Lenin ve dış politika - GEORGİY ÇİÇERİN (ÇEVİRİ)

Sovyet Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin'in kaleme aldığı ve Lenin'in ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanmış olan makalesi Lenin'in ülkenin dış politikasıyla da iç politikası kadar yakından ve ayrıntılı ilgilendiğinin birinci elden kanıtlarını sunuyor.



“Lenin ve Dış Politika” başlığını taşıyan yazı Sovyet Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin tarafından kaleme alınmış, Lenin’in ölümünden kısa bir süre sonra, 30 Ocak 1924 tarihinde İzvestiya gazetesinde yayınlanmıştır. Çiçerin'in Lenin'le ilgili anıları, devrimin ülkesini yaşatmak ve burjuvaziye taviz vermemek arasında kurulan hassas dengede bizzat Lenin'in müdahalelerinin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Büyük devrimcinin bir devlet adamı olarak hızla yeni koşullara adapte oluşuna, kıvrak zekasına ve diplomasideki başarılarına dair bir anlatı.
leninism.su’dan aldığımız yazının Türkçe çevirisini Lenin’in 150. doğum yılı vesilesiyle ilginize sunuyoruz. 
Çeviri: Gözde Kök – Lütfiye Pehlivan 
Vladimir İlyiç’in dış politikasını tutarlı bir şekilde açıklamanın henüz zamanı gelmedi. Sovyet Cumhuriyeti'nin tutarlı bir dış politika sistemine sahip olduğu uzun zamandır herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu, Sovyet iç politikasından bile daha büyük bir yeniliktir. Ekim Devrimi’ne kadar kapitalistler tarafından sosyalist dış politikaya benzer bir program uygulama girişimi söz konusu olmamıştı. Ancak Vladimir İlyiç de hiçbir zaman Sovyet Cumhuriyeti'nin tüm dış politikasını sistematik olarak geliştirilmiş bir plan şeklinde açıklamamıştır. İlyiç, bu politikanın inceliğini ve bütünlüğünü zihninde barındırıyordu. Bu alandaki görüşlerini sayısız somut durumlarda açıklamıştır. Yalnızca birkaç genel ilke, dış politikanın bazı temel kavramları genel bir biçimde ortaya konmuştur. Ancak sonraları Lenin’in işleri yönettiği dönemde dış politikaya yönelik tüm materyaller toparlanacak, sistematize edilecek ve günümüzün bir dizi hassas sorunu tarihe mal olduğunda, Lenin’in onu kavradığı şekliyle
Sovyet Cumhuriyeti’nin dış politikasının tutarlı sistemini yeniden kurmak mümkün olacaktır.
Vladimir İlyiç'in devlet hayatının her bir alanına aktif olarak katıldığı dönemde çalışma alanımda onunla neredeyse sürekli temas halindeydim. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, onunla doğrudan konuşmalarımıza ek olarak günde birkaç kez önemli günlük diplomatik meselelerin tüm ayrıntılarını tartıştığımız, bazen çok uzun süren telefon görüşmeleri yapardım. Vladimir İlyiç, derhal her sorunun özünü kavrayarak ve onu geniş politik bir bağlamda ele alarak her daim konuşmalarında diplomatik durumun en parlak analizini yapardı, önerileri ise (çoğu zaman anında muhatap hükümete cevap metni olarak sunardı) diplomasi sanatının ve diplomatik esnekliğin en güzel örneklerini teşkil ederdi.  
V. İ. Lenin ile dış politika konusunda ilk olarak Alman ültimatomununii ardından münakaşa döneminde temasa geçtim. Hepimiz için yeraltı devrimci partisinin eski görüşlerinden iktidardaki hükümetin gerçekliğine olan dönüşüm oldukça zor oldu. Vladimir İlyiç ile ilk görüşmem sırasında henüz "müstehcen" bir barış imzalama gereksinimine boyun eğmeyi başaramamıştım. Ancak, içimde bir dönüşüm yaşadım ve Brest-Litovsk'a gittim. Pskov'dan önceki son istasyonlardan birine vardığımızda, kaçan Çarlık ordusunun daha fazla ilerlememize olanak tanımamasından dolayı neredeyse bir gün beklememiz gerekti. Burada Vladimir İlyiç’ten aşağı yukarı şu içerikte bir telgraf aldık: “Eğer tereddüt ederseniz, bu kabul edilemez bir şey olur.” Ona, irademiz dışında orada tutulduğumuzu ve ilk fırsatta devam edeceğimizi söyledik. Hükümetin Petrograd'dan (şimdi Leningrad) Moskova'ya tahliyesi sırasında Brest'ten döndük. Yeni yerimde, hemen Vladimir İlyiç ile yakın temas kurdum ve kendisine düzenlenen suikast girişimine onunla birlikte çalıştım.
Onun eşsiz politik gerçekçiliği bizleri izlenimlere teslim olma eğilimi kuvvetli bazı yoldaşların düştüğü hatalardan sıklıkla kurtarmıştır.
Brest anlaşmasından sonra Alman birlikleri, herhangi bir sınır çizgisine bakmaksızın, vilayetlerin sınırlarını tanımadıklarından Ukrayna tarafından adım adım ilerlediler.
Vladimir İlyiç’in kişisel müdahalesi sayesinde panik ya da umutsuzluk taşıyan bazı konuşmaların önüne geçildi. Bunun yerine hükümetimiz Vladimir İlyiç’in tavsiyesi üzerine mevcut dayanılmaz duruma yönelik bir yönerge ve yeni müzakereler önerisiyle Alman hükümetine başvurdu. Bu, Ağustos ayında Almanya ile yapılan ek anlaşmalarla sona eren müzakerelerin ve işgal altındaki bölgelerin Almanlar tarafından tahliye edilmesinin başlangıcı oldu. Vladimir İlyiç, karşı tarafın aşırı taleplerine bir sınır koymak gerektiği durumlarda doğru zamanda tavizleri sertlikle birleştirerek bu müzakerelerin karmaşık seyrini özenle takip etti.
Alman askeri monarşisinin temsilcisi Kont Mirbach’ın devrimci başkent Moskova’da bulunuşu doğal olarak sonu gelmez zorluklara ve bazen de neredeyse içinden çıkılmaz durumlara yol açtı. Vladimir İlyiç bu sonu gelmez zorlukların çözümünde Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalamasına ilham veren aynı eşsiz politik gerçekçiliği devreye soktu. Vladimir İlyiç, içinde bulunduğumuz durumun zorluğunu ve taviz verme zorunluluğumuzu dikkate alarak devletimizin haysiyetine saygı duyulmasını güvence altına almış ve ötesinde sertlik gösterilmesi gereken sınırı iyi bilmiştir. “Bu talep abes, bunu yerine getirmeye gerek yok,” derdi bazen. Bu arada, savaş esirlerinin takası ile ilgili müzakerelerde sık sık sürtüşmeler oluyordu. Bu müzakerelerin ayrıntılarına şahsen müdahale eden Vladimir İlyiç, tavizlerin gereksiz olduğu sınırları saptıyordu.
En zor zaman ise, Alman ordusunun derhal saldırıya geçeceğinden endişelendiğimiz Kont Mirbach'ın öldürüldüğü zamandı. Bu zamanda Vladimir İlyiç ile birkaç uzun görüşme yaptım. Vladimir İlyiç, Almanya için Moskova’ya bir saldırının ne gibi zorluklar yaratacağını tamamen doğru bir şekilde ortaya koydu. Vladimir İlyiç, Alman hükümetinden gelen bir Alman silahlı müfrezesinin Moskova’ya girmesi talebini reddetmenin gerekli olduğunu düşünerek cevabımızın sonuçlarını tam bir sakinlikle bekledi. İçgüdüleri Lenin’i aldatmadı ve elde edilen uzlaşmanın sonucu benimle görüşmelerinde yaptığı durum değerlendirmeleriyle bağdaştı.
Ağustos ayında İtilaf devletleri Arhangelsk’i ele geçirip oradan güneye doğru ilerleyerek, Çekoslovakların yardımıyla doğuya doğru hareket ederek ve güneyde Alekseyev’in “gönüllü ordusunu” ileri iterek bize gerçek bir savaş açtığında Vladimir İlyiç, ilerleyen İtilafın saldırısını zayıflatmak için savaşan iki emperyalist koalisyonun düşmanlığını kullanma girişiminde bulundu.
Vladimir İlyiç ile yaptığımız uzun bir toplantıdan sonra, güneyde Alekseyev’e karşı ortak eylemde bulunmak ve bizimle yapacakları anlaşma doğrultusunda Beyaz Deniz yakınlarındaki İtilaf birliklerine saldırmak için bir Alman müfrezesi sevkiyatı olasılığı hakkında teklifte bulunmak üzere yeni Alman Büyükelçisi Helfrich’e gittim. Bu planın daha da geliştirilmesi, Helfrich'in ani gidişiyle kesintiye uğradı.
Bu ilk zorlu dönemde Berlin’deki diplomatik faaliyetlerimizin temel aracı Alman iş çevrelerinin Sovyet Cumhuriyeti ile ekonomik iş birliğine olan ilgisiydi. Bu politikayı zekice yürüten Joffe Alman iş çevrelerine Rusya'yı ikinci bir Ukrayna'ya çevirerek onu bir çöle dönüştüreceklerini ve kendilerini yeniden dirilen Sovyet Rusya ile yapacakları ekonomik iş birliğinin tüm avantajlarından mahrum bırakacaklarını belirtti. Bu bağlamda, Vladimir İlyiç ilk kez yabancı sermayeyi çekmeye ve ona büyük imtiyazlar vermeye yönelik planlarını somutlaştırdı. Bu konuda Vladimir İlyiç ile son derece ilginç konuşmalar yaptım. Nihayetinde yoldaş Bronskiy tarafından geliştirilmiş gibi görünen yabancı sermayeye imtiyaz verme planı aynı zamanda Alman hükümetine ve beraberinde Bronskiy’i Amerika'ya götüren Amerikalı arkadaşımız Albay Raymond Robins'e takdim edildi.
Bu ilk dönemde içinde bulunduğumuz durumun eşsiz zorluğu bir yandan galip Alman emperyalizminin bize yaptığı baskıdan, diğer yandan İtilaf devletlerinin taleplerinin giderek daha fazla sıkıştırmasından kaynaklanıyordu. Vladivostok'un Japonlar tarafından işgali hakkında İtilaf temsilcilerine yapılan ziyareti hatırlıyorum. Vladimir İlyiç daha sonra bana kendisi müdahaleye başlayan İtilaf devletlerinin ikiyüzlü beyanına yarı diplomatik, yarı sarkastik bir cevap vermeyi önerdi.
O zamanki temel kaygımız, soluklanmayı mümkün olduğunca uzatmak ve İtilaf devletlerinin bize karşı beklenen adımlarını geciktirmekti. Başarısız olsa bile İtilaf ile en azından bizi tehdit eden müdahaleyi geciktirebilecek olan anlaşmaya varma girişimlerim sırasında Vladimir İlyiç bana günlük telefon görüşmelerimizde inanılmaz esneklik ve düşmanın darbelerinden kaçma yeteneği sunan en doğru tavsiyeleri verdi. Yine kişisel müdahalesi sayesinde ortaya çıkan keskin köşeleri yuvarlayabilmek mümkün olmuştu. Fransız Büyükelçisi Noulens'in yaklaşmakta olan müdahale hakkındaki gazete röportajından sonra, onun geri çağrılmasını talep ettik ve onu özel biri olarak gördüğümüzü bildirdik. İlk başta iletişimden mahrum bırakmak gibi yöntemlerle ona karşı bir dizi misilleme yaptık, ancak bununla mümkün olan her şekilde kazanmaya çalıştığımız zamana zarar verebileceğimizi hemen fark ettik. Vladimir İlyiç, istenmeyen sonuçlar yaratabilecek gereksiz misillemeleri durdurmak için derhal müdahale etti. Yine, onunla ilginç konuşmalar yaptıktan sonra boşuna uzlaşmaya çalıştığımız Fransız askeri misyon şefi General Lavernham’la uzun bir görüşme gerçekleştirdim. Son güçlerini umutsuz bir çatışmaya sevk eden Fransa her ne pahasına olursa olsun Doğu Alman cephesini yeniden kurmak istiyordu. Hem Lavernham’la yaptığım görüşmede hem de başka durumlarda yeniden savaşa başlamamızın imkânsız olduğu yolunda tüm söylediklerim, İtilafın bize rağmen bile olsa Almanya’ya karşı bir Doğu Cephesi yaratma konusundaki arzularının yeniden ilan edilmesiyle sonuçlandı. Bu konuşmalarda Vladimir İlyiç Fransa için kıta askeri politikasının ne kadar büyük önem taşıdığı konusunda gözümü açtı. Vladimir İlyiç’in Lubersac’ıniii (1922'de Stinnes ile ünlü bir anlaşmaya girenin akrabası) ziyaretine gösterdiği ilgiyi özellikle hatırlıyorum. Bu genç Fransız subay, yeni Rus Halk Ordusu’nun, yani Kızıl Ordu'nun gözle görülür ilk filizlerine yönelik hayranlığını dile getirmişti. 
