Zeki Müren ‘Paşa’nın madalyası - Barış Terkoğlu

Bir şey uğruna kendini şehit etmek, benim için şüpheciliğin bir biçimiydi sadece; insanın inancıyla gerçekleştiremediği, başaramadığı bir şeyi ateşle gerçekleştirmesiydi bu. Hiç kimse gerçek olduğunu bildiği bir şey uğruna ölmez. İnsanlar gerçek olmasını istedikleri şeyler için ölürler, çünkü kalplerindeki bir korku onlara inandıkları şeyin aslında gerçek olmadığını söyler.
Bay W.H’nin Portresi’nde, kahramanlarının tuhaf şehitlik öyküsünü böyle tarif ediyor İngiliz edebiyatının Zeki Müren’i Oscar Wilde. Willie Hughes’ın varlığına o kadar inanıyorlardı ki inanç ile gerçek arasındaki boşluğu canlarıyla dolduruyorlardı.
Metris’ten Silivri’ye, bir jandarma aracının bölmesinde, 6 kelepçeli adam birlikte geldik. Kimi uyuşturucudan, kimi daha alengirli işlerden tutuklanmıştı. Ne garip, “Sizin de işiniz zor” diye beni teselliye çalışıyorlardı. Herkesin kendi öyküsünün anlatıcısı olduğu yolculuğun sonundaki soru belliydi: “Abi, af ne zaman çıkacak?” Dışarıdayken OdaTV’nin telefonu da aynı soruyla çalar, “bilmiyoruz” yanıtı kimseyi tatmin etmezdi. Sonu “geçmiş olsun”larla, “Allah kurtarsın”larla biten bu zorunlu yolculukta da öyle oldu. Bir ay sonra Meclis’ten jet hızıyla geçirilmeye çalışılan af yasasını, iktidarla muhalefetin itişmeli kavgasını bol bol şehit ve gazi hatırlatmalarının yapıldığı tartışmaları, Bülent Arınç’ın “Suçluyu kazırsan altından insan çıkar” sözleriyle ortalığın ayağa kalkacağını nereden bilebilirdim. Eminim Silivri yolcuları da şaşırmışlardır. Bütün bu gürültü aklıma Sivrikayalar’daki o komando timini getirdi.
Gaziliğe ‘sektör’ diyen siyasetçi
Koray Gürbüz, terörle mücadelede gazi olan askerlerimizden biri. 1998’de Siirt Karabağlar’da vurulmasının ardından iki yıl yaşam savaşı vermiş, sonunda hayata tutunmuştu. Madalyalarıyla bir köşeye çekilmek yerine, okumaya ve yazmaya devam etti. “Unutmayın” kitabını yazdı. Gazilerin haberlerde birkaç saniye bile yer bulmayan öykülerini anlattı. Bir tekerlekli sandalyeyle yanımızdan geçen insanların hayatı bize bir şey söylüyordu. Hem şehitlik hem gazilik çoğunlukla yoksulluk içinde yetişmiş halk çocuklarına, edebiyatı ise makam araçlarıyla gezenlere verilmiş bir ayrıcalıktı. Şehit olamadıkları için kimi zaman pişman olan gaziler kâh SGK’de bir protez peşinde koşarken tartaklanıyor, kâh tedavi olmaya çalışırken maaşlarına haciz geliyor kâh “bizim için mi bacağını kaybettin” diye utandırılıyordu. Kendi ağızlarından hikâyelerini okuyunca, en çok gaziliğe “sektör” diyen siyasetçiye kızdıklarını anlıyorsunuz.
Gelelim Sivrikayalar’daki time…
‘Kendi kendimi tokatladım’
Fazlı Ersan 11 Kasım 1971’de Konya Meram’da doğdu. Dört kardeşin üçüncüsüydü. Yoksulluk ona ilkokul çağında sokakta sulimonata sattırıyordu. Kendisi de dayakla büyüyen babasının oğluna reva gördüğü de anlattığına göre farklı değildi: “Dayağın korkusundan eve gidemiyordum, sürekli evden kaçıyordum.
Şiddetle ekilen tohumun meyvesi de şiddetli olur. Sonuncusu Fazlı’yı cezaevine götürdü. Annesine şiddet uygulayan bir genci bıçakladı. 6 yıl 8 ay hapis cezası aldı. Hapse girdiği gün eline verilen süpürge ve paspasla şiddet düzeni sürdü. Orman kanunları devam ediyordu:
Disiplinsiz hareketler yüzünden hücrede çok yattım. Hücre yaklaşık 7 metrekare. Ufak bir yatak ve beton bölme ile ayrılmış bir tuvaleti vardı. Banyo yoktu. Plastik bardakta su verirlerdi. Çatal, kaşık verilmezdi. Yemeğini elinle ya da ekmeğinle yersin. Gazete falan varsa kaşık yaparsın. Hücremin ışığı yok ama dışarının ışığı mazgaldan sızar. Bir iki gün hücrede karanlıkta görmeye alışıyorsun. Kendi kendime çok konuştum hücrede. Kendi kendimi tokatladım. Gözümün önüne birini getiriyordum, ona soru soruyordum. Hücrede çok çıldıran oldu.
‘15 gündür dövüyorlar’
Cezaevinden çıktı. Askerlik çağındaydı. Önce şubeye sonra Tokat Piyade Avcı Birliği’ne götürüldü:
Saçımı kestirmemiştim. Daha kapıdan girer girmez küfredip tokat attılar. Ben de kafa, göz girdim tabii. Aldılar ‘kümbet’e götürdüler. Cezası olan askerleri götürdükleri yere ‘kümbet’ diyorlardı.
Daha üniforma giymeden dayak yemiş, hapsedilmişti. 15 gün sonra taburun en arkasında içtimaya çıktı. Sağında solunda kendisini döven onbaşılar duruyordu. Karşılarında sonradan çok seveceği Ömer Yüzbaşı vardı. Güneydoğu’da savaşacak gönüllüler aradıklarını anlatıyordu:
Solumdaki onbaşıya kafayı koydum, çata pata kendimi adamın önüne attım.
Erin perişanlığını gören Ömer Yüzbaşı “Senin halin ne böyle” deyince: “‘Komutanım’ dedim, ‘ben buraya cezaevinden geldim. Bir an önce hayata atılayım diye, vatan borcu için geldim. (…) 15 gündür onbaşılar, çavuşlar beni kümbet denilen bir yere attılar, dövüyorlar’ dedim.
Ömer Yüzbaşı, zavallı haldeki ere sahip çıktı, hemen düzgün kıyafet getirtti. “Bana çok iyi davrandı” diyor Fazlı, “bir kez bile ‘eşek herif’ kelimesini duymadık” diye devam ediyor.
Belki de hayatında ilk kez bir otoriteden şiddet görmemiş ve onu sevmişti.
‘Elimin koptuğunu görmüştüm’
Daha da ilginci, aranan gönüllülerden “ben” diye öne çıkan 80 kişiden 40’ı hapisten çıkanlardı. Bugüne kadar onlara kimse inanmamıştı. Şimdi kendi varlıklarını önce kendilerine kanıtlayabilecekleri bir işe, savaşa katılmışlardı. Zor eğitimler sonunda komando olan Fazlı da onlardan biriydi.
Önce Sivas’ta, sonra Sarıkamış’ta eğitim gördü. Ardından Mardin Midyat’ta ilk kez çatışmaya girdi. 1991’de Şırnak Ortabağ’a gitti. Dağ operasyonlarına gidiyor, iki ay geri dönmüyordu. O gün “ben” diye öne çıkanların nasıl şehit olduğunu anlatıyor Fazlı. Baskın yiyen Taşdelen Karakolu belki de en fecisi:
Şehitleri biz çıkardık karakoldan. Hâlâ gözlerimin önünden gitmez, hâlâ o konuya girmek istemem. Girdiğimde yaşarım… Bizim zamanımızda gazilere psikolojik destek yoktu.
Beklenen ihtimal onu da buldu. 8 Ağustos 1992’de tezkereye 5 gün kala Zaho dönüşü Sivrikayalar’dan geçerken ateşe tutuldular. Arkadaşları şehit oldu. Fazlı ağır yaralandı, sağ kolu koptu:
Elim kopmuştu. Koptuğunu görmüştüm. Ayağımı hissetmiyordum. (…) Sağ ayağımı keseceklerdi. İmza istediler vermedim. ‘Yaşadığım kadar!’ dedim.
Zeki Müren Madalyası
Fazlı’nın çocukluk hayali olan futbolculuk mu ayağından vazgeçirmemişti, bilmiyorum. Artık madalyalı bir gaziydi. Hastanede uzun süre tedavi gördü:
Yanımıza en çok Zeki Müren gelir giderdi. Zarfın içinde para verirdi bize. Ya çiçek yaptırırdı ya bir şey alırdı. Zeki Müren’in gazilere katkısı çok olmuştur. Allah rahmet eylesin. Fotoğraflarım var onunla. Bana ‘Yakışıklı, bu fotoğrafları kızlara gösterip de tavlama onları!’ demişti.
Mal varlığını bile TSK’ye bağışlayan Zeki Müren’in “Paşalık” meselesi öyle ki Kore gazisi Bektaş Küçükkılavuz bile onu unutmuyor. Kıbrıs Harbi’nde Türkiye’ye karşı tavrı nedeniyle ABD’nin verdiği madalyayı Amerikan Elçiliği’ne iade eden Küçükkılavuz anlatıyor:
Türkiye, yani benim güzel ülkem bizlere madalya vermedi. Onun yerine Zeki Müren bize altın madalya yaptırdı. O madalyayı saklıyorum.”
‘Benim bir değerim varmış’
Babadan, öğretmenden, gardiyandan, çavuştan dayak yiyen “mahpus Fazlı”lardan onları severek “asker Fazlı”lar yaratan Ömer Yüzbaşı’ların bir sebebi var:
Birimizin başı ağrısa komutanlarımızın da ağrırdı. Değer verirlerdi bize. (…) Çok farklı duygular. Özellikle hapishaneden çıkan biri için. Diyorsun ki ‘benim bir değerim var. Vatan için bir şeyler yaptım!’ diyorsun.
Mahpustan çıkanların bir kısmı şehit, bir kısmı gazi oldu. Ömer Yüzbaşı da Sivrikayalar’daki mevzide mayına bastı. Ayağı koptu. Askerleri onu bir daha görmedi.
Şimdi Meclis’te birbirimizi yumrukluyoruz ya… Bu sırada hâlâ hapishaneler doluyor ya… Kimin kapısı açılsın diye kavga ediyoruz ya…
Hiç düşündünüz mü, affedenleri kim affedecek?
Belki de bütün sır “Mahpus Fazlı”nın hikâyesindedir. Belki Ömer Yüzbaşı’nın kopan bacağında, Zeki Müren’in madalyasındadır sır. “Benim bir değerim varmış” sözündedir sır. “Ömer Yüzbaşı” olamayan babalarda, öğretmenlerde, düzendedir sır.
Yediği dayakların tesiriyle düşüp ölen Şair Arkadaş Zekai Özger ne demişti: Zeki Müren’i seviniz…
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Orhan Koloğlu’ndan alamadığımız dersler - Ümit Alan

Cuma günü Sina Koloğlu’nun Facebook iletisiyle haber aldım. “Amcam Orhan Koloğlu’nu kaybettik” diyor ve ekliyordu “Dolu dolu yaşadı… Son dakikaya kadar çalıştı. 90’a girerken 90. kitabını yazdı.” Orhan Koloğlu özellikle basın tarihine ilgisi olanlar için eşsiz bir kaynaktı. Basın tarihiyle ilgili Türkçedeki en temel eserleri vermesine rağmen hâlâ yaşıyor olmasını hep bir şans olarak görürdüm. 5 yıl önce yayımlanan kitabımda da (Saraydan Saraya Türkiye’de Gazetecilik Masalı, Can Yayınları, 2015) Koloğlu’nun eserlerinden bolca faydalanmıştım. Hatta kitabımın temel derdi onun çalışmalarına dayanıyordu. “Basın baştan kokar” diye tanımladığım dert, Türkiye’de gazeteciliğin doğuş biçimindeki sakatlık ve bunun yarattığı geleneğin açmazlarıydı.


Bu haftaki Köşe Vuruşu’da, Orhan Koloğlu’nu uğurlarken onun çalışmalarından ilhamla bugüne bakmak istiyorum:

İLK GAZETE HANGİSİYDİ?

Benim kuşağıma Osmanlı topraklarında yayımlanan ilk Türkçe gazetenin 1831 yılında çıkan Takvimi Vakayi olduğu öğretildi. Hatta bunun çoktan seçmeli sınavlarda soru olarak geldiğini bile hatırlıyorum. Ancak Orhan Koloğlu’nun çalışmalarıyla aslında Osmanlı topraklarında çıkan ilk Türkçe gazetenin Vakayii Mısriye olduğu kabul edildi. O zamanlar Osmanlı toprağı olan Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın girişimiyle çıkan Vakayii Mısriye, Takvimi Vakayi’den üç yıl önce 1828’de yayımlanmaya başlamıştı. Kimi tarihçilere göre kitlesel niteliği nedeniyle hâlâ Takvimi Vakayi ilk gazete kabul ediliyor. Çünkü Vakayii Mısriye biraz daha yerel nitelikli bir yayın organı. Yine de gazete anlamında bir ilkten söz edilecekse onun adı Koloğlu’nun ortaya koyduğu üzere Vakayii Mısriye.

İKİ İLKİN ORTAK NOKTASI

İlk gazetemiz ister Takvimi Vakayi ister Vakayii Mısriye olsun değişmeyen bir gerçek var. Her iki gazete de devlet otoritesi eliyle çıkıyor. Çıkaranlar da haliyle devlet memurları. Yani gazeteciliğin başlangıcında bağımsızlıktan söz etmek mümkün değil. Orhan Koloğlu İlk Gazete, İlk Polemik (Kaynak Yayınları, 2012) kitabında Doğu ve Batı toplumlarında basının rolünü kıyaslıyor ve buna da değiniyor ve diyor ki Doğu’da basın: “Üst yönetimin mali desteği olmadıkça yaşamayacak güçtedir; Batı’da ise daha başlangıcında özel girişim ve sermaye yaratmıştır.” Dahası, Osmanlı’da gazetenin ilk çıktığı dönemde zaten yaygın bir okuma kültürü olmadığı için eli kalem tutan herkes Saray’da görevli. Yani ilk gazete özel bile olsa orada yazanlar ve okuyacak olanlar da bir biçimde Saray’la ilintili olacak.

DEĞİŞMEYEN ŞEYLER

Orhan Koloğlu’nun basın tarihimizin ilklerine baktığı çalışmalarında hep değişmeyen şeyler görüyoruz. ‘İlk Gazete İlk Polemik’ kitabını kapatırken basın Doğu’da “Kapalı toplumun aracı oldu, yönetime karşı dirençlerin yumuşatılması için kullanılacak araç yapılmaya çalışıldı” yazıyor örneğin. Bugün yaygın medyanın durumuna baktığımızda Koloğlu’nun basın tarihimizin ilk yılları için söylediğinden çok farklı bir tablo yok. Hatta basının ilk yılları için yazdığı “Ucuza mal edilemedi. Abone parasını toplayabilen gazete görülemedi” cümlesiyle bugünün okuruna bile konuşuyor. Çünkü bugün ilk gazeteden 192 yıl sonra, hâlâ aynı abone sorununu konuşuyoruz. Henüz dijitalde bile sadece abone gelirleriyle kendini döndüren bir basın kuruluşumuz yok. Oysa Batı’da yavaş yavaş internetten sonra yaşanan ilk şok atlatılıyor ve dijital abonelik gelirleriyle kârlılık sağlayan gazeteler artıyor.

‘İYİ Kİ YAŞADI’

Bir klişe olarak “Tarihçinin görevi geçmişe bakarak bugüne ayna tutmaktır” cümlesi söylenegelir. Orhan Koloğlu, bunu basın tarihimiz için en iyi yapan isimlerin başında geliyordu. Basın tarihimizin ilk yıllarına bakarak “Üst yönetimin düşünceleri kitleye aktarıldı. Böylece hazır elbiseci, yukarıdan reform sisteminin aracı oldu” derken, kuşkusuz bugün ve gelecekte öyle olmaması için yazıyordu. Gelin görün ki internetin ve sosyal medyanın çağında hâlâ benzer şeyleri tartışıyoruz. Haftalardır, hepimizi eve tıkan salgın sürecinde Sağlık Bakanı’na dahi sorulamayan sorulardan söz ediyoruz örneğin. Hatta soru sormak yerine bir ‘gazeteci’ çıkıp meslektaşlarını şikâyet edebiliyor. Elbette istisnalar yine var ve kaideyi bozmak için daha çok çalışıyor. Ancak onların 192 yıl sonra hâlâ istisna olması, birçok değerli tarihçiyle birlikte Orhan Koloğlu’ndan da alamadığımız derslerin bir sonucu. Orhan Koloğlu’nu, “İyi ki yaşadı” diyerek, saygı ve minnetle uğurluyorum.

Ümit Alan / BİRGÜN

Kiralık iktidarlar - Mine G. Kırıkkanat


Yıl 1303. Avrupa’yı kasıp kavuran kara veba, yıkılış sürecine giren Roma İmparatorluğu’nun dokuz yüz elli üç yıldan beri başkenti Konstantinopolis’e henüz uğramamış.
İmparator İkinci Andronikos’un, cesetler karardığı için “kara veba” denilen salgından başka dertleri var. Ekonomisi çöken ve egemen sınıfı yozlaşan Kutsal Roma mülkü, bir yanda kurtarıcı diye gelip hükümranlığını vesayet altına alan Cenevizliler, öte yanda topraklarını kemirerek ilerleyen Türk boyları arasında ezile büzüle küçülüyor.
Devletin savaş gücü kalmamış. Askerini besleyemiyor. Ordusu bozgun. Sadık komutanlar harcanmış, kalan kifayetsizlerin hepsi yoz...
O yıllarda Katalonya’da konuşlanan kiralık askerlere, Almogoveres deniyor. Çoğu Haçlı seferlerinin artığı bu başıbozuklara Germen kökenli, Sicilya doğumlu, afarozlu Malta şövalyesi bir soylu komuta ediyor: Roger de Flor. Kılıcı keskin, gözü kara, acımasız bir savaşçı. 1291’deki son Haçlı seferine Malta şövalyesi olarak katılmış, yağma parasının büyük bölümünü iç ettiği anlaşılınca şövalyelikten atılmış. Paralı asker olarak Katalonya ve Sicilya’nın da hükümdarı Aragon Kralı Federico’nun emrine girmiş. Mayorka ve Valensiya’yı fetihle Aragon’a bağlayınca, kral tarafından Almogoveres bölüklerine başkomutan atanmış.
Konstantinopolis’te Katalan bölüğü
Roger de Flor, tıpkı silah arkadaşları gibi kuralsız, maceracı, serseri ve çapulcu ama iyi komutan. Parayı bastırana ordusuyla hizmet veriyor.
Zor durumdaki Konstantinopolis tahtına mektup yazıp yardım öneriyor. İmparator Andronikos, kabul ediyor.
Eylül ayı başında Barselona’dan yola çıkan 39 kadırga, birkaç gün sonra Haliç’e demir atıyor. Roger de Flor komutasındaki 4 bin Almogoveres’ten oluşan “Büyük Katalonya Bölüğü” önce Ceneviz vasiliğine saldırıyor. Konstantinopolis’te yaşayan üç bin Latin Katoliği kılıçtan geçiriyor. Ceneviz vesayetinden yaka silken Roma İmparatoru, çok memnun. Roger de Flor’dan Anadolu’ya geçip ilerleyen Türkleri geri püskürtmesini istiyor.
Avrupa’dan gelen paralı askerlerle mevcudu büyüyen başıbozuk Katalan ordusu, gemilerle Kapudağ’da karaya çıkıyor.
Anadolu’da Katalan derebeyliği
Askerlerin teçhizatları hafif, çok hızlı ve dehşetengiz savaşçılar. Roger de Flor komutasında Karesi Türkmenleri, Aydın, Menteşe, Karaman, Saruhan, Germiyan beylik güçlerini yeniyorlar. Vura kıra ilerliyor ve Türk boylarını Kilikya’ya kadar geriletiyorlar.
İmparator Andronikos, Katalan savaşçılar fetih bölgelerinde yaptıkları yağma ve talanda Rumlara zarar verseler de hâlâ memnun. Komutan Roger de Flor’a Megadük unvanıyla emperyal donanma kaptanlığı ve kardeşi İrena’nın kızı Maria’yı zevce veriyor.
Ancak zafer sarhoşu Roger de Flor’a artık böyle ödüller yetmiyor. Anadolu’da aldığı topraklarda hüküm sürmek istiyor. Andronikos korkmaya başlıyor ama çaresiz. Al takke ver külah pazarlıklar sonrası, Katalan serdengeçtiye Emperyal Sezar unvanıyla, kentler haricindeki fetih topraklarında, zamanın özerk bölgesi diyebileceğimiz derebeylik hakkı veriyor.
Ancak veliaht oğlu Dokuzuncu Mihailos, davet gerekçesiyle Edirne’ye getirttiği Roger de Flor ve beraberindeki 150 şövalyeyi 5 Nisan 1305 gecesi, bir ziyafet sofrasında öldürtüyor. Veliahtın niyeti, başıbozuk ordunun kafasını kopardıktan sonra kuyruğunu ezmek.
Katalan öcü
Ne var ki kuyruktaki Almogoveres’lerin içinden, öldürülenlerin öcünü almaya yeminli yeni başlar çıkıyor. Kiralık askerler ordusu, Katalan soylusu Berenguer d’Entença’nın komutasında Trakya ve Makedonya’yı yakıp yıkarak Konstantinopolis’e giriyor. Sarayda söz sahibi olup iç çekişmelerden yararlanarak Atina ve Neopatria dükalıklarını Aragon Krallığı’na bağlıyorlar!
Roger de Flor’un Roma’ya hükmü hepi topu iki yıl sürüyor ama tarihte “Katalan öcü” diye anılan süreçte elden çıkan iki dükalık, Konstantinopolis’teki imparator tarafından ancak 1390’da geri alınabiliyor. Çok da elde durmuyor.
Anadolu’nun fethini tamamlayan Türkler, 1390’ı izleyen 60 yıl içinde Roma İmparatorluğu’ndan geri kalanı yutuyor.
Alman tarihçi Hieronymus Wolf’un, salt Kutsal Roma’yı Türkler fethetti dememek için 1562’de uydurduğu Bizans etiketi yapıştırılan Roma İmparatorluğu, bin yıldan fazla hüküm sürdüğü toprakları kiralık asker, kiralık orduyla savunmak zorunda kaldığı zaman bitmişti zaten!
Türkiye’de korona salgını gerekçesiyle yapılan infaz yasasının kiralık silahşorları salıp, kiralanamayan kalemşorları tuttuğuna bakıyorum da... Bu topraklardaki bir egemenliğin daha kiracı kontratı bitiyor, galiba.
Baharsız Bahar
Nasıl hayal ettik bu baharı
bir dal nisan yağmuru
bir dal badem çiçeği
sevdiklerimizin elleri
sıcacık yürekler
gökyüzü bile karantinada
yok olmuş sokaklar
bir baktık karşımızda
baharsız baharlar

A.KADRİ ERGİN

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet


Aman gelme! - Özdemir İnce

Korona salgınının başlamasından bu yana Bodrum, Marmaris, Fethiye, Çeşme, Didim, Kuşadası gibi tatil merkezlerinin ve adını anmadığım beldenin belediye başkanları, buralarda ikinci evleri olan hemşerilerine “Aman gelmeyin!” diyorlar, lanetli muamelesi yapıyorlar. 
Aman gelme” dedikleri insanlar üstelik oraların nüfuslarına kayıtlı. Oylarını buralarda kullanıyorlar. Büyük bir bölümü de oylarını bu belediye başkanlarına vermişler. Belki haklılar ama belki! Saray rejiminin işine gelen bir tavır.
Bu engellemelere, bu “davetsiz misafir” tafrasına kimse sesini çıkartmıyor. Bir kez daha tamirci çantamı açmak zorunda kalıyorum.
***
Bu cüzamlı korkusunun, bu bencil muhalefetin görünen iki gerekçesi var:
1- İkinci evlerine gelmek isteyen yazlıkçılar mutlaka salgın yayıcılarıdır.
2- Yukarıda adını verdiğim yerlerde yeterli yoğun bakım yatağı yok. Örneğin Marmaris Belediye Başkanı, “Sadece 13 yoğun bakım yatağımız var. İlçeye giriş kısıtlansın” diyor. Benzer mazeretleri öteki belediye başkanları da söylüyor. Aynı şeyleri, geçenlerde, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı da söyledi bir televizyonda.
Haklı gibi görünüyorlar. Ama bir sorum var: Verdikleri sayı devlet hastanelerindeki yoğun bakım yataklarının sayısı mı? Verdikleri sayı yerli nüfus için yeterli mi?
Bu tatil merkezlerinde özel hastaneler yok mu?
***
Hacı Google’a baktım:
Bodrum’daki özel hastaneler: Amerikan Hastanesi, Acıbadem Tıp Merkezi, Özel Roma Med Tıp Merkezi, Özel Tepe Clinic.
Marmaris’teki özel hastaneler: Ahu Hastanesi, Yüceler Hastanesi, Caria Hastanesi, Özel Armutalan Polikliniği.
Bu özel hastanelerde yoğun bakım üniteleri olmayabilir mi? Olmayabilir. Ama olmayabilir mi? Olmaması sağlık mevzuatına uygun mu?
***
Bu iki yerleşim yerini 1965’ten, Kuşadası’nı 1962’den bu yana bilirim. Marmaris marinasının bulunduğu yerin bok koktuğu zamanları bilirim. Marmaris ve Bodrum marinalarının benzerleri Yunanistan’da, İtalya’da, Fransa’da yok. İspanya’da var mı bilmiyorum. Bu üç yerleşim yerinin resmen ırzına geçildi. Bunlar olurken yerlisi, yersizi, yazlıkçısı, kışlıkçısı göz yumdu. Türkbükü’nün elektriksiz, susuz, motelsiz, otelsiz; Günaylı, Sabrili, Osman Çavuşlu, Vambery’li, Elçinli zamanlarını çok iyi bilirim. Köyün ilk konukları Samih Tiryakioğlu, Leyla Vekilli, Selahattin Hilav, Aziz Çalışlar idi.
Kuşadası’nda Mahmut Özay’ı anımsayan var mı? Kendisi ufak tefekti ama büyük yazardı, benzersiz öykücüydü! Kuşadası’nda heykeli olmalı. Can Yücel, Marmaris’te turizm ofisinde görevliydi. Bilen var mı?
***
Şimdi gelelim Vehbi’nin Kerrakesi’ne: Bu salgın bu aylarda değil de mayıs haziran aylarında çıksaydı ne yapacaklardı? Bodrum ve Marmaris nüfusunun yaz aylarında 1 milyonu geçtiğini söyleyip övünür turizm bakanları ve tüccarları...
Diyelim ki yazlıkçılar, yasaklamalar ve türlü nedenler yüzünden bu yaz evlerine gelemediler: Yoğun bakım yatakları sorunu nasıl çözülecek? O zamana kadar ne türlü önlem alınır bilemem ama şu günler bu konuda mutlaka bir şeyler yapılmalı? “Gelmeyin!” demekten başka? Gelmesini istemediğiniz insanlar elbette vergi veriyorlar. Hane başı her gün kim bilir ne kadar para harcayıp oraları besliyorlar.
Türkçede daha nazik sözcükler vardır, onlarla cümleler kurulabilir. Geçmiş yıllarda bir Bodrum belediye başkanının “Buraya zenginler gelsin!” dediğini de hatırlıyorum.
***
Bodrum yasaklamasını haklı bulan Rahmi Turan (Sözcü, 6.4.2020) yazdı. Bodrum’daki üç hastanede toplam 35 adet yoğun bakım ünitesi varmış. Bu mazeret değil. Önceki sorumu tekrarlıyorum: Bu korona belası tatilin doruk noktasında (!) gelseydi n’olacaktı? Gelecek yıl gelirse n’olacak?! Böyle yerler kışa göre değil yaza göre önlem almalı!
Özdemir İnce / CUMHURİYET

Esat Yıldız: Markette allanıp pullanan bakliyatı düşman gibi görüyorum - Filiz Gazi

Konuşmamızın bir yerinde “Dünyayı ayakta tutan tarım işçisidir” diyor Esat Yıldız. 13 yaşından beri Uşak Eşme’de tütüncülük yapıyor. Mevsimlik tarım işçileriyle yapılabilen tütün üretimi şu zamanda virüs nedeniyle eski usül devam edemeyecek. Mevsimlik işçiler nasıl evde kalabilir diğer yandan? Yıldız, “Nohutu, fasülyeyi, bulguru dışarıdan ihraç edersen ne olur? Markette allanıp pullanan, makyajlanan nohut, mercimeği görünce sanki bana silahını uzatmış bir düşman gibi görüyorum” diyerek anlatıyor.


Konuşmamızın bir yerinde “Dünyayı ayakta tutan tarım işçisidir” diyor 60 yaşındaki Esat Yıldız. 13 yaşından beri Uşak Eşme’de tütüncülük yapıyor.
Mevsimlik tarım işçilerinin tütünden başlayıp fındığa kadar uzanan ve nerdeyse yılın 12 ayını kapsayan işleri şu zamanda ellerinden alınınca ne olacak? TEKEL’in (Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğü) özelleştirilmesinden sonra tütün üretimi zaten zordayken korona virüsünün etkisi nasıl yaşanacak? Şöyle başlıyor anlatmaya:
“Denizli, Uşak, Manisa komşu iller zaten. Türkiye’de yetiştirilen tütünün geneli buralarda yetiştiriliyor. Burada tütünden yaşamını idame etmeye çalışan insanlar var. TEKEL’in özelleştirilmesiyle beraber tütüncülük de yok olma sürecine girdi. ‘Sözleşmeli tarım’ denilene geçildi. Biz ona öyle demiyoruz. Peşkeş çekildi. Tütün üreticisini, köylüsünü kendi kaderine bırakmak, ne hali varsa görsünler diye TEKEL özelleştirildi. Sözleşmeli tarım, adı üstünde tüccarla üretici sözleşme yapıyor. Bu sözleşme metninde yazılanlar karşılıklı üreticinin ve tüccarın hakkını, hukukunu koruyan bir sözleşme değil. Tüccar cephesinden ‘benim şu taahhütlerimi yerime getir sözleşmesi. Sözleşmeli tarımdan önce TEKEL varken seçeneklerin vardı. 8-10 tane firmaya gidebilirdin. Hangisi uygunsa… Şimdi bir firmayla sözleşme yapabiliyorsun. Hangi fiyat derse ordan alıyor.”
‘TELEVİZYON EKRANLARINDA NARALAR ATILIYOR’
Tarlaya çıkılabiliyor mu? Korona virüsüyle ilgili alınan önlemler mevsimlik tarım işçilerine nasıl yansıyor?
“Manisa’nın köyleri, Denizli’nin Güneyson köyü, Uşak’ın Eşme ve Ulubey ilçeleriyle içli dışlı. Yani illerin sınırdaki köyleri iç içe. Denizli’den baya bir insan dikim ve kırımda geliyordu. Mevsimlik işçiler dediğimiz hani. Örneğin yemek zamanı aynı ağacın gölgesinde iki ayrı ilin mevsimlik çalışan işçileri yemeğini yerdi. Mevsimlik işçiler şimdi bu zamanda tütün dikimine geliyor. Tütün dikiminin arkasından İzmir tarafına incire gidiyor. İncirden fındığa gidiyor. Fındıktan pamuğa… Yılın 12 ayı bu böyle. Koronadan sonra geliş gidişler yasaklandı. Dün Manisa’nın bazı köylerinde jandarma bağa gidene ceza yağdırmış. Eve hapsedilince nasıl geçinecekler? Tütün dikimi Nisan 25’ten Mayıs sonuna kadar devam eder. 3- 5 gün sonra biz de dikime başlayacağız. Bu 35 günlük zaman zarfında örneğin 1000 işçi çalışıyorsa bu sayı 300’e düşecek. Bu tütün üreticisinin çoğunun tütününü dikemeyeceği anlamına geliyor. İki seçenek koydular bizim önümüze. İki ölümden birini seç beğen. Koronaya karşı tedbirini almazsan öleceksin. Ölmeyelim ama benim çoluğum çocuğum ne yapacak? Benim giderlerimi kim karşılayacak? Bu konuda bir vurdumduymazlık var. Örgütsüz olmak, bir araya gelememek, ortak bir fikriyat etrafında buluşamamak korona kadar tehlikeli. Tarım iş kolunun her ayağında bu böyle. Böyle bir handikapla karşı karşıyayız.”
Yıldız, üretici olarak kendi aralarında yaptıkları sohbetleri de paylaşıyor:
“Bazılarımız Ziraat Bankası’na borçlu. Diğerleri ikinci bankaya borçlu. Öbürleri üçüncü bankaya borçlu. Televizyon ekranlarında naralar atılıyor yok işte kamu bankaları çiftçiye şöyle yardım yapacak… Öyle bir şey yok. Sorunun sahibi olarak diyorum: Bankalar insanlara telefon ediyor, borcunuzun vadesi geçti şunu yapın, bunu yapın diye… Özel sektör bu zamanda 2020’de dikeceğimiz tütüne yönelik avans verirdi. Bunla tütünler dikiliyordu. Ziraat Bankası’na olan borç kapatılıyordu. Tekrar kredi çekiliyordu. Uzun yıllardır bu böyle. Açık yaramız. Evinde ahırında af buyur koyun keçisi varsa işte onu satanlar var. Komşu köyde bir tanıdığın büyükbaş hayvanı vardı beceremedi, olmadı. Üç beş küçükbaş hayvan aldı. Banka sıkıştırınca onları da sattı.”
‘BOĞAZIMIZA URGAN TAKACAK HALLERİ YOK’
Önümüzdeki günlerde neler yapabilecekler?
“Tütünü bir karış boya geldiği zaman tarlana aktarıp dikmen lazım. Boyu 20-25 cm olunca, pırasa diye tabir ettiğimiz, onu dikme şansın yok. Önümüzdeki 20 gün içinde tütünler dikilmezse fideleri de iptal edeceğiz artık. Hangi sonla kalacağımız belli açık. Bu siyasal iktidarın buna çözüm getirebilecek niyette olduğuna inanmıyorum. Tamamen sermayeyi kurtarmaya yönelik tedbirlerini aldılar. Kendi yağıyla kavrulan köylüye karşı bunlar… Ben ya traktörümü satarım ya arazimi. Türkiye’de arazilerin çoğu 90’lardan beri ipotekli. Bu süreç bitince kendi bağımız bahçemizde tamamen uluslarası sermayenin kulu kölesi olacağız. En sonunda herhalde boğazımıza urgan takacak halleri yok. İşte traktörü götürürler, tarlalar zaten bankalara ipotekli. Bu benim sağlığımı da etkileyecek. Okutulan çocuklar okulundan dönecek ama babasının bağına bahçesine dönme gibi bir şansı yok. Köylünün yok olması başladı diye düşünüyorum. Bundan 15-20 yıl önce tütün ekiminde çalışanların yaş ortalaması her kimse 35-40’tı. Şimdi yaş ortalaması 60. Okuma imkanı olmamış, becerememiş, gündelik işçi olarak çalışmak zorunda kalmış kırsaldaki genç babasının bağında bahçesinde tütün tarlasında çalışıyor ama karşılığını alamayınca kaçmak istiyor. Asgari ücretten maaşımı alayım, sigortam yatsın buna şükrederim diyor. Bundan dolayı kırsaldan şehirlere karın tokluğuna kaçan büyük yığınlar var.”
‘DÜNYAYI AYAKTA TUTAN TARIM İŞÇİSİ’
“Dünyayı ayakta tutan tarım işçisi” diyor Yıldız:
“2017 yılının mahsulü nohut benim evimde çuvalların içinde. Üreticinin 2017’de 7- 8 liraya kadar sattığı nohut şimdi 1,5- 2 lira. Nohudu, fasülyeyi, bulguru, mercimeği dışarıdan ihraç edersen ne olur? Markette allanıp pullanan, makyajlanan nohut, mercimeği görünce sanki bana silahını uzatmış bir düşman gibi görüyorum. Topraktan çıkan tohum gibi namlunun ucu bize uzatılmış.”
Yıldız, “organik tarım” furyasına da değiniyor ve onla birlikte kurulan kooperatiflere:
“Bilgi kirliliği aldı başını gitti. Her yerde organik ürünler var. Büyük kentlerden sahil kenarlarına kaçış gibi yeni şeyler türedi. Bunların çoğunu hobi olarak görüyorum. Bunların arasında samimi olanlar da var. Küçük şeyler üretip semt pazarlarına getiriyorlar ama organik tarım farklı konu. Şu kooperatif, bu kooperatif falan… Artık kooperatifin ne olduğunu da insanlar karıştırdı. Üretimden market rafına gelene kadar tamamen üreticinin söz sahibi olduğu bir demokratik halk kooperatifçiliğini inşa edebiliyorsak benim için kooperatifçilik odur. 3- 5 kişi bir araya gelmiş kooperatif kurmuş falan. Sessiz, sakin, sabırla geriye döndüğünde arkada iz bırakabilen bir birliktelik inşa edebiliyorsak o kooperatiftir.”
Filiz Gazi / duvaR.

Bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve yüzümüz - Orhan Gökdemir

Şehre tepeden bakıp ululamak değildir şiir. Tevkifhanede falakadan şişmiş ayaklara tuz basarak ve nefsiyle hesaplaşarak dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünmektir her zaman!

Kara kuru bir dilimiz oldu son yıllarda. Edebiyatı, şiiri piyasanın tecavüzüne uğramış karanlık bir dönemden geçiriyoruz çünkü. Elif Şafak-Orhan Pamuk edebiyatın, Sunay Akın-Küçük İskender şiirin taşıyıcıları. Christopher Caudwell’in dediği gibi “ölen bir kültür”ün koma hâli görünümleri bunlar…
Ne çıkar bundan? Hiç. İşte, hâlimiz ortada. Bunlarla büyüyen yeni kuşak Necip Fazıl’ı büyük şair sanıyor. Haklılar da bir bakıma. Orhan Pamuk büyük yazarsa Necip Fazıl büyük şairdir. Bıraktım yazarlığı, Necip Fazıl’ın hayatı Orhan Pamuk’tan, Elif Şafak’tan, adı geçen tuhaf kültür müsamerecilerinden daha renklidir misal. Biraz Fouche, biraz Dostoyevski’dir Fazıl… Türk usulüdür ama. Daha cahili, sığı, boş tenekesidir. Kumarbazdır, üçkâğıtçıdır. Dalavereci, dilenci ve yancıdır… Üzerinize afiyet siyasal İslamcıdır!
Bunlarla dönüp gelebildiğimiz yer ortada. “Aziz İstanbul”un bakılacak yüzü kalmadı, İslamcılar yağmaladı. “Sakarya”nın yüzü dışkıdan kahverengiye döndü, İslamcıların himayesindeki patronlar pisledi. Necip Fazıl’la, Yahya Kemal’le gidebileceğiniz yer budur.
Bu durumda aklımızı, şehrimizi, nehrimizi korumak için nereye sığınacağız? Kaçabileceğimiz son sığınak sosyalizm cephesi. Terbiyedir bu, büyük mirastır. Bir bel kemiğimiz, bir direncimiz, bir dik duruşumuz varsa, bu, içinden geldiğimiz, üyesi olduğumuz büyük ailemizin marifetidir. Gidip baksınlar 12 Eylül zindanlarına. Direndi sol, sustu, adını söylememeyi bir onur meselesi hâline getirdi. Başka şeylerin yanında şiirin yüzü suyu hürmetinedir… Şiirsiz direnemez kimse, şiirsiz yazamaz, şiirsiz kavga edemez, şiirsiz dik durmak mümkün değildir. Şiirsiz sahip çıkamazsınız şehrinize, nehrinize. Bu dirence yaslanmayanda şiir bulmak artık mümkün değildir.
***
“İstanbul’da, Tevkifane avlusunda,
güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,
bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm
                                            yerde su birikintilerinde kımıldanırken,
ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,
ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa
                                            hepsini taşıyarak;
dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm…”
Şehre tepeden bakıp ululamak değildir şiir. Tevkifhanede falakadan şişmiş ayaklara tuz basarak ve nefsiyle hesaplaşarak dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünmektir her zaman!
***
Bir devri, bir dönemi kapatıyoruz. Nefsine uyup Saraya sığınanları saymayı çoktan bıraktık. Bir de iktidarın bir bülteninde kurduğu örümcek ağına gönüllü yakalanan aydınlarımız vardı, hatırlarsınız. Son zamanlarda azaldı sayıları. Belki de kaynakları tükendi. Boşluğumuza denk geldi, pamuklara sarıp koruduklarımızı bir söyleşi uğruna buruşturup çöpe attılar. Ağı kuran belli, ağa atlayanlar ortada. Ama yiğidin hakkını yiğide verelim, çöpe atılmak bir seçimdir, başka türlüsünü düşünemeyiz. 
“Şehir susuzluktan kıvransa / Onların şapkasına yağmur yağar / Hem sağcıdırlar hem solcu / Ama yüzde beş yüz lambacı”
Böyle tarif ediyor “lambacı” aydınları Salâh Birsel. “Şehir susuzluktan kırılsa / Onların şapkasına yağmur yağar” ne güzel tarif. Şehir susuzluktan kırılırken şapkasına yağmur yağdırmaya çalışanların aydınla, aydınlıkla ne işi olur? Kaldı ki şiir! Şehir susuzluktan kırılırken şapkasına yağan yağmuru reddedebilendir aydın. 
Biliyoruz, soyu tükenmekte olan bir tür artık. 12 Eylül kırdı, 1990’larda faşizm biçti. Arkada kalanlar “insan hakları” söylemi üzerinden liberalizme devşirildi. Dramatik “yetmez ama evet” kuyusuna böyle itildik. Öyle inanıyorlardı ki “Kemalizm’in” yarattığı sorunu “Tayyibizm” çözecek. Kurtlar sofrasına oturdular o inançla, insanımızın, halkımızın kurdu oldular. “Şehir susuzluktan kırılsa / Onların şapkasına yağmur yağar…” Zalime kapılananın şapkası hep ıslak kalır!
***
Haliyle önümüzde gerçek sorunlar var şimdi. Kemalizm bitti, yerine yobazizm geldi. Laiklik bitti, tahtına dincilik oturdu. Aydınlanmanın ışığı söndü, karanlıktayız. 
Sizin alınız al inandım / Sizin morunuz mor inandım / Tanrınız büyük amenna / Şiiriniz adamakıllı şiir / Dumanı da caba” diyor Turgut Uyar bu karanlığa bakarak. Tanrıları büyük, şiirleri adamakıllı, üstelik dumanı üstünde kaba saba adamların iktidar olduğu tuhaf bir dönemin içinden geçiyoruz. Düşünün, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Elif Şafak’a evrilmiş bir edebiyat var önümüzde.
Bu durumda şiiri, edebiyatı, hayatı tahkim etmeliyiz yeniden. Piyasanın tasallutundan kurtarmalıyız kaptırdığımız ne varsa. Yazmak, yaratmak her zamankinden daha kutsal, her zamankinden daha devrimci bir iş o yüzden. 
Şapkamıza yağmur yağmasa da ucu özenle sivriltilmiş bir kurşun kalemin ucundadır düğüm. Güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra, bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve yüzümüz yerde su birikintilerinde kımıldanırken ve dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünürken olup biter her şey. Kavga sanırsınız, şiirdir!
Orhan Gökdemir / SOL

Koronavirüs Sonrasında Dünya? - KORKUT BORATAV

'Ortak bir tespitten hareket ediliyor: Öngörülemeyen, ancak etkileri frenlenebilecek bir salgın karşısında kapitalizm bir sistem olarak veya bugünkü ('neoliberal') düzenleme biçimi içinde çaresiz kaldı. Üstelik çaresizlik, sistemin yoksul, azgelişmiş çevresinde değil, merkezinde ortaya çıktı. Salgının yaygınlığı, kurban sayıları, oranları ABD’de, İngiltere’de ve üç büyük AB ülkesinde zirve yaptı.'


“Koronavirüs sonrasında dünya eskisi gibi olmayacak…” Bir öngörü, bazen de bir çağrı olan bu ifadeyi defalarca duyuyoruz.
Ortak bir tespitten hareket ediliyor: Öngörülemeyen, ancak etkileri frenlenebilecek bir salgın karşısında kapitalizm bir sistem olarak veya bugünkü (“neoliberal”) düzenleme biçimi içinde çaresiz kaldı. Üstelik çaresizlik, sistemin yoksul, azgelişmiş çevresinde değil, merkezinde ortaya çıktı. Salgının yaygınlığı, kurban sayıları, oranları ABD’de, İngiltere’de ve üç büyük AB ülkesinde zirve yaptı.
İzolasyon ortamındayım. “Koronavirüs sonrasında dünya?” sorusunu tartışan yazılar hem önemli, hem de çekici oluyor. Bazılarını okurlarımla paylaşmak, tartışmak istiyorum.
Bugün, salgının merkezinden (İngiltere’den) başlayacağım: Kapitalizm için yeni bir toplumsal sözleşme çağrısı…

Financial Times yeni bir “toplumsal sözleşme” öneriyor…

Financial Times (FT), Batı kapitalizminin, özellikle de İngiliz finans sermayesinin sözcülüğünü üstlenmiş seçkin yayın organlarından biridir.
“FT Editörler Kurulu” imzası ile 3 Nisan 2020 tarihli sayısında yayımlanan bir yazının uzun başlığı dikkat çekicidir: “Virüs, toplumsal sözleşmenin kırılganlığını (“frailty”) ortaya koydu: Herkese yarayacak bir toplum oluşturmak için radikal reformlar gereklidir.”
Bu gazetenin Editörler Kurulu zaman zaman bu türden çağrılar yapar. Pek çoğu, neoliberal doğrultuda “toplumsal mühendislik” önerileridir. Küreselleşmenin fanatik savunucusudur; bu nedenle Trump’ın korumacılığına ve Brexit’e karşı çıkar.
Gazete, “dünyanın hali, ülkelerin kaderleri” ile de yakından ilgilenir. Lügatçesinde emperyalizm sözcüğü yer almaz. Örneğin Editörler Kurulu, 13 Kasım 2019 tarihli bir yazıda Bolivya’daki ABD destekli askerî darbeye, “bu bir darbe değildir” diye teşhis koydu; utanmadan devrik Başkan Maduro’yu kusurlu buldu.
Editörler Kurulu’nun bu özellikleri 3 Nisan tarihli yazının yukarıda aktardığım başlığı ile uyumlu görünmüyor. Yazının devamı da aynı “aykırı” doğrultuda seyrediyor. Önemli kesimlerini aktarıyorum:
“Koronavirüs ve onunla mücadele için gereken yasaklamalar, mevcut eşitsizliklere ışık tutuyor; yenilerinin de yaratılacağı ortaya çıkıyor. Tüm ülkeler hastalığı yenmenin ötesinde bir sınavdan geçiyor: Bugünkü çıkar ortaklığı duygusu, kriz sonrasında toplumları biçimlendirecek mi?”
“Batı’nın liderleri Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında şu gerçeği öğrenmişlerdi: İnsanlardan fedakârlık talep etmek için herkese yarayacak bir toplumsal sözleşme önerilmelidir. Bugünün krizi, zengin toplumların bu idealden ne kadar uzakta kaldığını ortaya koydu.”
“Savaşı kazanan liderler, sonraki güzergâh için zaferi beklemedi. Franklin D. Roosevelt ve Winston Churchill 1941’de Birleşmiş Milletler’e giden yolu açan Atlantik Bildirisi’ni yayımladı. Britanya 1942’de Beveridge Raporu’nu yayımladı; kapsayıcı bir refah devletini üstlenmiş oldu.”
FT Editörler Kurulu, 2020’nin insanlarına seksen yıl önce sonunda kapitalizmin liderlerinin uzlaştığı “toplumsal sözleşme”yi hatırlatıyor: “Herkese yarayacak bir refah devleti…”
Bu ifade, kapitalizmin, sermaye ve emek arasında çıkar ortaklığını öngören bir düzenleme biçimini özetliyor. Bu toplumsal uzlaşma, kırk yıla yaklaşan bir dönem boyunca kapitalist dünya sistemini biçimlendirdi ve “Altın Çağ” diye de adlandırıldı.
Batı’daki temel yapı taşlarından biri, Britanya’da bir kaç yıl sonra başlatılacak refah devleti ilkelerini öneren Beveridge Raporu idi. Sonraki yıllarda İngiltere’nin iki büyük partisi, Muhafazakâr ve İşçi partileri, bu programın kurumlaşmasını bir anlamda ortaklaşa gerçekleştirdi. İngiltere, 1945 sonrasında Batı’daki yönelişlere de bir anlamda örnek oldu.

Financial Times’ın çağrısı altı ay gecikmiştir…

Refah devletinden neoliberalizme geçiş… Bu tarihçeye burada giremem. İki tespitle yetineceğim: (1): Kapitalizmin Altın Çağı, sömürgeciliğin son bulması, sosyalist blokun etkisi, Bağlantısızlar Hareketi ve uluslararası Keynes’cilik sayesinde Üçüncü Dünya’yı da kapsadı. (2): İngiltere, bu dönüşümün başlangıcını da, bitimini de simgeledi. Margaret Thatcher, 1979’da refah devletinin giderek tasfiyesini hedefleyen bir programla seçimi kazandı ve Batı’da neoliberal karşı devrimi başlatan siyasetçi oldu.
“Karşı devrim” diyorum; zira, neoliberalizm, aslında, sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü gerçekleştirme tasarımıdır. FT Editörler Kurulu’nun bugün özlemle andığı refah devletini de reddeden bu tasarım, sonraki kırk yıla da damgasını vurdu.
FT, bu karşı devrimci dönüşümün sonuçlarından Nisan’da yakınıyor ve seksen yıl öncesinin toplumsal uzlaşmasına dönüş çağrısı yapıyor.
Ne var ki bu çağrı, altı ay gecikmiştir. Ülkesinde Ekim 2019’da erken seçim kararı alındı. Jeremy Corbyn’in liderliğindeki İşçi Partisi, “refah devletine dönüş”ün ilk adımlarını oluşturan bir programla iktidara aday oldu. Üstelik, Brexit’e öncelik veren neo-faşist Boris Johnson’un Muhafazakâr Partisi’nin rakibi olarak…
Bu kritik dönemeçte FT Editörler Kurulu ne yaptı? Brexit sorununu unuttu; İşçi Partisi’nin programına karşı sermaye çevrelerinin başlattığı sert muhalefetin ön saflarında yer aldı. 25 Eylül 2019’te “Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi Britanya’yı yönetmeye ehil değildir” başlığı altında bir yazı yayımladı.
Düzmece bir “Yahudi karşıtlığı” (anti-semitizm) suçlamasına FT de katıldı; Corbyn’in Aralık’taki seçim yenilgisini coşkuyla karşıladı. Editörler Kurulu bununla yetinmedi. Refah devleti programıyla İşçi Partisi’ni sola taşıyan Corbyn’in etkisi tümüyle tasfiye edilmelidir. Bu çağrı, 15 Aralık 2019’da FT Editörler Kurulu imzasıyla “İşçi Partisi sol kanadının gücünü kırmalıdır” başlıklı bir yazıda yer aldı.
Etkili olduğu da söylenebilir. FT’nin yeğlediği Sir Keir Starmer delegelerin yüzde 56’sının oylarıyla İşçi Partisi liderliğine getirildi. Eşi Musevidir.

İnsanlığın çaresizliği…

Bir ileti izledim: İspanya’da bir TV muhabiri kendisine ulaşan bir sesli mesajı ağlayarak aktarıyor: “Madrit’te 65 yaşını aşkın hastalara müsekkin veriliyor; solunum cihazları alınıyor; bu insanlarımız ölmeye terk ediliyor…”
Durum budur. Sermayenin sınırsız tahakkümü, koronavirus salgını karşısında insanlığı çaresiz bıraktı. Bu tahakkümü hayata geçirenler, yönetenler, ona alet olanlar paniğe kapıldı. FT Editörleri gibi “böyle devam edemeyiz” diye yakınmaya başladı.
Ama aynı zamanda emeğin, yoksulların, Altın Çağ’daki kazanımlarının bir bölümünü geri almaya dönük tüm örgütlenmeleri insafsızca önlemeye öncelik verdiler. Tahakkümü hayata geçiren tüm ideolojik, politik araçları sonuna kadar kullanarak…
“Güney” coğrafyası söz konusu olduğunda, emperyalizm, devlet gücü ile devreye giriyor. Koronavirüs dahi, örneğin Venezuela ve İran’da sözü geçen hegemonyayı pekiştirmek için fırsat olarak kullanılıyor.
Bu yazıda, Financial Times’ın Yazı Kurulu’ndan dört örnek verdim. Tarih sırasıyla tekrarlayayım: Bolivya’da faşist darbeyi destekledi; İngiltere’de Corbyn’in iktidara layık olmadığını vurguladı; İşçi Partisi’nde sol kanadın tasfiyesini talep etti. İngiltere’de salgından ölüm oranı yüzde 13’e yaklaşıp dünya zirvesine çıkınca da utanmadan “refah devletine dönüş” çağrısı yaptı…
Elbette insanlığın vicdanı, yani sol kanadı da suskun değildir; koronavirüsü ve sonrasını tartışmaktadır. İzlemeyi, aktarmayı, değerlendirmeyi sürdüreceğim.
Korkut Boratav / SOL

Eğitim Sisteminin Kısa Ömürlü Yüzakı: Köy Enstitüleri 80 yaşında - SOL

17 Nisan, Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümünü. Seksen yıl önce kurulan enstitülerin, eğitim tarihimizin gurur duyulası en önemli parçası olduğu konusunda tüm ilerici eğitimciler hemfikirdir.


1930’lu yıllarda, Cumhuriyet’in kurulmasının üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen halkın eğitim seviyesi istenen düzeye ulaşmamıştı. Nüfusun önemli kesiminin yaşadığı köylerde okul yoktu. Toplam öğretmen sayısı çok yetersizdi ve öğretmenlerin çoğu kentlerde çalışıyordu. Eğitimsizlik yanında, köylerin refah düzeyinin arttırılması ve gerici toplumsal bağlardan kurtarılması da çözülmesi gereken ciddi bir sorundu. Köylerdeki kapalı ve gerici kültür, dışardan gelen öğretmenin etkisini sınırlıyordu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde bu soruna çözüm aranıyordu.
17-29 Temmuz 1939’da toplanan Birinci Maarif Şûrası’nda yapılan tartışmalar sonucunda, köy öğretmenlerinin çok yönlü bireyler olarak yetiştirilmeleri ve köylerin içinden gelmeleri gerektiği kararlaştırıldı. Köylerin ihtiyaç duyduğu bilimsel çözümlere de katkı sağlamak için ‘okul’ yetersiz kalırdı; köylerde ‘enstitüler’ açılmalıydı.
17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Kanunu kabul edildi. O zamana kadar sayısı dört olan Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri’ne dönüştürüldü. 1940-41 eğitim-öğretim yılında on yeni köy enstitüsü açıldı. 1949’a gelindiğinde tüm ülkeye yayılmış 21 tane köy enstitüsünde 12 binden fazla öğrenci eğitim görüyordu.
1943 yılında yürürlüğe konan Köy Enstitüleri Eğitim Programına göre, 22 saat akademik dersler;  11 saat uygulamalı iş becerisi; 11 saat güzel sanatlara ayrılmış olan, haftalık 44 saatlik bir müfredat uygulanıyordu. Her öğrencinin, yıllık ortalama yirmi tane dünya klasiğini okuması ve bir müzik aleti çalması zorunluydu. Enstitü binaları, yemekhane, spor sahası gibi alanlar genellikle öğrenciler tarafından inşa ediliyordu. Karma eğitim uygulanıyor; uygulamalı iş dersleri, bulunulan yerelliğin özelliklerine göre belirleniyordu. Hatta  bazı enstitülere, ebe ve sağlık memuru yetiştirmek üzere sağlık kolu da açılmıştı.
Her hafta, tüm öğrenci ve öğretmenler bir alanda toplanarak bir önceki hafta yapılan çalışmaları değerlendiriyordu. Öğrencilerin özgürce soru sorduğu ve eleştiriler yaptığı bir ortam yaratılmıştı.
Mücadele dolu yıllar
Yaparak, yaşayarak öğrenme modelinin uygulandığı; öğrencilerin sadece bilgi almalarını değil çok yönlü gelişimini hedef alan köy enstitülerinin ömrü sadece ondört yıl sürdü. Sadece sonunda değil; bu ondört yılın tamamı gericiliğe karşı mücadele vererek geçti. En başından itibaren, büyük kısmı aynı zamanda köy ağası olan burjuva siyasetçileri enstitülere karşı bir politika izledi. Talim Terbiye Kurulu’nun gerici üyeleri müfredat düzenlemelerini onaylamıyor, İkinci Maarif Şurası’nda köy enstitülerine karşı ideolojik argümanlar üretmeye çalışıyorlardı. Bunun üzerine müfredat programı, Talim Terbiye Kurulu üyelerine sunulmadan Hasan Ali Yücel’in insiyatifiyle yürürlüğe konuldu.
Dönemin nesnel koşulları gereği ülkenin hızlı kalkınması ve toplumun nitelikli eğitim alması hedefi öncelikliydi. Sonuçta saldırılara göğüs gerildi, kendini aydınlanmacı eğitime adamış İsmail Hakkı Tonguç ve ekibinin çabaları sonuç verdi. Birkaç yıl içinde köy enstitüsünde yetişmiş genç öğretmenler köylerde çalışmaya başladı. Aydınlanma mücadelesi de keskinleşti. Köylerde aşiret liderlerinin güçleri sarsılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu defa koşullar köy enstitülerininin aleyhinde şekilleniyordu. Dış politikada Sovyetler Birliği’nden uzaklaşan Türkiye’ye ABD’den Marshall Yardımı teklifi geliyor; ancak bir takım isteklerde bulunuluyordu. Bu isteklerden bir tanesi köy enstitülerinin kapatılmasıydı. Bir kısmı “köy ağalarından” oluşan gerici bloğun da bastırmasıyla CHP hükümeti ilk etapta köy enstitülerini kapatmadı ancak çok önemli değişiklikler yaparak önemli darbeler vurdu.
1946 yılından başlayarak karma eğitim kaldırdı. Kız öğrenciler birkaç enstitüde topladı. Bunun üzerine enstitülerdeki kız öğrenci sayısı dramatik şekilde düştü. Öğrencilerin özgürce söz aldığı toplantılar kaldırıldı, öğretmenlerin kullanımına verilen iş araç, gereç ve makineleri geri alındı. Köy enstitülerine karşı yükselen sesleri bilinçli olarak bastırmayarak, enstitüleri korunmasız bırakıldı.
Süreci tamamına erdirmek ise 1954 yılında Demokrat Parti iktidarına düştü.
Köy Enstitülü öğretmenler
Köy enstitülerinde yetişen öğretmenler, ülkemizdeki devrimci birikime önemli katkılar sağlamışlardır. 1965 yılında Türkiye Öğretmen Sendikası’nı (TÖS) kuran, 1969 yılındaki Büyük Öğretmen Boykotu’nu ve Devrimci Eğitim Şurası’nı örgütleyen kadrolar köy enstitülü öğretmenlerdir. Hem işçi sınıfı örgütlülüğüne hem de ülkemizin aydınlanmacı birikimine önemli katkılarda bulundular.
Köy enstitülerinin hikayesi bize özgürlükçü, eşitlikçi ve bilimsel eğitimin, kısa zaman ve kısıtlı imkanlara rağmen, toplumu ileri taşımak için ne kadar hayati olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda, bu eğitimi kurmak için mücadele vermek gerektiğini de.
Köy Enstitüleri anılırken genellikle, enstitüler daha uzun süre ayakta kalsaydı ülkemiz şu anda hangi noktada olurdu sorusu akla gelir. Bu anlaşılır olsa da aslında ilk cevaplanması gereken "neden daha uzun süre ayakta kalamadı" sorusu olmalı.
Hatta hepsinden önce, EBA TV marifetiyle gerici eğitimin evlerimize kadar girdiği şu günlerde, köy enstitülerinde uygulanan eğitimi nasıl kuracağımız konusu en başa yazılmalı..
SOL

Öne Çıkan Yayın

Kapitalizmin grotesk hakikati + ABD’nin yeni harita niyeti -Cumhuriyet-

Kapitalizmin grotesk hakikati - Ergin Yıldızoğlu- İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperya...