Kör Kuyularda: Seyirci Kalmak(ELEŞTİRİ) - Erkan Yıldız / SOL

'Seyirci olmak' eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan   birisi. 'Beni Kör Kuyularda' Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok 'seyirci' hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var. Erkan Yıldız yazdı...

Hasan Ali Toptaş, son romanı “Beni Kör Kuyularda”da köyden kente göçmüş bir ailenin umutla başlayıp hüzünle devam eden öyküsünü ele alıyor. Köyden kente yapılan “umutlu göçlerin” aslında köyle kent arasında kalmış, kentin çeperlerine kurulan yerleşimlere yapıldığını biliyoruz. Zamanımızda ise bu göçlerin “daha iyi bir yaşam umudu”ndan çok “başka çare kalmadığı için” yapıldığını da...

Muzaffer, Bahriye, Hüseyin ve Güldiyar'dan oluşan çekirdek aile bir süre önce ortalıktan kaybolan Hüseyin'in yokluğunun bıraktığı acıyla yaşıyor. Güldiyar için titizlenmelerinin bir sebebi de Hüseyin'in kayboluşu olsa gerek. Ancak kitabın başında “sakınan göze çöp batar” misali bir durumla karşılaşıyoruz. O gün Muzaffer hiç yapmadığı bir şey yaparak öğle yemeği için hazırlanan sefertasını işyerine Güldiyar'ın getirmesini istiyor. Niye böyle yaptığını hiç öğrenemiyoruz. Hemen bunun ardından anne Bahriye'nin Güldiyar'a uyarısı, gelecek olan felaketin -ki bunun da ne olduğunu hiç öğrenemiyoruz, habercisi gibi. “Git tabii,” dedi dudaklarının ucunda eriyiveren, titrek bir sesle. “Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda, solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye. Bir de, çabuk dön emi…” s:10

Bir süre sonra anneyi kaygılandıracak kadar gecikse de geri dönen Güldiyar'ın üzüntüsü, sessizliği, bu üzüntünün sebeplerini soran annesine cevap vermeyip ağlaması, ağlarken gözyaşı yerine gözlerinden taş dökülmesi ile hikâye Toptaş'ın asıl anlatacağı mesele olan “seyirci olmak” bahsine hazır hâle geliyor. Hikâyenin geri kalanında “seyirci olmak” bahsi hikâyedeki hemen herkesin nesnesi ve yer yer öznesi olduğu bir şekilde tüm veçheleriyle ele alınıyor. İyilik de, kötülük de, öfke de, sevgi de, isyan da, çaresizlik ve kayıtsızlık da... Ne ararsanız bu seyircilik hâli içerisinde bulabiliyorsunuz.

“Seyirci olmak” eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan birisi. Örnek olsun, çalışır bir iş makinesinin başına birikmiş kalabalıklar hepinizin gözü önüne gelecektir. Dijital dünya bunca gelişmezden evvel “dünyada TV başında en fazla zaman geçiren ülke” olduğumuz haberleri de seyirci olmaya gösterdiğimiz sevgiyi anlatabilir. Bu dönemin seyircisini pekâlâ “maçı tribünden izlemek” deyiminin naifliği içinde ele alarak anlatmak mümkün. Ancak kapitalizm, teknolojik gelişmelerin de katkısıyla “seyirci’nin niteliğini önemli oranda değiştirdi. Artık suça ortak bir seyircilik söz konusu olan. 51 milyon sosyal medya hesabının olduğu ülkemizde, 37 milyon kişinin instagram hesabına sahip olması “seyirci olmak” halinin bağımlılığa dönüştüğünün kanıtı adeta. Hem de ne bağımlılık. Teknolojinin sağladığı olanaklarla birlikte birinci el seyirci değilsek ikinci ele fit oluyor, takipçi oluyor, yeni “hikâye” paylaşıyor, “kanalıma” abone oluyoruz. İntiharları, tecavüzleri, tacizleri, işgalleri izliyoruz. Yaşadığımız tarifsiz öfke, heyecan, isyan, kızgınlık izlediğimiz kadar sürüyor. Sonra “memlekette bir b*k değişmiyor.” Neyse ki kedi videoları, bir takım komiklikler, seçim zaferleri, “Arif’in Manchester'e attığı gol” hemen orada duruyor da vicdanımıza çok da halel gelmeden vartayı atlatıyoruz.

Hasan Ali Toptaş tüm bu çürümeyi iyi bir edebi anlatımla, etkileyici bir şekilde okurla buluşturuyor. Buraya kadar bir sorun yok.

Peki sorun nerede?
Sorun, kitap yayıncılık dünyasına düştüğü an başlıyor. Yayınevinin kitaba bakışını hemen kapaktan görmek mümkün. Kimse kitabın kapağına “birinci baskı 100.000” yazmanın, okur eğer yayınevinin muhasebecisi ya da sahibi değilse bizi niye ilgilendirdiğini, bir Alman gazetesinde, Alman okura Toptaş övmek için yazılan cümlenin Türk okur için niye referans olması gerektiğini anlatmıyor. Sanırım kapaktan şunu anlamalıyız: “Hasan Ali Toptaş, çok satan ve Almanlar tarafından övülen bir yazar olduğu için okumalıyız”

Sorun, eleştiri dünyasının “büyülü”, “fethedici”, “Doğu'nun Kafkası” gibi cümlelerle yazarı övme yarışına girip, aslında eseri, yazarın da hak ettiği, ciddiyetle ele almamasında başlıyor.

Böyle olunca Toptaş'ın Heba ile birlikte değişmeye başlayan edebiyat çizgisini hakkı ile tartışamıyoruz.

Tartışmaya Çalışalım...
Hasan Ali Toptaş'ın Heba'ya kadar yayımlanan eserlerinde “belirsizlik” en önemli unsur. Kahramanın hikâyesini, o metnin yazılmasına gerekçe olan meseleyi önemsizleştiren, tüm neden-sonuç ilişkilerini gereksiz kılan, metnin kendisini, biçimini diğer her şeyin önüne koymaya olanak sağlayan bu “belirsizlik”tir. Hasan Ali Toptaş'ı bir yazar olarak tanımlayan ve eleştirmenlerin oldukça abartılı övgülerine muhatap kılan da belirsizliğin galebe çaldığı Heba öncesi eserlerinin etkisidir. Bu eserlerde “eleştirmen”i büyüleyenle okura yolunu kaybettiren, Toptaş'ın anlatısındaki belirsizliği kendisine yuva yapan mistik (akıl dışı) unsurlarla bezenmiş satırlardır. Türkiye edebiyat ortamına 80'lerden bu yana yön veren yaklaşımın belirsizliğe, mistik olana karşı ilgisi sır değil. Varsın okur yolunu bulamasın, hatta bir yol aramasın.

Hasan Ali Toptaş, belirsizlikten, mistik unsurlara yer vermekten elbette vazgeçmiyor. Bunun pek çok örneğini “Heba”“Kuşlar Yasına Gider” ve “Beni Kör Kuyularda” romanlarında görüyoruz.

Ancak daha önemlisi yine bu romanlarda, anlamı açık, neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden cümlelerin okura hikâyenin izini sürme olanağı tanırken “belirsizliğin” etkisini kırarak, metinleri gerçekliğe yaklaştırmasıdır. Toptaş, kaynağı belirsiz bir iyilik/kötülük, vicdan anlatımından “seyirci olma”nın mahkûm edilmesine böyle varabildi. Artık okuduğumuz şey sadece “büyülü” seslerin yansımaları değil kahramanın hikayesinin merakla beklenen sonudur aynı zamanda. Belirsizliğin ve mistik unsurların varlığı azalırken Hasan Ali Toptaş'ın yazdıklarını “büyülü gerçekliğe” yaklaştıran bir masalsı anlatım ve neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden gerçeklik algısı bu unsurlardan boşalan alanı doldurmuş ve Toptaş'ın anlatımını eski eserlerinden daha da güçlü kılmıştır.

Bitmedi...
“Beni Kör Kuyularda”nın ilk bölümünde Hasan Ali Toptaş’ın kalem tutan eline bir kekemelik çökmüş gibi. Kendisinin ifadelerinden, yazarken ne kadar titizlendiğini, hece yapısından, kelime dizilişine her cümleyi büyük bir özenle ele aldığını öğreniyoruz.

Ancak ilk bölümde yer alıp sonraki bölümlerde bir daha karşımıza çıkmayan ve neye hizmet ettiğini çözemediğimiz ikilemeleri bu kekemeliğin somut karşılığı olarak görüyoruz. “saçları da her adımda çok uzaktan okunan tatlı bir ahenkle belini dövdü, belini dövdü durdu” s10, “Eteği bir kararıp şavkıdı o yürürken, bir kararıp şavkıdı.” s:11

Bu bölümdeki bir diğer mesele de Güldiyar'ı uyarırken, anne Bahriye'nin neredeyse kamu spotu tadındaki cümleleri. Yukarıda alıntıladığımız cümlelerin tonu ile Hüseyin Gazi Türbesi'ni ve yüksek binaların ucunu anca görebilen bir gecekondu mahallesinde yaşayan annenin sesi arasında açık bir uyumsuzluk olduğu kanaatindeyim. O mahallelerde ve benzer başka mahallelerde kimse çocuğunu “ayrıca biliyorsun...” cümlesinin sahip olduğu tonla uyarmaz. Çok daha sert, net ve kısa ifadeler böylesi bir uyarı için yeter de artar bile. Hasan Ali Toptaş açık ki bu satırlarda, annenin aracılığıyla, sonradan önemsizleşecek de olsa, yaşanacaklarla ilgili okura bir neden, yazacaklarına meşruiyet zemini sunacak bir gerekçe kaleme alıyor. Açıkçası Toptaş bu gerekçeyi daha özenli kaleme alabilirdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Sonuç yerine...
Türk romancılığının her dönemine damga vuran, görkemli yazarları oldu. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Leyla Erbil, Tahsin Yücel, Yusuf Atılgan bu isimler arasında ilk aklımıza gelenler. 20 yy’e ait bu isimlerin yokluğunda, zaten çok güçlü sayılamayacak romancılığımızın geriye düştüğü açık. Bu geriye düşüş zamanının, en önemli yazarlarından birisi olarak görülebilir Hasan Ali Toptaş. Bu sebeple de eserlerini, abartılı övgü ve yergilerin gözümüze perde indirmesine izin vermeden görmeyi, değerlendirmeyi denemeliyiz.

“Beni Kör Kuyularda” Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok “seyirci” hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var.

Erkan Yıldız / SOL

Türkiye’den bir yük treni geçti, ama…- ERHAN NALÇACI

Sonbaharda dünyanın birçok yerinde hemen eş zamanlı patlayan halk ayaklanmaları Türkiye’de yaşanan bir olayı kaçırmamıza neden oldu.


5-7 Kasım tarihlerinde Çin Demiryolu Ekspresi, elektronik eşya dolu 42 vagonuyla Türkiye’yi boydan boya geçti. Marmaray üzerinden kıta değiştirdi ve Prag’a doğru yolculuğuna devam etti. 

Çin’den çıkıp Kazakistan ve Kafkasya üzerinden Türkiye’ye trenin varışı 12 gün kadar sürdü. Oysa deniz yolu ile taşıma bir ay kadar zaman alıyordu.

Böylece Türkiye’nin Yeni İpek Yolu kapsamında kaldığı somutlanmış oldu.
Henüz Türkiye demiryollarının Çin’in Avrupa’ya ihraç ettiği malların yükünü taşımaya uygun olmadığı söyleniyor. Örneğin, Kars-Sivas demiryolunun yenilenmesi gerekiyor. Ayrıca İstanbul Boğazı’nı aşacak yeni raylı sistemler ve tüp geçitle bu kapasitenin çok daha fazla artacağı biliniyor.

Çin’in ve bölge ülkelerinin 65 ülke ve 3 milyar nüfusu etkileyeceği söylenen Yeni İpek Yolu için 8 trilyon dolar civarında yatırım yapacağı öngörülüyor. Örneğin, Türkiye ve Çin arasında ulaşım projeleri için 40 milyar dolarlık bir bütçe harcaması bağlanmış. 

Türkiye’nin ticaret yolları üstünde sadece bir geçiş ülkesi olduğu düşünülmemeli, Avrupa’ya ve çevre ülkelere malların daha hızlı transferinin bir yolu Çin mallarının Türkiye’de üretilmesi. Çin’in her uzandığı ülkede serbest bölgeler talep ettiği biliniyor.

Ayrıca yaklaşan iktisadi kriz ortamında hükümetin Çin’e içinde nükleer santral yapımı da dâhil büyük bir ekonomik paket sunacağı söyleniyor.

Şimdi bir kez bakalım, olası sonuçlara:
Bir kez dünyanın bu şekilde homojenleşmesi ve ulusal ekonomilerin birbiriyle böylesine bir bütünleşmesinin 21. yüzyılda sosyalizmin iktisadi temellerini kolaylaştıracağını ileri sürebiliriz.

Öte yanda bir de işin “ama”sı var.

Düşünün; Türkiye’deki hızlı tren hatlarından 10 dakikada bir Çin yük trenlerinin geçtiğini, bazı trenlerin ve yük gemilerinin Çin’in hâkim olduğu serbest bölgelerde sonlandığı veya kalktığını, Çin bankaları ile yoğun bir kredi/borç ilişkisinin geliştiğini.

Bu durumda, Türkiye’de işçi hakları ve örgütlenmesi,
Grevler ve sınıf mücadeleleri,
Ulaşım ve gümrük meseleleri,
Yatırımlar ve Türkiye kanunları,
Yürütme ve her türlü finansman meselesi,
Çin tarafından bir iç mesele olarak görülmeye başlanacaktır.
Şimdi kulaklara hoş gelen sermaye yatırımları bir bağımlılığın temellerini atıyor.
Tarih ezber kabul etmiyor, yeni “Bağdat Demiryolu”nu batıdan bekliyorduk, doğudan girdi Türkiye’ye.

Üstelik emperyalist paylaşıma dayanan büyük ve alabildiğine akılsız bir uluslararası gerilimin içindeyiz.

Hong Kong’daki ayaklanmanın dünyanın diğer yerlerindeki emekçi kalkışmaları ile alakasız ve ABD’nin bir kışkırtması olduğunu söylemiştik.

Şimdi daha kritik bir aşamaya gelindi. ABD Kongresi’nden geçen Hong Kong’daki olaylara ABD desteğini öngören Yasa Tasarısı Trump’ın önünde imzalanmak için bekliyor.

İran kuşatmasından sonra Çin’in içine giren bu saldırı Çin’i kabul edemeyecekleri bir noktaya doğru sürüklüyor.

Bu aptalca dünya düzenini, emperyalist paylaşım stratejilerini ve yeni hegemonya inşası girişimlerini durduracak tek şeyin emekçi sınıfların iktidar mücadelesi olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

Hani ne diyorlardı, “Bize bir zafer gerekli”

Şurada veya burada, ama öncü bir zafer!

Erhan Nalçacı / SOL

Mühendisler devrede - Zafer Arapkirli

Uluslararası sözlüklerden birinde “siyaset”in tanımı şöyle yapılır:
Bir kişinin ya da kurumun durumunu daha iyileştirmek ya da gücünü pekiştirmek için yürüttüğü faaliyetlere verilen genel ad...”

Yine aynı sözlükte “siyaset mühendisliği” şöyle tanımlanıyor:
Aralarında darbenin de bulunduğu bazı yöntemlerle, kimi zaman da siyasi sistemi, seçim sistemini, devlet yapısını değiştirerek, türlü yöntemlerle siyasi amaçlara ulaşma çabası.”

Türkiye’nin siyasi yaşamında sık sık başvurulan bir suçlama biçimi olarak kullanılan bu kavramın hayata geçirilmesinde akıl almaz yöntemler uygulanıyor. Siyasi partiler tarihimiz de, aslında biraz da “birinin ötekinin içine burnunu sokması ve çomaklaması”  pratiklerinin tarihi değil midir? 

1940’lardan 50’lerden başlayarak, 70’lere 80’lere kadar sarkan ibret verici öyküler yok mudur bu “buram buram çakallık kokan” tarihi kayıtlarda?
Son 2 gündür yaşadığımız “AKP Genel Başkanı (Cumhurbaşkanı görevi de yapıyor)  önemli bir CHP’li ile CHP genel başkanlığına adaylık (tayin?) meselesini görüşmüş”  söylentisi de bu tür mühendisliğin ne boyutlara varabildiğini hatırlattı bizlere. 

Sözcü başyazarı Rahmi Turan’ın “kulağına üflenen” bu söylentiye konu olan kişi çıkıp da tabii ki “bendim” demedi. AKP Genel Başkanı’nın sözcüsü de yalanladı bu iddiayı. Ama en önemlisi, CHP kulislerinde de yaygın olan kanıyı, bizzat CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu doğruladı. “Olabilir. İnanırım. Doğrudur” deyiverdi. 

“Bizi kendi içinde kavgalı bir parti gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunun için ekipler kurdular. Böyle gösterecekler ki, seçmende ‘bunlar devleti yönetemez’ duygusunu oluşturmak isteyecekler” diye de ekledi. Makul açıklamalar.

Ama bence bu durumda gereksizdi. “Bizim dışımızda dedikodular. Biz işimize bakıyoruz. Kimse çıksın anlatsın” deyip kestirip atabilirdi. Üstelik şu an itibarı ile, kendi koltuğu (Sn. Kılıçdaroğlu) bir hayli konsolide edilmiş durumdayken... 

Bütün bunların gerçekleştiği ortama ve konjonktüre bakalım. Cumhur İttifakı  ve  Millet İttifakı içinde, bizzat da AKP’nin kendi içinde düzinelerle “bölünme-kopma-ayrışma-çatışma-küskünlük-itiş-kakış” senaryoları, haberleri, dedikoduları dolaşırken. Belli ki AKP mahfillerinde “karşı tarafa bir sis bombası atmalı ki, bu tarafta olup biteni göremesin kimse” planı yapılmış. 

Eski, kokmuş ve ucuz senaryolar tabii. 

Hem de erken seçim niyetleri, gündemin özellikle de ekonominin bu konudaki dayatması sürerken. Çoğunluğun ortak kanısı, gelecek yıl bu ülkeyi bir erken seçimin beklediği şeklinde. Herkes faaliyetini, örgütlenmesini, kongre hazırlıklarını ve hesaplarını buna göre yapıyor. Hem bireysel olarak siyasetin her düzeyinde hem de örgütler düzeyinde.
Bu bağlamda, yukarıda sözü edilen son olaydaki gibi kim bilir daha ne “bombalar”  duyacağız. “Mühendis medya”da, bini bir paraya gidecek bunların. Hazır olalım. 

Ama bütün bunların, ülkenin tarihi boyutta kapkara ekonomik ve sosyal manzarasını unutturmasına izin vermeyelim. Açlık ve çaresizlik intiharlarını, dışarıda içine düştüğümüz tarihi ve kapkara yalnızlığı, yaklaşan dış konjonktürel ve ekonomik tehlikeleri unutturmalarına da asla müsamaha etmeyelim.

Özetle: Çapsız siyasi mühendislerin, gündem çarpıtıcıların çapsız “sis bombalarına” birer tekme koyup, karşı tarafa iade edelim.

 5Y1B1F kurnazlığı
Geçmişin muktedir hizmetkârı gazetecilerinden biri, hafta başında bir özel (YouTube) kanalda, kendi aklınca “bomba ifşaatta” bulundu. “Ben Büyük Makamlara danışmanlık yaparken, bazı yayın yönetmenleri ertesi günün manşetlerini bana yolluyorlardı” 
diyerek hem şişinme hem de birilerine “çakma” çabasına girişti.

Biz de (benim gibi başkaları da) haliyle “Yok öyle yağma. İsim açıklamalısın. Hatta. Bununla da yetinmeyip o gün sen bu yalakalara ne yanıt verdin? Kabul etmedin mi gönderilen manşetleri? O sistemi çalıştırmadın mı? İtiraz ettin mi” sorularını sorduk. 

Yanıt gelmedi tabii. Bunun yerine “Kim yapmıyordu ki? Hangi dönemde olmadı ki? 27 Mayıs’ta şu oldu, Demirel dömeminde bu oldu Çiller döneminde şu oldu..”  gibi  “sui misal”lerle laf kalabalığına boğmaya çalıştı. Dahası “Muhalefetin de kendi yalaka medyası yok mu?” demeye getirdi, (aynı derecede yanlış olsa da, muhalefeti destekler gazetecilik ile iktidara yanaşma-besleme gazetecilik arasında önemli bir fark bulunduğunu bilmezden gelerek. Aklınca uyanıklık ederek üste çıkacak ya...)

Peşini bırakmayacağız bu soruların. AKP iktidarının 17 yılı boyunca, medyaya nasıl hâkim olunduğunu, kamu bankası destekli satın aldırmalarla, siyasi ve ekonomik tehditle, kol bükme ile oluşturulan emir-komuta gazeteciliğini, bu tartışmanın kahramanı(!) eski AA Genel Müdürü Kemal Öztürk de dahil, bu dönemin danışman-sözcü-emir eri gazeteci kılıklılarını hep sorgulayacağız, kovalayacağız. 

Çünkü bu dönemin en önemli karakteristiklerinden biridir emir-komuta gazeteciliği. Yandaş, yalaka, yılışık, yalancı, yavşak, besleme ve friendly (5Y1B1F) medyası.
Yağma yok, gidinin uyanıkları!

Nefes aldığımız müddetçe peşinizdeyiz. 

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Sevsinler sizin emperyalizminizi… - KEMAL OKUYAN

Trump Erdoğan’dan yüksek koltuğa oturunca “emperyalist zihniyet”, sandalyeler eşitlenince “değer verdiler”…

Ermeni tasarısı bir ülkenin Meclis ya da Senatosundan geçti mi “emperyalizm”, askıya alınınca veya reddedilince “tokat gibi yanıt”…

Milyarca lira karşılığında Abrahamlar, Leopardlar, Sikorskyler, Kobralar gelince “ulusal savunma”, silah satışına ambargo uygulanınca “pis emperyalistler”…

Volkswagen yatırım için Manisa’yı seçince “büyük zafer”, Suriye’deki operasyonu gerekçe gösterip yatırımı askıya alınca “emperyalist şirketten skandal açıklama”…

NATO’dan “Türkiye’yi anlıyoruz” açıklaması gelince bayram havası, “Türkiye ittifaktan uzaklaşıyor” dendiğinde “emperyalist küstahlık”…

ABD ile stratejik ortak olunca kadim dostluk, Kürt oluşumu ABD ile işbirliğine gittiğinde “emperyalist proje”…

Bir Amerikalı yetkili “Türk hükümetinin reformlarını destekliyoruz” diye buyurduğunda yan cebime koy, “hükümetin icraatlarından kaygılıyız” deyince “emperyalistler iç işlerimize karışıyor”…

Özetle ABD’sinden Fransasına, İngilteresinden Almanyasına önde gelen emperyalist ülkelerin emperyalist olup olmaması onların sizinle, Türkiye’deki siyasi iktidarla olan ilişkisine bağlı. Bu ilişki gerilince “emperyalizm”i keşfediyor, işler yolunda gidince emperyalizm-sömürgecilik filan hepsini unutuyorsunuz.
Sevsinler emperyalizminizi! 

Tam bir yalama olma hâli, ikiyüzlülük, kibirle eziklik arasında sıkışmışlık… Aynı zamanda değerler sisteminde muazzam bir aşınma…

Bütün bunları halka “ulusal çıkar” diye yutturuyorsunuz.

Efendiler, dünyanın merkezinde siz yoksunuz; kendinize ağam-paşam denmesinden hoşlanabilirsiniz ama kurtlar sofrasında rekabete giriştiğiniz dünyanın gerçekliği sizin keyfinize göre değişmiyor. Emperyalizm bugünkü dünyanın olgusu. Varlığını büyük tekellere, kutsadığınız piyasa ekonomisine borçlu. Sayısız kez söyledik, bugün kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olmanın bir karşılığı yok. Bunun sizin için bir anlamı bulunmuyor elbette, ne de olsa piyasaya tapıyor, bir yandan siyaset bir yandan ticaret yapıyorsunuz. İstiyorsunuz ki, en gelişkin silahlar sadece size satılsın, uluslararası tekeller yatırım için bir tek Türkiye’yi seçsin, her sabah Berlin-Vaşington-Paris-Londra koro halinde “en değerli müttefikimiz Türkiye’dir” diye anons geçsin…

Güçlü emperyalist ülkelerin pek sevdiği, tercih ettiği ruh halidir bu. Bu ruh halini fırsata çevirip her yerde kullanışlı aptallar bulurlar. 

Bütün isteğiniz, onların değerlisi olmak. Daha da iyisi, onlar gibi olmak!

Evet arzunuz budur.

Yanıtımızsa, kahrolsun emperyalizm. Her yerde, her zaman, ikirciksiz! Dün Kore’de, Vietnam’da, Cezayir’de, Şili’de, Arjantin’de; kahrolsun emperyalizm! Bugün Venezuela’da, Bolivya’da, Suriye’de, nerede ve nasıl kan döküyorsa, nerede nasıl var oluyor, hangi kaynaklardan besleniyorsa; kahrolsun emperyalizm!

Kemal Okuyan / SOL

Osmanlı'nın eşcinsel şairi: Enderunlu Fâzıl - OKAN ÇİL / duvaR

Eşcinsel bir şair olan Enderunlu Fâzıl eserleriyle Osmanlı İmparatorluğu'nda LGBT edebiyatıyla ilgili nadir örneklerden birini oluşturur. "Defter-i Aşk", "Hûbannâme", "Zenannâme", "Çenginâme" ve "Divan" kitapları olan Enderunlu Fâzıl'ın "Güzel Oğlanlar Kitabı" Sel Yayınları tarafından yayımlandı.

Enderunlu Fâzıl 18. yüzyılda yaşamış büyük divan şairlerinden biridir. Yazdıklarıyla döneminin ötesinde eserler ortaya koymuş olması bir yana; bizlere eşcinselliği, sokağı ve sokaktaki insan hallerini anlatmasıyla da belgeselci bir tavra sahiptir aslında.
Kendisinin beş kitabı vardır. Defter-i Aşk, Hûbannâme, Zenannâme, Çenginâme ve Divan. 1759-1810 tarihleri arasında çalkantılı bir süreç geçirmiş olan Fâzıl’ın hayatını anlamak için, kitaplarının yazılış hikâyesiyle beraber ilerlemekte fayda var.
Fâzıl Filistin’de, Safd’da dünyaya gelir. Büyükbabası Mısır ve Filistin emiri Zâhir el-Ömer başarısız bir isyan girişiminde bulununca yakalanır ve 9 Haziran 1766’da idam edilir. Dönemin Kaptan-ı deryası Gazi Hasan Paşa tarafından kurtarılan Fâzıl, İstanbul’a getirilir ve Enderun’a yerleştirilir.
DEFTER-İ AŞK
Oldukça yetenekli biri olduğundan kariyer basamaklarını kısa sürede tırmanır. Felaket dolu bir çocukluğun ardından, sarayda bolluk ve bereket içinde yaşamaya başlar. Defter-i Aşk’ın giriş bölümünde, işte bu yolculuktan bahseder.
Eşcinselliğini gizlemeyen, hatta bununla her fırsatta övünen Fâzıl’ın aşk maceraları da kitabın devam bölümlerinde ortaya çıkar. Sarayda üç büyük aşk yaşar. İlk aşığının ismini vermektense nedense çekinir.
“Düştü dil bir sanem-i mümtaze
Bir ocakzade-i ateşbaze
Nazikane reviş-i etvan
Anı tab’ımca yaratmış bârî”
(Gönül seçkin bir sevgiliye, ateşle oynayan birisine düştü. Tavrı nazikti, sanki Allah onu benim huyuma göre yaratmıştı.)
1778’de yaşadığı ikinci aşktan söz eder sonra. İsmi Süleyman’dır bu zatın, ama Süleyman’ın, Fâzıl’a pek meyil vermediğini anlarız. O da isimsiz ilk sevgili gibi erkenden vefat eder gider.
“Şöhret-i ismi Süleyman Bey idi
Yüreği âşıka taştan pek idi
Ruzigâr attı Süleyman’e beni
Hüdhüd etti O’na bu nâle-zeni
Kişver-i sinede hakan oldu
Gönlümüz taht-ı Süleyman oldu
Harf-i vâhid bana söz söylemedi”
(Adı Süleyman Bey’di, yüreği âşıklara taştan da sertti. Zamanın rüzgârı beni Süleyman’a attı ve feryatlar içindeki bu kişiyi, onun hüdhüd kuşu haline getirdi. Göğsümün ülkesinde hakan, gönlümün tahtında Süleyman oldu, ama bana bir harfçik bile olsun söylemedi.)
SARAYDAN SOKAKLARA…
Fâzıl’ın üçüncü aşkıysa ona sadece duygusal yönden hasar vermez. Bizzat saraydan kovulmasına sebep olur. Murat Bardakçı’nın araştırmalarına göre bu kişi, Şehlâ Hazıf ismiyle bilinen, ünlü besteci Hanende Şehlevendim Abdullah Ağa’dır. Anlaşılan o ki, Fâzıl’ın saraydan kovulmasının sebebi bu bey değil, en an Fâzıl kadar ona yanık olan yaşlı musiki hocasıdır. Fâzıl bu aşk üçgeninden yenik çıkar çıkmasına, ama lafını da esirgemez. Akbaba, köpek, bunak, diye anar musiki hocasını.
“Leb-i cânâneyi emse o habîs
Tükrükiyle ider idi telvîs”
(O alçak herif sevgilisinin dudaklarını emse, tükürükle kirletirdi.)
1784’te meydana gelen bu çekişmeden sonra, kendisi İstanbul’un sokaklarında beş parasız halde bulur. Çokça açlık çeker. İşsiz güçsüz dolaşıp dururken, yolu Galata’da bir meyhaneye düşer. Burada da yaklaşık yedi aylık bir ilişki yaşadığı, İsmail isimli dördüncü sevgilisiyle tanışır.
“Kılmış üftadelere ol âfet
Künc-i meyhaneyi cây-i vuslat
Raksa başlar idi ol canane
Gah ayağ üzre sunar peymane
Yedi ay oldu o nev-mâh-ı münîr
Hale-i sinede sahib-i te’sîr”
(O afet, meyhane köşelerini sevgililere kavuşma yeri yaptı. Raksa başlar, bir yandan da içki sunardı. Parlayan yeni bir ay gibi olan o sevgili, gönlümün hâlesinde yedi ay kaldı.)
Yıllar sonra bir gün, Fâzıl’la arkadaşları Haydarpaşa civarında dolanırken, kötü sesiyle şarkı söyleyip def çalan bir çingeneyle karşılaşırlar. Bu çingene İsmail’dir. Tabii zarafetini kaybetmiş, iri yarı bir adam olup çıkmıştır İsmail. Fâzıl onu tanır, ama İsmail hiç hatırlamaz. Fâzıl hüzünleniverir bir an, ama kimseye de tek kelime etmez.
“Kılmadım kimseye razı ifşa
Şive-i aşkı ne bilsin cühela" 
der ve geçer vesselam.
HÛBANNÂME (GÜZEL OĞLANLAR KİTABI)
Fâzıl daha sonra Aleko Bey isimli biriyle aşk yaşamaya başlar. “Dünyanın baş parmağında doğan… Somurtunca saçlarımı beyazlatan… Aleko’m benim, bağrımın şahı ve Rum ülkesinin ışığı… Yaşadığı yer hacıların ibadet merkezi,” diye övgülere boğar onu.
Aleko bir gün, Fâzıl’dan bir şey ister. Öyle bir kitap yaz ki, der. Dünyadaki bütün erkeklerinin özelliklerini içinde bulayım. Fâzıl da başlar yazmaya. Hintlisi, Çinlisi, İranlısı, Tunuslusu… Her birinin fiziksel özelliklerini, aşka bakışlarını ve yataktaki hallerini şairane bir edayla anlatır.
Hint güzeline “Öğrenciler, hocalar ve alimler onun aşk dilencilerdir,” diye hitap eder mesela. Borneo güzeline “Altın kakmalı dişleri beyaz bir gavur gördüğünde gıcırdıyor. O zaman öpücükleri morartıyor: Sırtımda izleri var,” der. Bizans güzeline “Elinden gelse Müslüman çocuklarını analarının karnından koparıp çıkarak: Bugün sadece tavernalarda dans ederek, Eyüp’ün bütün sofularını iflas ettirmekle meşgul,” diye yazar.
Tabii hepsinden de övgüyle bahsetmez. Mesela Yemen güzelini hiç mi hiç beğenmez. “Baskı gören bir yetim gibi. O kadar zayıf ki kemikleri sayılıyor. Bu Arabistan kavruğu, sadece ekmekle beslenebilmiş bir softaya benziyor: Hiçbir şey olmaz ondan.”
ZENANNÂME (KADINLAR KİTABI)
Hûbannâme yazıldıktan sonra elden ele dolanmaya başlar. Öyle ki İstanbul sokaklarında pek çok kişi bu bilgilerden haberdar olur. Aradan bir süre geçtikten sonra, Aleko bu kez kadınlarla ilgili bir kitap yazmasını ister. Fâzıl şaşkın kalakalır. Yapma etme, der. Kadınlarla hiç ilişkisi olmadığını, onları yazamayacağını söyler, ama kâr etmez. Aleko son derece katıdır. Ya yazarsın ya da çeker gider düşmanlarınla bir olurum, der.
Fâzıl da el mecbur alır kalemi eline, bu kez farklı milletten kadınları anlatmaya başlar. Başlar, ama içinden pek gelmediği için çoğuna burun kıvırdığını, bir zahmet beğendiğini anlarız.
Yemen kadınları hakkında “Hepsi hasta, bedenleri yıkılmış, tenleri nâzende değil… Karınları su dolu sanırsın… Kadın ve cariyelerin hepsinin suratı çirkindir,” diye yazar mesela. Fas kadınlarına “Magrib’in kadınları kötü huyludur, çirkin dilli, çirkin hareketli, çirkin yüzlüdürler,” der. Şam kadınlarına “Aşifteleri gayesizdir, kötü mayaları çoktur… Her kadın ölü kefeninden farkı olmayan sade bir kumaş örtünür… Ayağındaki gümüş halka, atın ayağındaki bağ gibidir,” der. Ermeni kadınlaraysa “Hepsi kötü tavırlı, sadece edalı yürüyüşleri kalmış… Teni çirkin, sohbeti tatsız, konuşması ve tavrı kötü, vücuduyla elbisesi çirkin… Ama hepsi çirkin değil, içlerinde güzelleri de var,” der.
Tabii beğendikleri de yok değildir. Çerkez kadınlarına övgüler düzer. “Kızları ay yüzlü olur, aşık onda her aradığını bulur… Onlara nazar ayağıyla çıkılır, kalbin gözüyle bakılır… Nedir o cömertlik, o bağlılık, o edep, nedir o mukaddes yaratılış…”
İstanbullu kadınlarıysa dörde ayırır. Birincisine “perde ehli,” der. Bunlar dinine bağlı kimselerdir. İkinci grupta “hafif işveliler” vardır. Üçüncüde “fahişeler” dördüncüdeyse “lezbiyenler.” Fâzıl hepsinin sosyal konumlarını ve toplumla kurdukları ilişkilerini belgeselci bir tavırla anlatır.
Ayrıca kadınlar hamamını, bu hamamdaki ilişki biçimlerine de yer verir kitabında. Aşırı cinsel ilişkinin zararlarından, gerdeğe giriş şekillerinden ve nikahın gereksizliğinden dem vurur. Dilinin kemiği yoktur. Baskın zihniyete verip veriştirir.
Tam da bundan ötürü, Fâzıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de Zenannâme’nin bastırılan nüshaları, dönemin Dışışleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın emriyle toplatılıp imha edilir. Osmanlı tarihinde toplatılan cinsellikle ilgili ilk kitap Zenannâme’dir. Sebebininse nikaha dair edilen sözler olduğu düşünülür.
ÇENGİNÂME (ERKEK DANSÇILAR KİTABI)
Fâzıl’ın dördüncü kitabı çengileri konu edinir. Yine bir mecliste otururken çengilere dair yapılan bir tartışmaya şahit olur. Taraflar farklı dansçıları övüyor, uzlaşmaya varamıyorlardır. Fâzıl’dan hakemlik yapmasını, hatta bununla ilgili bir kitap yazmasını isterler. O da başlar yazmaya.
Todori isimli bir çengiden bahseder mesela. “Evi zevk ehlinin kerhanesidir, zina erbabı ve livata meraklıları orada toplanır. ‘Şak, şak’ diye çıkan seslerden, içeride dülger çalışıyor zannedilir.” Sonra çengilerin şahı, diye adlandırdığı Mısırlıyı anlatır. “Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur… Ama bazı meraklıları, götünün çirkin olduğunu, üstelik Yahudi’ye yakışmayacak bir alet taşıdığını söyler.” Kız Mehmed içinse “Hanlarda gezen bir aşifte… Malını makatına vermiş, böylece yüz bin kocaya sahip olmuş… Livata düşkünlerinin de bol bol duasını alır,” der. Elmaspare’yiyse pek sevmez. “O da bir başka sofudur… Raksı niçin öğrendiğini kimseler anlamaz… Şakıyıp oynayacağına gidip kilisede İncil okusa ya!”
DİVAN
Fâzıl’ın beşinci kitabı olarak nitelendirebileceğimiz, şiirlerinden oluşan Divan’ında da kendi üslubu kolaylıkla ortaya çıkar. Kitap dualarla, kasidelerle başlar, ama sonra Fâzıl’ın baldır fetişi olduğuna dair beyitlerle karşılaşırız mesela.
“Nısf-ı sânîsi o şuhun bize ehl-i gareziz
Nısf-ı evvel sana ey âşık-ı dîdâr-ı caba
Vasf-ı baldır ile sâhib-kademim ben Fâzıl
Hiç bu vâdîde ayaklanmadı evvel udebâ”
(Ey sevgililerin yüzlerine âşık olan kişi! O gencin belinden yukarısı sana, aşağısı da bana… Şairler şimdiye kadar baldırdan bahsetmeyi düşünememişler; artık bu konudaki öncelik Fâzıl’a ait.)
SON YILLARI
Fâzıl İstanbul sokaklarındaki avarelikten, parasızlıktan bunalınca, dönemin hünkarı III. Selim’e yalvarıp yakarır. En sonunda Anadolu’da çeşitli idare görevlere tayin olur. Tam işleri yoluna koyacağı düşünülürken, oralarda da tutunamaz. Gerisin geriye İstanbul’a döndüğünde daha beter bir borç batağında bulur kendini. Yetmezmiş gibi bir de Rodos’a sürülür.
Rodos sürgününde hepten bunalır ve yaşadığı sıkıntı sonucunda görme yetisini kaybeder. 10 yıl boyunca kör gezer. Neden bilinmez, bu süreçten sonra sağlığına biraz olsun kavuşur ve yeniden görmeye başlar. İstanbul’a geri döner. Fakat yoksulluk yakasını bir türlü bırakmaz. Tarih 1810’u gösterdiğinde, Beşiktaş’taki evinde sefalet içinde vefat eder. Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin de mezarının bulunduğu Kızıl Mescit Türbesi’nin yanına defnedilir.
Fâzıl’ın kitapları her ne kadar döneminin ötesinde, belge niteliğinde kaynaklar olsa da günümüzde pek kıymeti bilinmemektedir. O kadar ki, hali hazırda Sel Yayınları’ndan çıkma Güzel Oğlanlar Kitabı’na ulaşmak mümkün sadece. Alt Üst Yayınları’ndan çıkma Zenannâme’ninse yeni baskısı yok, sahaflarda bile güçlükle bulunuyor. Çenginâme, Defter-i Aşk ve Divan kitaplarıysa hepten yok. Bu metinlerden yaptığım alıntılar, Murat Bardakçı’nın Osmanlı’da Seks kitabından.
Sözümüzün bir kıymeti olur mu bilmem, ama umarım kısa sürede Fâzıl’ın kitaplarına ulaşma imkanını buluruz. Belki bu sayede, onunla birlikte 18. yüzyıl İstanbul’unun sokaklarında dolanır ve paçalarımıza biraz çamur bulaştırırız.
OKAN ÇİL / duvaR
Kaynakça
Güzel Oğlanlar Kitabı, Enderunlu Fâzıl , Fransızcadan Çeviren: Reşit İmrahor, Sel Yayınları, 2009
Zenannâme, Enderunlu Fâzıl , Derleyen: Filiz Bingölçe, Alt Üst Yayınları, 2007
Osmanlı’da Seks, Murat Bardakçı, İnkilap Kitabevi, 2009

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...