COVID-19 ile görünür olan tarım ve gıda krizi - Gökhan Günaydın - Doç. Dr., Ziraat Mühendisi / BİRGÜN

Covid-19 krizi tarım krizinin üzerine oturdu. Bugün karşı karşıya kalınan krizin bütüncül olarak tanımlanabilmesi açısından kriz küresel kapitalizm ekseninde doğru değerlendirilmeli.


Türkiye Covid 19 krizine, uzun süreli bir tarım krizinin sonunda yakalanmıştır. Bunun yerel/ulusal nedenleri olduğu gibi, asıl olarak, kapitalizmin neoliberal dönüşümünün çevre ülkelere dayattığı yeni işbölümünün yarattığı etkiler belirleyici olmuştur.
Sözü edilen yeni işbölümü, tarımsal hammadde üretimi boyutunda, merkez ülkelere sermaye, çevre ülkelere ise emek mallarında üretici olma rolü biçmektedir. Bu bağlamda özellikle tahıllar ve yağ bitkilerinde merkez ülkeler, yaş meyve ve sebze üretiminde ise çevre ülkeler “ihtisaslaşmaktadırlar”. Türkiye’nin son çeyrek yüzyıllık tarımsal üretim desenine bakıldığında, bu etkinin izleri kolayca gözlenebilmekte; tahıllar, yağ bitkileri ve meyve sebze ekim alanı, üretim, ithalat değerleri bu eğilimi ortaya koymaktadır.
Yukarıda anlatılan iş bölümünün bir başka boyutu da sanayi sektöründe yaşanmaktadır. Sınai kaydırmacılık ilkesi çerçevesinde merkez ülkeler tekstil, taşa toprağa dayalı sanayi (çimento, seramik vb) ve gıda sanayi gibi katma değeri düşük, çevre kirletici özelliği yüksek, emek yoğun sanayi dallarını çevreye transfer etmekte, üretilen ürünleri meta zincirleri üzerinden son derece düşük bir fiyat düzeyi üzerinden ithal ederek toplumsal gereksinimlerini karşılamaktadırlar.
Bu düzenin bir sonucu olarak, Türkiye tarım/hayvancılık dış ticaretinde net ithalatçı, gıda ürünleri/içecekler dış ticaretinde ise net ihracatçı konumdadır. Bu iki farklı sektör verileri birlikte değerlendirildiğinde, aşağıda da gösterildiği üzere, Türkiye’nin tarım ve hayvancılıkta net ithalatçı konumu perdelenmektedir.
Türkiye’de tarım ve gıda sorununun anlaşılması açısından bu ayrımın net biçimde ortaya konulması büyük önem taşımaktadır. Bu amacı karşılayabilmek için Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması (SITC, 3 Rev) verilerinden yararlanmak gerekmektedir;
Tablo 1: Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması (ISIC, Rev 3), Tarım/Gıda Dış Ticareti
İHRACAT (Bin ABD Doları)
İTHALAT (Bin ABD Doları)
NET FARK (Bin ABD Doları)
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
Tarım ve Hayvancılık
Gıda Ürünleri ve İçecekler
2017
5.260.594.765
10.678.200.178
8.895.339.816
4.908.392.270
-3.634.745.051
5.769.807.908
2018
5.522.502.903
11.156.030.672
9.195.136.789
4.620.441.993
- 3.672.633.886
6.535.588.679
2019
5.479.346.078
11.424.888.873
9.388.074.745
4.440.024.997
- 3.908.728.667
6.984.863.876
Kaynak: TÜİK
Tablodan da görüldüğü üzere, 2019 yılında tarım ve hayvancılık dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık, gıda ürünleri ve içecekler dış ticaretinde ise yine yaklaşık 7 milyar dolar fazla verildiği görülmektedir. Bu iki sektörün birlikte değerlendirilmesi durumunda toplamda 3 milyar dolar düzeyinde bir dış ticaret fazlalığı görülmektedir ki, bu da yukarıda verilen teorik çerçeveye uygun bir eğilimdir.
Türkiye’nin, gıda ve yem sanayiinin ihtiyaç duyduğu hammadde üretiminde ithalata bağımlı ülke konumu, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayımladığı ve aşağıya alınan kendine yeterlilik oranları üzerinden net bir biçimde açığa çıkmaktadır.
Buna göre, Türkiye’nin kendine yeterlilik oranları, bazı temel ürünler açısından şöyledir; Arpa % 89, Çeltik % 70, Mısır % 88, Kuru fasulye % 82, Kırmızı mercimek % 77, Nohut % 92, Ayçiçeği % 80, Kanola % 27, Pamuk % 50, soya % 6…
Yukarıda verilen kendine yeterlilik oranları, Uzak Asya, Rusya ve çevresi ile başlayıp AB ve Amerika’ya yayılması olası görülen ihracat kısıtlamalarının Türkiye’de hangi sektörleri ne düzeyde etkileyeceğine ilişkin bazı öngörüler yapılmasını olanaklı kılmaktadır.
Bu durum, aşağıda, yem ve gıda sektörleri bazında değerlendirilmektedir;
  1. YEM SEKTÖRÜ DEĞERLENDİRMESİ
Yem sektörü, bir taraftan kanatlı/büyükbaş/küçükbaş hayvan ve balık yetiştiriciliği için gerekli olan yemin karşılanması, diğer taraftan bu ürünlere dayalı beslenme gereksinimi içinde olan toplumun gıda talebinin karşılanması açısından büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’de yem sektörünün dış ticaret ve üretim verileri, sektörün mevcut durumu hakkında fikir vermesi yanında, virüs krizinden etkilenme derecesine ilişkin analizlerin yapılabilmesine de olanak tanımaktadır.
Tablo 2: Yem Sektöründe Dış Ticaret (2019)
İTHALAT
İHRACAT
Miktar (kg)
Değer ($)
Miktar (kg)
Değer ($)
Hammaddeler Toplamı
12.437.599,708
3.334.572.403
373.678.028
178.031.347
Hazır Yemler Toplamı
76.894.114
117.291.154
275.723.508
117.349.064
Katkı Maddeleri Toplamı
608.989.661
1.366.734.946
874.117.913
693.674.464
Genel Toplam
13.123.483.483
4.818.598.503
1.523.519.449
989.054.875
Kaynak: Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü Kayıtları
Tablodan izleneceği üzere 2019 yılında yem sektörü, 12,5 milyon tona yakın tarımsal hammadde ithal etmiş ve karşılığında 3,3 milyar dolar düzeyinde ithalat faturası ödemiştir. İthal edilen ürünler arasında 3,5 milyon ton mısır, 2,6 milyon ton soya fasulyesi, 730 bin ton soya fasulyesi küspesi, 1 milyon ton ayçiçeği tohumu küspesi ve 1,3 milyon ton nişasta kepeği dikkat çekmektedir.
Sektörün, yerli ve ithal hammadde kullanımı yoluyla yaptığı üretim ise aşağıda gösterilmektedir;
Tablo 3: Yem Sektöründe Üretim (2019)
Miktar (Ton)
Kanatlı yemler toplamı
10.034.794
Büyük-küçükbaş yemler toplamı
14.076.212
Diğer yemler toplamı
828.110
Genel Toplam
24.939.117
Kaynak: TÜİK
Görüldüğü gibi, yem sektörü, 2019 yılında 25 milyon tona yakın yem üretebilmek için 13 milyon ton ithalat yapmıştır. Bu durum, sektörün dışa bağımlılığının % 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.
  1. GIDA SEKTÖRÜ DEĞERLENDİRMESİ
Gıda sanayii, şüphesiz, çok geniş bir üretim deseni içinde toplumsal gereksinimleri karşılamaktadır. Ancak hem miktar hem de değer açısından en büyük pay, buğday ve buğdaydan üretilen işlenmiş ürünlere aittir. Bu bağlamda, sözü edilen ürünlerin üretim ve dış ticaret ilişkilerinin incelenmesi, gıda sektörünün mevcut durumu ve Covid 19 krizinden olası etkilenme biçimlerinin analizinde yararlı olacaktır.
Bu çerçevede olmak üzere; Türkiye 2019 yılında 19 milyon ton buğday üretmiş, buna ilaveten 9,8 milyon ton buğday ithal ederek (yaklaşık % 80’i Rusya ve Ukrayna’dan) 2,3 milyar dolar ithalat faturası ödemiştir. Buna karşılık 66 bin 686 ton buğday ihraç etmiş ve bu ticaretten 27 bin 551 dolar gelir elde edilmiştir.
Türkiye, buğdaydan üretilen işlenmiş maddeler olan makarna ve unda, dünyanın en önemli üretici ve ihracatçı ülkeleri arasındadır.
Tablo 4: Buğdaydan Üretilmiş İşlenmiş Ürünler Dış Ticareti (2019)
İHRACAT
İTHALAT
Miktar (Kg)
Değer ($)
Miktar (Kg)
Değer ($)
Makarna
1.272.725.234
606.969.556
4.593.357
8.037.145
Un
3.262.405.502
1.051.717.676
12.976.024
3.815.935
Bulgur
262.615.458
117.134.445
-
-
İrmik
108.289.146
31.289.059
-
-
Bisküvi (*)
192.728.036
349.938.496
4.875.861
11.850.211
TOPLAM
2.157.049.232
23.703.291
Kaynak: TÜİK, 2019 yılı pasta ve kek dış ticaret verileri yayımlanmadığı için tabloya dahil edilmemiştir.
Görülmektedir ki, buğday ithalatına 2,3 milyar dolar finansman harcayan Türkiye, buğdaydan üretilmiş işlenmiş ürünlerin ihracatından 2,2 milyar dolar düzeyinde gelir elde edebilmiştir. Henüz 2019 yılı verileri yayımlanmadığı için hesaplamalara dahil edilmeyen pasta ve kek ihracatına ilişkin miktar ve değer verileri, bu genel tabloyu değiştirebilme gücünden uzaktır.
Bunun yanında, “Buğday ithalatının işlenmiş ürün ihracatı için yapıldığı” şeklindeki yaygın savunmanın test edilebilmesi için, aşağıdaki tablo verilerine ihtiyaç vardır;
Tablo 5: İşlenmiş Ürünlerin İçeriğindeki Buğday Miktarı (2019)
İşlenmiş Ürün Miktar (bin ton)
Buğdaya çevirme katsayı
Buğday Eşdeğeri Miktar (bin ton)
Makarna
1.272.725
1,660
2.112.723
Un
3.262.405
1,358
4.430.345
Bulgur
262.615
1,450
380.791
İrmik
108.289
1,660
179.759
Bisküvi
192.728
0,870
167.673
TOPLAM
5.098.762
7.271.291
Kaynak: Katsayılar üzerinden tarafımızdan hesaplanmıştır.
Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere, Türkiye, 2019 yılında 9,8 milyon ton buğday ithal etmiş, buna karşılık ihraç ettiği yaklaşık 5 milyon ton buğdaya dayalı işlenmiş ürün içindeki buğday karşılığı yine yaklaşık 7,3 milyon ton olmuştur.
Türkiye’nin buğday ve buğdaya dayalı dış ticaret dengesini görebilmek ve bu yolla ülke tüketimini saptayabilmek açısından, tüm verileri barındıran özet tablo ise aşağıdaki şekilde oluşturulabilir;
Tablo 6: Buğday ve Buğdaya Dayalı İşlenmiş Ürünler Dış Ticareti, Türkiye Buğday Tüketimi (2019)
Yıl
GİREN BUĞDAY
ÇIKAN BUĞDAY
BAKİYE
ÜRETİM
İTHALAT
TOPLAM
İHRACAT
İŞLENMİŞ İHRACAT
TOPLAM
2019
19.000.000
9.805.000
28.805.000
66.686
7.271.291
7.337.977
21.533.709
Kaynak: TÜİK verileri üzerinden tarafımızdan hesaplanmıştır
Görüldüğü üzere, Türkiye’nin 19 milyon ton buğday üretiminin olduğu 2019 yılındaki yurtiçi buğday tüketimi 21,5 milyon ton düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu durum, özellikle verim ve üretimin yetersiz olduğu yıllarda, Türkiye’nin buğday açısından da dışa bağımlı olduğunu ortaya koymaktadır.
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarıda da gösterildiği gibi, tarımsal hammadde açısından net ithalatçı olan Türkiye, özellikle gıda, yem ve yağ sanayiinin gereksinimi olan ürünler açısından dışa bağımlıdır.
Buğday, arpa, mısır, pamuk, soya, ayçiçeği, çeltik, kuru fasulye, kırmızı mercimek ve nohut, Türkiye’nin açığı olan en temel ürünler olarak öne çıkmaktadır.
Covid 19 öncesinde yüksek faturalarla ithal edilebilen bu ürünlerin, önümüzdeki dönemde, ortaya çıkan ve çıkacak ihracat kısıtlamaları çerçevesinde ithalatı zorlaşacak ve/veya olanaksız hale gelecektir.
Türkiye’nin, kısa vadede, acilen, bu temel ürünlerin üretimini ivmelendirecek önlemlere ihtiyacı vardır. Orta vadede ise, nüfus projeksiyonu ve tarıma dayalı sanayilerin talep projeksiyonuna bağlı bir planlı üretim artışına mutlaka gereksinim vardır. Bu ürünlerin baklagiller hariç tümü, sulu koşullarda ve yüksek tarım tekniği / girdisi kullanılarak üretilebilen ürünlerdir. Bu çerçevede, rasyonel kullanım düzeyi 5 milyon hektar düzeyinde olan sulu tarım alanlarında ekim olanağı bulabilmek için birbirleriyle rekabet etmek durumundadırlar.
Bu çerçevede ülke, yeni bir tarım devrimi dönemine girmek zorundadır. Bu dönemde başta sulama olmak üzere tarımsal altyapı yatırımlarına hız verilmeli, üretici rekabetçi fiyat baskısından uzaklaştırılarak, refah düzeyi de gözetilerek tarıma yönlendirilmeli, sektör genç çiftçiler için cazibe merkezi haline getirilerek yükselen çiftçi yaş ortalaması düşürülmelidir.
Bu çerçevenin içinin doldurulması, tarımsal desteklerin yeterli, etkin ve verimli tahsis ve kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bunun yanında bir diğer zorunluluk, yıllardır sektör aleyhine gelişen ticaret hadlerinin tarım lehine çevrilmesi noktasında kendisini göstermektedir.
Bu bağlamda bir örnek olması bakımından, Zirai Mücadele bayiilerinden derlediğimiz bilgilere göre, bazı gübrelerde kriz öncesi döneme göre yaşanan fiyat değişimleri aşağıdaki gösterilmektedir;
Tablo7: Seçilmiş Gübrelerde Kriz Öncesi ve Güncel Fiyatlar
Gübre çeşidi
KRİZ ÖNCESİ (TL/kg)
KRİZ SONRASI (TL/kg)
3:15 Kompoze
1,75
2,00
20:20 Kompoze
1,65
1,90
Üre
1,90
2,40
Amonyum sülfat
1,15
1,30
Kaynak: Zirai mücadele bayilerinden tarafımızca derlenmiştir.
Sözü edilen fiyat değişimlerinin nedeni olarak döviz kurundaki değişimler ve ithalatçı olduğumuz bu ürünlerde orijin ülkelerde arzın düşmesi ve fiyatların yükseltilmesi gösterilmektedir. Zirai mücadele ilaç fiyatlarında da benzer artışlar görülmüştür.
Bu durum da göstermektedir ki, dışa bağımlı hale gelmiş ve kamunun düzenleyici rolü ortadan kalkmış olan tarımsal girdi piyasasının iç ticaret hadlerini tarım aleyhine büken işlevini değiştirmek, ancak radikal önlemlerle mümkündür.
Kriz dönemi, kamunun tarıma dönmesi ve üretici – tüketici ve doğa yararına yeni bir tarım ve gıda rejiminin tesisinin zorunlu olduğunu tüm açıklığı ile göstermiştir.
Gökhan Günaydın - Doç. Dr., Ziraat Mühendisi / BİRGÜN

Kahreden çaresizlik - Mine G. Kırıkkanat

Takvim, 9 Kasım 1983’ü göstermekte.
Genel seçimler yapılalı üç gün olmuş. Oylar daha sayılıyor ama Turgut Özal başkanlığındaki ANAP’ın yüzde 45 dolayında oy oranıyla birinci parti çıktığı belli.
Darbeyle kapatılan eski partiler, seçimlere yeni oluşumlarla girmek zorunda kalmış. CHP’nin yerini doldurmaya çalışan Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp, ılımlı konuşuyor: “Muhalefet etmek için her şeye karşı çıkmayacağız. Memleket yararı her türlü parti çıkarının üzerindedir. Temel inancımız budur.
MHP’nin yerine Mehmet Pamak’ın başkanlığında kurulan Muhafazakâr Parti’ye seçimlere katılma izni çıkmamış.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren, o gün önce Turgut Özal ile görüşecek. Ardından ana muhalefet HP’nin yahşi lideri Necdet Calp’i, son olarak da “şahsının” seçimlerde “netekim” zırt diyen zurnası, Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin başkanı Turgut Sunalp’i kabul edecek.
Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen’in telefonu çalıyor. Arkadaşı Atilla Donat, “Seni yemeğe götüreyim” diyor. Sirmen’in Bekir Çeşnici mahlasıyla gazetemizde “gastronomik” yazılar yazmasına henüz birkaç yıl var; ama kendisi oldum olası zor yemek beğenen, Fransız mutfağının tabulasından geçmiş bir gurme. Zarif yazılarında hissedilmese de konuşurken düşündüğünü kıvırmadan, hatta dank diye söyleyen biri. Arkadaşını, “Sen beni yine Ziya’ya götürürsün, yemeklerini yine beğenmem, yine bozulursun!” diye uyarıyor.
Atilla Donat, “Peki, Süreyya’ya gidelim” diyor.
Gidiyorlar, ama Süreyya kapalı. Dönüp yine Ziya’da konuşlanıyorlar.
Al sana bearnez!
Ziya’nın aşçısı, hatırlı konuklarına tam da bir Fransız yemeği olan Tournedos Sauce Bearnaise öneriyor. Ali Sirmen, aşçıya “Turnödo belki de, bearnez sosu yapmak zordur, bak tereyağı kokarsa olmaz!” diyor. Aşçı sosun tereyağı kokmayacağına garanti veriyor. Yemek geliyor. Bearnez sos, tereyağı kokuyor.
Ali Sirmen, tabii ki burun kıvırıyor. Zavalı aşçıyı, “Sauce Bearnaise” üzerine çektiği ukala bir söylevle ince ince doğruyor. Atilla Donat, “Ben sana dememiş miydim?” doğrulamasıyla zaten bozgun...
Takvim 16 Kasım 1983’ü göstermekte.
Ali Sirmen, Birinci Barış Davası’nın 14 Kasım’daki karar duruşmasının ardından gece yarısı evleri basılarak tutuklananlar arasında. Metris Askeri Cezaevi’nde o gün, yemek dağıtımı onda. Elinde kepçe, bir hafta önce beğenmeyip tabağında bıraktığı Tournedos Bearnaise’i özlemle anıyor ve tenceredeki bulamacı tutuklu arkadaşlarının uzattığı tabaklara “Al sana bearnez sosu!” nidasıyla dağıtıyor.
Korona yarı açık cezaevi
Sirmen, sanıklara zaten üç yıl sekiz ay hapis cezası istenen ve beraatla sonuçlanan Barış Davası’nda üç yıl hapis yattı. Samim Lütfü imzasıyla yayımlanan makaleleri, unutulmaz lezzette bir kitap oldu: Kelepçeli Yazılar*
Aziz dostum Ali Sirmen, sonuncu zaferini koronavirüse karşı kazandı.
Onun bire bir savaştığı Covid19’dan korunmak için şimdi kimimiz yarı açık, kimimiz için tam tecrit ev hapsindeki bizler de kuşkusuz “bearnez sos” benzeri sendromlar yaşıyoruz.
Şahsen, evde zaman geçirmek için reddettiğim davetlere çok hayıflanıyorum. Yürüyebilecekken yürümediğim yürüyüş yollarının özlemiyle kavruluyorum. Yolculuklardan bıkkınlık getirmiş olmama çok kızıyorum. Torunumu okşayamamak, çocuklarımı görememek kahrediyor. Yakınlarıma uzak durmak yüreğimi yakıyor. Bu kış doyasıya boza içmemişliğim, içimde hicran, vb.
Ama korona yasaklarının bilediği en yoğun iki duygu, güvensizlik ve isyan.
Salgında bağış toplayan tek devlet!
Güvensizlik, çünkü AKP hükümeti salgın hakkında doğru bilgi vermiyor. İleride “biz ucuz atlattık” propagandası yapmak için olsa gerek, gerçek ölü sayısı, hasta sayısı, adı konulmayan teşhislerle gizleniyor.
İsyan, çünkü dünyada salgına karşı halkından bağış isteyen ve toplayan tek devlet, Türkiye. Bağışa muhtaç devlet, bir de bakıyorsunuz Saray’a yeni arabalar almak için ihale açmış. Cumhurbaşkanlığı forsuyla yurtdışına uçaklar dolusu yardım gönderiyor. Kızılay, Türkiye’den gayrı her yere uçan koşan hızır ordusu.
Yapımı tamamlanmış yeni Şişli Etfal binası atıl durur, tam teşekküllü Lösante’ye salt “parasız tedavi yapıyor” diye ruhsat verilmezken Atatürk Havalimanı’na sahra hastanesi kuracağız dedikleri, yandaş müteahhite yaptırılan ve askeriyeden alınan arazinin yerleşime açılmasını hedefleyen rantçılık oyunu.
Güvensizlik ve isyan, çünkü hapisanelerde salgın önlemi olarak sunulan İnfaz Yasası tasarısı; ağır suç hükümlüleri için af yasasına, daha hüküm bile giymemiş muhalif gazeteciler için yargısız infaza dönüştü.
Bu devlet niçin hep iyiyi tepeleyip kötüyü kolluyor?
Hukuksuz tutuklulukları salgın yüzünden gündemden düşen Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve arkadaşlarını, eşlerini, çocuklarını düşünmek; çaresiz, sessiz, öfke dolu bir isyan. Vicdan isyanı.
Kahır dedikleri, bu olsa gerek.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Tekin Yayınevi, 1986

Salgın günlerinde insan arayışı - Orhan Gökdemir / SOL

Paul Lafargue 1842’de Küba'da doğdu. Çocuk yaşında ailesiyle Fransa'ya göçtü. Tıp Akademisi'ne devam etti. Üniversitede öğrenciliğinde, gençlik hareketlerine katıldı. Proudhon'cu bir anarşist oldu sonra. Çok parlak bir gençti. 1865'te yolu Karl Marx'la kesişti. Marx, bu parlak genç adamın kızı Laura'yla evlenerek aileye katılmasına izin verdi. Fransız Sosyalist Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Pek çok kitap yazdı, ancak solda meşhurlarımızdan değildir.
Hazin bir sonu var hikâyesinin. 1911 yılında karısıyla birlikte intihar etti. Yaşlılığın, beden ve zihin güçlerini azar azar kemirdiğini görmek istemiyordu. İntihar ederek yetmiş yaşını aşmamak üzere kendine verdiği sözü tutmuş oldu. 
Stefan Zweig, belki de Lafargue’ın bu hazin hikâyesi nedeniyle geldi aklıma. Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesi üzerine umutsuzluğa kapılmıştı o da. Hümanistti, halkın böyle bir çılgınlığa ortak olmasını kabul edemiyordu. O da çok parlak bir insan, çok parlak bir yazardı. Faşizm kapıyı çalınca Güney Amerika’ya kaçtı. Yazmaya devam etti, gelişmeleri izledi. Sonra “artık uğruna yaşayacak bir şey kalmadı” diyerek karısıyla birlikte intihar etti. 
Bu hikâyenin altına, “intihar, çaresiz bırakılmış insan için mümkün olan tek protesto biçimidir” diye not düşmüştüm vakti zamanında. Şimdi o kadar emin değilim bu sonuçtan. Başka bir yol bulma çabası, mücadele, daha yaygın bir insani davranış biçimi. Zweig, akla sırtını dönmüş faşist güruha hiçbir şey yapamadığı için, son bir hamleyle yaşamını suratlarına fırlatmıştı. O güruhtan utanıyordu. Nefretten daha ağır, daha öte bir durumdu bu. İnsanın insanlığından çıkması en utanç verici insanlık halidir.
Ama artık biliyoruz, çok da yaygındır. İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık peşindeyiz. Zweig “Yıldızın Parladığı Anlar” demişti bu arayışın adına. Fatih Mehmed'den Handel'e, Dostoyevski'den Lenin'e insanlık ışığının yıldızlar kadar parlak olduğu anlara dönmüştü yüzünü. Tarihi kazıyor, kaybolmuş, yitirilmiş insanı arıyordu. İnsan toplu bir intihara sürüklenirken, yeni bir insanlık arayışıdır. Biz, adına “Komünizm” diyoruz…

***

Lafargue’ın intiharından üç yıl sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Zweig intihar ettiğinde İkinci Dünya Savaşı patlak vereli iki yıl oluyordu. Birinci savaşın içinden Ekim Devrimi çıktı. İkinci savaş, sosyalizmin büyük kazanımlarıyla sonuçlandı. Gelişmeler ne Lafargue’ın, ne Zweig’ın umduğu gibi oldu. İki büyük toplu intihar girişiminden başı dik bir insanlık çıktı. Demek, umut iyidir ve kesinlikle intihardan daha insanidir. Ve illa ölecekse insan, umudunun ölmesinden önce olmalıdır bu…

***

İnsanı arıyoruz, Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir.
Pek çok kitabından öte, bir broşürü vesilesiyle tanıyoruz Lafargue’ı. Türkçesi “Tembellik Hakkı” adını taşıyor. Bu çalışmasında kutsal “çalışma hakkı”na karşı çıkıyor ve yeryüzündeki bütün değerli şeylerin üretilmesinin “tembellikle” mümkün olduğunu söylüyor. Kast etiği miskinlik değil, üretici-yaratıcı bir tembelliktir.
Bu devrimci önerisi, ressamın resim yapmasını, romancının roman yazmasını, müzisyenin sanatını icra etmesini bir iş olarak görmemesinin yanında, bütün bunları yapıp etmenin, günlük gailelerden kurtulmuş olmayı gerektirdiğini varsaymasına dayanıyor. İnsanın yıldızı doğanın ona yüklediği zorunluluklardan kurtulduğu anlarda parlayabilir ancak. Bütün bu yüksek faaliyetler, elleriyle toprak kazmak yerine, fırçasıyla resim yapacak boş vakti olanların işidir çünkü. Boş zaman olmadan ne resim ne müzik ne de edebiyat olur. 
Bütün bunlar, ne yazık, bizim piyasa toplumumuzda bambaşka süreçlerde gelişmektedir. Sanat bohem bir azınlığın uğraşı olmuştur örneğin. Sanat yaratıları piyasanın insafına veya insafsızlığına terkedilmiştir. Ama arzu edilen, toplumda herkesin aynı zamanda ressam, müzisyen, edebiyatçı olmasıdır. Marx, işte buna bir çözüm bulmak, insanın yaratıcı yeteneklerinin geliştirmesinin önündeki engelleri kaldırmak için yazmıştır onca şeyi. Ve demiştir ki, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldıralım. Makineleşmeyi “zorunlu emek” süresini kısaltmak için kullanalım. Herkese daha fazla boş zaman yaratalım. Toplumun her üyesi daha yüksek faaliyetler için fırsat bulsun; işçi üretimden arta kalan zamanda müzikle uğraşsın, resim yapsın, şiir okusun. Böylece farklı bir insana dönüşsün. Kolaylaştırıcı bir yanı da olacaktır bu gelişmenin üstelik. Edebiyat, müzik, sanat aracılığıyla herkes farklı insan haline gelince üretim de doğal olarak farklılaşacak, artacak, bu da zorunlu emek süresini daha kısaltmak için kullanılacaktır. İnsanı düştüğü yerden kaldırma, yüceltme planıdır. Kısaca Komünizm diyoruz.

***

Biz ise tembellik hakkından çok çalışma hakkını biliyoruz. İşsizlik rakamlarına aşinayız çünkü. Milyonlarca insan işsiz olduğu için çalışmak da bir hakka dönüşüyor haliyle. Çalışmayanın aç kaldığı tuhaf, insana yakışmaz bir düzen kurduk çünkü. 
Diyor ki Marx, insan haklarını istemek, kapitalist toplumun layığıyla çalışmasını istemekten başka bir şey değildir. Çünkü insan hakları insanı dinden kurtarmaz, tam tersine din özgürlüğü sağlar, onu mülkiyetten kurtarmaz mülkiyet özgürlüğü sağlar. İnsana tembellik hakkı sağlamaz, yaşamını az çok çalışarak kazanma hakkı sağlar.
Biliyoruz, ekmek herkese yeter. Herkesi doyurabiliriz ürettiklerimizle. Herkese başını sokacak bir ev verebiliriz. Her eve bir müzik aleti, bir tual, bir fırça, bir kitap koyabiliriz. Çok basit bir yolla yapabiliriz bunu; el koyacağız bütün üretim araçlarına. Fabrikaları, tarlaları, her şeyi emekçinin emrine sunacağız. Buna kısaca Komünizm diyoruz… 
Bir virüse yakalandık, evlerimize kapandık. Dağıldı kapitalist cennet büyüsü. Kıstırıldığımız yerden piyasa toplumunun bir avuç mülk sahibinin uydurduğu koca bir yalan üzerinde durduğu net olarak görünüyor haliyle. O bir avuç asalağın emrindeki devletler bizden aldıklarını bize vermekte ayak sürüyor. Biz yarattık “servet” adı verilen ne varsa. Fabrikalar bizim, tarlalar bizim, yeryüzünde ne yaratılmışsa biz yarattık.
Haliyle birkaç ay zorunlu tembelliğe de hakkımız var. Oturacağız evlerimizde, fırtınanın geçmesini bekleyeceğiz. Ve bunu bize sağlamayan düzeni, bunun için çalışmayan devleti yeniden düşüneceğiz.

***

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Büyük bir yoksunluğun ortasında insanı arıyoruz yine; Lafargue’a ve Zweig’a varıyoruz. İki yüksek insanlık halidir. 
Ama onları umutsuzluğa sürükleyen iki büyük toplu intihar girişiminden başı dik çıktı insanlık. İnsan tükenmez…
Tekrar edelim öyleyse: İnsandan umudu kesemeyiz ama insana da güvenemeyiz. Kendine güvenen ve haliyle güvenebileceğimiz yeni bir insanlık arayışındayız. Adına kısaca Komünizm diyoruz.

Orhan Gökdemir / SOL

Eski Sovyet cumhuriyetlerinde koronavirüs tepkisi: Eskiden çok farklı - SOL DIŞ HABERLER

Ülkelerin ilk günden beri Covid-19'u, bulaşıcılık oranını ve etkileme şiddetini algılamada kimi farklılıklar oluştu. Dünyanın koronavirüs salgınıyla boğuştuğu bu günlerde, eski Sovyet coğrafyasında neler olup bittiği de SSCB dönemi ile karşılaştırma yapmak açısından fikir verdiği için bir kat daha önem kazanıyor.


Kapitalizm dünya genelinde en can alıcı yerden, insanların sağlığı üzerinden kendi sınavını veriyor, daha doğrusu veremediğini, sağlık yapılanmasının özelleştirilmesinin hangi boyutlara ulaştığını acı örnekler üzerinden görüyoruz. Peki eski Sovyet cumhuriyetleri bu süreçte ne yapıyor?

'BİZ NE VİRÜSLERE DAYANDIK BUNA DA DAYANIRIZ'

Geçtiğimiz günlerde basına ‘virüsü umursamayan ülke’ olarak yansıdı Belarus. Ülke Cumhurbaşkanı Lukaşenko taraftarların önünde buz hokeyi oynadı. 65 yaşındaki Cumhurbaşkanı, köyde traktörde çalışmanın ‘herkesi iyileştireceğini’ söyleyerek, ‘Dünya corona virüsle ilgili tüm bu tartışmalardan dolayı delirdi. Biz ne virüslere dayandık, buna da dayanırız. Panik bize virüsten daha fazla zarar verebilir’ dedi.
ABD'deki Johns Hopkins Üniversitesi’nin derlediği verilere göre ise, Belarus’ta 6 Nisan tarihine kadar 700 kişide Covid-19 vakası tespit edildi.
Türkmenistan’da ise, dünya çapındaki salgından söz eden kişilerin tutuklanma riski altında olduğu belirtiliyor. Buna göre, maske takan veya otobüs durakları ile dükkanlarda salgından söz eden kişilerin sivil polis tarafından göz altına alındığı basına yansıdı. Henüz hiç vakanın açıklanmadığı ülkeyle ilgili, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, bu kararın ardından yaptığı açıklamada, Türkmenistan devletinin salgına dair tüm bilgiyi bastırarak vatandaşlarını tehlikeye attığı eleştirisinde bulundu. 
Çin'in sınır komşusu Tacikistan ise Covid-19 vakasının bulunmadığı açıklanan çok az sayıdaki ülkeden biri olmasıyla dikkat çekiyor. Koronavirüsün Wuhan'da ortaya çıkmasından hemen sonra 30 Ocak'ta Çin ile sınırını kapatan Tacikistan, daha sonra Afganistan ve Özbekistan ile de tüm kapıları kapadı. Son olarak Covid-19 vakası tespit edilen Kırgızistan ile de sınır geçişilerini yasakladı.
Ancak komşu ülkelerin çoğunda, 21 Mart'taki etkinlikler iptal edilirken Tacikistan'da bu bayram binlerce kişinin katılımıyla kutlandı. Ülkede okullar dezenfekte edildi ancak tatil edilmedi, futbol maçları ertelenmedi. Futbol takımları kısa süre sonra başlayacak yeni sezon hazırlıklarını sürdürüyor.
Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Ermenistan, Çekya gibi ülkelerde ise virüsle mücadele kapsamında kimi önlemler alınıyor. Ermenistan hükümeti, Covid-19 salgını nedeniyle ülke genelinde 16 Nisan'a kadar olağanüstü hal ilan etti. Çekya’da ise11 Nisan’a kadar sokağa çıkma yasağı kararı alınmış durumda.
Ukrayna’da ise 3 Nisan itibariyle bine yakın vaka ve 23 ölüm söz konusuydu. Ukrayna hükümetinin ise, konuyu Rusya ile girilen bir yarış olarak görmesi, ülkedeki vaka sayısının Rusya’dan dört kat az olmasının dillendirilmesi dikkat çekiyor. Öte yandan Ukrayna’daki test sayısının çok sınırlı olduğu biliniyor. 2014 sonrası ise ülkedeki acil servis hizmetlerinin ve polikliniklerin ciddi oranda azalmış olması bir diğer dezavantaj olarak kendini gösteriyor. Kiev başta olmak üzere, ülkenin batı illeriyle bağı olup Avrupa’da çalışan nüfusun oranının yüksek olması da Ukrayna’yı virüsün hedefi olan ülkelerden biri haline getirmiş durumda.
Görünen o ki, basına yansıyan bu örneklere bakıldığında, bu coğrafyada da kapitalist dünyanın kalanından pek farklı bir tablo karşımıza çıkmıyor.

PEKİ ÖNCEDEN?

SSCB’nin yıkılmasının ardından başta Rusya olmak üzere Birlik’in pek çok ülkesinde, siyasal yapının değişimine karşın yaşam haklarındaki kazanımların sürdürülmesi kısa bir süreliğine de olsa bir süre daha engellenemedi. Bunların başında gelen sağlık örgütlenme modeli ve uygulanma biçimi, çok derin yapısal değişikliklere uğramaksızın ve kesintisiz olarak varlığını bir süre daha sürdürmeyi başarabildi.
Sağlık hizmetindeki yaklaşımın kısa bir süreliğine de olsa önemli bir değişikliğe uğramamasının nedeni, SSCB’ye has sağlık anlayışının hiçbir toplumsal grup ya da oluşuma ayrıcalık tanımadan her kesimi sağlık hizmetinden yararlandırmaya özen göstermiş olmasıydı.
Sovyetler Birliği'nde özellikle devrimin ilk yıllarında sağlık alanında atılan önemli adımların başında, hastalıkların toplumsal kökenleri ile mücadele etmesi amacıyla, sanitasyon ve epidemiyoloji departmanlarının oluşturulması geliyordu.
1925'de, sanitasyon ve hijyen eğitimi ile bulaşıcı hastalıklarla mücadeleye, sağlık bütçesinin yüzde 2.6'sı harcanıyordu. Yine, 1925'de Tıp Eğitimi Konseyi, tıp eğitiminin amacının ‘hekimlerin sadece hastalık ile biyolojik süreçler arasındaki bağlantıyı değil, varolan toplumsal yaşamı ve dünya olaylarını anlamaya yardımcı olacak yeterli sosyal bilim temeline sahip olmaları, sadece hastalıkları tedavi için değil, onları önlemek için bilgi ve beceri yolu ile yetiştirilmeleri’ olduğunu vurgulamıştı.

YALNIZCA TEDAVİ DEĞİL AYNI ZAMANDA KORUNMA

Bu amaçla, 1924 yılında tıp eğitimi şu ilkelerden hareketle yeniden tanımlanmıştı;
1- Hazırlık olarak biyoloji ve fizikokimya yı kapsayan ciddi bir temel bilimler eğitimi verilecek,
2- Sosyal bilimlere yeterli düzeyde yer verilecek,
3- Organizmanın çevreyle olan ilişkisinin çözümlenebilmesi için mutlaka gerekli olan materyalist düşünce özümsenecek,
4- Hastaların çalışma yaşamı ve yaşam biçimi göz önüne alınarak değerlendirilmesi sağlanacak,
5- Hastalıklara yol açan mesleksel ve sosyal koşullara sadece tedavi açısından değil korunma için de önem verilecek.
SSCB’nin kurulmasıyla bulaşıcı ve kolay önlenebilen hastalıkların pek çoğunun yok edilmesi için radikal önlemler alınmaya başlanmıştı. Özellikle iç savaşın sona ermesinin ardından oluşturulan yeni düzenlemelerle, anne ve bebek ölüm hızı, yaş ortalaması, genel ölüm hızı, enfeksiyon hastalıklarının sıklığı gibi sağlık parametreleri açısından önemli ilerlemeler kaydedildi. Kapitalist ülkeler tarafından büyük bir kuşatma altında tutulan SSCB, her şeye rağmen insan sağlığını en öncelikli gündem maddelerinden birisi olarak ele almıştı. Tıpkı, bugün her türlü yokluğa karşı halkına ve ihtiyaç duyan diğer ülkelere en nitelikli sağlık hizmetini sunmaya çalışan Küba gibi…

SOSYALİST SAĞLIKTAN PİYASACI SAĞLIĞA

Ancak SSCB’nin yıkılmasının ardından eski sosyalist ülkeler kazanımlarını birer birer geri vermeye başladılar.  Ekonomiler piyasalaştıkça sağlık göstergeleri de hızla piyasalaştı. Bebek ölüm hızları arttı, kolay önlenebilir hastalıklar yüzünden insanlar ölmeye başladı. Bulaşıcı hastalıkların patlamalar yaptığı görüldü. Difteri, tüberküloz, boğmaca, kızamık, kolera, brusella gibi bulaşıcı hastalıklarda korkunç düzeyde artışlar oldu.
Özellikle devrimin ilk yıllarında ‘hekimlerin sadece hastalık ile biyolojik süreçler arasındaki bağlantıyı değil, varolan toplumsal yaşamı ve dünya olaylarını anlamaya yardımcı olacak yeterli sosyal bilim temeli; organizma ve çevre arasındaki ilişkiyi doğru anlamak için gerekli olan materyalist bakış açısı; hastanın ev yaşamı ve çalışma koşullarını dikkate alan sosyal hizmet bakış açısına sahip olmaları ve sadece hastalıkları tedavi için değil, onları önlemek için bilgi ve beceri yolu ile yetiştirilmeleri’ olduğunu vurgulayan bakış açısı gün geçtikçe yerini özel hastanelere, kamu ve özel hastalerde çalışan hekimler arası ayrıma, toplumcu bir sağlık anlayışının yerini piyasacı bir sağlık anlayışına bırakmaya başladı.
Şimdi gelinen noktada özellikle 1990 sonrası uygulanan politikaların bu coğrafyadaki ülkeleri hangi noktalara getirdiği açıkça farkediliyor. Koronavirüs başlığında ülkelerin izlediği tavrın tamamen bir örtbas etme, önemsememe ya da dünyanın kalanında olduğu gibi parçalı bir dizi önlemler alma yönünde olduğu görülüyor.
SOL DIŞ HABERLER

Virüsler gezegeni - Kadim Laçin / duvaR.

Bugünlerde korona virüsüyle boğuşan dünya, geçmiş yıllarda milyonlarca insanın ölümüne yol açan virüslerle savaştı. Dünya nüfusunun 1 milyar olduğu 1400-1500'lü yıllarda veba salgını 30 milyon can aldı. 1957 yılında Çin'de ortaya çıkan Asya gribi 4 milyon kişiyi öldürürken, Birinci Dünya Savaşı sonrası görülen İspanyol gribi 500 milyon kişiye bulaştı, 50 ila 100 arasında ölümle sonuçlandı. AIDS'den kaynaklı ölümler yarıya yarıya azalsa da yılda yaklaşık 1 milyon kişinin canına almaya devam ediyor. Koronaya karşı mücadelenin sonucunu da verilecek bilimsel mücadele belirleyecektir.



AIDS virüsü dünya çapında 78 milyon kişiye bulaştı ve 40 milyondan fazla kişinin AIDS’le bağlantılı hastalıklardan ölmesine neden oldu. Sadece Afrika’da resmi rakamlara göre 37.5 milyon insan öldü.. 1981-2016 arasında yani 35 yılda yaklaşık 40 milyon kişi dünya da hayatını kaybetti!
  165-180 yılları arasında Roma İmparatorluğu'nda ortaya çıkan veba, günde iki bin kişinin ölmesine sebep olan, dünyanın ilk büyük salgınlarından biriydi.
HIV ve AIDS’in tarihi:
HIV’in öyküsü, 5 Haziran 1981’de ABD’nin Atlanta’daki Hastalık Kontrol Merkezi’nin (HKM) 5 kişide genellikle bağışıklık sistemi çökmüş kişilerde görülen ender bir zatürree türüne rastlamasıyla başladı.
1982’de hastalığa Acquired Immune Deficiency Syndrome’un (Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu) kısaltılması olan AIDS adı verildi. HKM, hastalığın cinsel ilişki, sevişme, öpüşme ve kan yoluyla bulaştığını saptadı.
Avert adlı Birleşik Krallık merkezli uluslararası HIV ve AIDS yardım derneğine göre, HIV virüsünün kaynağı Orta Afrika. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin başkenti Kinşasa’dan yayıldığı düşünülüyor. Dünya da bir çok bağımsız kurumun da ortak düşüncesi virüsün Afrika’dan yayılmaya başlaması yönündeydi.
AIDS de hayvanların sevişmesinden denilmişti. Bilim insanları HIV’in maymun ve kuyruksuz maymunlarda görülen Simian bağışıklık sistemi bozucu virüs ya da SIV’ın bir mutasyonu olduğuna inanıyor. Virüsün avcıların kırsal arazide et ararken enfekte olmuş kanla temas etmesi sonrası insanlarda yayılmış olabileceği belirtiliyordu. Bilim insanları 1984’e kadar HIV’in AIDS’e yol açtığını kanıtlayamamış olsa da Kinşasa’da yaşayan bir erkekten 1957 yılında alınmış kan örneğinde HIV virüsüne rastlandığı doğrulandı.
2017 resmi verilerine göre ABD’de şu anda 1,1 milyon insan HIV virüsü taşıyor. Bunlardan yaklaşık yüzde 15’inin virüsü taşıdığının farkında olmadığı tahmin ediliyor. Birleşik Krallık’taysa şu anda 101 bin kişide HIV virüsü bulunuyor. Britanya’da her yıl 5 bin yeni vaka tanımlanıyor. Doğu ve Güney Afrika’da 15 ile 49 yaş arasındaki nüfusun yüzde 7’si HIV pozitif. 2018’de bu bölgelerde 800 bin yeni HIV enfeksiyonu tespit edildi.
Türkiye’deyse Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 1985 yılından 30 Haziran 2019 tarihine kadar bildirimi yapılan 20 bin 202 HIV pozitif kişi ve 1786 AIDS vakası mevcut.
TÜRKİYE’DE HIV İLE YAŞAYANLARIN YARISI FARKINDA DEĞİL
Ancak Pozitif Dayanışma’nın 1 Aralık Dünya AIDS Günü’ne ilişkin yaptığı açıklamada Türkiye’de HIV ile yaşayan kişilerden yüzde 49’unun bu bilginin farkında olmadığı belirtildi. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2017 yılına kadar HIV pozitif kişilerin yüzde 62’si tedavi gördü ve yüzde 53’ü virüsü başka kişilere bulaştırmayacak şekildebaskılamayı başardı. 1 Aralık Dünya Sağlık ve AIDS “le mücadele günü ilan edilmişti ve hala siyah kurdele takılıp 1 Aralık anlamlandırılıyor yaşadığımız dünya da.
15 TRİLYON DOLAR HARCANDI
Dünya 35 yılda yaklaşık 12 T-trilyon dolar AIDS-HIV virüsünü engellemek için harcadı, ilaç ve diğer masraflarla bunun enaz 15 trilyon dollar olduğu da vurgulanıyor. Afrika da kişi başına 5000 dolar AIDS’e karşı harcandığı biliniyor. BM, Dünya bankası, yardım kuruluşları, vakıflar ve bireysel yardımlara rağmen Afrika’da 37.5 milyon ve dünya çapında yaklaşık 40 milyon kişi 35 yılda AIDS ten öldü. Bugün AIDS tamamen yok edilemedi ancak büyük oranda kontrol altına alındı.. Hala bu virüsü taşıyan veya tedavi olanların olmasına rağmen son yıllarda AIDS önemli gündem oluşturmuyor.
2020 yılına gelindiğinde artık AIDS unutuldu ve söz eden kalmadı, bu yılın moda virüsü korona oldu.
AIDS-HIV virüsü ve diğer bulaşıcı hastalıklarda en büyük kazancı uluslararası İlaç firmaları sağladı. ABD, Alman, İngiliz ve İsviçre merkezli dev tekeller şimdi de yeni virüs korona için hummalı bir çalışma içerisindeler.
DEV İLAÇ FİRMALARI ve YILLIK SATIŞLARI
1- Pfizer – ABD – Bütçesi 53.7 milyar dolar,
2- Bayer – Almanya – Cirosu 51 milyar dolar,
3- Roche – İsviçre – ABD – Bütçesi 45.6 milyar dolar
4-Johnsonn & Johnson – ABD – Bütçesi 40.7 milyar,
5-Sanofi- Fransız – 39.3 milyar dolar,
6-Merck & Co -ABD, Bütçesi 37.7 milyar dolar bütçesi,
7-Novartis – İsviçre – Bütçesi 34.9 milyar dolar,
8-AbbVie -ABD, Bütçesi 32.8 milyar dolar,
9-Amgen -ABD,US – Bütçesi 23.7 milyar dolar,
10-GlaxoSmithKlin – İngiltere – Bütçesi 23 milyar dolar,
11- Bristol-Myers Squibb (BMS) -ABD, Bütçesi 22.6 milyar dolar.
Eğer biyolojik üretimsel bir salgın değil ise virüs salgını bilimsel çalışmalarla yok edici ilacı elbette bulunur. Doğa da üreyen herşeyin mutlaka karşıtı da mevcuttur.
VİRÜSLER DÜNYASI
Sadece son bir asırda çok sayıda virüsle tanıştık. Son 2 bin yılda cok sayıda veba salgını yaşandı. 1400-1500’lü yıllarda yaklaşık 30 milyon insan salgınlardan ölürken, dünyanın tamini nüfusu yaklaşık 1 milyardı… Kolera virüsü dünyayı yaşanmaz hale getirmişti. 1914-1920 yıllarında Tifus salgını 3 milyon insanın ölümüne neden olmuştu.
Asya gribi 1957 yılında Çin’de başlayan Influenza-4 virüsünün ördeklerde mutasyona uğrayarak insanlara bulaşması sonucunda ortaya çıktı. 4 milyona yakın insanın canını alan virüs, bulunan bir aşı sayesinde durdu. Bir yıl içinde 40 milyon kişi bu aşıyı kendine yaptırdı. Asya Gribi 1 yıl içerisinde yok edilebildi.

İspanyol Gribi ismi verilen salgın da Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 500 milyon insana bulaştı. İspanyol Gribi’nin, H1N1 influenza virüsü nedeniyle dünya genelinde en az 50 ile 100 milyon arasında insanın ölümüne yol açtığı varsayılıyor. Bu rakam birinci ve ikinci dünya savaşında ölen insan sayısından kat kat fazla.
Dünya AIDS-HIV virüsü sonrasında da değişik isimlerle değişik virüslerle tanıştı. 2019 yılının sonlarında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan korona virüsünden önce de kuş gribi veya domuz gribi isimli virüslü salgınlar yayıldı ancak kısa sürede etkisizleştirildiler. Sadece son yüzyılda Asya Gribi, İspanyol gribi, AIDS, kuş, domuz gribi ve korona virüsü ile tanıştık ve bu salgınlarda milyonlarca insan hayatını kaybetti.
Korona virüsü başladığında ise 5.5 milyar insan internet erişimi ve mobil cep telefonu gibi dijital iletişim aracına sahipti, sosyal medya gibi sosyal ağlarla ve haberlerle anında dünyadan haberdar olabiliyor. O neden koronanın dünyaya yansıması biraz farklı oldu. Kolera, tifo, İspanyol, AIDS, kuş veya domuz gribi salgını sonrası korona virüsü de insanoğlunu hedef almış durumdadır, sonucunu verilecek bilimsel mücadele belirleyecektir.
Kadim Laçin (Yazar) / duvaR.

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...