Vladimir İlyiç, aynı zamanda İngiltere'nin evrensel rolünü değerlendirirken, özel olarak bize gönderilen Lockhart aracılığıyla kendisiyle anlaşmaya varma girişimlerimizi dikkatli bir şekilde takip etti. Bir zamanlar bu anlaşma Çekoslovakların isyanı İngiltere’nin aktif müdahalesine neden olana kadar mümkün görünüyordu. Vladimir İlyiç benimle yaptığı bir görüşmede, İngiltere'nin sırayla bize karşı herkesle müzakere etmeye çalışacağı öngörüsünü bildirmişti. Bu esnekliğiyle İngiltere'nin bizimle de anlaşmaya varmaya çalışacağını söyledim. Vladimir İlyiç ise: “Bizimle diğerlerinden sonra, en son bu işi yapacak,” diye cevap verdi.
İtilaf devletleri gizli çalışmalarını ve ülkemizdeki ayaklanmalara neden olma girişimlerini güçlendirerek bize açık bir saldırı başlattığında, Vladimir İlyiç bu bir dizi güçlü darbeye cevap vermenin gerekli olduğunu düşündü. Böyle zamanlarda esneklik değil anlık güç kullanımı uygulanmalıdır. Ancak, bu kitlesel tutuklama vs. zamanlarında Vladimir İlyiç gereksiz karışıklık oluşma ihtimalini önleyerek her zaman ihtiyaç duyulan yerde esneklik uygulamıştır. Ayrılmaları gerektiğine ikna ettiğimiz Vologdo’da oturan İtilaf elçileri Moskova’ya gitmeleri yönündeki teklifimizi reddettiler. Sonuç olarak, Rusya'dan ayrılmaları doğru bir şekilde gerçekleştirilmiş oldu ve bu da hükümetleriyle ilişkimizi sürdürmemizi kolaylaştırmış oldu. İtilaf ile ilişkilerin zirveye tırmandığı anlarda Vladimir İlyiç, ilk olarak İtilafa barışçı tekliflerle yönelmemiz konusunda ısrar etti. İlk kez Amerikan Konsolosu aracılığıyla İngiltere’ye gerçekten ne istediğini sorduk. Sonra bize dost olan Norveç misyonunun sekreteri Christiansen aracılığıyla resmi barış önerisini gönderdik.
Alman İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında, Vladimir İlyiç’in aldığı ilk karar Alman halkına yabancı emperyalist güçlerin işgaline karşı bir halk savaşı için yardım teklifi olmuştu. Fakat Alman Cumhuriyeti farklı bir yol izledi. Vladimir İlyiç’e Haase ile doğrudan bir hat aracılığıyla yaptığım konuşmaların kaydını okuduğumda bana: “Hiçbir işe yaramayacak, buna son vermek gerek,” dedi.
İtilaf o zamanda Alman birliklerinin İtilaf birliklerinin gelişine kadar yerlerinde kalmasını istedi. Böylece kendileri güç aktarabileceklerdi. İtilaf kararlarını yerine getiren Alman Cumhuriyeti, bize karşı bir müdahalenin hazırlanmasında aktif olarak yer aldı. Haase ve Kautsky'nin politikası bu şekildeydi. Fakat Alman birlikleri, üstlerinin komutalarını dikkate almayarak evlerine gittiler.
Alman birliklerin ayrılmasına paralel olarak ulusal sovyet cumhuriyetleri kuruldu. Vladimir İlyiç’in ulusal programı ilk kez burada hayata geçirildi. Bu plan o esnada “tek bölünmez” Beyaz Muhafız Rusya’yı desteklemekle ve küçük milletlerdeki karşı devrimci hareketlerin gelişmesine katkıda bulunmak arasında gidip gelen karşıtlarımızın üzerinde ciddi bir etki yarattı. İtilaf politikasının, özellikle de Fransız politikasının bu iç çelişkisi, düşmanlarımız için ölümcül bir rol oynadı.
Vladimir İlyiç tüm bu müdahale süreci boyunca düşmanlarımıza barışçıl önerilerle hitap etmemiz konusunda ısrarcı oldu.
Zayıflık izlenimi vermekten endişelenmiyordu. Aksine, bunun İtilaf ülkelerindeki militan müdahaleciliğe karşı baskı uygulamanın en güçlü araçlarından biri olduğunu düşünüyordu.
Prens Adaları Konferansı’naiv davet edileceğimize ilişkin ilk haberler ulaştığında, Vladimir İlyiç bu kez davetin elimize ulaşmasını beklemeden İtilaf devletlerine kendi teklifimizle gitmemiz gerektiğini belirtti. Burada ilk kez gelişmiş bir biçimde İtilaf güçlerinin ekonomik çıkarlarına hitap etme düşüncesini ifade ediyordu. Bu düşünce dış politikada Vladimir İlyiç’in giderek gelişen açılımlarından biri haline geldi. Vladimir İlyiç’in konuyu bizzat uzun uzadıya tartışmasının sonucu olarak ortaya çıkan 4 Şubat 1919 tarihli notada ilk kez borçlarımızı tanımayı kabul ettik, ancak bu tanımanın nasıl hayata geçirileceği hususunu ucu açık bıraktık ve İtilaf devletlerine doğal kaynaklarımızla ilgili imtiyaz önerdik. Bu program Amerikan temsilcisi Bullitt’a sunduğumuz tekliflerde daha da gelişti. Bullitt’e sunduğumuz teklifin her bir kelimesi Vladimir İlyiç tarafından özenle incelendi; bu şekilde teklifin yürürlükten kalkacağı tarih belirlendi. Vladimir İlyiç o zaman şöyle demişti: “Eğer şimdi teklifimizi kabul etmezlerse, bir başka sefer bizden bu kadar avantajlı teklif alamayacaklar.” 
Birkaç ay geçti ve Vladimir İlyiç’in aktif katılımı ile komşularımıza, yeni oluşturulan burjuva Baltık devletlerine ve Finlandiya’ya barış teklifleri götürdük. Bu, resmi olarak bu ülkelerdeki Sovyet hükümetlerini tanımaya son verdiğimiz anlamına geliyordu. Bu bir kez daha dış politikamızda Vladimir İlyiç’in emsalsiz esnekliğini ve politik gerçekçiliğini ortaya koyan bir dönüm noktası oldu. Yanı başımızda burjuva devletlerin nihai oluşumunu hesaba katmamız gerekirdi. Ve Vladimir İlyiç kesin ve açık bir şekilde komşularımızla barış politikası ve dostane ilişkiler teklif ediyordu.  
Bizimle ilk ateşkesi daha sonra da anlaşmayı imzalayan Estonya oldu.v Bir kez daha Vladimir İlyiç’in görüşmelerin tüm detayına nasıl hakim olduğunu hatırlıyorum. Hayati olmayan konulardaki direnci ortadan kaldırdı, barış için önemli tavizlerde bulundu; ama aynı zamanda karşı tarafın abartılı tüm tacizlerini reddetti. 
1920’de bazı yoldaşların kararsızlığı karşısında Finlandiya’ya Pechenga bölgesinin verilmesi konusunda ısrarcı oldu. 
1919 yılı sonundan itibaren büyük İtilaf devletleri ile ilişkileri yeniden ele almaya başladık. Litvinov yoldaş Kasım ayında Kopenhag’a gitti, ve 1920 başında Krasin yoldaş Londra’ya geçti. Vladimir İlyiç karşı tarafın herhangi bir tuzağına karşı en üst düzeyde bir dikkatle ve tüm önerileri özenle gözden geçirerek kararlı biçimde İngiltere ile bir ticaret anlaşmasına yönelmişti. 1920 ortasında Krasin yoldaş Londra’dan Lloyd George’un dört koşulu ile gelince,  Vladimir İlyiç bunların genel hatlarıyla anlaşmanın temeli olarak kabul edilmesi konusunda ısrarcı oldu. Ordumuzun Varşova’ya doğru ilerlediği günlerde Vladimir İlyiç Lloyd George’un ültimatomlarına bize büyük bir zarar veremeyeceğini hesaba katarak aşırı derecede soğukkanlı biçimde tepki verdi. 
Konferans sürecinde belli bir anda İngiliz-Fransız teklifi haline gelen İngiliz teklifi üzerine Vladimir İlyiç’le ilginç birkaç sohbetim oldu. Fransa bu anda bir süre için (beklenmedik biçimde Vrangel’i tanımalarına kadar) bize yönelik ılımlı bir tavır sergiledi ve İngiltere ile bir barış konferansı konusunda anlaştı. 
Vladimir İlyiç böyle bir teklifi bizim için çok büyük avantajlar sağlayacak bir teklif olarak değerlendirdi; yine de büyük bir “ama” vardı: Böyle bir konferansta bizim Baltık devletleri ile ilişkilerimizin görüşüleceği varsayılıyordu. Diğer bir değişle, İtilaf devletleri komşularımızla ilişkilerimizde üst hakem haline geliyordu. Bu nedenle,  İngiliz-Fransız konferansını bütünüyle haklı bir şekilde reddettik. O zaman Vladimir İlyiç Alman sermayesiyle işbirliği alanındaki ilk girişimlere derin bir ilgiyle yaklaştı.  
Polonya ile görüşmelerin başlamasıyla birlikte Vladimir İlyiç şahsen çok iyi bir fikir ortaya attı: Polonya’ya Clemanceau ve Curzon’un teklif ettiğinden daha fazla toprak teklif etmek. Ve Riga görüşmeleri sırasında Vladimir İlyiç sunulan teklifin detayları ile ilgili telefonda bilgi aldı ve sonunda mevcut haliyle anlaşmanın imzalanması konusunda ısrarcı oldu.  
Vladimir İlyiç’in doğu politikamızın her bir adımına nasıl muazzam bir ilgiyle yaklaştığını anlatmaya kelimeler yetmez. Onun ilk Afgan olağanüstü elçisi ile uzun görüşmesini hatırlıyorum. Ayrıca Vladimir İlyiç’in Türkiye ile Moskova görüşmelerini ne kadar dikkatle takip ettiğini, her akşam gün içinde ne yapıldığı konusunda benden nasıl rapor aldığını, ve bu görüşmelerin kaderi konusunda nasıl canlı bir ilgi gösterdiğini hatırlıyorum. İran yönetimiyle de dostça ilişkileri kurmak için inatçı bir politika yürütmüştü.  
1921 yılında İngiltere ile bir ön anlaşmanın imzalanmasından önce uzun uzadıya tartışmamız gerekmişti. Vladimir İlyiç kategorik olarak anlaşmanın imzalanmasından yanaydı. Ancak 1921 yılında dış politika meselelerine kişisel katılımı gözle görünür ölçüde azalmaya başlamıştı. Onun katılımı yerini sonunda kolektif değerlendirmeye bırakmıştı, çünkü Vladimir İlyiç geçmişe göre çok daha az meselelerin detaylarına dahil oluyordu. Öte yandan ARAvi ve Nansen’le yapılan açlık çekenlere yardım konusundaki görüşmelere hararetli bir katılım gösterdiğini hatırlıyorum. 
1921/22 kışında Vladimir İlyiç uzun süre şehir dışında kalmış olsa da, Cenova Konferansı ile ilgili meselelerle yakından ve hararetli bir şekilde ilgilendi. Bu konuda bir dizi not yazdı, ve Cenova’daki konuşmalarımızın genel içeriği onun kişisel notlarına dayanılarak hazırlandı. Borçlar sorununu, bu sorunu bize verilecek olan kredilerle ilişkilendirerek çözme fikrini ortaya atan o oldu. Cenova’ya yola çıkmadan önce konferansın basına açık bölümünde yapacağımız konuşmanın içeriğini tartışırken ve önceki konuşmalarımızın ruhuna uygun olarak kınamalar gündeme geldiğinde Vladimir İlyiç aşağı yukarı şunu yazdı: “Ürkütücü laflara lüzum yok”.
1922 baharında yurtdışından dönüşümden sonra  Moskova’da altı hafta geçirdim. En önemli konu Lozan Konferansı’na hazırlanan Türklerdi. Vladimir İlyiç’in son derece canlı katılımı ile Lozan’da savunacağımız program tartışıldı ve karara bağlandı. Bu onun uluslararası politikamıza son büyük katkısıydı. Vladimir İlyiç ile boğazlar meselesi hakkında yaptığım değerlendirme onunla yaptığım son değerlendirme oldu. Bu aynı zamanda onunla son yüz yüze görüşmemdi. 
30 Ocak 1924, Izvestiya


Lenin kimdir? - Kemal Okuyan

'Hırçın, huysuz, öfkeli olduğu söylendi; sevecen, güleç, anlayışlı ve dost olduğu da... Hiç şaşırtıcı değildi bu, insanoğlunun özgür ve eşit olabildiğinde neler yapabileceğini iyi bilen biri olarak acelesi vardı. Klasik müzik düşkünüydü, Beethoven'dan vazgeçmezdi, yeni buluşlardan heyecanlanırdı, öyle ki Paris yıllarında yeni tasarlanan uçakların deneme uçuşlarını saatlerce izlerdi. Sabırlıydı...'


150 yıl önce doğdu Vladimir İlyiç, 22 Nisan'da. 17 yaşında hukuk öğrencisiyken sürgündü Kokuşkino'da. 19'unda Marksist oldu. İlk kitabı yayınlandığında 24'tü yaşı. Bir yıl sonra tutuklandı, Sibirya'ydı bu kez sürgün adresi. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin kurucularındandı 28'inde. 33 yaşında Bolşeviklerin, 47'sine geldiğinde ilk sosyalist devrimin,
52'sindeyse Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin lideriydi.
Sürgünler, gurbette geçen günler...
Ciltler dolusu yazdı, kütüphaneler en sevdiği mekanlardandı. Gerçek anlamda kitap kurduydu; sayfaların içine gömülmüş devrimi arıyordu.
Yeni bir düzen kurulmalıydı.
Dürüst biri Çarlık Rusyası'yla mümkünü yok barışık olamazdı. Yoksa, zalimliğin ve yoksulluğun cirit attığı ülkede Vladimir İlyiç Ulyanov iyi, ayrıcalıklı bir yaşam sürebilirdi pekala.
Gerçeklere gözünü kapamayı reddeden binlerce aydından sadece biriydi.
Devrimi aramak ve bulmak konusundaysa biricikti.
Kapitalist düzenin iyileştirilmesi, reformlarla ıslah edilmesi onu hiç ilgilendirmedi. İyi bir Marksistti, imkansızla hiç uğraşmadı, sermaye düzeni için tarih hükmünü vermişti bir kere.
İmkansızı bıraktı, zor olanın peşine düştü.
Kapitalizm denen alçaklıktan kurtulmak için okudu, yazdı, polemiğe girdi, tartıştı... Örgüt kurdu, örgüt böldü, gün oldu rest çekti. Hasımlarının dediği gibi rüyasında bile "devrim"di gördüğü. Birini yaşadı (1905), birini izledi (1917 Şubat), birinin tartışmasız lideriydi (1917 Ekim).
Hırçın, huysuz, öfkeli olduğu söylendi; sevecen, güleç, anlayışlı ve dost olduğu da... Hiç şaşırtıcı değildi bu, insanoğlunun özgür ve eşit olabildiğinde neler yapabileceğini iyi bilen biri olarak acelesi vardı. Klasik müzik düşkünüydü, Beethoven'dan vazgeçmezdi, yeni buluşlardan heyecanlanırdı, öyle ki Paris yıllarında yeni tasarlanan uçakların deneme uçuşlarını saatlerce izlerdi. Sabırlıydı...
Siyasi mücadelede ise... Hep "gecikiyoruz" derdindeydi. Zamanlama ustalığı beklemeyi bilmesinden değil, beklenmemesi gereken anı yakalamasındandı.
Yoldaşlarına kalsa arabanın motoru tekliyor, direksiyonu ayar tutmuyor, lastikleri güven vermiyordu. Ne çare, Lenin Merkez Komite toplantılarında "gün belirlemeliyiz" demekte, ağırdan alanları "korkaklık"la suçlamaktaydı.
Yıllar boyu bunun için uğraşmış, buna hazırlanmışlardı. Bütün Avrupa'da kapitalizmin temelleri sarsılıyordu, yıllar boyu gericiliğin kalesi olagelen Rusya'da devrim şaşırtıcı bir yükselişe geçmişti, kaçırılmaması gereken fırsattı bu.
İnsanlık barbarlıktan kurtulabilirdi.
Kurtuluş yolu açıldı...
Devrimci irade ile devrimci koşullar çakıştı; Anadolu'dan Hindistan'a, Meksika'dan Norveç'e, Almanya'dan Çin'e, tüm dünya umut ve heyecanla ayağa kalktı. 1917 yılının 7 Kasımı'ydı, Lenin ve arkadaşları başarmıştı.
Sonrası ayrı öykü, büyük başarılar ve çok büyük bir trajedi... Zaman içinde, o devrimci irade zayıfladı, içten içe çürüyecek, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, emperyalist kuşatmaya ve burjuva ideolojisine karşı kendini savunamadan çözülüverecekti 1991'de.
İnsanlık bir kez daha tarih öncesine, barbarlık çağına döndü.
O çağı yaşıyoruz. O çağı sonlandıracağız.
Lenin yok; Kremlin duvarının önünde, Kızıl Meydan'daki mozolesinde mumyalanmış yatıyor. Eserleri, mücadelesi, mirası canı alabildiğince... Geçmişte 20. yüzyıl Marksizminin kurucusu denirdi onun için; 21. yüzyıla girdik, bir önceki asrın armağınıdır yeni milenyuma.
Kapitalizm aynı kapitalizm; daha da berbat ve daha kırılgan... O kadar ki, yakın gelecekte insanlığın önüne "kurtulun artık benden" fırsatları çıkaracak...
Ve işte o zaman insanlığın kaderini "devrimci bir irade"nin varolup olmaması belirleyecek.
Kurtulacak insanlık. Savaştan, krizden, açlıktan, salgından... Bakacaklar geriye evlatlarımız, torunlarımız, ve "ne büyük acılar çekilmiş" diye şaşıracaklar. Sonra büyük yaratımları, buluşları, mücadeleleri konuşacaklar.
Ve Lenin'i...
Onun için çok büyük insanmış diyecekler...
Kemal Okuyan / SOL

IMF raporları ve Türkiye - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

IMF’nin Dünya Ekonomik Görünüm raporunda Türkiye’yi de ilgilendiren şöyle bir ifade dikkat çekiyor: Dış finansmanda ani ve istikrar bozucu bir ters dönüş (reversal) yaşayan ülkeler, çıkışa karşı geçici sermaye akış önlemleri uygulayabilirler. Bu IMF’nin açıkça sermaye kontrollerine yeşil ışık yakması demek.

IMF-Dünya Bankası’nın tahmin edilebileceği gibi sanal ortamda gerçekleşen Bahar Toplantısı’ndan somut bir karar çıkmadı. En yoksul 70 ülkenin devletlere olan borçlarının askıya alınması beklendiği üzere itirazla karşılaşmadı. 

Ancak Özel Çekme Hakkı (ÖÇH) adı verilen kotaların artırılması, bu şekilde yaratılan 1 trilyon dolar kaynağın IMF’ye yardım başvurusunda bulunan ülkelere tahsis edilmesi önerisi ABD tarafından veto edildi. Washington’un itiraz gerekçesi bu olanağın Tahran ve Pekin’e yarayacağı iddiasıydı. Böylelikle borç kuyruğuna giren 102 ülkenin hevesi kursağında kaldı.

Türkiye’nin 4.656 milyon ÖÇH’si bulunuyor. Bu 6.4 milyar dolara denk geliyor. Kotanın yüzde 150’si, 9.6 milyar dolar borçlanma zaten olanaklı. Eğer kota artırımı gerçekleşse ve ABD, Almanya, Japonya gibi zenginler kulübü kota haklarını sıkıntıdaki ülkelere devretseler, sıkıntıdaki ekonomiler için kayda değer bir finansman olanağı doğacaktı. Türkiye’deki hararetli “IMF’ye gidilmeli mi” tartışması da, Amerikan Hazine Bakanı Steven Mnuchin’in plana kırmızı ışık yakmasıyla son buldu. Yani yorgan gitti kavga bitti…
Bizlere de IMF’nin toplantıya yetiştirdiği dumanı üstünde üç raporu tartışmak kaldı. IMF yılda iki kez Dünya Ekonomik Görünüm (World Economic Outlook), Küresel Finansal İstikrar Raporu (Global Financial Stability Report) ve Mali İzleme (Fiscal Monitor) başlıklı üç rapor yayımlıyor. Bu raporlardan dünya ekonomisine ilişkin öngörülerini ve politika önerilerini izleyebiliyorsunuz. Gelgelelim pandemi ortamında öyle ciddi bir belirsizlik söz konusu ki, Fon’un adeta âdet yerini bulsun kabilinden tahminler yaptığını söylemek yanlış olmaz.
IMF’nin daha ocak ayında 2020 küresel büyüme beklentisi yüzde 3,3’tü. Bugün ise yüzde 3 küçülme tahmin ediyor. 3 aylık bir zaman diliminde yüzde 6,3’lük aşağı yönlü bir revizyona ilk kez rastlanıyor. Aslında ekonomi politikası önerileri de, salgının ne kadar hüküm süreceği bilinmediği için havada kalıyor. Ekonomilerin daralması karşısında talep artırıcı önlemler gündeme getirmenin de anlamı yok. Çünkü insanların evden dışarı çıkması istenmiyor. Belirli özlemler, lokantaya gitmek, konser izlemek gibi, bedeli karşılığında dahi giderilemiyor.
Salgın geride kalsa bile, hem bir süre korku ve endişenin egemen olması beklendiği için, hem de bozulan ekonomik ortam sonucu satın alma gücünün zayıflaması nedeniyle bireysel tüketim zayıf kalacak. Pandemi nötron bombası misali sadece insan kaynağına zarar veriyor. O nedenle, savaş sonrasındaki gibi devletin köprüleri, yolları, fabrikaları yeniden inşa etmesi gibi bir altyapı yatırım hamlesine girişip, ekonomik büyümeye ivme kazandırması da olanaksız.
İsterseniz tüm bu kısıtları göz ardı etmeden IMF’nin raporlarına kısa kısa bir göz atalım.
DÜNYA EKONOMİK GÖRÜNÜM RAPORU
Dünya Ekonomik Görünüm raporuna göre, 2020 ve 2021’de dünya ekonomisinde 9 trilyon dolar üretim kaybı meydana gelecek. IMF içinden geçtiğimiz küresel eve kapanma halini “Great Lockdown” olarak adlandırıyor. Bunun da 1929 Büyük Krizi’nden bu yana en kötü, küresel finansal krizden açık ara daha kötü bir durgunluğa yol açacağı söyleniyor. 2021’de küresel büyüme yüzde 5,8’lik bir sıçrama gösterse bile bu virüs darbesinden önceki dönemki beklentilerin altında bir ekonomik aktiviteye işaret edecek.
Raporda Türkiye’yi de ilgilendiren şöyle bir ifade dikkat çekiyor: Dış finansmanda ani ve istikrar bozucu bir ters dönüş (reversal) yaşayan ülkeler, çıkışa karşı geçici sermaye akış önlemleri uygulayabilirler. Bu IMF’nin açıkça sermaye kontrollerine yeşil ışık yakması demek (tabii geçici olma koşuluyla…).
2020’de ABD’nin yüzde 5.9, avro bölgesinin yüzde 7,5, Japonya’nın yüzde 5,2 ekonomik daralma yaşaması öngörülüyor. Tüm olumsuz koşullara karşın aynı dönemde Çin’in yüzde 1,2, Hindistan’ın yüzde 1,9 büyüme sağlaması beklendiğinden Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “Yükselen Piyasa ve Gelişen Ekonomiler” grubunda ekonomik küçülme yüzde 1’e kadar çekiliyor.
Türkiye ekonomisinin yüzde 5 küçüleceği tahmini, IMF’nin aksine 2020 program hedeflerinin (yüzde 5 büyüme) gerçekleşmesinden kuşkusu bulunmadığını açıklayan Hazine ve Maliye Bakanı’nın gerçeklerden ne denli uzak olduğunun kanıtı. Tüketici enflasyonu yüzde 12 tahmin ediliyor. Cari dengede ise GSMH’nin yüzde 0,4’ü fazla öngörülüyor. 2020 Ocak-Şubat döneminde 2.8 milyar dolar cari açık verildiği düşünülürse, bu sonraki 10 ay için 5.8 milyar dolar fazla sağlanması demek. Buna rağmen dolar kurunun 7’ye dayanması, finansal piyasalarda Türkiye’nin dış borçlarını çevirmede büyük zorluk yaşayacağı kanısının egemen olduğunun belirtisi sayılabilir. 2020 için yüzde 17,2 işsizlik rakamı öngörüsü fazla iyimser görünüyor. Bu beklenti olsa olsa işsizlik 2. Çeyrek sonunda yüzde 20’ye vurduktan sonra, kısa çalışma-ücretsiz izin programlarından yararlanan çalışanların işbaşı yapmaları sonucunda yıllık ortalamanın aşağı çekileceği varsayımından kaynaklanabilir.
MALİ İZLEME RAPORU
Bu raporda Covid-19 salgınının ciddi bütçe açıklarına yol açacağı, bunun sonucu olarak da kamu borçluluk oranlarının hızla yükseleceği vurgulanıyor. Başta sağlık gelmek üzere, bireyleri ve firmaları korumak için yapılacak harcamalar ile vergi gelirlerindeki azalışların küresel maliyetinin 3.3 trilyon dolar olması bekleniyor. Doğrudan bütçeye yansımayan ancak zaman içinde maliyeti hissedilebilecek kamu sektörü borçları ve şirketlere sermaye enjeksiyonları 1.8 trilyon dolar, garantiler ve durumsal yükümlülükler ise 2.7 trilyon dolar tahmin ediliyor.
GSMH’nin oranı olarak dünyadaki bütçe açıklarının 2019’da yüzde 3,7 iken 2020’de yüzde 9,9’a tırmanacağı düşünülüyor. Ülke istatistiklerinde yüzde 15,4 bütçe açığı ile ABD, yüzde 11,2 ile Çin dikkat çekiyor. Mali İzleme Raporu’nun öngörüsüne göre kamu borçlarının GSMH’ye oranı da dünyada yüzde 83,3’ten yüzde 96,4’e çıkacak. Bu oran ABD’de yüzde 131,1’e sıçrayacak.
Raporun sonunda tek tek ülkelerin pandemi karşısında uygulayacağı mali önlemler rakamlarıyla ayrıntılandırılmış. Örneğin Almanya’nın sırf sağlık bütçesi harcamalarının 11.2 milyar avro, diğer harcamalarının 131.8 milyar avroyu bulacağı belirtiliyor. ABD’de ise, kişi başı 1200 dolar nakit ödemenin maliyeti 250 milyar dolar, ücretli izinlerin maliyeti ise 83.3 milyar dolar şeklinde somut rakamlarla verilmiş.
Ne var ki Türkiye’ye gelince sedece minimum emekli maaşının yükseltilmesi, yoksul ailelere nakit yardımı gibi kalemler sayılmış. Ancak Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan Ekonomik İstikrar Kalkanı’nın ne toplam maliyetinden ne de alt kalemlerin maliyetinden söz edilmiş. 100 milyar TL olduğu ilan edilen, ancak dökümü belirtilmeyen, emekli ikramiyelerini 1 ay erkene çekmenin dahi toplama dahil edildiği kuşkusu uyandıran paket, anlaşılan IMF’ye de inandırıcı gelmemiş. O nedenle müphem noktaları sorgulamak yerine, kibarca rakam vermemekle yetinmişler.
KÜRESEL FİNANSAL İSTİKRAR RAPORU
IMF’nin bu üçüncü raporunda pandemi ile birlikte küresel finansal koşulların da hızla bozulduğunun altı çiziliyor. Yatırımcıların Amerikan hazine kağıtları, Alman Bundları gibi “güvenli limanlara” yönelmeleri sonucu, riskli varlıkların fiyatlarının düştüğü, Türkiye gibi ülkelerin tahvillerinin risk primlerinin arttığı belirtiliyor.
Yükselen piyasalar tabir edilen Türkiye’nin de arasında bulunduğu ülkelerden 21 Ocak’tan bu yana rekor düzeyde 100 milyar dolarlık portföy yatırımları çıkışı gerçekleşmiş. Hisse senetleri ile başlayan satış dalgası, daha sonra tahvil piyasalarına da yayılmış. Bu eğilimin yabancıların son 12 haftadır hisse senetlerinden, 10 haftadır da devlet iç borçlanma senetlerinden aralıksız çıkışıyla Türkiye piyasalarına da yansıdığını biliyoruz.
Üretimdeki keskin düşüşlerin ve borçlanma maliyetindeki ani artışların; sınırlı bütçe alanı, yüksek finansman ihtiyacı ve dış finansman kırılganlıkları bulunan Brezilya, Kolombiya, Mısır, Macaristan, Hindistan, Güney Afrika ve Türkiye gibi ekonomilere daha fazla zarar vereceği öne sürülmüş. Bir anlamda “kırılgan yedili” listesi ilan edilmiş…
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Korona günlerinde şehir hastaneleri... - Kadir Sev

'Bugüne değin 10 şehir hastanesinin açılışı yapıldı; ikisi bitirilmek üzere olan 12 proje var. Bunların sözleşmeleri ticari sır gerekçesiyle halktan gizleniyor. Devleti yöneten kadroların bizim adımıza ne kadar borçlandıklarını bir türlü öğrenemiyoruz. Meclis bile öğrenemiyor. Çünkü Meclis adına denetim yapan Sayıştay’dan da gizliyorlar.'

Dün, yapımı henüz bitirilmemiş bir şehir hastanesi açıldı. Başarıya acil ihtiyaç var çünkü. Başarıdan ne anladıklarını sorgulamak bize düşüyor.

Başakşehir Şehir Hastanesi başarısından ne anlıyoruz?

Dün, projesine göre 2.682 yatak kapasiteli Başakşehir Şehir Hastanesi'nin 1.035 yatağı, birinci etap adı verilen bir törenle hizmete açıldı.
Açılışa video konferans yöntemiyle katılan Tayyip Erdoğan, Rönesans ve ortağına teşekkür ederek başladığı konuşmasında, hastanenin kalanının 20 Mayıs günü açılacağı bilgisini verdi. Şu sözleri ayrıca dikkat çekiyordu; “Temelini attığımızdan beri başaramayacaklar diyenler oldu. Güçlü Türk müteahhitleri ve yabancı ortakla başardık…
Rönesans, şehir hastanesi projesini Japon Sojitz ortaklığıyla yürütüyor. Proje, Rönesans Holding internet sitesinde şu sözlerle tanıtılıyor; “Başakşehir Hastanesi, 163 milyar JPY tutarındaki finansal kapanışıyla iş dünyasının en prestijli yayın organlarından Tomson Reuters’in Project Finance International Awards (PFI- Uluslararası Finans Proje Ödülleri) kapsamında Avrupa’da yılın PPP Anlaşması seçildi”.
Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği bu başarıya şöyle ulaşıldı: “Rönesans ile Sojitz’e bedava arsa, kolay ulaşılabilsin diye metro ve havaalanı bağlantılı yol yapmak, müşteri garantisi, şirketin kuracağı laboratuvar, röntgen gibi görüntülü cihazlarını kiralamak, ticari amaçlarla kullanacağı kafe ve benzeri yerleri kullandırtma sözleri verildi. Dahası bir de 25 yıl boyunca kira ödenecek.
Bu ödüllü projede başarısız olmanın yolu yok. Ancak ne yazık ki başarı halka yazılmayacak. Rönesans ile Japon ortağı aralarında paylaşacaklar.
Tayyip Erdoğan ile Sağlık Bakanının konuşmalarından anlaşıldığına göre Rönesans Holding, yüz görümlüğü olarak 155 akıllı solunum cihazı vermiş.

Şehir hastanelerinin sözleşmelerini Meclis'ten bile gizliyorlar

Bugüne değin 10 şehir hastanesinin açılışı yapıldı; ikisi bitirilmek üzere olan 12 proje var. Bunların sözleşmeleri ticari sır gerekçesiyle halktan gizleniyor. Devleti yöneten kadroların bizim adımıza ne kadar borçlandıklarını bir türlü öğrenemiyoruz.
Meclis bile öğrenemiyor. Çünkü Meclis adına denetim yapan Sayıştay’dan da gizliyorlar. Sayıştay’ın Eylül 2019’da yayımladığı 2018 yılı Sağlık Bakanlığı Denetim Raporu'nda; “…Sağlık Bakanlığı'ndan yazılı ve şifahi olarak talep edilen bilgi ve belgeler sağlan(a)madığından denetimler, mahallinde temin edilen ödemeye esas belgeler ve ekleri ile sağlık tesisinin yönetilmesi ve işletilmesine esas alınan, ıslak imzalı olmayan dokümana (…) dayanarak gerçekleştirilmiştir (…) incelenen belgeler yeterli ve uygun denetim kanıtı elde edilebilmesine elverişli değildir…” deniliyor.
Sayıştay denetçilerinin ulaşabildikleri kadar belgeye dayanarak yazdıkları raporlardaki bulgular bile içler acısı: “Varlık ve Yükümlülükler kaydedilmemektedir…muhasebe içi envanter işlemleri yapılmamaktadır…hastaneleri işleten şirketlerin finansman sağlayıcılarına ödemekle yükümlü oldukları borçlar idarece üslenilmiştir…sözleşmelerinde atıf hataları vardır ve mahiyeti belirsiz hükümlere yer verilmiştir…sözleşmenin nüshalarında farklılıklar vardır…

Kamu özel işbirliği yönteminden vazgeçiyorlar

Kamu özel işbirliği yönteminin sonuna gelindiği anlaşılıyor. Piyasanın dolmuş olduğunu, bundan sonra istekli bulamayacaklarını düşünüyor olabilirler. Vazgeçmelerinde ipin ucunun iyice kaçmasının da etkisi olabilir.
Sağlık Bakanı 12 Kasım 2019 günü, Plan Bütçe Komisyonu'nda 2020 bütçesini sunarken, bütçe olanaklarıyla 10 şehir hastanesi yapılacağını, 2020 bütçesine bu amaçla 10 milyar lira yatırım ödeneği konulduğunu övünerek söyledi. Övündüğü şu sözlerinden anlaşılıyor; “…kamu-özel işbirliği değil, 10 tanesi genel bütçeden (…) onun altını çiziyorum, genel bütçe kaynaklarıyla 2023 hedefine yürüyen güçlü Türkiye’de şehir hastanelerini sağlıkta gelinen ve hizmetin alınabildiği son nokta olarak planlıyoruz.

İhalesiz hastane binaları yapmaya başladılar

Kamu özel işbirliği'nden vazgeçecekler ama hayra yormayalım: İhalesiz bir döneme girildi. Tayyip Erdoğan’ın, Cumartesi günü Başakşehir Hastanesi'ni helikopterle havadan incelerken ve dün hastanenin açılışında söylediklerini yorumladığımızda, Sancaktepe ve Atatürk Havalimanı'nda iki hastane yapımına başlanıldığını anlıyoruz. Üstelik başrolde yine Rönesans olduğu görülüyor…
İhale yasasına, “salgın döneminde ihalesiz hastane yapılır” diye bir kural eklenmedi; Cumhurbaşkanı Kararnamesi adı verilen ferman da yok orta yerde. İhale de yapılmadı. Ama her nasılsa yapım işi başlamış.
Fermanlar yazılı olur. Ferman dönemini de aştığımız görülüyor.
Kadir Sev / SOL

Şehir hastanesi: Patrona kâr, halka zarar - İlker Belek

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başakşehir Şehir Hastanesi'nin açılışında yaptığı konuşmada bunun 'Tüm dünyanın hayranlıkla takip ettiği' bir model olduğunu öne sürdü, şehir hastanelerini övdü. Oysa şehir hastanesi gerçeği hiç de Erdoğan'ın çizdiği gibi parlak bir mirasa ve geleceğe sahip değil.


Şehir hastaneleri AKP’nin ilk iktidar yıllarından beri ülkemizin gündeminde. Uluslararası literatürdeki karşılığı kamu özel işbirliğidir (public private partnership).
AKP bu işi kendisinin keşfettiğini ileri sürse de batı kapitalizmi yüklü sermaye gerektiren sağlık, eğitim, otoyol, demiryolu, madencilik, vb. yatırımlarını bu yolla gerçekleştiriyor. Bu iş batıda o denli eskidi ve zararları o denli anlaşılır hale geldi ki artık vazgeçiliyor.

Gerekçesi yalan

Kapitalist ülke ve yönetimlerin KÖİ yöntemini tercih ederken kullandıkları gerekçe, devletin elinde bu büyük yatırımlar için yeterli kaynak olmadığıdır.
Bu büyük bir yalandır. Zira kapitalist ülkelerde ve Türkiye’de kaynak boldur. Ancak sınıflı yapı nedeniyle kaynak toplumun bir avuç kaymak tabakasının, burjuvazinin elindedir.
Öte yandan KÖİ işinin kendisi de burjuvaziye kaynak aktarma yoludur.

Şehir hastaneciliğinin yapısı

Şehir hastaneciliğinde elinde yeterli kaynak olmadığını ileri süren devlet hastane inşaatını yapacak şirkete araziyi verir.
Şirket bu iş için gereken finansmanı sağlamak üzere ayrı bir şirket kurar ve finansmanı yurt dışı kreditörlerden uzun vadeli borçlanarak sağlar. İşin bu yönü bile kaynak yokluğu gerekçesinin ne denli temelsiz olduğunu gösterir. Zira gereken kaynak özel sektör tarafından da borçlanılarak sağlanır.
Şirket araziye inşaatı yapar. Hastanelerin dışında otel, AVM, otopark, eğlence merkezi gibi eklentileri yapma ve işletme hakkı da elde edebilir.
Devlet hastanede 25 yıl kiracı olur. Bu süre içinde genellikle döviz üzerinden belirlenmiş miktarda kira öder. Ayrıca laboratuvar, görüntüleme hizmetlerini şirketten satın alır, otopark, temizlik, yemekhane, bilgi işlem hizmetleri vb. parasını öder, hastaneler içindeki kantin ve restoranların işletmesi şirkettedir, devlet şirkete ayrıca %70 yatak doluluk oranı garantisi verir.
Kısaca, elimde hastane inşaatı yapacak param yok diyen devlete bu işin astarı yüzünden pahalıya gelir. Şirket büyük para kazanır. Ama zaten amaç da budur. Zaten büyük para kazanmayacak olsa şirketin böyle uzun vadeli bir işe girmesi de beklenmez.

İngiltere vazgeçiyor

KÖİ projesinin orijini İngiltere’dir. İngiltere Thatcher’a kadar kamunun en güçlü olduğu kapitalist ülkeydi. Thatcher bu düzeni yıktı, yerine kuralsız bir liberalizmi geçirdi. KÖİ de burjuvazinin para kazanacağı bir strateji olarak özellikle gündeme sokuldu.
Ancak zaman içinde İngiltere’de yatırımları KÖİ ile hayata geçirmenin kamuyu ne denli borca soktuğu net biçimde anlaşılıp, bu gerçek üzerinden kamuoyu tepkisi gelişince İngiliz hükümetleri geri adım atmak zorunda kaldılar.
İngiltere’de de, Türkiye’de olduğu gibi şirketlerin yatırımı gerçekleştirmek için sağladıkları borçların esas yüklenicisi devlettir. 2008’den beri kamu borçlarının faiz oranları düzenli olarak azalırken, KÖİ projeleri için alınanların oranı %33 artmıştır. Şirketlerin 1992’den sonra gerçekleştirdikleri toplam 71 milyar Dolar’lık yatırıma karşılık, İngiliz hükümetlerinin yalnızca kira için şirketlere ödeyecekleri para bunun beş katıdır.
İşte İngiliz halkının KÖİ’ye gösterdiği tepkinin altında bu gibi olgular yer almaktadır.
İngiliz devleti KÖİ işinden vazgeçerken, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 18 kapitalist ülkeye şehir hastanesi pazarlamak amacıyla, yönetiminde İngiliz hükümetindeki bakanların da yer aldığı, hükümetle bağlantılı bir şirket kurmuştur.
Yolsuzluk, usulsüzlük, kamu mallarının en adi yollarla talan edilmesi bütün kapitalist ülkelerin özelliğidir. İngiltere’de Kaybolan Milyarlar başlıklı makale bu işin İngiltere’deki örneklerini sunar: Bir hastane işletmesi bir lavabo için 5.500 Sterlin harcadı, özel bir şirket 16 yıldır işlettiği ana çocuk sağlığı merkezini kapattı, 1200 yataklı Portsmouth Hastanesi'nin yenilenmesi için 2005’de 400 milyon Sterlin bedelle yapılan sözleşme 2018’de şirketin iflası nedeniyle geçersiz kaldı ve aynı yıl 1,7 milyar Sterlin karşılığında başka bir firmayla sözleşme imzalandı, aradaki zararı kamu üstlendi…

İngiltere’de KÖİ projelerinin sayı ve tutarının yıllar içindeki değişimi

Türkiye Avrupa lideri

Gerçekler böyleyken Türkiye KÖİ işinde planlanmış proje tutarı olarak Avrupa liderliğine yükseldi.

AB bölgesinde ülkelere göre KÖİ proje tutarları (milyar Euro olarak, 2014-2018)

Türkiye’de sağlık sektörü KÖİ projelerinde yatırım tutarı olarak, 11,3 milyar Dolar ile dördüncü sıradadır. Bunların 3,1 milyar Dolar yatırım tutarına sahip 8 tanesi işletmede olup, 8,2 milyar Dolar yatırım tutarına sahip 12 tanesi yapım aşamasındadır. 20 Nisan tarihinde bazı bölümleri hizmete sokulan Başakşehir Şehir Hastanesi en büyük yatırım tutarına sahip projelerden birisidir.

Burjuvaziye büyük rant

2016 yılı sonu itibariyle toplam yatırım bedeli 10,6 milyar Dolar olan 18 şehir hastanesi için devletin şirketlere 25 yıl boyunca ödeyeceği kira bedeli 30,3 milyar Dolar’dı. Bu, yalnızca kira gelirleriyle şirketlerin Dolar bazında yılda net %7,4 kar etmesi anlamına geliyordu. Bu paraya devletin bakım onarım, görüntüleme, laboratuvar, yiyecek, temizlik, otopark hizmetleri vb. için şirketlere aktaracağı para dahil değildi.

KÖİ sürdürülebilir değil

Sağlık Bakanlığı bütçesinde şehir hastaneleri için ayrılan kaynak 2017’de 2,5 milyar TL iken, 2018’de 6,2, 2019’da da 10,6 milyar TL’ye yükseldi. Bunun toplam Bakanlık bütçesi içindeki payı aynı yıllar içinde %7,2, %12,7 ve %18,0 olarak değişti.
Her şehir hastanesinin hizmete girişi bütçe üzerinde karşılanması neredeyse imkansız bir yük yaratıyor. Sürdürülebilirliği sorgulamaya açan bu gelişme bütçe üzerindeki kira ve işletme gideri yükünün tedavi katkı paylarının artırılarak hastalar üzerine mi yıkılacağı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Şehir hastanelerine ulaşım sorunlu

Kapitalizmin kent yağması nedeniyle şehir merkezlerine hastane yapmak artık olanaksız derecesinde zor. O nedenle şehir hastanelerinin tamamı kent dışına yapılıyor, bu tercih de hastaneye ulaşım sorunun gündeme getiriyor. Şehir hastanelerinin açılmasıyla birlikte kent merkezindeki kamu hastanelerinin kapatılması sorunu daha da büyütüyor.
Ama ulaşım sorunu şehir hastanesi kampüsü içinde de geçerli. Birbiriyle bağlantısız bloklar arasındaki ulaşım yalnızca hastalar için değil, konsültasyon hizmeti verecek hekimler ve diğer sağlık emekçileri için de tam bir sıkıntı kaynağı.

Çözüm ne?

Çözüm her şeyde olduğu gibi planlı kalkınmada. Kentlerin ne kadar, nasıl ve ne yöne doğru büyüyeceği konusundan başlamak üzere, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeni kentleşen bölgelere nasıl ulaştırılacağı konusunu da içerecek şekilde merkezi ve bilimsel bir planlama.
Hastaneleri kent dışında tekleştirip, kent merkezindekileri kapatmak yerine, kentin gelişen kısımlarında yeni sağlık kurumları planlamak şeklinde bir kalkınma modeli.
Üstelik büyük hastaneler işletme mantığıyla da zararlı. Verimliliği en yüksek olan hastaneler yatak kapasitesi 200-400 arasında olanlar. Devletler küçük yerleşim yerlerine 200’den az yataklı hastane yapmak zorundalar. Ancak kentler büyüdükçe hastaneleri de büyütmek zorunlu değil, tersine yukarıda saydığımız nedenlerle akıl dışı.
Sağlık hizmeti parasız olmalı, sağlık yatırımlarını devlet yapmalı.
Bunu yapacak devlet ise ancak sosyalist devlettir.
İlker Belek / SOL
TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (2019)  Dünyada ve Türkiye’de KÖİ Uygulamalarına İlişkin Gelişmeler raporu 2018, https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2019/05/Kamu-Ozel_Isbirligi_R…

İnatla yaşatılan zanaat - Söyleşi: Ulus Atayurt


TARİHİ EYÜP OYUNCAKLARI KADIN KOOPERATİFİ

Bir avuç kadın “tarihe karışmış” beş yüz yıllık bir geleneği nasıl tekrar ayağa kaldırır? 12 yıl boyunca marangozluk maharetlerini günden güne geliştirerek bir zanaatı nasıl diriltir? Kamunun ve belediyenin tüm ilgisizliğine rağmen, bu zanaatı icra etmeyi inatla nasıl sürdürür? Tarihi Eyüp Oyuncakları Kadın Kooperatifi’nin mücadele tarihine kulak veriyoruz.
Eyüp oyuncaklarıyla nasıl tanıştınız?
Asuman Ustaoğlu: 2005 yılında Avrupa Birliği, İş-Kur ve Tarih Vakfı’nın birlikteliğiyle, Fatih Belediyesi’nin tahsis ettiği bir mekânda Balat-Fener kadınlarına istihdam sağlamak için bir proje başlatıldı. Amaç tarihi Eyüp oyuncaklarına tekrar hayat vermekti. Ben dahil altı kadın eğitim aldı. Daha sonra, bu altı kişi elli altı kursiyere bilgilerini aktardı. Ev hanımıyım. O zaman Balat’ta ev sanatları kursuna devam ediyordum. Kurstan tavsiyeyle beni projeye dahil ettiler. Projeden önce Eyüp oyuncakçılığı ve tarihiyle ilgili herhangi bir bilgim yoktu. Zaten mahallede bir tarihi de kalmamıştı.
Gönül Sekizkardeş: Saplı davul, düdüklü testi gibi bir-iki tarihi oyuncak kalmış. Bunların dahi Eyüp oyuncağı olduğunu pek kimse bilmiyordu. Sünnet çocukları Eyüp Sultan’a geldiklerinde birçok oyuncağın yanında bunlardan da alırlar.
Ustaoğlu: O zamanki AKP’li Belediye Başkanı Ahmet Genç Zalpaşa Caddesi üzerinde bir mekân verdi. Malzemelerimiz, tezgâhlar ve tüm donanımlarımızla oraya yerleştik. Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tosun Yalçınkaya da eğitmenimizdi. Kalıp çıkarmayı, kesici âletlerle marangozluk yapmayı öğrendik. Başta biraz tereddüt etsek de zamanla alıştık. Üç aylık eğitimden sonra, bilgilerimizi diğer kadınlarla paylaşmaya başladık.
Oyuncakların tarihçesini, yapımlarını öğrenme süreci nasıl oldu?
Sekizkardeş: Bu oyuncakların hepsiyle ilk defa karşılaşıyorduk. Aslında, her biri bayağı marangozluk kabiliyeti gerektiriyor. Kadınların daha önce pek haşır neşir olduğu bir alan değil. El zımparasına bir şekilde alışıyorsun, ama makinelere hâkim olmak başka bir süreç. Montajdan sonra ya da önce boya yapmayı öğrendik. Kesip biçerken epey tahta heba ettik önceleri. Ayrıca, ilk başta yağlı boya kullanıyorduk, günlerce kurumasını beklemek gerekiyordu. Yaptığımız topaçların çizgilerini çizmeyi öğrendik. O zaman dahi çoğumuz 40 küsurlu yaşlardaydı. Bu malzemelerle daha önce hiç temas etmemiştik. Mesela saplı davulları nasıl dikeceğiz? Kimsenin elinde orijinal oyuncakların örneği olmadığı için küçük detayları zaman içinde kendimiz keşfetmek zorunda kaldık. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Müzesi’nde sadece 28 tane oyuncak kalmış. Onları da tıpatıp yapma imkânı yok. Bir bakıyorsun, mumbar derisinden düdük diyor. O zamandan kalan hiçbir numune yok, olanları da vermiyorlar zaten. Bize sadece fotoğraf gösterdiler. Bir trampet hazırlamak için tahtaları bükmek, kasnakları geçirmek, deriyi çakmak gerekiyor. Yol yordam keşfetmemiz bazen haftalarca sürüyordu. Mesela şeytan minaresi aslında çok daha büyük bir oyuncak, biz ancak küçülterek yapabildik. Deliklerin bir araya getirilmesi günlerimizi aldı. Şu kötü sesli kaynana zırıltısını da fotoğraflardan yaptık. (gülüyor) Tabii 400 sene önce, gelinli kaynanalı evlerden esinle bu isim konmuş. Her şey batıyor gelinin gözüne demek ki. Öte yandan, buraya gelen çocuklar sadece babalarının annesine kaynana dendiğini zannediyor. Annenin annesinin sıfatı ne diye sorarsan çoğu “hanımanne” diyor. Tahta arabalarımızın fiyatını yeni 60 lira yaptık. Ancak çok beğenen alıyor. Tef ya da darbuka sadece oyuncak değil, vurmalı çalgı olarak da kullanılıyor. Şimdilerde yine tahtadan, tarihi olmayan, traktör, kamyon, araba gibi oyuncaklar da yapıyoruz. Belki beşik ya da tel dolap kız çocuklarına cazip gelebilir, ama aslında oyuncaklar tüm çocuklara hitap ediyor. Öğrenme süreci çok sabır gerektiriyordu. O sabra sahip olmayan arkadaşlarımız devam etmedi. Kooperatife dönüşmeye karar verdiğimizde sayımız 60 küsurdan 12’ye kadar düştü.
Ustaoğlu: Aslına bakarsanız, kursta pek bir şey öğrendiğimizi söyleyemem. Üstelik epey de bir para harcandı o eğitim için. Kurstan sonra, bazı kadınlar oyuncak yapımından bir gelir elde edilmediği, bu yüzden de kocaları izin vermediği için ayrıldı. Kurs süresince İş-Kur, emekliler hariç, kadınlara cüzi bir harçlık veriyordu. O para kesilince geriye bir avuç insan kaldık. Zaten proje gereği kooperatifleşmek öngörülüyordu. Güya pazarlama eğitimi de verildi, ama göstermelikti. O konuda hâlâ çok eksiğiz.
__________________________________________________________________
Eteğimizden çekiştiren yok. Özgürüz. Kendi işimizi kendimiz yapıyoruz. Bir şeyler yaratıyoruz, boyama günlerine gelen çocuklara bir kültürel bakış veriyoruz. Bu özgürlük çok değerli.
___________________________________________________________________
Başlangıçta kooperatifin ekonomik durumu nasıldı?
Sekizkardeş: Ortada bir kazanç yoktu. Ancak, Eyüp Belediyesi mekân tahsis ettiği için bazı arkadaşlarla inatla devam etme gücü bulduk. Şimdiki gibi kira ödemek zorunda olsaydık, hayatta işin altından kalkamazdık. 2012’ye kadar belediyenin tahsis ettiği mekânı kullandık. Fakat İsmail Kavuncu AKP’nin yeni belediye başkanı olunca mekânı elimizden aldı. “Kooperatifinizi kapatın, iki kadın gelsin bizim bünyemizde çalışsın, diğerleri de başının çaresine baksın” dedi. Kooperatif örgütlenmesi değil, belediyenin içinde, kontrol edebileceği bir yapı istedi.
Ustaoğlu: Ama o tarihte artık hem yaptığımız işe hâkim hâle gelmiştik hem de medya tanınırlığımız artmıştı. Gelen tavsiyeleri değerlendirdik ve “kendi oyuncağını kendin boya” adlı kursları başlattık. Biz ham oyuncak imal ediyoruz, çocuklar ve aileleri belli bir ücret karşılığında, oyuncakları eve götürüp boyuyorlar. Veliler çok memnun kaldı. Böylece kendi ayaklarımız üzerinde durabildiğimizi gördük ve altı sene önce burayı kiraladık.
Kurstan sonra inatla devam eden çekirdek grupta kimler vardı?
Sekizkardeş: O gruptaki kadınların çocukları artık büyümüştü, onlara sürekli bakmaları, destek olmaları gerekmiyordu. Herkesin evliliği, hayatı oturmuştu, devam eden bir sistemde yaşıyorduk. Dolayısıyla, buradan büyük maddi imkânlar beklemiyorduk. Tam tersine, gittiğimiz diğer kurslar bizden para talep ediyordu. Burada ise para kazanma umudumuz vardı. Emekliyim, kira ödemiyorum. Ama hayatta bir şeyler yapmamız, topluma katkı sağlamamız şart. Erken emekli olunca çok büyük bir boşluğa düştüm. Kooperatif fikrini duyunca “Üzerine para da vermiyorum” diye düşündüm. Tabii olaylar öyle gelişmedi. Ayağa kalkma sürecinde hepimizin kooperatiften epey alacağı birikti. Fakat onlarda gözümüz yok.
Ustaoğlu: Eteğimizden çekiştiren yok. Özgürüz. Kendi işimizi kendimiz yapıyoruz. Bir şeyler yaratıyoruz, çocuklara bir kültürel bakış veriyoruz. Bu özgürlük çok değerli. Ayakta durmak için de boyama kursları düzenliyoruz. Tosun hoca “sizin bu kadar dayanacağınızı tahmin etmezdim” dedi. Her ay iki bin lira kira ödüyoruz, kooperatiflere sağlanan bir avantaj yok maalesef. Tüm kuruluşlar gibi stopaj da alıyorlar, yüzde 18 KDV de.
Projenin başından itibaren kooperatif olmayı öngörüyor muydunuz?
Sekizkardeş: Hayır. Başladığımız bir şeyi ortada bırakmamak için bir arayıştaydık. Vakıf olursanız kâr amacı güdemiyorsunuz. Kooperatifte üyelerin sigortalı olma zorunluluğu yoktu. Bir kadının kocasının eline bakmadan para kazanması çok önemli.
Ustaoğlu: Kurs döneminde KEDV’den (Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı) arkadaşlarla tanışmıştık. Onlar bize kooperatif modelini tavsiye ediyordu. 2006 yılı bir eşik gibi oldu. Kasımpaşa’da, Gültepe’de, Kâğıthane’de, Türkiye’nin başka şehirlerinde birçok kadın kooperatifi kuruldu.
_________________________________________________________
Halkımızın ne yaptığımızı tam olarak anladığını düşünmüyorum. “Bir tahta parçasına bu kadar para verilir mi?” diyenler oluyor. Oysa biz kimi zaman iki gün uğraştığımız bir oyuncağı zaten değerinin çok altında, 50 liraya satıyoruz.
____________________________________________________________________
Ürünlerinizi tanıtmak için nasıl bir yöntem izlediniz?
Projenin ardından Darphane’de bir sergi açıldı. İlk oyuncakları orada sattık. Belediye’nin de Eyüplü mimar Nezih Eldem adına bir müze planı vardı. Fakat sonra gerçekleştiremediler. Bu amaçlı açılan bir sergide de satış yaptık.
Sekizkardeş: Ancak bunların hepsi sadece harçlık kabilindendi. Esas olarak boyama atölyeleriyle ayaklarımız üzerinde durmaya başladık. Özel bir tanıtım yapmadık. Önce bir okul geldi, onlar memnun kalınca diğerleri takip etti. Şimdi düzenli, randevuyla çalışıyoruz. Sabah ve öğlen yirmi-otuz kişilik gruplar halinde çocuklar geliyor. Çocuklar boyadıkları oyuncakları satın alıyor. Halen de pazarlama konusunda başka bir çalışmamız yok. Daha önce, Ahmet Genç’in belediye başkanlığı döneminde, Eyüp Oyuncakçılar Çarşısı’nda, Pierre Loti’de bize bir dükkân verdiler. İsmail Kavuncu başkan olunca onu da geri aldı. Büyük ihtimalle dünya görüşümüz ters geldi. Kendi partisinin kadın kollarını ön plana çıkarmak istiyordu. Şimdi sadece atölyeler vasıtasıyla gelir elde ediyoruz. Koç Müzesi’ne de bir seri oyuncak göndereceğiz. O oyuncaklar üzerinde aylarca çalıştık. Oyuncak sandalyelerin tam mânâsıyla montajını çözmemiz haftalarımızı aldı. Sayımız az olduğu için artık atölyelere oyuncak yetiştiremiyoruz, o yüzden bazen başka marangozhanelere iş pasladığımız da oluyor. Hepimiz belli bir yaşa geldik. Bu oyuncaklar büyük emek istiyor. Örneğin, eskiden elle zımpara yapıyorduk. Saplı davulları zımparalarken içerisi toz dumandan geçilmiyor. Yine de hep azar azar da olsa ilerlediğimizi düşünüyorum.
Ustaoğlu: Artık kooperatiften cebimize para giriyor. Ama yaz dönemlerinde, okullar kapanınca zorlanıyoruz.
Sekizkardeş: Bu dönemde ucu ucuna giderleri karşılıyoruz. Kıştan biriktirdiklerimizle idare ediyoruz.
Kurs ve atölyeler dışında gelir elde etmeye yönelik planlarınız, hayalleriniz var mı?
Sekizkardeş: En büyük eksikliğimiz tanıtım ve pazarlama. Yaşımız itibarıyla internet dünyasında pek faal yer alamıyoruz. Çocuklarımız zaten zor hayat koşullarıyla baş ediyor. Onlar da kısmen el verebiliyor. Sitemiz o yüzden pek faal değil.
Harmoni Kadın Kooperatifi ile görüştüğümüzde bir süreliğine profesyonel bir pazarlamacıyla çalışacaklarını söylemişlerdi. Sizin böyle bir düşünceniz var mı?
Sekizkardeş: Bize katılacak bir pazarlamacının isteyebileceği ücreti az buçuk tahmin edebilirsiniz. Sigortasıyla beraber aylık ciddi bir masraftan bahsediyoruz.
Ustaoğlu: Gerçekten güzel bir dükkân açmak istiyoruz. Belediye ile defalarca konuştuk. Bu oyuncaklar hepimizin tarihi mirası. Neden önem vermediklerini anlamak mümkün değil. Öte yandan, aramızdan ayrılan birkaç arkadaş belediye bünyesinde oyuncak üretmeye başladı. Bizse bağımsızlığımızı koruduk.
Kredi kullanıp dükkân açma fikri nasıl geliyor?
Sekizkardeş: Aslında bu bizi biraz ürkütüyor. Şu anki durumda, kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz. Büyük plan yapmıyoruz. Üyelerimizin hepsi aynı oranda emek ve zaman sarf edemiyor. Mesela ben hafta arası torun bakıyorum. Kapasitemizi biliyoruz.
Oyuncak yapmayı isteyen başka kadınlar da oldu mu?
Ustaoğlu: Evet, sık sık telefonlar geliyor. Ancak, bunun için çok ciddi bir kurs düzenlemek lâzım. Kesici aletlerle çalışıyoruz. Bizim durumumuz Harmoni’den farklı. Onlar çanta üretirken tehlikeyle karşı karşıya değil. Kurs düzenlemek için de yüksek sigorta meblağları ödememiz gerekir.
________________________________________________________
Gerçekten güzel bir dükkân açmak istiyoruz. Belediye ile de defalarca konuştuk. Bu oyuncaklar hepimizin tarihi mirası. Neden önem vermediklerini anlamak mümkün değil.
____________________________________________________________________
Hiçbir kurum öğrendiğiniz bu değerli zanaatın aktarılması için size destek olmayı önermedi mi?
Ustaoğlu: KEDV vasıtasıyla bazı kurum ve şirketlerle iletişim halindeyiz. İsmini anmamızı istemeyen bir firma kendi çalışanları için, üç kadın kooperatifinin katıldığı bir gün düzenledi. Orada çalışanlarla beraber oyuncak boyadık. Bunun gibi arada sırada etkinliklerimiz oluyor. Ancak, kurumlarla düzenli bir ilişkimiz yok. KEDV’den ücretsiz danışmanlık hizmeti alıyoruz. Ayrıca, KEDV cüzi miktarda da olsa ürünlerimizi satıyor.
Sekizkardeş: Bir de, halkımızın ne yaptığımızı tam olarak anladığını düşünmüyorum. “Bir tahta parçasına bu kadar para verilir mi?” diyenler oluyor. Oysa biz kimi zaman iki gün uğraştığımız bir oyuncağı değerinin çok altında, 50 liraya satıyoruz. Eyüp’teki dükkânda da pek satışımız yoktu aslında. İnsanlar Çin’den gelen kötü ve zararlı malzemeyle yapılmış iki-üç liralık oyuncakları alıyor ne yazık ki. Şu ekonomik ortamda haksızlar da diyemem.
Ustaoğlu: Öte yandan, madem el sanatına sözde değer veriyoruz, bunu yaşatmanın yolları olmalı. Bu bilinçteki insanlara ulaşmamız lâzım. Onlar zaten fiyatı da sorgulamıyor.
Sekizkardeş: Geçenlerde, Edirne’den gelen bir adam çocuklarına İstanbul’dan hediye götürmek istemiş. Gerçekten İstanbul oyuncağı işte. Birçok oyuncak aldı, fiyatını da hiç sorgulamadı, görünce el emeği olduğunu anlıyor insan zaten. “Hepsini aynı anda değil, posta posta vereceğim” deyip mutlu mesut gitti.
Ustaoğlu: Aslında, bizim oyuncaklarımızın Beşiktaş, Bakırköy, Şişli, gibi ilçelerde değer göreceğini düşünüyoruz.
Sekizkardeş: Öte yandan, adı üstünde, beş yüz yıllık Eyüp oyuncakları. Burada bir merkezi de olması şart.
Ustaoğlu: Her kooperatifin çevresi ve hayatta kalma yaşam şartları farklı. Mesela Harmoni bir tekstil dükkânına stant kiralayarak ortak oldu. Oraya çantalarını koyuyorlar ve satıyorlar. Bizden de standa oyuncak aldılar, ama maalesef pek satış olmadı.
Bu azimli faaliyetinize aileleriniz nasıl bakıyor?
Ustaoğlu: Faaliyet halinde bulunmamızdan, üretmemizden, kendi ayaklarımızın üzerinde durmamızdan mutlular. Zaten bizim grubun özelliği bu. Biraz da bu yüzden buraya kadar getirebildik. Bir ölçüde iki tarafı da, hem ailemizi hem kooperatifi yönetebildik. Tercih yapmak zorunda kalmadık.
Sekizkardeş: Geçenlerde gelinim geldi. Eş-dost, akraba da kendilerine göre katkı yapmaya çalışıyor. Ama bir kuzenim de şunu demekten geri kalmadı: “Tamam, uğraşıyorsunuz da, sonuçta çok kaba yahu sizin oyuncaklarınız.” (gülüyor)
Ustaoğlu: İnsanların bakış açıları gerçekten de çok farklı. Biri “alt tarafı tahta parçası” deyip geçerken, bir başkası “el emeği göz nuru, ne kadar değerli” diye takdir edebiliyor.
Sekizkardeş: Yakınlarda pazartesi pazarı var, sosyete pazarı da diyorlar. Tezgâha düdüklü testi koymuşuz. Tanesi beş lira. Kadın çocuğuna “haydi al onlardan iki tane” dedi. Sonra fiyatı öğrenince, “bu toprak parçalarına asla 10 lira vermem” diye vazgeçti.
_________________________________________________________
Eyüp oyuncakları da, gerekli ilgi gösterilirse, bir matruşka ya da Hollanda terliği kadar bilinir olabilir. Afife Hatun Tekkesi restore edildi. Bir bölümünü kullanalım diye başvurduk belediyeye, “size mi kaldı orası?” diye dalga geçtiler.
____________________________________________________________________
Kooperatifte düzenli toplantı yapıyor musunuz, kararları nasıl alıyorsunuz, kazancınızı nasıl paylaşıyorsunuz ?
Ustaoğlu: Diğer kadın kooperatifleri gibi düzenli toplantı yapmıyoruz. Burada geçirdiğimiz zamanda kararları beraberce alıyoruz. Hem çalışıyor hem toplantı yapıyoruz. Herkes buraya geldiği saati bir deftere not ediyor. Sonra elde ettiğimiz kazancı saat hesabıyla bölüşüyoruz. Kimse gelecekle ilgili kararlarımıza müdahale etmiyor. Bir konuda danışmamız gerekirse KEDV’e gidiyoruz.
Finansal imkânlarınız artsa, destek görseniz, kooperatif için ilk olarak hangi adımları atmak isterdiniz?
Ustaoğlu: Öncelikle oyuncakların hikâyesine uygun tarihi bir mekân bulmak isteriz. Mesele sadece tarihi bir mahallede olmak değil. Biz de bulunduğumuz yeri değerli kılabilir, ona değer katabiliriz. Şimdi burada, bir apartman katında ve onun altındaki depoda Eyüp oyuncaklarını canla başla yapıyoruz. Ancak tarihi bilgiyle örtüşmüyor bu durum. Eyüp oyuncakları da, gerekli ilgi gösterilirse, bir matruşka ya da Hollanda terliği kadar bilinir olabilir. Afife Hatun Tekkesi restore edildi. Bir bölümünü kullanalım diye başvurduk belediyeye, “size mi kaldı orası?” diye dalga geçtiler. Bütçemiz olursa tanıtım için kullanabiliriz. Hem sosyal medyayı hem de sitemizi ayağa kaldıracak yardım alabiliriz. O zaman üretimi örgütlemek, kooperatife insan katmak gibi sorunlar yaşamayız. Üretiriz, buraya koyarız, ama satış yapamadıktan sonra üretimin pek bir anlamı yok. Şu âna kadar kendi amatör çabalarımızla epey bir görünürlük kazandık. Bundan sonra, bunun için ülke ve ülke dışında daha örgütlü bir tanıtım stratejisi lâzım. Böyle bir planlama hayata geçirilebilse, herkese, özellikle de kadınlara daha düzenli kurslar vermek mümkün olur. İnternette yanlış bir haber dolaşmış. Kadınlara dışarı, ek iş veriyormuşuz. İnanın o kadar çok kadın aradı ki. Aslında her şey bizim gözümüzün önünde üretilmeli, ama bu durum bile potansiyeli gösteriyor.
Söyleşi: Ulus Atayurt / 1+1FORUM

Bir politik demans öyküsü: Özal’ı nasıl bilirdiniz? - Güven Gürkan Öztan


İçinde yaşadığımız dönemin önemli bir özelliği var. O kadar uzun zamandır AKP iktidarının hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz ki AKP’den öncesini hatırlamama, buralara nerelerden geldiğimizi unutma eğilimi toplumun büyük bir kısmını kuşattı. Genç kuşağın büyük bir bölümü için 2002 öncesi flu bir fotoğraf karesi gibi. Eğer ülkenin politik tarihine dair bir heyecan hissetmiyorlarsa o fotoğraftaki suretler ve olaylar belirsiz kalmaya devam ediyor. Yaşı demlenmiş olanlar arasında ise bugün tecrübe ettiklerinin vahameti yüzünden deforme edilmiş bir nostaljinin tünellerinde gezinenler var. Halbuki sürekli hatırlattığımız gibi AKP gökten zembille inmedi; o nostaljinin içerisinde AKP’yi iktidara getiren zihniyet saklı.
Bu uzun girizgâhı, sözü Özal’ın ölüm yıldönümünde yeri göğü saran övgülere getirmek için yazdım. Sağ siyasetin Özal’ı önemli bir politik figür olarak görüp, onu yad etmesinde şaşırılacak bir şey yok elbette. Türkiye’nin neoliberal dönüşümünü başlatan, tüketimi ve şatafatı fetişleştiren, emek güçlerini baskılayan Özal, tıpkı Reagen ve Thatcher gibi sosyal devletin tasfiyesinin sembol isimlerinden biri. Ancak bizler örneğin Britanya’da İşçi Partisi liderinin Thatcher’ı allayıp pullayan bir mesajına rastlayamayız. Biz de ise başta CHP lideri olmak üzere kimi sosyal demokratlar Özal’ı aslında hiç olmadığı biri olarak anmakta beis görmüyor. ‘Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz’ diyen Özal’ın devlet kurum ve kurallarını önemsediğini iddia ediyor. Döneminde eşini dostunu bürokrasinin tepesine yerleştirmiş bir lideri ‘liyakate’ önem veren bir siyasi portreye dönüştürüyor. Halbuki 1980’ler boyunca SHP çizgisinin temsil ettiği sosyal demokratlar Özal’ın piyasacılığı, liberal soslu muhafazakârlığı ve pragmatizmine karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmişti.
Bugün CHP liderini ve bazı belediye başkanlarını içine alan Özal güzellemesinin arkasında memleketin topyekûn sağcılaşması var. AKP’ye muhalif ama Türkiye’nin yakın tarihine sağın gözlüğüyle bakmakta ısrar eden, o tahrif edilen geçmişten bugüne dair siyaset çıkarmaya çalışan ve böylece Erdoğan’ın aslında nerelerden beslendiğini göremeyen, görmek istemeyen bir siyaset yapma biçimi alışkanlık haline geliyor. Dahası bu siyaset ‘millet ittifakının’ bir gereğiymiş gibi düşünülüyor. İttifakın, sağ yelpazede yer alan müttefiklere benzemek anlamına gelmediği bir idrak edilse belki işler değişecek ama CHP liderliğini buna zorlayan dinamik hâlâ çok dağınık hâlâ çok kendi halinde…
2020’de CHP’li vekiller muktedirin kibirli tavrından, halkı azarlamasından, halkla inatlaşmasından dert yanıyor. Erdoğan’ın faturasını ödeyemeyen milyonlarca insanın sesini duymadığını, salgın günlerinde emekçiyi düşünmediğini ifade ediyor. 1980’lerde Özal’ın tutumu da benzerdi. Kendisine geçinmediğini ifade eden bir işçiye ‘kime oy verirsen ver’ diyebilmişti. Çünkü o aslen zenginleri seviyordu, ‘işini bilen’ vatandaşa sempati besliyordu.
2020’de ‘salgın hastanesi yapıyoruz’ diyerek kimseye sormadan Atatürk Havaalanına iş makinaları sokuldu, ihale yandaşa verildi. Oldu bitti ile havalimanının bir daha kullanılamayacak hale gelmesine yol açıldı. Muhtemelen üç vakte kadar Yeşilköy’de eski pistlerin üzerinde gökdelenler yükselecek. İmamoğlu başta olmak üzere aklı başında olan herkes buna itiraz ediyor. Hafızalar tazelensin diye yazıyorum. 1980’lerde Özal da ‘hızı’ çok severdi. Otobanları ve betonu ‘küçük Amerika’ olmanın alameti farikası olarak görürdü. Şimdilerde Rönesans’ı, Kalyon’u baş tacı malum, Özal da inşaat şirketlerini el üstünde tutardı.
2020’de salgın günlerinde Meclis kapalı. Sık sık Cumhurbaşkanı kararnamesi çıkaran Erdoğan zaten parlamentoyu süs bitkisine çevirdi. 1980’lerde Özal, Meclis’i de muhalefeti de ayak bağı olarak görürdü. Mesela 5 yılda 161 tane KHK çıkarıp parlamentonun yetkisini ‘by pass’ etmişti. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda ise başkanlık koltuğu düşleri kurmaya başlamıştı. Şimdi o koltukta Erdoğan oturuyor.
Erdoğan, iktidarın ilk döneminde Menderes, Özal ile birlikte fotoğraflarının yayınlanmasını pek severdi. Meşhur ‘milletin adamları’ kampanyası bir süreklilik merakına işaret ediyordu. CHP’nin mallarına el koyan Menderes, sosyal demokratlara ‘komünist bunlar’ diyen Özal, Milli Görüş gömleğini çıkaranlar için ideal birer referanstı. Zamanla Erdoğan fotoğraflarda tek adam oluverdi, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Artık Menderes ve Özal’ın gölgesine ihtiyaç duymuyor. Muhtemelen kendini onların yapamadıklarını da başaran bir dünya lideri olarak görüyor. 
Ya muhalefet?
‘Erdoğan, Özal’ın devamıdır’ gibi kestirme bir sonuca varmak niyetinde değilim. Ama Özal ile başlayan devlet mimarisini piyasacı ve muhafazakâr talepler etrafında dönüştürme projesinin zirvesi AKP’dir. O nedenle hem AKP ile mücadele edip hem de Özal’ı övmek en hafif deyimle politik demans alametidir.
Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Kapitalizmin grotesk hakikati + ABD’nin yeni harita niyeti -Cumhuriyet-

Kapitalizmin grotesk hakikati - Ergin Yıldızoğlu- İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperya...