çok önemli bir konudur.

Zamanın kırılma noktası

Olağan zamanlar, birbirini izleyen homojen-yeknesak birimlerin (olayların) zinciri olarak ilerler. Bazen bu zincir kırılır, toplum ve bireyler, zincirin önceki homojen parçalarına benzemeyen yeni bir “zamanla” yüz yüze kalırlar. Bu yeni “zaman” içinde geleceğin, olasılıkların sınırları adeta kaybolur.
Böyle bir zamanın içinde ya bireyler bu belirsizlikler karşısında teslim olurlar, hızla su almaya başlayan eski alışkanlıkların kayığında kendilerini akıntıya bırakırlar, ya da bu belirsizlikleri, “şeylerin başka türlü olabileceğine” ilişkin bir işaret olarak kabul eder ve zamanı yeniden kurmaya girişirler. Birinci tutumda yalnızca “bugün” vardır. İkinci yaklaşım, yeni bir gelecek tasarlamaya koyulur.
Siyasal İslamın yükselme sürecinin başlangıcı, tam da böyle bir zamana, daha doğrusu, iki görece farklı zamandaki kırılmaların çakışmasına denk geldi. Bu zamanlardan biri kapitalizmin yapısal krizine aitti. Diğeri de dünya ekonomisinin bir parçası olan Türkiye kapitalizminin kendi özgün krizlerinden birine... Şimdi yine benzer bir “zamanın” içinde olabiliriz.

Şeyler artık eskisi gibi değil...

IMF’de, Hindistan Merkez Bankası’nda baş ekonomist olarak çalışmış, Şikago Üniversitesi’nde maliye bölümünde profesör, Raghuram G. Rajan geçenlerde, Project Syndicat’ta yayımlanan “Bir ekonomik kış mı geliyor” başlıklı denemesine “Makroekonomik devinimleri yöneten eski kurallar artık işlemediğine göre...” sözleriyle başlıyordu.
Geçen haftalarda Barclays Bank’ın yönetim kuruluna katılan, Pimco’nun (dünyanın büyük bono yöneticisi) eski genel müdürü ve halen Cambridge Üniversitesi Queen’s College dekanı Mohamed el Erian’ın, Financial Times’daki, “artık güvenilemeyecek beş piyasa aksiyomu” başlıklı yazısı, “ekonomik, finansal ve siyasi olarak ‘düşünülemez’ olduğuna inanılan şeyler artık birer olgudur” sözleriyle başlıyordu. Bunlara Financial Times’ın “Thatcher devrimi tehlikede”,  The Economist’in de “Davos partisi dağılmaya başladı” saptamalarını da ekleyebiliriz. Özetle artık “eskisi gibi olmayan” bir zaman var karşımızda. Siyasal İslamın devletinin, olumsuz ekonomik haberleri artık yasaklanmaya başlamasından hareketle, Türkiye ekonomisi için de benzer bir saptama yapılabilir.

En ağır yük nostalji

Böyle “kırılmış” zamanlar, toplumların karşısına, dünü bugünle, bugünü de yarınla bağlayabilecek, ilkeleri ve olasılıkları düşünebilmek için yeni fırsatlar koyarlar.
Bu fırsatlardan yararlanabilmek, her adımda yavaşlatan bir yük olarak nostaljiden kurtulmaya bağlıdır: Hem geçmişin başarılanı özleyen bir nostaljiden hem de geleceğin felaketlerle dolu olacağını hayal ederek daha şimdiden bugünü özleyen bir nostaljiden...
Siyasal İslam farklı bir gelecek düşünecek ilkelerden yoksundur; “bugünü” yarından korumak için uzak tarihe dayanmaya çalışıyor. Siyasal İslamın “bugününden” kurtulmak isteyenler, bu “kırılmış zamanların” önlerine koyacağı fırsatlardan yararlanabilmek için kendilerini uzak tarihin deneylerine göre yönlendirmeye çalışmaktan kurtarmaları, gözlerini geleceğe çevirmeleri, “şeylerin” başka türlü olabileceğini düşünmeleri, pratiklerini ve pratiklerinin mantığını bu düşünceye göre değiştirmeleri gerekiyor.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN...- Asrın KELEŞ / Yeni Yaşam

(Yakup Nakşılar'ın paylaşımından alıntıdır.)

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN

Sınıflı toplumlarda kapitalistler (ya da hakim sınıflar) emek gücünü satın alırlar ve işçilerin ürettiği emeğin bir kısmına karşılğını ödemeksizin el koyarlar. İşçi sınıfındakiler patronun mülkü değildir ancak özgürlükleri de sadece görünüştedir. Görünüştedir, çünkü açlıkla ve yoksullukla terbiye edilirler. Bu nedenle de yaşayabilmek için emeklerini, patronların hizmetine sunarlar.

Bu durum tüm kapitalist dünya için geçerlidir. Burada kadınlar nerededir diye bakıldığında tabii ki çoğunluğu işçi sınıfının içindedir ama bir farkla “terbiye edilmişlikleri” erkeklerinkinden iki kat fazladır. Yoksulluk, açlık en fazla kadınları (bir de çocukları) etkiler. Buna bir de gericiliği, feodal ilişkileri, geleneksel/ataerkil rolleri ve toplumsal baskı da eklendiğinde iki katın çok daha üstüne çıkacağı herkesin malumudur. Marx’ın Kapital’de söylediği gibi “Geçici ya da yerel emek gereksinmesi, ücretlerde yükselmeye yol açmaz ama kadınların ve çocukların zorla tarlalara gönderilmelerine ve giderek daha küçük yaşlarda sömürülmelerine yol açar. Kadın ve çocukların sömürülmeleri büyük boyutlara ulaşır ulaşmaz, bu durum erkek tarım emekçilerini artı nüfus haline getirmenin ve ücretlerini düşürmenin bir aracı haline gelir”


Günümüzde tarımsal üretimde büyük oranda cinsiyete dayalı işbölümü görülmekte ve bu işbölümü de kadın emeğine dayanmaktadır. FAO tarafından “tarımın feminizasyonu” olarak adlandırılan ve birçok az gelişmiş ülkede gözlemlenen bu süreç, tarımda kadın emeğinin yoğun olarak kullanıldığını göstermektedir. Kırsalda yaşayan kadınların tarımsal üretime katılma biçimleri toplumun kültürel yapısı ve ekonomik gelişme düzeyi ile yakından ilişkilidir.

Çalışma yaşamında varolan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bütün alt başlıklarının görülüyor olması, tarım sektörünün önemli özellikleri arasındadır. Başka bir deyişle tarımda kadın emeği sömürüsünün diğer sektörlere göre derinleştiği söylenebilir. Kırsalda kadın emeği, üretim sürecinde tüm girdilerin birbiriyle etkileşimi yoluyla, hane içi tüketimi ve pazar için ürün elde ederek tarımsal sistemin sürdürülmesini ve ailenin ekonomik refahının geliştirilmesini sağlamaktadır.

Dünyanın birçok yerinde aile işletmeleri tarafından ekilen ürünlerin toplanması ve hasadı “ev işi” olarak tanımlanmıştır. Buna bağlı olarak da kadının üretimdeki konumu “ücretsiz aile işçiliği” olarak belirlenmektedir. Kadınların “ucuz emek” veya “aile ekonomisine yardımcı” olarak görülmesi ve faaliyetlerinin büyük bölümün ev işi yani gerçek anlamda üretim değil doğal yaşamlarının bir parçası olarak kabul edilmesi, işin değerinin düşük algılanmasına neden olmaktadır. Kadının ev içi sorumluluklarından kaynaklanan emeği kapalı aile ekonomisi içerisinde kalmakta ve kadınlar ekonomik değişim değeri olmayan görünmez emeğin karşılığını alma ve kullanma olanağından yoksun bulunmaktadır. Kırsalda kadın emeğinin görünmezliği doğal olarak kadını yoksullaştırmakta ve yoksunlaştırmaktadır.

Bu yoksulluğun önüne nasıl geçilir diye düşünülerek hazırlanmış pek çok yoksullukla mücadele politikası bulunmaktadır. Bu politikaların işlerliği uluslararası kuruluşların dünya genelindeki verileri ile sorgulandığında pek de umut verici bir görünüm ortaya çıkmamaktadır. “Dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ü kadınlara aitken, kadınların günlük çalışma süreleri saat olarak erkeklerinkinden yüzde 25 daha uzunken ve bütün dünyada toplam gıdanın %50’sini kadınlar üretmekteyken, kadınların geliri dünya gelirinin yalnızca %10’u kadardır. 

Dünyanın varlığının ancak %10’u kadınlara aittir.” Kırsal kesimde yaşayan pek çok kadının araziler üstünde kullanım hakkı yoktur veya araziler üzerindeki imtiyazları kalıcı değildir. Üretimin sürdürülmesini ve geliştirilmesini amaçlayan çiftçi birliklerine üye olma veya kredi kaynaklarından yararlanma koşullarını taşıyor olmaları dışında, arazilerin tapularını ellerinde bulunduranlar, kocaları, erkek kardeşleri ve babalarıdır.

Tarımda kadının mülksüzlüğü
Kadınların miras yoluyla kendilerine kalacak topraktan vazgeçmeleri, erkek lehine oluşan dengenin bozulmaması gerekçesine dayandırılır. Bu durumun kadın açısından olumsuz sonuçları:
•Kadın yaşam döngüsündeki üç hane (baba, kayınbaba, koca) yapısında da toprak sahibi olamamakta.
•Babasının hanesindeki toprakların görece fazla olduğu durumlarda bile kadının toprağa ilişkin potansiyel gücü ortadan kalkmakta.
•Kadının evlilik süresince ve evlilik öncesi pazarlık gücünü azaltmaktadır; örneğin: kendi emeğinin değerinin görünmezliğini kabul etmesi sonucunu doğurmakta.

Bu durum kadın emeğinin üretim sürecindeki rolünü gizlemekte, mülkiyete ilişkin bilincin ortaya çıkmasını önlemekte ve mücadele gücünü sınırlamakta. Dolayısıyla kadının evlilik öncesi ve sonrası sadece emeğini kullanan, kendine yeterli bir yapıyı yeniden üreten, garantisiz birkaç parça altının dışında sermayesiz bir kişi olarak görülmesine, tanımlanmasına ve kabul edilmesine yol açmaktadır. Böylece üretici cinsin sadece erkek olduğuna yönelik ideoloji meşrulaşmaktadır.

Türkiye tarımında kadın emeği
Türkiye’de tarımla uğraşan ailelerde yapılacak işler konusunda erkek ve kadın açısından geleneklere dayalı bir işbölümü vardır. Bu işbölümünde erkekler genellikle sadece tarımsal işlerin bir kısmını yaparken, kadınlar hem yeniden üretim, hem de ailenin yaşamının sürdürülmesi için gerekli tüm ihtiyaçları karşılamaya yönelik faaliyetleri de gerçekleştirirler. Ayrıca, gıda seçimi, üretimi, yetiştirilmesi, hazırlanması ve hasadında merkezi role sahip olmaları, tohumları saklayıp korumaları, hayvan üretimi ve ıslahına ilişkin bilgilere sahip olmaları ve biyoçeşitliliği sağlıyor olmaları gibi özellikleri nedeniyle kadınlar tarımsal üretimin biriktirici, koruyucu ve geliştirici beynidirler.
Peki ya sonuç?
Türkiye’de giderek gerileyen ve kapitalizmin emrine giren tarım istihdam politikalarının ülkedeki kırsal yoksulluğu artırdığı bu durumun kadın yoksulluğunu daha fazla körüklediği ve kadın emeği sömürüsünü artırdığı görülmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte genel olarak emek gücünün değeri emeğin aleyhine değişmektedir. Burada kadın emeğinin değeri ise hem üretim sürecinde hem de hane içinde ‘yok’ kabul edilmektedir.

Emek-değer ilişkisi tarımda daha da derinleşen, görünmeyen kadın emeğine ve ücretsiz aile işçiliğine dönüşmektedir. Tarımda şirketleşme ve tekelleşmeyi dayatan küresel kapitalizm küçük ölçekli üreticiyi piyasa dışına kovmakta ve göçe zorlamaktadır. Bütün bunlara ek olarak kırsaldan kente göç beraberinde farklı sorunları da ortaya çıkarmaktadır; eğitimden yoksunluk, mülksüzlük, ataerkil ilişkilerin yarattığı kadının üzerindeki toplumsal baskının artması gündelik yaşamı daha da olumsuz etkilemektedir. Bu etkilenme zaten tarımsal yapı içerisinde ücretsiz çalışmaya alışkın olan kadını göç ettiği kentte de düşük ücretli, kayıt dışı ve güvencesi olmayan işlerde çalışmaya itmektedir.

Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü kadınları ev işleri ve çocuk bakımından sorumlu görmektedir. Kentten farklı olarak kırda kadınlar ev işleri ve çocuk bakımına ek tarımsal üretim faaliyetlerini de gerçekleştirmektedirler. Bu yapılanma içinde üretim ilişkilerinin en altında kalan kadın emeği tarım sektöründe sömürüye açık hale getirmektedir. Çalışmanın sonuçları da Türkiye’de kadın istihdam oranını kırın yani tarımda çalışanların yükselttiğini göstermekte ancak kayıt dışı çalışmanın en yoğun olduğu alanın da tarım sektörü olduğu ortaya çıktığından emek sömürüsünün yıllar içinde yoğunlaştığı, kadının üzerine binen yüklerin daha da arttığı görülmektedir.

Çalışmanın sonucunda Türkiye’de kadınların genel olarak mülksüz olduğu ama bu durumun geleneksel toplumun ve ataerkil ilişkilerin de etkisiyle kırda çok daha yoğunlaştığı görülmüştür. Kadının mülksüzlüğü emeğinin görünmezliğini artıran bir faktör olarak belirginleşmektedir. Çalışmanın politik önerilerine değinmek gerekirse; kadın emeğinin işgücü içerisindeki görünmezliğini kaldıracak politikalar geliştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çalışmada ortaya konan cinsiyetler arası ücret eşitsizliğinin de uygulanacak eşit işe eşit ücret politikalarıyla ortadan kaldırılması için çaba gösterilmesi gerekmektedir.

Kadın çalışmalarının gerek akademide gerekse diğer araştırmalarda çok gerekli olduğunu ve bu anlamda Türkiye gibi ülkelerde bir boşluğu doldurduğu söylenebilir. Kadın emeği üzerine literatürde yeni araştırmalar bulunmakla birlikte özellikle tarımda kadın konusundaki çalışmaların bir parça daha geride kaldığı söylenebilir. Eğitim yetersizliği, yoksulluk ve ataerkil yapının etkisiyle tarımda kadının kendi sorunlarını dile getirmek ve çözüm üretmeye dair zeminlerinin olmadığı bilinmektedir. Buna kadın emeğinin yok sayılması da eklenince araştırmacıların bu konuya daha fazla katkı koyarak yeni politikalar üretilmesi için çaba göstermesi gerekmektedir.

Son olarak tarımda çalışan kadınların küçük ölçekli üreticiler veya aile çiftçiliği içerisinde temsiliyetlerini geliştirici örgütlenmelerin önünün açılması gerekmektedir.
Asrın KELEŞ - Yeni Yaşam İnternet Gazetesi

Kriz ile anlamak - AYDEMİR GÜLER

Hep krizi anlamaya çalışır, analiz ederiz. Kriz denen olgu büyük altüst oluşların habercisi, söz gelimi devrimlerin üstünde boy attığı berekettir. Tabii ki anlamamız, analiz etmemiz gerekir. Krize müdahale edeceğiz çünkü…

Bugün bundan fazlası lazım. Krizin kendisi bütünü anlamakta anahtar bir role sahip hale geldi.

Eskiden “normal” sayılan zamanlar vardı. Normal sayılanın içinden nasıl kriz boy atabilir, patlak verdiğinde ağırlık noktaları neler olacaktır; bilmemiz, öngörmemiz gerekirdi. Çünkü o ağırlık noktaları krizi nereye yönlendireceğimize ilişkin şifreleri barındıracaktı.

Şimdi krizin süreklileştiği ve normalleştiği bir dönemdeyiz. Kriz hafiften başlar, ağırlaşır, hasta eder, iyileşmenin de olasılıklarını gündeme getirirdi. Uzun zamandır krizden çıkamayan bir dünyadayız ve sözünü ettiğim olağan seyir başkalaşıyor. Kriz hiç geçmiyor ama alışkanlık yapıyor. Alışan çürüyor. Ölmüyor ama kokuşuyor.

Hem sistem krize alışıyor, hem de insanlar. Alışkanlık bütün bereketiyle, büyük altüst oluşlara gebe haliyle krizi ortadan kaldırmıyor. Patlama olasılığı olağan hayatın içine gömülüyor, orada varlığını sürdürüyor. Krizin yönetilmesi sınırlı süreli olmak durumundaydı eskiden; öyle bilinirdi. Artık siyasal mücadeleler kriz yönetimine indirgeniyor dense, yeridir.

Olağan süreçleri mücadele eden taraflar birtakım stratejiler, bunlara uygun ideolojik çerçeveler, politik tercihler, somut projeler ve hatta modellerle yaşardı. İşlerin karma karışık olduğu kriz dönemlerinde topa gelişine vurmak zorunda kalınan kriz yönetimleri işbaşına gelebilirdi tabii…

Şimdi ideolojiler uçuşuyor. Stratejiler olgunlaşmadan kuruyor. Tercihler saat başı değişiyor. Bir bütünlüğün, tarihselliğin parçası olmayan proje, model olur mu? Bunun yanıtı güç... Veya tam tersi, somutun somutu, günübirlik modeller, bunlara bağlı dar ve aleni çıkarlar stratejinin de ideolojinin de yerini alıyor.

Dünyanın, tek meziyetleri haddini bilmezlik, cahil cesareti, acımasızlık, her kalıba girecek denli ahlaksızlık olan; hani bir psikiyatrın eline düşse, yatarak tedavi görmesi zorunlu liderler tarafından yönetiliyor olmasının nedeni bu yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyler.

Birdenbire delirmediler. Delilikleri sosyal bir şey ve bulaşıcı. Ama eskiden iş gören, cahil cesareti değil delice ve saygın bir cesaretti. Girilen kalıplar değişebilirdi, ama liderin üstlendiği farklı rollerin ortak paydasını oluşturan ilkeler vardı. O ilkeler basbayağı ideolojikti. Hem lider bağlıydı onlara, hem kadroları, hem kitleler.

Uzun zamandır kitleler yapıntı yollarla imal ediliyor. Kadife veya renkli devrimlerin kitleleri birer laboratuvar çalışmasının ürünüydü. Bu çalışmaların Arap Baharı sırasında devam ettiğini biliyoruz.

Bakın; renkli devrim de, baharlar da elbette stratejik boyutlar taşır. Demokratizm, liberterlik, piyasacılık gibi karışık ideolojik zeminleri de vardır. Ama sonuç alıcı darbeler bu kitle siyasetinden değil, komplolardan türetilmiştir. Devrimler darbeleşmiştir.

“Eskiden, normal zamanlarda, uzun zamandır…” Nasıl yani? Ne gün değişti dünyamız?

Amerikancı bir Amerikan dergisinde Berlin Duvarının yıkılışının yıldönümüyle ilgili yazı çıkmış. Başlık “Duvarın yıkılmasına hazır değilmişiz.” Gerçekten de hazır değillerdi. “Bizi”, sosyalizmi, işçi sınıflarını yendiler ve ortada cascavlak kaldılar.

Önce “yeni dünya düzeni” diye çıkış yaptılar. Buna “tarihin sonu” deyip bayram ettiler. İnsanlık kapitalizme yerinden sökülmez biçimde demir atacaktı... Ortalığı kan denizine çevirdiklerinde durumu açıklamak ve hedef göstermek gerekti: “Medeniyetler çatışması” vardı ve kazanmalıydılar bu savaşı. 11 Eylül’ün hesabını sormak bayağı dinamizm kazandırdı emperyalist-kapitalist sisteme. Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlamıştı arayış. Yirmi yıla kalmadan, baktılar kendi duvarlarını örmüşler. 2008 krizinde neo-liberalizm ekonomik kriz duvarına çarptı. Kamu mülkiyetinin verimsizliğine, özelleştirmelere, plana karşı piyasanın gücüne, metalaşmanın kaçınılmazlığına dair yarattıkları edebiyatın inandırıcılığı tuzla buz oldu.

Öncesinde başlamışlardı saçmalamaya. Ama 2008 krizinden sonra işler tamamen çığırından çıktı. “Bizi” yendiler ve sonra bizi doğruladılar: İnsanın insanı sömürdüğü bu düzen krize mahkumdu. Tarihin çöplüğüne kendi ayaklarıyla gitmiyorlar, gitmezler. Ama çoktan çöp oldular. 21.yüzyılın ileri kapitalizminde egemen akımlar insanları Orta çağın karanlığına çağırıyorlar.

Krizdeler. Alışkanlık üretebilen bir kriz bu. Yükselip patlamıyor zorunlu bir biçimde. Büyük alt üst oluşlara elverişli iklimi yaratıyor, ama yarattığını çürüterek durmaksızın çökertiyor. Meselenin püf noktası şu ki, bu çıkışsızlık, bu sonsuz çürüme, alışılmakta olan ağır çöp kokusu bir yapı oluşturamaz. Krizin içinden yeni bir düzen yükselir. Şimdi egemen düzen insanlığa tarihsel bir batış sunuyor.
Emekçi insanlık bu daveti reddedecek. 

Bir daha olağan bir duruma dönebileceğine ilişkin tek bir belirti göstermeyen kapitalizm bu krizde boğulacak.

Krizsiz bir kapitalizmin olabileceğine, krizden çıkışa dair bir belirti olsaydı eğer, normal çağlara döneceğimizi varsayan politikaların bir karşılığı olabilirdi. Yok ve bu kriz devrimci politikadan başkasına alan açmayacaktır.

Aydemir Güler / SOL

KİGEM: Bir direniş merkezi - OĞUZ OYAN

Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM)  Vakıf Senedi 1996'da şu sunuşla başlar: "KİGEM, 1994 Ocağında, Mümtaz Soysal ve Korkut Boratav'ın fikri önderliğinde, Türk Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarının desteğinde yola çıktı.


Kuruluş amacı, kamu işletmeciliğinin sorunlarını tarafsızca inceleyip bunlara bilimsel çözüm önerileri geliştirmek ve bu amaç doğrultusunda bilim adamlarının, sendikaların ve meslek odalarının işbirliğini sağlamaktı.

Geçen iki yıl içinde bu amaç belirli ölçüde gerçekleşti ve 15 Ocak 1996'da KİGEM, Türkiye'de üç konfederasyonun, bilim adamlarının ve meslek odalarının kurucu üyesi olduğu bir vakıf olarak tüzel kişilik kazandı.

Ancak, işlevsel açıdan amaçladığını tam olarak gerçekleştiremedi. Kuruluşundan kısa bir süre sonra 5 Nisan Kararları'nın açıklanması ve birçok KİT'in kapatılma kapsamına alınması, önceliğin bu kuruluşlara verilmesine neden oldu ve bu süreç içinde Karabük, PETKİM, PETLAS gibi kuruluşlar hakkında hazırlanan raporlar kamuoyuna sunuldu.

Ardından hızlı bir özelleştirme dalgası bu kez de KİGEM'in "hukuk bürosu" gibi çalışmasına yol açtı ve KİGEM bir yılı aşkın süre içinde 20 özelleştirme uygulamasına ait 44 davanın açılmasına destek verdi. 

Ancak artık KİGEM, bir yandan hukuksal mücadeleyi sürdürmekle birlikte, asıl kuruluş amacı olan kamu işletmeciliğinin geliştirilmesi  alanında çalışmak, KİT'leri teker teker ele alıp incelemek, geçerdli yönetim modelleri önermek, kamu yönetimine yönelik önerilerde bulunmak, bu alandaki çalışmalarını, çalışanların örgütlerine ve kamuoyuna iletmek, çalışanların yeni modeller oluşturmasını teşvik etmek istiyor".

Gerçekten de Vakfın genel amaçları Vakıf senedi m.3'te bu son paragraftaki geniş perspektif doğrultusunda oluşturulmuştu. Henüz IMF programı kapsamında bir özelleştirme kararlılığı ve AKP'de cisimleşen bir neoliberal gözükaralık ufukta yoktu. Türkiye koalisyonlar dönemindeydi ve bunun sağladığı mücadele olanakları sonuna kadar kullanılabiliyordu. Özelleştirme programından sağlanan toplam gelirin 2002 sonunda bile henüz 8 milyar dolar düzeyinde olduğu dikkate alınırsa (bkz. 5 Kasım tarihli Sol Haber Portalı yazımız), 1996'da KİT sisteminin geleceğine yapıcı katkılar yapılabileceğine ilişkin iyimser beklentilerin ağır basması anlaşılabilir bir durumdu.

BİR TARİHÇE
KİGEM'e tekrar dönmek üzere, öncesine de bir bakalım. KİT'lerin özelleştirilmesi programı, 1980'lerde -tüm çevre ekonomilerinde olduğu gibi- gene IMF güdümlü yapısal dönüşümün de merkezindeydi. 1986'da özelleştirme ana planı Morgan Guranty firmasına ısmarlanmıştı. Bu firma, altı ciltlik envanterinde daha o zamanlar 100 milyar dolarlık bir KİT varlık değeri tespit etmişti. (Daha sonraki uygulamalar, KİT sisteminin bunun bile çok altına pazarlandığını ortaya koyacaktır). Mali emperyalizmin diğer truva atı olan Dünya Bankası da 1991'de iki ciltlik özel bir Türkiye KİT sektör raporu hazırlamıştı. 

Özelleştirmeler esas olarak 1986 yılında başlatıldı. Ancak KİGEM kuruluşu öncesinde de, henüz özel hukuku oluşturulmadan özelleştirmelere girişildiği için ve kanunla kurulan KİT'lerin kanunla özelleştirilebileceği kuralına dayanılabildiği için, muhalif siyasi partilere ve sendikalara idari yargıda önemli bir hukuki mücadele alanı kalabiliyordu. (1998 öncesinde idari yargıda 122 dava açılmış, 29'u için yürütmeyi durdurma, 33'ü için iptal kararı ve sadece 10'u için red kararı verilmişti; diğerleri de devam etmekteydi). Birçok özelleştirme yasası Anayasa Mahkemesi'nden döndürülebilmişti. 

Bununla birlikte 1998 yılına gelindiğinde, TÜRK-İŞ ve bağlı sendikalarının yönetimleri, ideolojik propagandanın yoğun etkisi altında, üç egemen görüş tarafından ele geçirilerek edilgenleştirilmişti: 

(i) KİT'ler, toplam bilançoları itibariyle zarar eden ve devlete yük olan kuruluşlardır; stratejik olmayan KİT'lerin elden çıkarılması o kadar kötü olmayabilir görüşü hakimdi. 
(ii) KİT'lerde örgütlenen TÜRK-İŞ'e bağlı sendikalar, kendilerini vazgeçilmez ve örgütlendikleri kuruluşları da stratejik olarak gördüklerinden, kendilerine sıra gelmeyeceğine ikna olmuş durumdaydılar ve bu nedenle özelleştirme baskısı altındaki sendikalarla dayanışmaya pek itibar etmemekteydiler. 
(iii) Özelleştirmelerde büyük yol alındığı, geriye fazla birşey kalmadığı ve direnmenin çok fazla başarı getirmeyeceğine inanmaktaydılar.

KİGEM'in kurucuları ve zaman zaman yöneticileri arasında yer almama ve özelleştirme karşıtı mücadeleye 1986 sonrasında çok sayıda sendikal ve meslek odası platformu altında katkı vermeme rağmen, galiba en önemli katkıyı TÜRK-İŞ'i bu ideolojik kuşatmadan biraz olsun çekip çıkarma çabamla vermiş olabilirim. 1996-2000 yılları arasında TÜRK-İŞ araştırma merkezini yönetirken, Konfederasyonun 30 Temmuz 1998 Başkanlar Kurulu (bağlı sendikaların başkanlarının TÜRK-İŞ yönetimi ile birlikte oluşturduğu kurul) toplantısında özelleştirmeye karşı mücadelenin genişletilerek ve etkinleştirilerek sürdürülmesi kararının alınmasına doğrudan katkım oldu. Bu bağlamda kurulan bir komisyonu yöneterek, "Özelleştirmeye Karşı KİT'leri ve Sosyal Devleti Korumak ve Geliştirmek" başlıklı kapsamlı bir raporun hazırlanmasını sağladım. En önemli desteği kurulan Komisyon üyesi olan ve o sırada Petrol-İş sendikası araştırma uzmanı olan Erhan Bilgin'den aldım.

Hazırlanan rapor, 30 Eylül 1998 tarihli Başkanlık Kurulu toplantısında sunuldu ve kabul edildi. Bu sunum sırasında, 1985 sonrasında KİT yatırımlarının sınırlandırılmasına, sabit varlıklarının geriletilmesine, personel  kıyımına ve borçlanmaya yönlendirilmelerine karşın, hakim söylentilerin aksine, 

(i) KİT'lerin konsolide bilançosunun önemli ölçüde kârlı olduğu ve bu nedenle kurumlar vergisinin en önemli ödeyicileri arasında yer aldığı, yani KİT'lerin Hazine'ye yük olmak yerine Hazine'nin kurtarıcısı olduğu (1995'te Hazine'den KİT'lere 61 trilyon TL transfer yapılırken, KİT'lerden Hazine'ye 390 trilyon TL kâr transferi yapıldığı; ayrıca KİT'lerin ödediği dolaylı/dolaysız vergilerin konsolide bütçe vergi hasılatı içindeki payının 1995'te yüzde 41 olduğu); 
(ii) 500 büyük firmanın hala en önemlilerinin KİT'lerden oluştuğu, 500 büyük firmanın brüt katma değeri içinde KİT'lerin önemini 1996-97'de yüzde 44 gibi önemli bir payla koruduğu; 
(iii) emek verimliliğinde özel sektörün gerisinde kalmadığı; ve nihayet, 
(iv) geriye çok önemli bir özelleştirilmemiş KİT portföyü kaldığı yani özelleştirmeye karşı sendikal mücadelenin asla gecikmemiş olduğu vurgularını yaptım ve tüm bunlar tablolar ve rakamlar eşliğinde gösterdim.

Bu ayrıntıları daha önce kamuoyu ile paylaşmadım: Sunulan rapor, TÜRK-İŞ Başkanlar Kurulu'nda bomba etkisi yarattı. KİT'lerle ilgili olumsuz önyargının pençesindeki sendika başkanları ve konfederasyon yöneticileri önemli ölçüde morallendiler. 

Ne yazık ki, 1998 yılındaki TÜRK-İŞ mitingi dışında buradan ciddi bir eylemlilik ve özelleştirmelere karşı ortak sınıfsal tavır türeyemedi. 2000'de uygulamaya başlanan yeni IMF programı kapsamındaki yoğun özelleştirme programını püskürtecek veya kesintiye uğratabilecek bir sendikal direniş geliştirilemedi. 

MÜMTAZ SOYSAL'I ANARKEN
5 Kasım tarihli soL Portal yazımızı yazarken Mümtaz Soysal Hoca'yı, henüz sağken, KİGEM başkanlığı dolayısıyla hayırla anmıştık. 11 Kasım'da yitirdiğimiz  Mümtaz Hoca'yı Türkiye'nin anayasal birikimine ve demokrasi mücadelesine verdiği katkılar bakımından anan çok yazı yazıldı. Biz de o yönleri bakımından anıyoruz ama onu emek mücadelesine verdiği katkılar bağlamında anmayı daha çok tercih ediyoruz. KİGEM'in değişmez figürü ve emektarı olarak Mümtaz Hoca hep başrolde oldu. Onu anarken, kendisine en büyük desteği veren (geçen yazımda da andığım) İlter Ertuğrul ile gene KİGEM'de Genel Sekreter Yardımcılığı ve Genel Sekterlik yapan sevgili Ayla (Yılmaz) Ezer'i de unutmamak gerekir. Kuşkusuz Harb-İŞ sendikası olanaklarını cömertçe KİGEM'in emrine sunan İzzet Çetin Başkanı da... 

Dönemin birçok sendikacısı da ismen veya fiili olarak KİGEM çalışmalarına katkı verdiler. Üç işçi konfederasyonu başkanı, KİGEM'in vakfa dönüştüğü 1996 yılında kurucu üyeler olmayı kabul ettiler. Birçok sendikacı, örneğin Petrol-İş Başkanı Bayram Yıldırım, daha sonra o sırada tek Gıda-İş genel sekreteri olan Mustafa Türkel ve hepsinin ismini sayamayacağım birçok değerli sendikacı KİGEM yönetiminde yer aldılar. (Ama sendika yönetimleri değiştikçe/ sağcılaştıkça KİGEM ilk kapı dışarı edilen kuruluş oldu). Kurucuları arasında veya yönetimde yer alan meslek odası yöneticilerinden Kaya Güvenç, Ayfer Eğilmez, Gürol Ergin gibi isimler yanında aydınlardan Oktar Türel, Bilsay Kuruç, Ali Rıza Aydın, Aziz Konukman, Erinç Yeldan, Serdar Şahinkaya, Sencer İmer, Erol Taymaz gibi isimler ile adını anamadığım diğer tüm değerli arkadaşlarımızı saygıyla selamlamak isterim.

Son olarak, KİGEM'in açtığı davalar arasında en önemlilerinden birinin TELEKOM davası olduğunu ama asıl önemli dava konusunun, 9 Aralık 1999 tarihli IMF Niyet Mektubu ve Standby düzenlemelerine karşı  "bu mektup ve bu düzenlemenin yok hükmünde olduğuna ve Anayasaya aykırılığının giderilmesine" karar verilmesi istemini içeren dava olduğunu belirtmek gerekir. 

Oğuz Oyan / SOL

Umut vampiri! - Zülal Kalkandelen

6 Kasım 2019 - İstanbul Fatih’te aynı evde yaşayan 4 kardeşin siyanürle intihar ettiği haberiyle sarsıldık.
 Eve maaş getiren tek kardeşin maaşına haciz konduğu, aileden borçların kaldığı ve bakkala yazdırdıkları veresiyeyi ödeyemedikleri ortaya çıktı.
9 Kasım 2019 - İkinci siyanür faciası Antalya’da yaşandı. İkisi çocuk 4 kişi siyanürle öldü.
İki çocuklu ailenin babası, bıraktığı mektupta 9 aydır işsiz olup maddi sıkıntı çektiğini yazdı. Ev sahipleri 9 aydır evin kirasını, 10 aydır da aidatı ödeyemediklerini söyledi.
15 Kasım 2019 - Üçünçü siyanürlü intihar olayı, İstanbul Bakırköy’de yaşandı. Bir aile siyanür ile zehirlenerek yok oldu.
 Bir iş insanı, eşi ve 7 yaşındaki çocukları yaşamlarını kaybetti. Polisin izlenimine göre, aşırı derecede borçlanan baba intihar etmiş, eşi ve çocuğu da siyanürden etkilenip ölmüş...
 Neo-liberal yağma çukurunda boğuluyoruz
 Öncelikle yetişkin insanların kendi hayatlarını sona erdirirken, çocuklarını ya da başka insanları onların bilgisi dışında intihara katması kabul edilemez. Bu cinayettir... Bunda kuşku yok. İntiharın asla kutsanacak bir yol olmadığına da kuşku yok.
 Ancak son olayların ardına baktığımızda insanları buna sürükleyen nedenlerin çıkış noktası aynı.
 İlk intihar olayından beri, aklı başında olan herkes, ekonomik sıkıntılara dikkat çekiyor. Yandaş medya ise bunun gerçeği yansıtmadığını iddia etmekle meşgul. Hatta bazıları utanmazlığın dozunu artırıp aile içi ilişkilere dair imalarda bulunuyor!
İntiharların faili siyanür değil, ülkeyi ekonomik krize boğan iktidardır! Yağma ve talana dayalı neo-liberal politikalar ülkeyi öyle derin bir kuyuya çekti ki, Türkiye boğuluyor.
Kamu kurumları özelleştirilip değerinin altında peşkeş çekiliyor.

Birileri servetine servet katıyor.
Saraylara özgü aşırı lüks hayatlar yaşanıyor.
Birileri kimsenin adını bile bilmediği yiyecekleri yerken, birileri yatağa aç giriyor...
 Yoksul halk kitleleri, piyasalaşan kamu hizmetlerine erişmek için didinip duruyor.
Karın tokluğuna çalışanın şükretmesi beklenirken, işsiz yığınlar hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Kapitalizmin çarkları durmadan yoksuldan yeni vergiler alıp zengine aktarıyor.
İşsizler ve atanamayanlar, umutsuzluğun pençesinde kıvranıyor.
Umudunu yitirenler kendini yakıyor, işsizlik ve yoksulluk yüzünden topluca intihar ediyor...
 İktidar ise gerçeği anlatan ekonomistlere “terörist” benzetmesi yapıyor!
 Ruhsal gelişime en olumsuz etki: AKP
 Farkında değil misiniz? Kimsenin ekonomi aleyhinde algı yaratmak için çabalamasına gerek yok. Ülkeden yükselen pis kokuları, siyah dumanları dünya görüyor...
 Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Ebubekir Şahin, siyanür kaynaklı intihar haberlerine ilişkin, “Toplumumuzun, çocuk ve gençlerimizin ruhsal gelişimine olumsuz etki edebilecek haberlere karşı tavrımız katı olacaktır” demiş.
İntihar haberlerinin medyada çok dikkatli verilmesi gerekiyor. Bu doğru.
Ama çocuk ve gençlerin ruhsal gelişimine en olumsuz etki eden nedir biliyor musunuz?
İnsanları evine ekmek götüremez hale getiren umut vampiri iktidardır... Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, 17 yıldır topluma şiddet uygulayan AKP’dir.
Bu durumda yaşatmak, yaşamak ve umudu yeniden yeşertmek, en büyük direniştir! Muhalefete düşen en büyük görev de budur.
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Erdoğan'ın 'Battı' dediği İskandinav ülkelerinde kişi başına düşen milli gelir ne kadar? - BİRGÜN


AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da yaptığı konuşmada Emeklilikte Yaşa Takılanlar ile ilgili, “Tutturmuşlar bir EYT, erken emeklilik… İskandinav ülkelerinin hepsi bu sistemle battı” demesi İskandinav ülkelerinin ekonomik durumlarının merak edilmesine yol açtı.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin sosyal medya hesabından, İskandinav ülkelerinde kişi başına düşen milli geliri paylaştı.
180 ülke arasında Türkiye'nin 9 bin 311 dolar ile 67. sırada yer aldığı listede İskandinav ülkelerinin sıralaması şöyle:

>> Norveç 3. sırada: Kişi başına düşen milli gelir: 81 bin 807 dolar
>> Danimarka 9. sırada: Kişi başına düşen milli geliri: 60 bin 596 dolar
>> İsveç 11. sırada: Kişi başına düşen milli gelir: 54 bin 112 dolar
>> Finlandiya 14. sırada: Kişi başına düşen milli gelir: 49 bin 960 dolar

CHP'li Tekin'in paylaşımına göre Türkiye ise 9 bin 311 dolar ile kişi başına düşen milli gelir sıralamasında 67. sırada yer alıyor.
Tekin paylaşımında, "İskandinav ülkelerinin battığı yok da AKP israf ve yolsuzlukla Türkiye'yi batırdı" ifadelerini de kullandı.

BİRGÜN

İzmir Karaburun'da SİT alanına ruhsatsız inşaat - SOL

İzmir’in Karaburun ilçesinde birinci derece doğal SİT alanı ilan edilen Hasseki Mahallesindeki inşaat belediyenin mührüne rağmen devam ediyor.


Tarasız Haber Ajansı adlı sitenin yaptığı habere göre İzmir'in Karaburun ilçesinde deniz kıyısında arazi üzerinde süren bir inşaat 1. derece SİT alanı olarak belirlenen bir bölgede izinsiz bir şekilde yapılıyor. İnşaata mikserler beton taşıyarak inşaatı büyütmeye devam ediyor.

Karaburun Belediyesi yetkililerinin 16 Ekim 2019 tarihinde izni ve ruhsatı olmayan inşaatı mühürlemesine rağmen kıyı çizgisini de ihlal eden inşaatın mührün kırılıp devam ettiği iddia edildi.

SUÇ DUYURUSUNDAN HENÜZ SONUÇ ÇIKMADI
Karaburun Belediyesi'nin 28 Ekim 2019 tarihinde savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ancak suç duyurusunun ardından villa olduğu tahmin edilen inşaatın durdurulmadığı bildirilirken ilgili haberde inşaat alanına bir helikopter pisti yapıldığı söylendi.

SOL

Salda gölü ihalesi belli oldu! - Murat AĞIREL

"Türkiye'nin Maldivleri" diye adlandırılan doğa harikası Salda Gölü'nü biliyorsunuz.

Çevresinde 61 familyaya ait 301 sucul ve karasal bitki türü var. Göl, 110 kuş türüne de ev sahipliği yapıyor. 1989'da "1. ve 2. Derece Doğal Sit Alanı" olarak belirlendi.

Önce Turizmi Teşvik Kanunu kapsamına alındı. Sonra 2006 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Turizm Merkezi ilan edildi. Göl yakınındaki 12 hektarlık alan ise Temmuz 2011'de Tabiat Parkı olarak kabul edildi.

Doğa Koruma ve Milli Parklar 6. Bölge Müdürlüğü, Salda Gölü'nün korunması amacıyla 28 bin hektarlık alanın milli park ilan edilmesi için rapor hazırladı. Hazırlanan rapor Çevre ve Şehircilik Bakanlığına sunuldu ancak rapor kabul edilmedi.


2017 yılına gelindiğinde göl ve çevresi hakkında projeler, haritalar hazırlandı ve 2017/298986 ihale kayıt numarası ile o projeler ihale edildi.

Bu esnada göl etrafında kaçak yapılaşma ve yerli yabancı turistlerin ilgisi ve bazı ziyaretçilerin doğa harikası göle zarar verecek davranışlarda bulunması duyarlı kişilerin ve çevre halkın tepkisine neden oldu.

Ardından Salda Gölü, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edildi ve 19 Mart 2019 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlandı.
Bu arada tüm bunlar olurken Cumhurbaşkanının eşi Emine Erdoğan da gölü ziyaret ederek Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'dan bilgi aldı.
Sonuç olarak Salda Gölü'ne Millet Bahçesi yapılacağı ilan edilmiş oldu.
Türkiye'de yapılması planlanan bir çok Millet Bahçesi bir "rant bahçesine" dönüştüğü için bu karar haklı olarak endişelere yol açtı.


Sosyal medyada da gündem olunca Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum açıklama yapmak zorunda kaldı. Rant yaratıldığına ve yapılaşmaya açıldığına dair iddiaları reddetti.

Tepkilere rağmen Millet Bahçesi için yapılacak olan ihale açıklandı.
İhale 31 Temmuz'da yapılacaktı.

Bakan Kurum, tekrar açıklama yapmak zorunda kaldı ve "tek bir çivi dahi çakılmaması için bu projeyi gerçekleştiriyoruz" dedi.

Sözcü gazetesinden değerli meslek büyüğüm Çiğdem Toker, Salda Gölü ile ilgili sıkı takipte. Son yazısında "Salda İhalesi Ne Oldu" diye sordu.

Toker'in sorduğu ihale sonuçlandırıldı. İhalede proje için değişik teklifler yapıldı. Bu teklifler içerisinden ihaleyi, Güngör Tarım İnşaat San. ve Tic. A.Ş firması 21 milyon 770 bin TL ile kazandı.

Ama daha düşük teklifler vardı.

Sorduğunuz soruyu duyar gibiyim.

Daha düşük teklifler varken neden bu firma işi aldı?

Hemen anlatayım.

4734 sayılı ihale kanununun çevre düzenleme işlerinde A18 iş deneyim belgesi isteniyor. A18 iş deneyim belgesi istenen işlerde de, N katsayısı 1.20 olarak belirlenmesi gerekiyor. N katsayısı 1.20 olarak uygulanan ihalelerde sınır değer yüzde 40 ila yüzde 50 arasında tenzilata rast geliyor.

Bahse konu ihalede ise N katsayısı 1.00 olarak ihale edilmiş. Burada da sınır değer yüzde 18 ila yüzde 25 arası tenzilata rast geliyor. Şayet mevzuata göre, N katsayısı 1.20 olarak alınmış olsaydı ihale 15 milyon teklif veren firmanın olacaktı.
Oysaki A18 Çevre Düzenleme iş deneyim belgesi istenen işlerde 1,20 katsayı uygulanması zorunlu. İstenecek olan iş deneyim belgesi yapımın içerisindeki işlerin oranıyla belirlenir. En çok hangi iş uygulanacaksa benzer iş deneyimi bu belge ile ihale edilir. İşin içerisinde bir kısım alt yapı olması demek alt yapıdaki 1,00 olan kanunun uygulanması anlamına gelmez.

Bu ihaleyi KİK değerlendirirken umarım bunu dikkate alır. Aksi takdirde kamu 6 milyon TL zarara uğrayacaktır.

İşin diğer bir kısmı Sayın Bakan Murat Kurum "Çivi dahi çakılmayacak" diyordu. Diyor ama aslı öyle değil. Millet Bahçesi kapsamında ihalenin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Yeşilovalı 5 kişi adına Isparta İdare Mahkemesi'ne açılan davanın avukatlarından Münip Ermiş, projenin toplamda 140 bin 496 metrekarelik iki alanı kapsadığını açıkladı.

Birinci alanın, Salda Gölü'nün güneydoğusundaki Kayadibi'nden başlayıp, Yeşilova ilçe merkezinden Yeşilova Belediyesi'ne ait halk plajını da içine alarak orman kampına kadar uzadığını belirtti. Ermiş, ikinci kısmın ise kamuoyunun 'Saldivler' ya da 'Maldivler' diye adlandırdığı Salda köyü sınırındaki beyaz kumsal ve turkuaz rengin en yüksek olduğu bölgeden Doğanbaba köyüne kadar olduğunu söyledi. Münip Ermiş, ihaleye çıkarılan uygulama projelerine göre iki kısımda toplam 4 bin 413 metrekarenin üzerinde yapı bulunduğunu aktardı.
Aslında Bakan doğru söylemiş bir çivi değil binlerce çivi çakılacak Salda Gölü'ne…

Sayın Bakan, yüz binlerce insan imza topladı. Milyonlarca yılda oluşan bu doğa harikasını yok etmeyin.

Burada yapılacak yapılaşmaya izin vermeyin.

Bu kararınızdan lütfen dönün.


Murat Ağırel / Yeniçağ

Sermaye istiyor hükümet erteliyor - BİRGÜN

Termik santralların çevre mevzuatına uyum süresini 2,5 yıl daha uzatan yasa teklifine tepkiler sürüyor. Böylece sermayenin talebi üzerine bir kez daha halk sağlığı hiçe sayılıyor. Bu ilk değil. Daha önce de çok sayıda hayati düzenleme sermaye çevrelerinin baskısıyla ertelendi.


Vergilerle ilgili yasa teklifine son anda eklenen 50’inci madde ile kömürlü termik santralların çevre mevzuatına uyum süresinin 31 Aralık 2019’dan 30 Haziran 2022’ye kadar uzatılması planlanıyor. Bu süre zaten daha önce üç kez uzatılmıştı. Buna karşın 6 yıldır yasanın gerektirdiği çevre yatırımlarını gerçekleştirmeyen termik santrallar, teklif yasalaşırsa yasal olarak 2,5 yıl daha havayı kirletmeye devam edecek.

Söz konusu teklif 14 Şubat’ta da bir önergeyle Meclis’in gündemine gelmiş, ancak Meclis’te bulunan tüm partilerin ortak kararıyla bu önerge geri çekilmişti. Bir daha bu sürenin uzatılmayacağına dair sözler verilmiş, bu santralların 2019 sonuna kadar çevre yatırımlarını tamamlamış olmaları gerektiği vurgulanmıştı. Ama sermaye çevreleri lobi faaliyetiyle, konuyla hiçbir ilgisi bulunmayan bir yasa teklifine bu düzenlemeyi ekletmeyi başardı. Düzenleme bu şekliyle yasalaşırsa, sermaye çevrelerinin talebiyle yurttaşların sağlığı bir kez daha hiçe sayılmış olacak.

“Bir kez daha” diyoruz; çünkü bu ilk kez olmuyor. AKP iktidarları döneminde, yurttaşların sağlığı ve güvenliğiyle ilgili pek çok yasal düzenleme, sermaye çevrelerinin talebi üzerine hükümet tarafından ertelendi. Bazı düzenlemelerin yürürlüğe giriş tarihi birkaç kez uzatıldı. Bu ertelemelerin bedelini ise yurttaşlar sağlığıyla, hatta canıyla ödedi, halen de ödüyor.

Bu ertelemelerden bazıları şöyle:

MADEN PATRONLARINA KIYAK
Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı olan, 301 işçinin can verdiği Soma Katliamı’nın ardından hükümet, kamuoyu baskısıyla madenleri sıkı denetime almaya başladı. Bu dönemde ‘Muhtemel Patlayıcı Ortamlarda Kullanılan Teçhizat ve Koruyucu Sistemler ile İlgili Yönetmeliğe’ (ATEX) uygunsuz şekilde, patlayıcı ortamlarda kullanılmaması gereken teçhizat kullandıkları için birçok maden ocağı kapatıldı. Bunun üzerine isyan eden maden şirketleri, hükümete baskı yaparak Bakanlar Kurulu kararı çıkarttırdı. Resmi Gazete’de 4 Ağustos 2015’te yayımlanan kararla, ATEX yönetmeliğinin madenlerde uygulanması zorunluluğu 31 Aralık 2019 tarihine ertelendi. Böylece müfettişler tarafından kapatılan ocaklar yeniden açıldı ve yeni Soma’lara davetiye çıkarıldı.

Söz konusu düzenlemenin Çin’den teçhizat ithal eden AKP’ye yakın bir firma için çıkarıldığı iddia edildi. Öte yandan Kömür Üreticileri Derneği Başkanı Muzaffer Polat, düzenleme yapılmadan iki ay önce yaptığı konuşmada, maliyetlerinin çok arttığından, teçhizatların pahalı olduğundan yakınarak şöyle demişti: “Biz Çin malı anti-grizu damgalı ürünleri getirdik ama kabul edilmiyor. Doğu Avrupa’dan 4-5 misli ücretle ithal etmemiz gerekiyor. Soma faciasından bugüne 192 yeraltı kömür işletmesinden 126’sı kapalı durumda, 40 tanesi de rölantide çalışıyor. Mevzuat ertelenmeli.”

ENDÜSTRİYEL KAZALARA DAVETİYE
Patronların talebi üzerine sürekli ertelenen düzenlemelerden biri de ‘Büyük Endüstriyel Kazaların Önlenmesi ve Etkilerinin Azaltılması Hakkında Yönetmelik’. 2013 tarihli bu yönetmelik, çıktığı günden bu yana defalarca kez değiştirildi, ertelendi.

Yönetmeliğin patronlara önemli yükümlülükler getiren hükümlerinin 2016’da yürürlüğe girmesi bekleniyordu; ancak hükümet bunu önce Temmuz 2017’ye erteledi. Bu ertelemeyle patronların ‘mümkün olan en yüksek önlem seviyesini alma’, ‘Büyük kaza önleme belgesi ve güvenlik raporu hazırlama’ gibi yükümlülükleri ertelenmiş oldu. Ardından bir erteleme daha geldi, yeni tarih 2019 olarak belirlendi.

Son olarak geçen mart ayında yeni bir yönetmelik yayımlandı, eskisi yürürlükten kaldırıldı. Yeni yönetmelikte, kritik bazı maddelerin yürürlük tarihi 1 Temmuz 2020 oldu. Bu maddeler arasında, dahili acil durumu planının hazırlaması ve büyük kazaya sebep olabilecek maddelerin isimlerinin, zararlarının internet üzerinden duyurulması gibi yükümlülükler yer alıyor.

İSG UZMANI ZORUNLULUĞU ERTELENDİ
2013 yılında çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’na göre, 50 ve altı çalışanı olan az tehlikeli işyerleri ile kamu kurumlarında iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi görevlendirme zorunluluğu, 30 Haziran 2014’te yürürlüğe girecekti. Bu tarih önce 1 Temmuz 2017’ye ertelendi. Ardından yürürlüğe girmesine 20 gün kala hükümet, bir yasa tasarısına madde ekledi ve söz konusu düzenlemeyi 1 Temmuz 2020’e öteledi. Üstelik bu maddeyle 50’den az çalışanı bulunan az tehlikeli işyerlerinde patronlara sertifika almaları şartıyla kendi işyerlerinin iş güvenliği uzmanı olabilme hakkı tanındı.

ÇOCUKLARIN DA CANI HİÇE SAYILDI
Sermayenin baskısıyla yapılan ertelemeler, yalnızca çalışanların değil, çocukların da hayatını tehlikeye atıyor. İzmir’de serviste unutulan Alperen Sakin adlı çocuğun ölümünün ardından, üç bakanlık okul servisleriyle ilgili bir yönetmelik hazırlamıştı. 2017’de hazırlanan bu yönetmelikte her öğrenci için oturmaya dayalı koltuk sensörü, üç nokta emniyet kemeri ve her koltuğu görecek kamera ve internet sistemleri zorunlu hale getiriliyordu. İçişleri Bakanlığı bu yönetmelikte değişiklik yaptı ve bu zorunluluklarla ilgili süreyi önce 3 Eylül 2019’a, ardından 3 Eylül 2020’ye kadar uzattı.

Son olarak geçen ay yapılan bir değişiklikle, 12 yaşından büyük araçların okul servisi olarak kullanılmasını engelleyen yönetmelik hükmü de ertelendi. Buna göre 12 yaşından büyük araçlar, 1 Temmuz 2021’e kadar kullanılabilecek. Bu değişiklik için Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu, İçişleri Bakanlığı ile görüşmüştü.

BAKANLIK KANTİNCİLERİ KIRMADI.
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumların bünyesindeki gıda işletmelerinde satışa sunulacak hazır ambalajlı gıdalarda ‘Okul gıdası’ logosu kullanılacaktı. Uygulamaya az bir süre kala İstanbul Kantincileri Esnaf Odası’ndan “Uygulamayı erteleyin” talebi geldi. Normalinde tebliğin yürürlüğe girme tarihi 16 Eylül’dü. Gıda işletmelerini kıramayan Tarım ve Orman Bakanlığı, tebliğde değişikliğe giderek bu tarihi 7 Eylül 2020’ye erteledi.

BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...