‘İyi çocuklar’ paketi - Barış Terkoğlu


Demir kapı açıldı. Gardiyan, içeri girmekte isteksiz adama “hadi” dedi. Başına geleceği biliyordu. Ancak direnmeye de imkân yoktu. Kapının kapanmasıyla mahpuslar ranzalarından birer birer çıktılar. Yeni geleni önce kıpırdayamaz hale gelene kadar dövdüler. Ardından battaniyeye sardılar. Koğuşun ortak malı ekmek bıçağı elden ele dolaştı. Yetmiş kişilerdi. İlk adımını attığı yerde kafeslenmiş gibi yatan cesedin üzerinde de yetmiş bıçak izi vardı.
8 yıl önce eski İstanbul kabadayısından dinledim, yıllar önce işledikleri cinayeti. Genç yaşında bir kez adam vurmanın tadına bakmış, kâh içerdeyken kâh dışardayken devamı gelmişti. Yıllardır bir evden öbür eve taşınır gibi gezdiği hapishaneleri dışarıdan daha iyi biliyordu.
Keşke yapmasaydınız, mahkeme cezasını verseydi” dedim. Düşünmemişlerdi, tartışmamışlardı bile. O dönem ırz düşmanının mahkemesi hapishanede kurulur, infazı koğuşunda yapılırdı. Bunu, onu getiren gardiyanlar da biliyordu. Cinayete katılanların aslında seçim şansı da yoktu. Yetmiş darbe, cinayete herkesin elinin değmesini sağlıyordu. Böylece “bir gören” olmuyordu. Sanki suskunluğun anayasası suçtan önce yazılmıştı.
Kolektif suça, kolektif sessizliğe örnek olun diye yaşanmış bir an gibi. Siz genelde “suçlu”yu bir kişi sanırsınız. Oysa eline bıçağı veren, sırtını okşayan, o anı hazırlayan, gerekçe yaratan, ikaz eden, sonra da kenarda izleyen koca bir topluluk vardır.
Paket dedikleri
Ne zaman yargı paketi, af, düzenleme deseler gözümün önünden film gibi geçer. OdaTV davasında yargılanırken, sonradan kendileri sanık olan hâkimlerin yüzüne şöyle bağırmıştım:
“Kafamı kaldırıyorum. 14 yaşında zavallı bir kıza tecavüz edenler konvoyla hapishaneden çıkıp kutlama yapıyorlar. Ben hapishaneden izliyorum. Yazıklar olsun!
Gonca Kuriş’in nasıl işkenceyle öldürüldüğünü gördünüz mü? Onu katleden Hizbullahçılar halay çekerek çıktılar. Ben hapishaneden izledim. Yazıklar olsun!
7 tane genci önce telle boğan, ardından kurşunlayanlar, öldürdükleri adam başına bir buçuk sene yatıp çıktılar. Ben hapishaneden izledim. Yazıklar olsun!
(…)Bu durumu açıklamaya çalışıyorum. Aklıma ‘biz sizlerin iyi çocuklarınız değiliz’ cümlesinden başkası gelmiyor.
Paket, paket dedikleri genelde budur.
‘Ya biter ya biter’
Nadir Nadi, 25 Ocak 1974’te bu sayfalarda şunu yazmıştı:
Bilindiği üzere bugüne dek gerek CHP, gerek MSP bu hususta hemen hemen aynı paralelde görünmüşler, düşün özgürlüğünü Batı demokrasilerindeki sınırları içinde benimsediklerini söylemişlerdi. Hazırlanacak af yasasını bu bakımdan özenle inceleyeceğiz.”
Cumhuriyet’in 50. yıldönümünde çıkarılamayan af, 46 yıl önce, yeni kurulan CHP-MSP koalisyonuna kalmıştı. Ama “yangında önce kurtarılacaklar” farklıydı. Aslında iki parti Nadi’nin söylediği gibi başlangıçta anlaşmış, hatta hükümet programına da af yazılmıştı. Ama 20’ye yakın MSP’li son dakika hamlesiyle Meclis’teki sağ partilerle el kaldırdı. Sağcı mahpuslar, dolandırıcılar ya da kaçakçılarla dışarı çıkarken, solcuların yargılandığı 141.-142. maddeler af dışında kaldı. Ecevit’in meşhur “ya biter ya biter” restini çektiği paket Muammer Aksoy’un çabalarıyla AYM’ye gidince 4’e karşı 11 oyla 141.- 142. maddeler de pakete girdi. 5 bine yakın solcu mahpus dışarı çıktığı gün, Adalet Partisi “kötü çocukları” bıraktığı için AYM’ye çok kızmıştı.
Paketin içi nasıl doluyor?
İşin özeti şudur:
Tartışma hep aynı şekilde başlar. “Çok haksız yargılamalar oldu” , “düşünce suçluları hapiste”, “cezaevleri çok dolu”, “bir şans daha vermek lazım” vs. vs.
Toplum henüz adını koyamamıştır. Ancak yargılamaların damla damla kaybolmuş meşruiyeti “adalet yok” hissini milletin içine yerleştirmiştir. Yeni cezaevleri yaparak, koğuşlara yeni karyolalar koyarak görüntüyü kurtarmak da yetmeyince “paketler” hazırlanır. Mutlaka öncelikle çıkması gereken “iyi çocuklar” vardır. Onlar çıkarken çıkmasa ayıp olacak “kader mahkûmu” dedikleri de pakete atılır. Düzenin “kötü çocukları”, toplum vicdanının çıkmalarını asla kabul etmeyeceği bazı adli mahpuslar ve iktidarın çıkarmak isteyip de çözüm bulamadığı fazla kire bulaşmış kimi “iyi çocuklar” ile birlikte içeride kalır. O günkü siyasi güç dengelerine, devlet kurumlarının (AYM gibi) kabullerine, toplumsal desteğe, hatta şimdi olduğu gibi olağanüstü durumlara göre paket daralır ya da genişler. Toplumun asıl meseleyi, “adaletsizliği yaratan düzen” konuşması biraz daha ertelenmiştir. “Paket kapsamı” denilen, kime göre, neye göre diye sorduğumuz çizgi böyle çizilir.
Uzağa gitmeye gerek yok…
31 Mart 2011’de 33 madde ve 4 geçici maddeden oluşan Birinci Yargı Paketi çıktı. 26 Ağustos 2011’de 44 maddeden oluşan İkinci Yargı Paketi çıktı. 2 Temmuz 2012’de 107 madde ve 3 geçici maddeden oluşan Üçüncü Yargı Paketi çıktı. 11 Nisan 2013’te 27 maddeden oluşan Dördüncü Yargı Paketi çıktı. Sorarsanız sorunlar paket paket çözülecekti. Üçüncü paket sırasında hapisteydim. Her paket o gün Silivri’deki davalar üzerinden konuşuluyordu. Ama her paketin ardından “kötü çocuk” sayılanlar hapiste kalmaya devam etti. Tablo, yargıdaki FETÖ statükosunun değişmesiyle yıkılabildi. Ancak yeni gelenler eski usulleri yeni yöntemlerle sürdürünce adaletsizlik tepeleri yine büyümeye başladı.
Mesele af değil adaletsizlik
Düşünün, 2010 yılında hapishanelerin kapasitesi 114 bin 831’di ama 120 bin 814 kişi hapisteydi. 2012’ye gelindiğinde yatak sayısı artırılıp kapasite 146 bin 705’e çıkarken hapishanelerde 136 bin 20 kişi kalıyordu. Bugün ise hapishanelerin kapasitesi 233 bin kişi, ancak cezaevlerinde 246 bin kişi kalıyor. Asıl soruna sırtını dönen, patlak lastiği şişirmeye, paketlerle yama yapmaya devam ediyor. Serbest bırakılan 18 yaş altındaki çocukların yüzde 70’inin bir yıl içinde, 18-20 yaş aralığındakilerin iki yıl içinde cezaevine geri dönüşünün nedenini sorgulamayan sistem, böyle de devam edecek gibi. Haliyle biz de paketler için kavga etmeye devam edeceğiz.
Yanlış anlamayın. İtirazım affa değil. Aksine, hapishaneleri dolduran eylemlere “hafifletici neden” olan düzen, affa da gerekçe oluşturuyor. İtirazım, kendine “iyi çocuk” seçen iradeye.
Siz, içerdekiler affediliyor sanıyorsunuz ya… Aslında ahlak direğini yanlış tepeye dikmiş, namus atını yanlış yöne sürmüş, terör damgasını yanlış yere vurmuş, ürettiğini yanlış şekilde paylaşmış bir düzen, adaletsizliğin bahşişini veriyor.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Garantili virüs faturası: 16.3 milyar TL - Erdoğan SÜZER / SÖZCÜ

Devletin müteahhitlere bu yıl yapacağı 8.3 milyar liralık yolcu ve araç garanti ödemesi, virüs salgını nedeniyle 8 milyar lira daha artarak 16.3 milyar liraya çıkacak.


Corona virüsü salgını yüzünden işini gücünü bırakıp evine kapanan halk yiyecek ekmek bulmakta zorlanırken köprü, otoyol ve havaalanı müteahhitleri dolar garantili anlaşmalar sayesinde halkın kesesinden adeta paraya boğulacak. Devlet, hiç salgın olmasa bile bu yıl mega projelerin müteahhitlerine araç ve yolcu garanti ödemeleri adı altında zaten 8.3 milyar lira para aktaracaktı. Salgınla birlikte araçların geçmediği, yolcuların uğramadığı köprü, otoyol, havayolu ve tren garları için devlet bu yoklukta 8 milyar lira daha ilave para ödemek zorunda kalacak. Böylece, kriz bir yıl sürerse sadece ulaştırma projeleri için halkın cebinden çıkacak garanti ödemelerinin tutarı 16.3 milyar liraya ulaşacak. Üstelik zorunlu olarak yola çıkacak yolcu ve sürücüler de bu dönemde pahalı yollara 4.4 milyar lira para akıtacak.


İŞTE O HESAP…

Devlet, yolcu garantisi verdiği ve tüm yurt dışı uçuşların durdurulduğu İstanbul Havalimanı'nı işleten firmaya da krizin bir yıl sürmesi halinde 2 milyar lira para ödemek zorunda kalacak. Bu durumda bir yıllık toplam garanti faturası 18 milyar lirayı da aşacak.

SÖZCÜ'nün yaptığı hesaba göre, garanti edilen araç ve yolcu sayısının yüzde 50'sinin tüm bu projeleri kullanacağı var sayıldığında projeler için aslında 16 milyar 600 milyon lira, yüzde 60'ının kullanacağı var sayıldığında ise 20 milyar 750 milyon lira garanti verildiği ortaya çıkıyor. Yani virüs olmasa 8.3 milyar lirayı yine devlet garanti kapsamında ödeyecek, ancak geri kalan 8.3 milyar ila 12.4 milyar lirayı projeleri kullananlar ödeyecekti. Virüs nedeniyle geçeceği düşünülen araçlar köprülerden geçmeyecek, yolcular havalimanı ve garlara gitmeyecek. 

Virüs sürecinde ulaştırma sektörünün yüzde 65 daralacağı tahmin ediliyor. Bu hesaba göre, krizin 1 yıl sürmesi halinde araç ve yolcu trafiğinin azalması nedeniyle devlet bu şirketlere 5.5 milyar lira ila 8 milyar lira ilave garanti ödemesi yapmak zorunda kalacak. İstanbul Havalimanı için de 2 milyar liranın üzerinde hiç hesapta olmayan ilave garanti ödemesi gündeme gelecek. Böylece ilave garanti ödemesi 7.5 milyar ila 10 milyar lira, toplam garanti ödemesi ise İGA hariç 13.8 milyar ila 16.3 milyar lira, İGA dahil edildiğinde de 15.8 milyar ila 18.3 milyar lira arasında oluşacak.

8.3 MİLYAR DOLARIN HESABI AÇIKLANMADI

Cumhurbaşkanlığı 2020 Yıllık Programına göre, Ulaştırma Bakanlığı'nın Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinde şirketlere verilen garanti ödemelerini karşılamak için bu yıl 8 milyar 300 milyon lira ödenek ayrıldı.


Devlet bütçesine konulan 8.3 milyar liralık garanti ödeneğinin hangi oran baz alınarak hesaplandığı açıklanmadı.Bu tutar tüm paralı otoyol, köprü ve tünellerden 2020 yılı boyunca geçecek araçlar için değil, geçmeyeceği tahmin edilen araçlar için yapılacak ödemeyi ifade ediyor. Ayrıca bu paradan yolcu garantisi verilen İstanbul Havalimanı hariç çok sayıda havalimanı ve tren garı işletmecilerine de garanti ödemesi yapılacak.

SALGINDAN ÖNCE BİLE GARANTİ TUTMADI.

Osmangazi Köprüsü'ndeki araç geçişi, garanti verilen araç sayısının yüzde 50'sinde, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nde ise yüzde 30'unda kaldı. Avrasya Tüneli'nden garanti edilen aracın yüzde 65'i geçmişti. Ancak şubat ayında yapılan yüzde 56'lık devasa zam nedeniyle burada da oranın düşmesi bekleniyor.
Erdoğan SÜZER / SÖZCÜ

Marksist iktisatçılar: Üretim durdurulamaz - FİLİZ GAZİ / duvaR.

Çoğu ülkede olduğu gibi korona virüsüne karşı Türkiye’nin de yürüttüğü iktisadi plan kapitalist yöntemlere başvuruyor. Türkiye'nin izlediği yolu, eksikleri ve yapılması gerekenleri Marksist iktisatçılar olarak bilinen Prof. Dr. Bilsay Kuruç, Prof. Dr. Oktar Türel ve Prof. Dr. Korkut Boratav'a sorduk.


Korona virüsüne karşı alınacak tedbirlerin başında evden çıkmamak geliyor. Ancak yüksek sesle düşünülmese de şu da biliniyor: Evlerinde tüketen milyonlarca insana karşılık bir o kadar da üreten insana ihtiyaç var.

Çoğu ülkede olduğu gibi korona virüsüne karşı Türkiye’nin de yürüttüğü iktisadi plan kapitalist yöntemlere başvuruyor. Devletler vatandaşlarının ölmemesi için bir süreliğine de olsa ekonomiyi durdurabilir mi? Türkiye sokağa çıkma yasağını niçin uygulayamıyor? Nihai soru: Vergilerimiz bugünler için değil miydi?
İktisat alanında en önde gelen isimlerden olan ve aynı zamanda Marksist iktisatçılar olarak bilinen Prof.Dr. Bilsay Kuruç, Prof. Dr. Korkut Boratav ve Prof. Dr. Oktar Türel’le konuştuk.
‘İNSANA DEĞER İŞİN MERKEZİNDE OLMALI’
Öğretim üyeliği yanında 1978-79 yıllarında Devlet Planlama Teşkilâtı Müsteşarı, 1992-2004 yıllarında Merkez Bankası Banka Meclisi üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Bilsay Kuruç, iktisadi çözüm olarak atılacak adımları, gelinen noktayı ve dünyadaki iyi ve kötü örnekleri şöyle anlatıyor:
“Önce tarlalar çalışmalı yani çiftçiler. Yoksa bir süre sonra hepimiz aç kalırız. Sonra işçilerin sağlığı gözetilerek fabrikalar çalışmalı. Yoksa yine aç kalırız. İşçilerin sağlığı ne olacak? Buna hükümet çare bulmalı. Eğer zorunluluk olursa işçilere tam ödeme yapılmalı. Bu gibi durumlarda ekonomide iki kanal çalışmalı. Bu hükümetin işi ama hükümet demeyelim. Hükümet yok şu anda. Kabine var. Ekonomiyi düzenlemek yönetimin işi. İkincisi para akmalı. Parayı iş, insanların emeği yaratır. O halde emeğin çalışmasının önüne geçmemek lazım ama emeğe de tam güvence lazım. Hem güvence hem çalışma ikisinin birlikte yürümesi lazım. Bunlar yönetimin işi. Almanya bu işi iyi yönetiyor. Sağlık tedbirlerini tam aldılar. İşi bitirdiler aşağı yukarı. Neden yapabildiler? Çünkü planları vardı. İkincisi sanayi disiplinleri var. Herkes ne yapacağını biliyordu. Bizde kargaşa oldu. Yangın çıktı. Arkasından itfaiyeci gibi yangını durdurmak için zavallı sağlıkçılar koşuşmaya başladı. Sanayi disiplini ne demek? Herkes yapacağı işi biliyor ve güvenlikle yapacağından da emin. Bu Almanya’da yeni bir şey değil. Aşağı yukarı 150 yıldır böyle. Bu hazırlığın içinde insana değer vermek işin merkezi olmalı. İnsana değer verirseniz sanayi üretimine de devam edebilirsiniz. İtalya, İspanya, İngiltere yangının peşinden koştu. Amerika; orada büyük yangın var. Onlar da peşinden koştu. Amerika ve İngiltere kapitalizmin örnekleri. İnsana sadece ucuz emek olarak değer veren kapitalizmler. İspanya ve İtalya ise onlar zaten savrulmuş durumdalar. İri yarı ama yavru kapitalizmler, öyle diyelim… Özetle iş kalite işidir. İnsanlarınızla, yöneticilerinizle kaliteye sahipseniz karşılaşılan sorunun büyüklüğü ne olursa olsun onun hakkından gelmenin yolunu bulursunuz.”
‘KRİZİ YÖNETMENİN MODERN KAPİTALİZMDE DAHİ KAYNAKLARI VAR’
Marksist iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, “İstisnai bir dönem bu” diyor ve açıklıyor:
“Özellikle emeği koruyacak maliyet unsuruna yani bütçede var mı yok mu endişesini bir yana atan emek ve sağlık ağırlıklı bir program lazım. Emeğin yaşaması lazım. Bu krizin özelliği sadece kapitalizmi değil yaşayan tüm toplumları ayakta tutan etkenin ‘üretken emek’ olduğunu ortaya koydu. Emek felce uğrayarak kriz oluştu. Yani bir finansal kriz gibi değil emeğin doğrudan doğruya hastalık nedeniyle üretim dışına sürüklenmesi sonunda kriz patlak verdi. Özellikle üretken emek hem üretim tabanını ayakta tutar hem de en büyük tüketici sınıf olarak talebi ayakta tutar. Bu iki unsur çökmüşse kriz gelir. Dolayısıyla krizi yönetmenin temel yöntemi sağlık ve üretimden- tüketimden kopan emeğin finansmanı olmalıdır. Bunu yaratacak kaynaklar modern kapitalizmde dahi vardır. Nedir? Vergileme. Servet vergisi ama onun dışında gerekirse merkez bankası kaynaklarını da kullanarak sözünü ettiğim sağlık ve kaybolan gelirlerin önemli bir bölümünün telafi edilmesine harcanmalıdır. Üretim koşulları nedeniyle hayatının tehlikeye girdiğini algılayan emekçi gelir endişesine kapılmadan üretimden kopma hakkını kullanmalı. ‘Bu serviste, bu koşullarda çalışırsam hayatımı kaybedebilirim’ endişesi emeğin üretimden kopmasını tetiklemeli. Bu hak kullanılmalı. Üretimin sürdürülmesi koşullar sağlandığı ölçüde olur. İşçi güvenle iş yerine taşınır ve üretim sürecinde emek gerekli koşullar yaratılarak sürdürülür.”
‘EKONOMİYİ DURDURMAK SÖZ KONUSU OLAMAZ’
ODTÜ İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktar Türel, “Çoğu ülkede ekonomi durdurulamıyor. Niye?” ve “Fabrikalarda üretim durdurulmalı mı? Bu talebin hayata geçmesi mümkün mü?” sorularımı yanıtlıyor:
“Çağdaş ülkeler, salgınları önlemek için -asırlar öncesinde yapılageldiği gibi- ‘karantina’ olarak adlandırabileceğimiz önlemlere başvururlar; ama hiçbir çağdaş ülkede ‘ekonomiyi tümden durdurmak’ söz konusu olamaz. Enerji üretim ve iletimi, içme ve kullanma suyu temini, çevre temizliği, sağlık ve güvenlik hizmetleri, zorunlu ihtiyaç mallarının üretim ve dağıtımı ekonomik niteliği belirgin faaliyetlerdir ve bunların sürdürülmesinden kaçınılamaz. Dahası, mart-haziran döneminde yoğunlaşan tarımsal üretim faaliyetlerini sürdürmezsek, ülkeyi yıkıma götürürüz.”
Türel’in Türkiye’nin virüse karşı seçtiği stratejiyi değerlendirdiği yorumları ise şöyle:
“Ülkemizde hükümet, salgına karşı üç stratejiden birini benimseyebilirdi. İlki az evvel söylediğim zorunlu mal ve hizmet üretimi faaliyetlerine katılanlar dışında kapsamlı, kesin bir karantina uygulamasına gitmek; üretim faaliyetlerinin normalleşmesini (salgının seyrini izleyerek) zamana yaymak. Bu stratejinin etkili bir biçimde yürütülebilmesi için hükümetin gelir kaybına toplum kesimlerine genel ve yaygın bir akçalı destek programını ve işten çıkarma yasağını acilen uygulaması gerekirdi. İkincisi eğitim, rekreasyon, turizm, v.b. gibi toplumsal birlikteliği ve etkileşimi ağır basan faaliyetleri durdurmak, bazı hizmet üretimi süreçlerinin evden çalışma yolu ile yürütülmesini sağlamak, emek süreci dışında oldukları varsayılan 20 yaş altı ve 65 yaş üstü nüfusa zorunlu karantina uygulamak, ama bunun dışında gerekli sağlık önlemlerini alarak diğer üretim faaliyetlerini sürdürmek. Üretimi az çok korumak ve istihdamı kollamak dışında, bu stratejiden beklenen bir diğer yarar da, salgının makul hızlarda yayılmasını ve tedavi edici sağlık sisteminin çökmesini önlemekti. Üçüncüsü salgının yayılmasına kesin engeller koymamak ve ‘sürü bağışıklığı’ na güvenmek. Hükümet, bu stratejilerden ikincisini benimsedi. Şimdi, şöyle bir soru ile karşı karşıyayız: Böyle bir strateji, salgının yayılmasını önlemekte yetersiz kalıyorsa, ilk stratejiye geçilebilir mi? Burada bir siyasal hesap verebilirlik sorunu yatıyor: Madem ki ikinci stratejiyi başarıyla yürütmeyi beceremeyecek ve toplumu 60 bini aşkın virüs yayıcısı hasta ile karşı karşıya bırakacaktınız, niye doğrudan birinci stratejiyi seçmediniz? Bu sorun dışında, stratejiyi değiştirmede teknik bir engel yok; az önce vurguladığım iki temel önleme ek olarak şunları yapmak gerekecek: Bir alt kabinenin sorumluluğunda çalışacak bir kriz yönetim merkezinin acilen oluşturulması. Kalkınma Bakanlığı; Yüksek Planlama Kurulu ve  DPT işlevsizleştirilmeseydi, böyle bir merkezin kurumsal çerçevesi elde hazır olurdu. Yine de böyle bir merkeze teknik destek sunabilecek, bilgili insan gücüne sahibiz; yapılacak şey bu insanları örgütleyebilmek ve onların liyakatinden yararlanabilmektir.”
Filiz Gazi / duvaR.


‘Reise bağlılığın’ tarihçesi: 10 maddede geçmişten bugüne Süleyman Soylu - BİRGÜN

Bugün kararlı ve tutarlı bir politikacı imajı çizmeye çalışan Süleyman Soylu, mevcut pozisyonunu yaptığı ‘U’ dönüşlerine borçlu. Soylu, geçmişte “Hesap sormazsam namerdim” dediği Erdoğan için bugün “Reise hep bağlı kalacağım” ifadelerini kullanıyor. İşte 10 maddede Süleyman Soylu…


İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan dönen istifasıyla bir anda Türkiye’nin en fazla konuştuğu isim haline geldi.
Soylu’nun 80’li yılların ikinci yarısında başlayan siyasi kariyeri, bugün İçişleri Bakanı unvanıyla devam ediyor. Soylu, 30 yılı aşkın siyasi yaşamında hayli çalkantılı ve tartışmalı süreçleri arkasında bıraktı. Kendisi bugün ‘kararlı’ ve ‘tutarlı’ bir siyasetçi imajı çizmeye çalışsa da, geçmişinde kör göze parmak yaptığı ‘u’ dönüşleri yer alıyor.
Bunlardan en bilineni, Demokrat Parti (DP) Genel Başkanı’yken Erdoğan hakkındaki hakaretamiz sözlerini unutarak 2012’de AKP’ye katılması… Soylu geçmişte, “Hesap sormazsam namerdim” dediği Erdoğan için bugün “Reise hep bağlı kalacağım” ifadelerini kullanıyor.
İşte köşe taşlarıyla, 10 maddede Süleyman Soylu’nun siyasi kariyeri:
‘EY ERDOĞAN, EMİR ERİ OLDUN’
1- Süleyman Soylu siyasete 1987 yılında girdi ve Doğru Yol Partisi'nin Gençlik Kolları'nda göreve başladı. Bu dönemde partinin Genel Başkanı Tansu Çiller’in gözdeleri arasına girdi. Adını daha sonra Demokrat Parti olarak değiştiren partide çeşitli görevler aldıktan sonra, Mehmet Ağar’ın seçim başarısızlığı nedeniyle istifa etmesinin ardından 2007’de genel başkan oldu. 2009’da yeniden başkan seçilerek unvanını korudu.
2- Soylu bu dönemde AKP Genel Başkanı ve Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’a sert bir muhalefet yürüttü. Siyasi stratejisini de bu karşıtlıkta ‘lider fügür’ olmak üzerine kurdu. Bu nedenle eleştirinin dozunu hep en yukarıda tutmaya çalıştı. AKP hükümetinin paçasından yolsuzluk aktığını, Türkiye'de ihale ve yandaş belediyeciliği yapıldığını dile getirdi. Erdoğan’a, “Ey Recep Tayyip Erdoğan, boyun eğdin, emir eri oldun, milletin ümitlerini boşa çıkardın. Boyan döküldü” diye seslendi. “Eğer tertemiz bir adamsam, eğer dürüst bir adamsam” diye başladığı bir konuşmasında AKP’den hesap sormadığı takdirde ‘namert’ olacağını söyledi. Sormadı.
DÖNÜŞÜMÜN BAŞLADIĞI NOKTA: REFERANDUM
3- 2009 yerel seçimlerinde, partisinin 2007 seçimlerindeki yüzde 5,4’lük oy oranını aşacağını, aksi halde istifa edeceğini söyledi. Parti yüzde 4’te kalınca Soylu önce istifa etti, sonra ‘tabandan gelen çağrı’ doğrultusunda yeniden aday olduğunu açıkladı. Ancak 16 Mayıs 2009'da kendi talebi ile gerçekleşen 5. Olağanüstü Büyük Kongre'de 3. tur oylaması öncesinde adaylıktan çekildiğini ilan etti. Soylu’yu kararından geri döndüren faktörün ne olduğu bilinmiyor. Bu nokta oldukça önemli. Zira adaylıktan çekildikten sonra, Soylu’nun siyasi dönüşümü başladı. DP çizgisinden AKP’ye doğru adım adım yaklaşıyordu. Bunun emaresi 12 Eylül 2010 referandumu süreciydi.
4- Soylu, referandumda ‘Evet’ lehine propaganda yürüttü. ‘Demokrasi Buluşmaları’ adını verdiği seminerler düzenledi; kent kent dolaşarak Erdoğan’a ve AKP’ye destek istedi. Bugün belediyelere art arda kayyum atayan ve muhalefete “terör” göndermeleri yapan Soylu, o günlerde, “Referandumu Türkiye'nin vesayetten kurtulup milli iradeyle yeniden buluşması olarak değerlendiriyoruz. 1960'tan itibaren Türkiye’nin içinde bulunduğu ara rejimden çıkmak üzere ilk adım olarak nitelendiriyoruz” diyordu. Bu konuşmalar daha sonra FETÖ operasyonları kapsamında kapatılan Cemaat medyasında da geniş şekilde yer buluyordu.
DP’DEN İHRAÇ EDİLDİ, AKP’YE KATILDI
5- Hüsamettin Cindoruk’un Genel Başkanı olduğu DP, Soylu’yu referandum tavrı nedeniyle ihraç etti. Soylu, 5 Eylül 2012’de tahminleri doğrulayarak resmen AKP’ye katıldı. 30 Eylül 2012'de AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’na seçildi; Ar-Ge’den Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Haziran 2015 genel seçimlerinde Trabzon milletvekili seçildi. Yeni partisinde hızlı yükseliyordu. Ancak bu henüz başlangıçtı.
6- Kasım 2015'te Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan 64’üncü hükümette Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevine atanan Soylu, Davutoğlu'nun istifası sonrası Binali Yıldırım tarafından kurulan 65’inci hükümette de aynı görevi sürdürdü. İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, Soylu’nun bakanlık yaptığı 2016 yılının ilk 7 ayında bin 49 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Ancak bu, bir sermaye partisi olan AKP’de başarıyı ya da başarısızlığı belirleyen bir veri değildi. Zira Soylu, basamakları tırmanmaya devam edecekti. Soylu’nun bu yeni kariyerinde dönüm noktası Ağustos 2016 olacaktı.
YENİ DÖNEMİN ‘SİMGE İSMİ’ OLDU
7- Süleyman Soylu, 31 Ağustos 2016’da istifa eden Efkan Ala'nın yerine İçişleri Bakanı oldu. Soylu’nun Gülen yapılanmasına karşı olan ‘aktif’ mücadelesiyle bu makama getirildiği konuşuluyordu. 2010’da Fethullahçıların yargı organını ele geçirdiği referanduma verdiği destekle AKP’ye giriş bileti kazanan Soylu, bu kez Fethullahçı yapıya karşı olan ‘tavizsiz’ tutumu nedeniyle aynı partide alkış topluyordu. Pek çokları gibi Erdoğan’ı merkez alan ‘siyasi duruşu’ sayesinde ödülünü almıştı.
8- İçişleri Bakanlığı performansı, AKP’nin yeni siyasi yol haritasıyla da bağlantılı olarak, Soylu’ya milliyetçi-muhafazakâr tabanda önemli bir ‘sempati’ kazandırdı. AKP-MHP ittifakının ‘tutkalı’ olduğu söylenen Soylu, hükümetin yeni Kürt politikasının en etkili figürlerinden biri haline geldi. Yaptığı açıklamalarda, devamlı olarak sağ tabanı tatmin edecek ifadeler kullanmaya odaklandı.
Eylül 2016'da ‘terör örgütlerine destek verdikleri iddia edilen’ bazı belediyelerde görevden almaların olacağını söyledikten sonra sarf ettiği, “28 belediyenin yönetimi Kandil'in talimatıyla değil, şu ay yıldızlı bayrağı kendi gönlüne sindirmiş insanların yönetimiyle devam edecektir” cümlesi bunlardan yalnızca biriydi.
‘SOYLU, FETÖ’NÜN ERDOĞAN SONRASI PROJESİDİR’
9- Soylu’ya ilişkin bugüne kadar pek çok farklı görüş ve iddia ortaya atıldı. CHP’nin önde gelen isimlerinden Özgür Özel, katıldığı bir TV canlı yayınında Soylu’nun DP’den ihraç edilmesine işaret ederek, “FETÖ’den ihraç edilen ilk kişi olduğu” yorumunu yaptı. Özel, Meclis’te yaptığı konuşmada ise şu çarpıcı iddiaları dile getirdi: “Şimdi iddia ediyorum, iddiamız şudur: Süleyman Soylu, Sayın Recep Tayyip Erdoğan sonrası Adalet ve Kalkınma Partisi için genel başkan projesidir ama bu, bugünün projesi değildir; bu, kendisinin projesi de değildir; bu, yaklaşık dokuz on yıllık bir FETÖ projesidir.”
10- Soylu siyasi yaşamının en tartışmalı hamlelerinden birini ise 12 Nisan 2020 akşamı yaptı. Şahsi Twitter hesabından paylaştığı notla, İçişleri Bakanlığı görevinden istifa ettiğini açıkladı. Soylu, istifa gerekçesi olarak, büyük bir fiyaskoya dönüşen sokağa çıkma yasağını gerekçe gösteriyordu. Beklenmedik bu hamle, iktidar yanlıları dahil tüm kamuoyunda şaşkınlıkla karşılandı. Birkaç saat sonra ise Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Erdoğan’ın Soylu’nun istifasını kabul etmediğini duyurdu. Ancak Soylu bu hamlesiyle, yaklaşık 2 saatlik zaman zarfı içinde AKP’deki çatlakları ve partinin ne denli kırılgan bir yapıya dönüştüğünü görünür hale getirdi. Bu olayın ardından kimileri Soylu’nun güçlendiğini, kimileri ise Erdoğan’ın ‘bunu affetmeyeceğini’ dile getirdi. Kuşkusuz gerçeği anlamak için ihtiyaç duyulan tek şey 5 harfli bir kelime: Zaman.
BİRGÜN

Petrolde fiyat krizi çözülüyor mu? - Turgut Yıldız / SOL

Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) ve başta Rusya olmak üzere OPEC dışı ham petrol üreticisi ülkeler üretim kesintisinde anlaştı. Bu anlaşma ile OPEC tarihindeki en büyük üretim kesintisi yapılacak.


OPEC ve Rusya dahil petrol üreten diğer ülkeler (OPEC+) 9 Nisan Perşembe günü ham petrol üretimini azaltmak üzere günde 10 milyon varillik kesinti yapılması konusunda anlaştı. Bu rakam toplam ham petrol üretiminin yaklaşık %10’una tekabül ediyor. Anlaşma sonucunda Suudi Arabistan günlük 3,3 milyon Rusya ise 2 milyon varil kesintiye gidecek. 
ABD kanadından ise anlaşmadan memnuniyet duyulduğuna dair açıklama geldi. Amerikan Petrol Enstitüsü (API) başkanı açıklamasında petrol piyasasının dengelenmesi için katkıda bulunacağını ifade etti. Kararın ardından ABD Başkanı Trump da Twitter aracılığıyla Suudi Arabistan Kralı Selman’a ve Rusya Federasyonu Başkanı Putin’e teşekkür etti.  

Fiyat Krizinin Arka Planı

2010’lu yıllara kadar dünyanın en büyük petrol üreticileri Suudi Arabistan ve Rusya iken ABD’de kaya petrolü üretiminin başlaması ile ABD en büyük üretici haline geldi. ABD’nin üretim kapasitesinin hızla artması sonucu, 2014 yılında ham petrolün varil fiyatı 110 doların üzerindeyken 2016 yılında 30 doların altına düştü.  2016 yılı sonunda Rusya ve Suudi Arabistan’ın işbirliği ile OPEC dışında kalan üreticilerin ortak hareket edeceği gayri resmi bir ortaklık olarak OPEC+ organize edildi. 

OPEC+ Nedir?

Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) 1960 yılında İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuela’nın girişimi ile kurulmuştu. Hâlihazırda kurucu beş ülkenin yanı sıra Cezayir, Angola, Ekvator Ginesi, Gabon, Libya, Nijerya, Kongo ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni bünyesinde barındıran OPEC kanıtlanmış rezervlerin yaklaşık dörtte üçünü bulundurmakta ve günlük üretimin yüzde kırkını gerçekleştirmektedir.
OPEC+ ise 13 OPEC ülkesine ilave olarak başta Rusya olmak üzere üretim kotaları ve ham petrol fiyatları üzerindeki kontrolü pekiştirmek üzere Azerbaycan, Bahreyn, Brunei, Kazakistan, Malezya, Meksika, Umman, Güney Sudan ve Sudan’dan oluşan gayriresmi bir ortaklıktır. Bu ortaklığın kurulması ile OPEC+ kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık %90’ına üretimin ise %55’ten fazlasına sahip olmuştur. 

Kriz Nasıl Derinleşti

2019 yılı sonunda başlayan Covid-19 salgını nedeniyle Çin’den başlayarak petrole olan talebin düşmesi fiyatlarda düşüşe neden oldu. Salgın nedeniyle fiyatlardaki düşüşe önlem almak üzere 5 Mart’ta yapılan OPEC toplantısında üretimde günlük 1,5 milyon varil kesintiye gidilmesi kararlaştırıldı. Rusya’nın bu miktarı yeterli bulmaması ve OPEC+ platformundan çekildiğini açıklaması ile fiyatlarda yeniden sert bir düşüş yaşandı. 
Suudi Arabistan 8 Mart’ta fiyatlarda indirime gideceğini, 10 Mart’ta ise üretimi artıracağını açıkladı. Arzın artması ve talebin azalmaya devam etmesi sonucunda Mart ayı boyunca düşüş devam etti ve ham petrolün varil fiyatı 20 dolar seviyesine yaklaştı. 
Kriz derinleşirken ruble dolar karşısında rekor şekilde değer kaybetti ve ABD petrol şirketleri dahil pek çok petrol şirketi zarar açıkladı. Nisan ayı başında ABD Başkanı Trump Suudi Arabistan ile Rusya’nın anlaşmasını desteklediğini ve günlük üretimde 10-15 milyon varillik kesintiye gidilmesinin mümkün olduğunu açıkladı. 

Anlaşma ve sonuçları

Sonuç olarak 4 gün süren müzakerelerin sonucunda OPEC+ ülkeleri ham petrol üretimini azaltmak üzere Haziran ayı sonuna kadar günde 10 milyon varillik kesinti yapılması konusunda anlaştı. Kesinti miktarı 1 Temmuz-31 Aralık tarihleri arasında 6 ay boyunca günlük 8 milyon varil, 1 Ocak 2021 ile 30 Nisan 2022 arasındaki 16 ay boyunca ise günlük 6 milyon varil olarak uygulanacak. ABD gibi OPEC+ üyesi olmayan üretici ülkelerin katılımıyla günlük kesinti miktarının artması hedefleniyor. Anlaşmayı takiben varil fiyatı 30 doların üzerine çıksa da daha da artması hedefleniyor. 
Fiyat krizinin ekonomileri petrol gelirine bağlı olan Suudi Arabistan ve Rusya başta olmak üzere dünya çapında tüm ülkelere doğrudan ve dolaylı etkisi oldu. Suudi Arabistan’da Aramco şirketi zarar açıkladı ve hükümet önlem almak durumunda kaldı. Rusya 10 Milyar dolardan fazla zarar açıkladı. Ayrıca 2020 yılı başından itibaren ruble dolar karşısında ciddi değer kaybına uğradı. 
ABD’de ise pek çok petrol şirketi faaliyetlerde kısıtlamaya gitti. Özellikle üretimini kârlı biçimde devam ettirmek için 40 dolar düzeyinde fiyatlara ihtiyaç duyan kaya petrolü üreticileri zarar açıkladı. Ayrıca günlük 120 bin varil civarında üretim kapasitesi olan Whiting Petrol Şirketi iflas etti. 40 dolar altındaki fiyatlar devam ettiği takdirde ABD’de yeni iflasların olması bekleniyor. Kimi analistler buradan yola çıkarak Rusya’nın, ABD’nin Şubat ayında Rosneft’e uyguladığı yaptırımlara bir tepki olarak petrol fiyatlarındaki düşüşe mani olmadığı görüşünde. 
Turgut Yıldız / SOL

Gülmüyorsak bir nedeni var - Barış Terkoğlu


Ekonominin, siyasetin, virüslerin bile tarihi var. Ya eğlenmenin? Örnek olsun, yıllardır Maksim’i biliriz. Pek azımız bir köle ailenin çocuğu Frederick Bruce Thomas’ın ABD’den kaçıp Çarlık Rusyası’nda bin bir mücadeleyle kurduğu Maxim isimli gece kulübünden haberdar. Rus sosyetesini eğlendiren Thomas, Bolşevik Devrimi’nin ardından Maxim’i, Türkiye’ye Maksim olarak taşıdı. Şarkı söyleyenler, alkış tutanlar, bilet satanlar farkında olmasa dahi birlikte gülmenin, birlikte içlenmenin de bir öyküsü var.
Evlere kapanmış insanların sıkıntısı geçmişi düşündürdü. Bunu yeni kuşaklara anlatmak zor ama Türkiye bir zamanlar çok daha “neşeli” bir ülkeydi. Sponsorlar yasaklandı, ahlak zabıtalığı arttı, muhafazakârlık sopaya döndü… Şimdi iktidarının ilk günlerinde Kibariye ile yanak yanağa şarkı söyleyen Erdoğan fotoğrafına bile inanamıyoruz.
‘Star’lar nasıl Saraylı oluyor?
“Türkiye’yi eğlendiren adam” Mustafa Oğuz’un gazeteci Selin Ongun’a anlattığı hikâyesine dışarıda başlamıştım. (Yorma Birader, Doğan Kitap) Tam da MFÖ’nün Mazhar’ının Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan ödül alırken, eski ödüllerini çöpe attığını söyleyerek Erdoğan’ın gönlünü aldığı günlerdi. Mazhar bunu hep yapıyordu. Eşi Biricik Suden ile Saray’ı mutlu etmeyi seviyordu.
Mustafa Oğuz, Sezen Aksu’dan MFÖ’ye birçok “star”ın menajerliğini, İkinci Bahar’dan Sıla’ya birçok kült dizinin yapımcılığını, Rumelihisarı’ndan Harbiye’ye tarihi konserlerin organizasyonunu yapan isim olunca, “eğlenmenin” öyküsünü içeriden anlatabiliyor. Oğuz, her referandumda, her kampanyada önümüze dizilen “sanatçıları” yakından tanıyor. Bunlar sahiden Erdoğancı mı ya da evetçi mi diye merak ediyoruz ya, Oğuz, buna anlaşılır bir yanıt veriyor. Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ya da tersinden Ozan Arif gibi sanatını her zaman politik görüşü ile birlikte büyüten isimler dışında, popüler dünyanın politik seçimini ya çıkara ya modaya göre belirlediğini anlıyoruz. Haliyle iktidar medyasında her kampanyaya koşan şarkıcılar, oyuncular Kenan Evren döneminde de Özal devrinde de Erdoğan zamanında da değişmiyor. Buna karşın Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı Evren ve darbeci komutanlar izlemeye geldiğinde İlyas Salman’ın “Ben bu diktatör cuntacılara oyun oynamam” dediğini, oyunun ardından ise protokolle görüşmeye çıkmadığını Oğuz anlatıyor. Ya da kendini dinlemeye gelen sıkıyönetim başsavcılarının gözlerine bakarak en politik şarkılarını söyleyen Timur Selçuk, “Sorarlarsa kim söyledi soranın da avradını” diye Kazak Abdal gibi bitiriyor.
Devlet ödeneğinden kokain ikramı
Gelelim Mazhar hikâyesine…
Bir tür “Saray müzisyeni” olarak konuşuyor ya. Hz. Muhammed için yazdığını söylediği “Yandım” şarkısının hikâyesini her dönem başka anlattığını okuyoruz ya. Aslında “apolitik sanat”ın “dönem adamı” olma hali onun için de geçerli. Eurovision tarihine bakan, Türkiye’nin bir “milli mesele” gördüğü bu yarışmaya, çok az sanatçıya nasip olacak şekilde MFÖ’yü iki kez gönderdiğini görebiliyor. Bizde hep TRT organizasyonu olması bir yana, devletin eli de katılanın sırtında oluyor. Mustafa Oğuz, 1985 yılında MFÖ’nün “Diday diday day”ının Eurovision öyküsünü şöyle anlatıyor:
Eurovision Türkiye elemelerini kazandıktan sonra şarkının yeniden aranje edilip iddialı bir hale gelmesi için Hollanda’da prodüksiyon yapmaya karar verdik. Ama bunun için para kaynağımız yoktu. O günlerde bir gün Semra Hanım (Özal) Şan Tiyatrosu’na gelmişti. Ondan ricada bulundukMesut Yılmaz Dışişleri Bakanı’ydı o zaman. Paris’teki büyükelçiliğin ödeneğinden stüdyo çalışmaları için para yollamışlardı. Zaten tüm harcamaları ucu ucuna yetiştirmiştik. Kayıt bitti. Para da bitti. Durum böyleyken, ‘300 gulden vereceksiniz” dediler. İtiraz ettim. ‘Olmaz, bu ne için’ diye sordum. ‘Burası Amsterdam. Burada âdettendir. Tonmeistere iş bittiğinde kokain ikram edilir’ (…) dediler. Mecburen verdik parayı.” (Gulden, dönemin Hollanda para birimi.)
Kokainin tesiri, hikâyenin devamında TRT’nin “emeğinize sağlık” dediği ruh haline varıyor. Devlet, MFÖ’nün başarısı için dün de bugün de “elinden geleni” yapıyor.
İstanbul’un unutulmaz Rumelihisarı Konserleri’nin bitişinin bile politik bir öyküsü var. 90’ların unutulmaz konserlerinin kaderi Refah Partisi’nin İsmail Kahraman’ı Kültür Bakanı yapmasıyla değişiyor. “Hisar’daki surların içi, zamanında yerleşim yeriymiş. Surların içinde bir mahalle varmış. Mahallenin de camisi varmış. Yıllar içinde o mahalle yok olmuş. Cemaat olmayınca cami de işlevini yitirmiş” diye hikâyeyi anlatan Mustafa Oğuz, Mukadder Başeğmez gibi Erbakan’a yakın isimlerin çabalarına rağmen, “Müteahhit Kültür Bakanı Kahraman”ın “Hisar’da cami var, izin vermeyiz” diyerek konserleri engellediğini anlatıyor. Yakın zamanda başından geçeni ise Oğuz şöyle aktarıyor:
Bebek’ten Rumelihisarı’na doğru yürüyordum. Aşiyan’a yaklaşırken bir motor dikkatimi çekti. (…) Aşiyan’ı geçtikten sonra içindeki rehber aynı zamanda çığırtkanlıkla Hisar’ı anlatmaya başladı. ‘Burada eskiden cami vardı. Bir dönem kâfirler burada eğlenirdi. Çok şükür ki artık o günler geride kaldı’ dedi. Ve benim gözüm döndü. (…) Ama ne bağırdım, ne bağırdım. Kendimi kaybettim resmen.”
Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru kamplaştırılarak, gülen değil dişlerini sıkan bir toplum oluyor. Mustafa Oğuz anlatıyor:
Çünkü yediden yetmişe her yaştan insanı içeren bir kamplaşma yaşıyoruz. Benim annem 80’li yaşların ortasında. Her sabah gazeteyi eline aldığında Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı olan yerleri önce makasla ayıklıyor, sonra gazeteyi okuyor. Bu normal ve anlaşılabilir bir psikolojik durum değil.
Dizilerin tadı kaçtı
Halkı televizyona kilitleyen dizilerin politik bir kaderi var. Bizimkiler ya da Süper Baba’nın yerini bugünkülerin alması Türkiye’nin hikâyesi. Yakın dönemde bile ihraç markası olan diziler iki büyük darbe aldı. “Herkesle kavgalı dış politika” nedeniyle Mısır’la başlayarak ülkeler birer birer Türk dizilerini bıraktı. İkincisi daha kritik. Muhteşem Yüzyıl gibi Osmanlı dizilerinin hatta yandaş Atv’nin aldatmalı dizilerinin bile İslamcılar tarafından saldırıya uğradığı hatırlanırsa, Oğuz’un tespitleri şöyle: “İyi senaryo çok fazla çıkmıyor. Toplumda bu kadar bölünmüşlük, kaygı ve umutsuzluk olunca insanlar hayal kurarken otosansür uyguluyor. Toplum hayal kuramaz hale geldi. Senarist de bu ülkede yaşıyor. Pek çoğu hür bir üretim yapamaz oluyor.(…) Son zamanlardaki en büyük sıkıntı RTÜK’ün Türkiye’deki televizyonlara uyguladığı katı kurallardan kaynaklanıyor. Öpüşme, alkol, sigara olmayacak gibi maddeleri geçtik, aldatma olmayacak gibi ahlaki değerler üzerinden bakılıp anormal cezalar verilince senaristler de tıkandı.
Gülerken ağlayan muhafazakârlar
Bir dönem tüm Türkiye gibi muhafazakârların da eğlendiğini biliyoruz. Mustafa Oğuz’un 1991’de Yedikule Konseri’ne davet ettiği Cumhurbaşkanı Özal anısı sanki hiç yaşanmamış gibi:
Bizi karşıladığında üzerinde eşofman vardı. Meseleyi konuşuyoruz. Organizasyonu anlatıyoruz. Bizi dinliyor, arada eliyle şeyini kaşıyor. Bizi bir gülme tuttu ama gülemiyoruz tabii.
Yıllardır hatırlanan o konserin sonunda sahnedeki sanatçıların arasında Turgut Özal’ı şöyle hatırlıyor:
Samanyolu’nun söylenmesi için bütün sanatçılar sahneye çıktı. Bütün o sanatçılar dahildir buna, şarkıyı baştan sona kâğıda bakmadan, tek bir sözü şaşırmadan okuyan sadece Turgut Özal’dı. Çünkü çalışmış!
İslamcılığın fethettiği muhafazakârlar gülmeyi bıraktılar. Sonra ellerindeki iktidar sopasıyla Türkiye’ye gülmeyi unutturdular. Eğlenmek, “yeni Türkiye” için bardakların masa altına saklandığı, “Aman fotoğrafını çekmeyelim”li bir ayıp haline geldi. Devrin mizahçılarının taşlandığı, susuz ve sabunsuz popun yüceltildiği Türkiye’nin resmi; Fethullahçıların Sızıntı’ya kapak yaptığı, muhafazakâr esnafın duvarına astığı o “ağlayan çocuk” tablosu oldu.
Şimdi hepimiz evlerde Kemal Sunal’larla, Adile Naşit’lerle neşemizi ararken sahi Maksim’e ne oldu? Türkiye tarihi gibi, Thomas’ın 1928’de ölümünün ardından kâh siyasetle kâh mafyayla derken acı son… Caddebostan Maksim, süpermarket; Taksim’deki otopark; Taşlık’taki otel oldu. Kısacası şu beton gibi yüzümüzle gülemiyorsak bir nedeni var!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Kendine yetmek - ASLI BİÇEN / duvaR.

Korona virüsü nedeniyle, şanslı olanlar iki üç haftadır evden çıkmıyorken şanssız olanlar yani günlük yaşayanlarsa, büyük bir korku ve gerilimle toplu taşıma araçlarını kullanmaya, kalabalık iş yerlerinde çalışmaya devam ediyor. Bütün vatandaşlar için temel gelir mücadelesini bir taraftan sürdürmeliyiz elbette ama bu arada sistemden kaçmak için bireysel/toplu çözümler de arayabiliriz; köylere dönmek, bir toprak parçası edinmek, üzerine belki sonradan geliştirmek üzere ucuz, geçici bir barınak yapmak ve kendimize yetecek bir hayat biçimi benimsemek…

Bir eşikte bekliyoruz. İklim krizine, otoriter yönetimlere falan razıydık aslında şu virüs çıkmasaydı. İklim krizi epey uzakta görünüyordu hâlâ, biyoçeşitlilik kaybının değil hayatımızda yaratacağı etkileri, kelime anlamını bile bilmeden yaşamak mümkündü. Otoriter yönetimler sustuğumuz ve rıza gösterdiğimiz müddetçe bize pek dokunmuyordu. Borçla harçla da olsa kafamızı bir dam altına sokuyor, temel ihtiyaçlarımızı karşılıyorduk. Bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu hep biliyorduk ama bunu değiştirmenin bir yolu yoktu. Çaresizdik. Hükümetler sert politikalarla, değil hakkımızı aramamızı, hesap sormamızı, hatta eleştirmemizi bile engellemişti.

Sonra virüs geldi. Görece şanslı olanlar iki üç haftadır evden çıkmıyor ama dünyanın hem tanınmaz hale gelmesinden hem de dört duvar arasına sıkışmasından bunalıyor. Şanssız olanlar yani günlük yaşayanlar, çalışmayınca ağızlarına koyacak lokma bulamayanlar, büyük bir korku ve gerilimle toplu taşıma araçlarını kullanmaya, kalabalık iş yerlerinde çalışmaya devam ediyor. Hükümet parasızlık bahanesiyle sokağa çıkma yasağı ilan etmediği için sağlık çalışanlarının yükü artıyor, eksik koruyucu ekipman yüzünden sağlıkları tehlike altına giriyor. Toplumun dezavantajlı kesimlerini; evsizleri, mültecileri, yaşlıları, işsizleri, yoksulları, tutukluları, hayatı en çok risk altında olan sağlıkçıları korumak için ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ufak tefek örgütlenmeler var ama çok daha geniş bir kesime yardım götürebilecek altyapısı olan belediyeler yardım kampanyası başlatınca İçişleri Bakanı buna sudan bir bahaneyle engel oluyor. Sadece ekonomi değil, en bayağı şekliyle siyaset de insan canının önüne konuyor.
Sırf evimizin dört duvarı arasında değil ülkenin sınırları içinde de bunalıyoruz uzun zamandır. Zaten dezavantajlı gruplar için koca dünya epeydir düşman bir yer halini aldı. Kapitalizmin refah vaadi bitti, sınıflar arası geçiş özelleşen eğitimle artık pek mümkün değil, prekaryanın bir geleceği kalmadı. Ahlaksızca zenginleşmiş üç beş kişinin özel jetleri, adaları falan var. Öte tarafta milyarlarca insan açlık sınırında ya da aç biilaç yaşıyor. Sefaleti yaşayan yığınlar maruz kaldıkları korkunç hayat koşullarından, onların ne halde olduğunu anlayabilen biraz vicdanlı insanlar da bu adaletsizlik ve acıdan serseme dönmüş vaziyette. Dünyayı yönetenlerin ve kaymağını yiyenlerin bu devasa sefalet karşısında kılı bile kıpırdamıyor, kıpırdamayacak. Devlet babanın içinden insan yiyen uzaylı bir canavar çıkalı çok oldu. Bu durumu siyasetle değiştirme çabalarının önü ABD gibi fikir hürriyetiyle övünen bir ülkede bile statüko tarafından kesiliyor. En azından kırk yıldır süren neoliberal beyin yıkama faaliyeti vatandaşların çoğunu da esir almış durumda. Onlara ulaşmak, bu durum değişmezse çok büyük felaketler yaşanacağını anlatmak mümkün olmuyor. Zordayız, dardayız ama bambaşka şeylerin de mümkün olabileceği bir eşikteyiz aynı zamanda.
Tarım ve gıda konusu genelde insanlara sıkıcı gelir. Siyasetle ilgilenenler bile bu konularla ilgilenmezler. Halbuki mevcut durumun sürebilmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri insanların kendi kendine yetememesi, kendi gıdalarını yetiştirememesi, kendi barınaklarını inşa edememesi. Zincirin bu halkasını koparabilirsek kapitalizm bize artık köle muamelesi yapmayı sürdüremeyecek. Sınırlı iş imkanları için şirketlerin kapılarında bekleşen işsizler olmasa çalışan insanlar da bu kadar kötü koşulları kabullenmek zorunda kalmayacak. Uzun süredir uygulanan yıkıcı tarım politikaları sonucu küçük çiftçinin köyde tarım yaparak hayatını sürdürmesi çok zor, bu yüzden de köylerde sadece yaşlılar kaldı. Herkes geleceğini şehirlerde, maaşı ve emekliliği olan bir işte görüyor. Peki bütün vatandaşlara temel gelir verilse ve ücretsiz sağlık hizmeti sunulsa, biz de kırlara dönsek ve kendi kendimize yetecek gıdayı yetiştirsek nasıl olurdu? En azından sahip olduğu şirkette bir güvenlik önlemine harcayacağı parayla bir işçinin ölümü halinde ailesine vereceği tazminatı kıyaslayıp ikincisini daha maliyetsiz bularak tercih eden patronlar ortadan kalkabilirdi.
Bütün vatandaşlar için temel gelir mücadelesini bir taraftan sürdürmeliyiz elbette ama bu arada sistemden kaçmak için bireysel/toplu çözümler de arayabiliriz. Tabii daha önceki yazılardan bildiğiniz gibi benim önerim köylere dönmek, bir toprak parçası edinmek, üzerine belki sonradan geliştirmek üzere ucuz, geçici bir barınak yapmak (Alakır evi, diye ararsanız hoş bir öneri bulabilirsiniz) ve kendimize yetecek bir hayat biçimi benimsemek. Buna kalkışmadan önce neyle karşılaşacağınızı da iyice düşünmeniz lazım. “Kalabalıktan Uzakta” yazımda bunlardan biraz bahsetmiştim, belki şimdi dikkat edilmesi gereken bir iki noktayı daha ilave etsem iyi olacak.
Öncelikle tamamen kendine yeterli bir hayat için epey emek sarf etmeniz gerekeceğini söyleyeyim. Yani yaşamınızı aslen kırda geçirmeniz, zaman zaman şehre ziyarete gitmeniz icap edecek. Bu yüzden de tek başına olmak çok iyi bir fikir değil, hatta tek bir aile olmak da iyi fikir değil. Yanınızda dört beş arkadaşınız olursa ve bunu ortak bir proje olarak düşünürseniz daha iyi olur. Tabii insanın kendi arkadaşları böyle bir hayatı tercih etmeyebilir ama internetin her türlü iş için kullanıldığı bu devirde acaba böyle bir isteği olan insanları bir araya getirecek bir site ya da platform kurulamaz mı?
Bu yazıları okuyan ziraat mühendisi bir tanıdığım, “insanlar köye geliyor sonra hayal kırıklığına uğruyor, onları bazı olumsuzluklar konusunda da uyarmak lazım, yoksa geri dönüyorlar,” diye beni uyardı. Ona hak verdim. Bahçe işi epey ağır bir iştir ve daha önce hiç yapmamışsanız size çok zor gelebilir. Şu anda köylerin çoğunda yaşlılar kaldığından bahçede size yardım edecek genç birini bulmak çok zor, hatta olanaksız.
Yani bahçe işlerini (toprağı belle kazmak, gerekliyse taş ayıklamak, ayrık temizlemek, ağır gübre çuvallarını taşımak vb.) çoğunlukla kendiniz yapmanız gerekecek. Kesin kararınızı vermeden önce bir yerde kendinizi deneyin, bir miktar pratik edinin ve bu işi sevdiğinize, yapabileceğinize emin olun. Diyelim ki kararınız kesin ve kendinize satın almak için bir yer arıyorsunuz, yanından yağmurda kullanılmaz hale gelmeyecek bir yol geçmesi ya da yola yakın olması önemlidir. Kışın çiftçiler traktörle tarlalarına gidebilir ama sizin traktörünüz yok. Her yer vıcık vıcık çamur olduğunda bazen yürümek bile zor olur. Bu yüzden de almayı düşündüğünüz yere kışın da gidin ya da mesela kışın gittiyseniz ve yanından küçük bir dere akıyorsa yazın derenin kuruyup kurumadığını kontrol edin. Eğer acele etmeniz gerekmiyorsa (ki uzun süre arayıp hiç uygun bir yer bulamayınca ilk bulduğu yere atlayabiliyor insan) dört mevsim gidip ayrıntılı bir değerlendirme yapmak sağlıklı olacaktır.
Araziyi almadan önce o civarda nelerin yetiştiğini gözlemlemek neler yetiştirebileceğiniz konusunda size fikir verebilir. Hatta toprak yapısıyla, asitlik alkalilik durumuyla bile üzerinde yetişen bitkilerden bir nebze anlayabilirsiniz. Bahçenizde hangi bitkileri yetiştirip hangilerini yetiştiremeyeceğinizi belirleyecek en önemli şeylerden biri toprağın pH değeridir. Hatta özel bir bitki türü yetiştirmeyi düşünüyorsanız öncelikle tarlanın toprağından örnek alıp pH’ını test edebilir, bu bitkiye uygun olup olmadığını anlayabilirsiniz. Araziyi aldıktan sonra da tam bir toprak analizi yaptırmak gayet faydalı olacaktır.
Toprağın yapısı da önemlidir. Killi bir toprak çok zor işlenir, kazması epey yorucudur ama içinde daha çok besin maddesi barındırır. Kumlu toprak kolay işlenir ama yağmurla içindeki besin maddeleri kolayca yıkanır ve fakirleşir. Her ikisi için de bolca organik madde ekleyerek sorunu çözmek mümkündür ama emek ve para ister. En ideali bu ikisinin ortalaması olan killi tınlı, mümkünse organik maddesi bol topraktır. Tahmin edeceğiniz gibi bu ideal toprak çok zor bulunur ve kıymetlidir. Yine de toprak yapısını iyileştirme seçenekleri mevcuttur.
Tarım için en önemli şeylerden biri de hava koşullarıdır. Hem bir sahil kasabasına yerleşip hem de tarım yapmak istiyorsanız biraz zorlanabilirsiniz. Sıcak hava ve sert rüzgarlar bitkilere iyi gelmez. Mesela Datça’da kocaman bir bahçesi olan bir arkadaşım hem killi toprak hem de rüzgar yüzünden neredeyse hiçbir şey yetiştiremiyor. İklim değişikliği yüzünden Ege ve Akdeniz’in çok daha az yağmur almasının ve çölleşmesinin beklendiğini unutmayın. Kuzey Ege’nin biraz yüksek, korunaklı ve sulak yerleri ve Marmara hariç (ılıman mikroiklime sahip bazı kesimler istisna olabilir) hiçbir bölgede bütün meyve ağaçlarını yetiştiremezsiniz. Bu bölgelerde de soğuktan hoşlanmayan narenciye ağaçları ancak seralarda yetiştirilebilir. Bölgelere göre belki daha yüksek rakımlara çıkılarak aşırı sıcak ve kuraklık sorunu çözülebilir.
Her bölgeye uygun bitkiler ve ekim takvimi elbette vardır. Tükettiğiniz gıdanın tümünü olmasa da bir kısımını yetiştirmeniz mümkündür. Yine de genel bir kural olarak yaz aylarında aşırı sıcak olan alçak ovalar yerine biraz daha yüksek yerleri tercih etmek yerinde olacaktır. Mesela biz Marmara’da 250 rakımlı bir yerde oturuyoruz ve yazın hiç klima kullanmak gerekmiyor. Geceleri gayet güzel bir serinlik çıkıyor, hatta battaniyesiz balkonda oturulmuyor. Yaz sebzeleri bu iklimde bir iki hafta geç ürün vermeye başlasa da neredeyse Kasım ayına kadar meyve vermeyi sürdürüyor. Halbuki Ayvalık civarında pazarda satmak için sebze yetiştiren bir ahbabımızın domatesleri sıcak ve kuru rüzgarlar yüzünden Temmuz ortasında kuruyor.
Kısacası bir arazi alırken önceki yazımda da anlattığım gibi dikkat edilmesi gereken pek çok husus vardır. Psikolojik olarak hazır olmanız yetmez. Uygun olmayan bir yer alırsanız bütün bu zorlukların altında boğulur, bu işin size uygun olmadığını düşünür ve pes ederek geri dönebilirsiniz. Halbuki görece daha sorunsuz bir arazi almak ve karşılaştığınız sorunları dostlarınızla ya da hayaldaşlarınızla birlikte çözmek, birbirinize destek olmak daha sonra yaşayacağınız büyük keyiften mahrum kalmamanızı sağlar. Kalıcı bir sistem oturtabilmek için maddi manevi hazırlık son derece gerekli ama bu hazırlığınız tam olsa bile kafanızdaki şeyin gerçekleşmesi dört beş sene sürebilir. Bir de tabii herkes kendini daha iyi tanır ama çok sosyal bir insansanız ve şehir hayatını çok seviyorsanız belki bu iş pek size göre olmayabilir. Romantik değil gerçekçi bir yaklaşım elzem.
Peki ne büyüklükte bir yere ihtiyacınız var? Komşumuz bir kişinin en fazla 300 m² bir alanı işlemeye gücünün yetebileceğini okumuş bir yerde. Bence tahılı işin içine katmazsak bir dönüm arazi dört kişiyi doyurmaya yetebilir. Bir dönüm arazinin 300 m²’si sebze ve çiçeklere ayrılabilir, kışlık yeşil yapraklı sebzeler (marul, ıspanak, roka, tere, pazı…) için 20-25 m²’lik bir sera alanı yeterli olur, bahçenin geri kalan bölümü meyve ağaçlarına, bir iki süs ya da orman ağacına ve süs çalılarına ayrılır. Unutmayın çok geniş bir alana bakmaya gücünüz yetmeyecektir. (Ancak arazinin bir bölümünü doğal haline bırakmayı düşünüyorsanız daha büyük bir arazi alabilirsiniz. Mesela permakültürde ileride budanıp yakacak olarak kullanılmak üzere küçük bir koru ekme uygulaması var.) İçine bir ev yapacaksanız ve tahıl yetiştirmeyi düşünüyorsanız 1.5 – 2 dönüm daha iyi bir büyüklük. Tahıl yetiştiriciliği konusunda şimdilik pek bilgim olmadığı için bu konuyu daha iyi bilen birine danışmanızı tavsiye ederim. Merak ettiğiniz her konuda bolca kaynak bulabilirsiniz, hele İngilizce biliyorsanız ulaşacağınız kaynaklar çok daha fazla olacaktır. Bunun dışında çevrenizdeki üreticilerle ya da bitki yetiştirdiğini bildiğiniz bütün herkesle konuşmanızı, bol bol sorular sormanızı tavsiye ederim. Onlardan öğreneceğiniz şeyleri süzgeçten geçirip bir kısmını kullanabilirsiniz.
Ilıman bir bölgedeyseniz bahçe sizi bütün bir yıl meşgul edebilir. Kışın en soğuk ve yağışlı zamanları hariç bahçede sürekli çalışmak mümkündür. Biz genelde sonbahar aylarını, baharda kullanmayı düşündüğümüz yerleri kazarak, meyve ağaçlarının bakımını yaparak geçiririz. Böylece bahar gelip de işler aniden patladığında elimizde bitki ekecek yerimiz hazır olur. Bahçe sizden biraz mimar olmanızı talep eder, kafanızda bahçenin nasıl tasarlanacağına dair bir fikir yoksa şimdiden BBC’nin bahçe programlarını seyrederek, tasarım kitapları okuyarak bir fikir edinmeye çalışabilirsiniz. Yoksa pek estetik, biçimiyle zevk veren bir bahçeniz olmayacaktır. Biraz ziraat mühendisi olmanız ve bitkileri iyi tanımanız, ekim takvimini bilmeniz, doğru planlama yapmanız gerekir.
Bu eşiği atladığımızda kuracağımız sosyal devletlerden bize atıl duran arazileri tahsis etmesini talep edebiliriz belki. Bu virüs bizden sadece evde oturmamızı talep ediyor ama iklim krizi konusunda bir şey yapmazsak muhtemelen evimizden barkımızdan olacak, aç susuz kalacak, yaşamın mümkün olduğu son toprak parçaları için milyarlarca insanla rekabet etmek zorunda kalacağız. İklim krizini tersine çevirecek adımları atmamız da virüsün durduracağı ekonomilerden sağ çıkmamız da tüketimi kesmemize ve kendi kendimize yetmemize bağlı. Bence yapabiliriz, sizce?
ASLI BİÇEN / duvaR.



Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...