İBB’yi 'faizsiz bir takunyalı' yönetecek: Her şey çok güzel oldu ama sadece patronlar için! - SOL

CHP'li Aykut Erdoğdu 2012’de bir basın toplantısı düzenleyip Ziraat Bankası Genel Müdürü hakkında usulsüz kredi dağıtma ithamında bulunmuş ve istifaya davet etmiş. Doğal. Doğal olmayan ise böyle bir geçmişe sahip kişinin büyük bir rahatlıkla aynı partinin kontrolündeki en büyük belediyenin CEO’su olarak atanması.


Yıl 2003. AKP iktidarının ilk ayları. Kamu Bankalarına üst düzey atamalar yapılıyor. Hürriyet gazetesi haberi “Ziraat'te ‘faizsiz bankacı’ dönemi” başlığıyla veriyor. Gerisi şöyle devam ediyor: “AKP, Ziraat Bankası'nda ‘faizsiz bankacılar’ dönemi başlattı. Geçmişte Faisal Finans'ta da çalışan ve İSKİ'de Recep Tayyip Erdoğan'ın sağ kolu olan Zeki Sayın Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Bankanın genel müdürlüğüne de Family Finans Genel Müdürü Can Akın Çağlar getirildi.”

Dün, o haberde adı geçen “faizsiz bankacı” Can Akın Çağlar, yaş haddinden emekliye ayrılan Koç Grubu’nun eski CEO’su yerine İBB Genel Sekreterliği’ne atandı. Koç’un CEO’su gitti, AKP’nin ve Ülker’in CEO’su geldi. “Her şey çok güzel olacak” iddiasıyla İBB koltuğuna oturan Ekrem İmamoğlu böylece her şeyin eskisi gibi olacağına dair güçlü bir işaret daha verdi. 

İBB’nin yeni “faizsiz” CEO’su 1962 yılında Sivas’ta doğmuş. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi çıkışlı. Mesleki kariyerine 1985 yılında Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu’nda Bankalar Yeminli Murakıbı olarak başlamış. Sonra hızla yükselmiş. Egebank’tan Ülker Grubu’nun satın aldığı Family Finans’a geçmiş, Ülker’in faizsiz CEO’su olmuş. Son görevi Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü. Tabii bankanın çok sayıdaki iştirakinin yönetim kurulu üyeliği. 

'Murakıp Takunyalılar Grubu' üyesi

Yükselişindeki en önemli görev Bankalar Yeminli Murakıbı olması. Konuyla ilgili haberler kuruluşta o tarihte Sami Erdem’in yönetiminde bir “Takunyalılar Grubu” oluştuğunu “faizsiz İBB siyosu”nun da o grubun içinde yer aldığını haber veriyor. Grubun oluşması Sami Erdem sayesinde mümkün olmuştur. Onun desteğiyle pek çok takunyalı genç önce Murakıplar Kurulu’na girer. Belli bir süre sonra da devletten ayrılıp bugünkü “katılım bankalarının” yöneticileri olurlar. Tabi mevduat bankalarında da önemli pozisyonlara gelen isimler vardır.

Ahmet Erhan Çelik OdaTV’de konuyla ilgili haberinde şunları yazıyor: “AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte de Sami Erdem’in öğrencilerini kimse tutamaz. Ziraat Bankası Genel Müdürü Can Akın Çağlar, Ecobank Başkanı Murat Ulus, Albaraka Türk Genel Müdür Yardımcısı Fahrettin Yahşi gibi pek çok isim vardır, Sami Erdem’e hocamız diyen.” 

Haberde Sami Erdem de şöyle anlatılıyor: “Sami Erdem’in asıl ünü “Yüzde 10 Sami” lakabından ileri geliyor. Erdem önemli sayıda bankanın satışına aracılık etmiş profesyonel bir yöneticidir. Memuriyetten gelir ama her sattığı bankadan yüzde 10 hisse alacak kadar servete kavuşmayı da bilmiştir. Tabi Erdem’in bir başka özelliği daha var. Satışına aracılık ettiği ve Genel Müdürlüğü’nü yaptığı bütün bankalara devlet el koydu. Ecevit Hükümeti işbaşındadır ve Cumhuriyet tarihinin en büyük banka operasyonuna karar verilir.  22 Aralık 1999’da beş bankaya el konulur. Beş bankadan üçü Yaşarbank, Yurtbank, Egebank’tır. Ortak özellikleri ise üç bankanın genel müdürlük koltuğuna değişik tarihlerde Sami Erdem’in oturmasıdır.”

Bankalara el konulduğu gün Sami Erdem’e yurt dışı yasağı gelir. Kemik erimesi ve ilik kanserinin ancak Amerika’da tedavi edilebileceğine ilişkin mahkeme kararı çıkınca yurt dışı yasağı kalkar ve Erdem 2000 sonunda soluğu Amerika’da alır. Tabi gidiş o gidiş. Bu arada hakkında pek çok ceza ve hukuk davası açılır....

Can Akın Çağlar, Sami Erdem’in öğrencisidir. Sami Erdem’in yönetimindeki bir bankayı denetlemeye gider, arada bir şeyler olur ve Çağlar üstadı Sami Erdem’in Müdür Yardımcısı olur. Ama Erdem’in o dönem bir başka yardımcısı daha vardır; Murat Ulus. Sami Erdem’in öğrencisi olan Ulus da bankayı denetleme gidip müdür yardımcısı olmuş son derece yetenekli bir kişidir. Yıllar sonra Ulus, Devlet Bakanı Ali Babacan’a danışmanlık yapar, Ziraat yönetiminde yer alır. 

Takunyalı Murakıp’lar grubunu oluşturan dört bankanın yönetici Sami Erdem o tarihten sonra sırra kadem bastı. Polis raporlara göre Yurtbank’taki off-shore hesapları nedeniyle 1 hafta süreyle Mali Şube Müdürlüğü’nde sorgulanan Ali Balkaner’in, Yaşarbank’tan da 25 milyon dolar kredi aldığı anlaşıldı. Krediyi veren kişi Sami Erdem’di.

Sami Erdem, Yaşarbank’tan sonra Yurtbank’ta da yöneticilik yapmıştı. Erdem’in Yaşarbank’tan Yurtbank’a geçişinin ardında Ali Balkaner’e verilen 25 milyon dolarlık kredi işinin olduğu ve buna karşılık yüzde 10 hisse aldığı ileri sürülüyordu. Egebank Genel Müdürü olduğu dönemde 23 trilyon 958 milyar batık kredi verdiği iddiasıyla aranan Sami Erdem, verdiği kredilerden yüzde aldığı iddiasıyla “Yüzde 10 Sami” olarak tanınıyordu.

En büyük batık kredide imzası var

Yıl 2012. Ora İstanbul Alışveriş Merkezi’ne 285 milyon euro kredi veren Ziraat, şirket zor duruma düşünce krediyi tahsil edemedi. Ziraat, batık krediyi resmen batık kredi olarak kayda geçirince BDDK’nın tahsili gecikmiş alacaklar kalemi bir haftada 568 milyon lira birden arttı.

Bu beklenmedik artış bankacılık kulislerini de hareketlendirdi. Sektörde batan 568 milyon liralık kredinin ticari kredi olduğu ve tek bir banka tarafından verildiği iddiaları dolaşmaya başladı. Bahsi geçen batık kredi Ziraat Bankası tarafından 2010 yılında Ora AVM’ye kullandırılan 285 milyon euroluk kredi idi. 2010 yılında kullandırılan kredinin geri ödemesiz dönemi 2012 başında sona ermişti. Ancak şirket vadesi gelen borçlarını ödeyememişti. Bu yüzden kredi yasal zorunluluklar nedeniyle tahsili gecikmiş alacaklar hanesine kaydedilmişti.

Ora’nın hikayesi de şöyle; İstanbul Bayrampaşa’da 70 bin metrekarelik alan üzerine inşa edilen Ora İstanbul’un bankalarla sorunu daha proje aşamasında, 2008 yılında başladı. Projeye ilk olarak Garanti Bankası finansman sağladı. İlk 2 yılı geri ödemesiz projeye 118 milyon euro kredi vermeyi kabul eden Garanti, Ora Gayrimenkul’un mali yapısının yeterince güçlü olmadığına kanaat getirerek, 2009 sonunda projeden çekilme kararı aldı. Devam eden projeyi tamamlamak için birçok bankanın kapısını çalan ve birçoğundan ‘hayır’ cevabı alan şirket sonunda Ziraat Bankası ile anlaştı. Ziraat Bankası Ora Grubu’nun hem Garanti Bankası’na olan borçlarını üstlendi hem de yeni bir kredi açarak projenin tamamlanmasını sağladı.

29 Ekim 2011’de görkemli bir açılışla kapılarını ziyaretçilere açan Ora İstanbul, bir türlü beklenen başarıyı elde edemedi. Alacaklı firmaların, sorumluluklarını yerine getirmediği gerekçesiyle Ora hakkında iflas davası açması, Ora yönetiminin de buna karşılık iflas erteleme talebiyle yargı yoluna gitmesi süreci daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Kredi tahsilâtının giderek imkânsız hale geldiğini gören Ziraat Bankası da bu alacağını tahsili gecikmiş alacaklar hanesine kaydetti.

Bahsi geçen kredi hakkında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından bir inceleme başlatıldı. Ancak Ora Gayrimenkul kredisinde imzasını bulunan Ziraat Bankası Genel Müdürü Can Akın Çağlar tam bu sırada BDDK’ya kurul üyesi olarak atandı. Bu atama inceleme sürecini de sıkıntıya soktu. Çağlar’ın murakıpların amiri sayılabilecek bir konuma gelmesi soruşturmanın sonuçlanmasını zorlaştırdı.

'Batırdım ama umutluyum'

Hakkında Batık Kredi ile ilgili soruşturma açılan Banka genel müdürü Hüseyin Aydın suçu bir önceki genel müdür Can Akın Çağlar’a attı. Can Akın Çağlar bankacılık denetiminden sorumlu BDDK’ye üye olarak atanmıştı. Çağlar, kurul tarafından hemen aklandı. Genel müdür Hüseyin Aydın ise kredinin akıbetiyle ilgili, “Her şeye rağmen ben umutluyum. İstanbul gibi bir yerde orta ve uzun vadede bu kredinin geri döneceğine inanıyorum, pozitif düşünüyorum. İyi bir yönetim olursa tahsil edilebilir” açıklamasında bulundu. 

İyimser beklenti gerçekleşmedi ve 2018 yılında Ora AVM tamamen battı. Vatandaşın 285 milyon avro ederindeki varlığı buharlaştı. Kazanan Ora AVM ve Garanti Bankası’nın sahipleri oldu. 

Teminat bile istemediler

Yıl 2013. Ziraat Bankası'nın Can Akın Çağlar döneminde açtığı ve geri almakta zorlandığı rekor kredi, TBMM KİT Komisyonu'nda hem iktidar hem de muhalefet milletvekillerinin tepkisine neden oldu. Milletvekilleri, Ziraat Bankası yönetimine, "Şirkete önce Garanti Bankası 160 milyar Euro kredi vermiş, ödeyemeyeceğini anlayınca ilave teminatlar istemişler. Onlar da Ziraat Bankası'na başvurmuşlar. Hiç mi sorulmadı, niye yarıda kaldınız, niye bize gelmediniz, diye? Üstüne üstlük kredi tutarını 270 milyon Euro'ya çıkarmışsınız. Faizini de, komisyon ücretini de düşürmüşsünüz" dediler.

CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, "270 milyon Euro kredi verirken teminat aramadınız mı" diye sorarken CHP İstanbul Aykut Erdoğdu da özetle şöyle konuştu: "Ziraat Bankası bu krediyi verirken iki ayrı istihbarat raporu hazırlanmış. Birinci raporda projenin fizbl olmadığı, dolayısıyla kredi verilmemesi gerektiğini belirtilmiş. Ama bundan 4 ay sonra hazırlanan ikinci raporda ise varsayımlar değiştirilerek, proje fizbl'dır, denilmiş. Cumhuriyet tarihinin en yüksek batık kredisi. Ne zaman bilgi istesek, bankacılık sırrı, deniyor."

Çağlar yönetimindeki Ziraat Bankası’nın tek vukuatı Ora AVM değil. Özellikle Ziraat Bankası AKP tarafından patronların yemlenmesinde kullanılmış. Özel bankalardan kredi alamayan veya bu bankalardaki borçlarını ödeyemeyen birçok büyük şirketin Ziraat Bankası’nın kapısını çalıp istedikleri krediyi almış.

CHP İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu 2012’de bir basın toplantısı düzenleyip Ziraat Bankası Genel Müdürü hakkında usulsüz kredi dağıtma ithamında bulunmuş ve istifaya davet etmiş. Doğal. Doğal olmayan ise böyle bir geçmişe sahip kişinin büyük bir rahatsızlıkla aynı partinin kontrolündeki en büyük belediyenin CEO’su olarak atanması. İBB el değiştirdi ve gerçekten de her şey çok güzel oldu. Ama sadece patronlar ve onların CEO’ları için…

(SOL)

İBB’de ‘yeni’ dönem: 'Babacan'ın prensiydi' iddiası...

Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Genel Sekreterliği’ne yaptığı ikinci atama da oldukça dikkat çekici. İlk olarak göreve Koç Grubu’ndan Yavuz Erkut’u atayan İmamoğlu, Erkut’un emekli olması sonrası bu kez eski bir AKP bürokratı Can Akın Çağlar’ı getirdi. Çağlar, Babacan’a yakınlığıyla da gündeme gelmişti.

CHP’nin İBB’nin en önemli koltuklarından birini emanet ettiği isimler dikkat çekmeye devam ediyor. İlk olarak  TÜPRAŞ’ın özelleştirilerek Koç Holding'e devredilmesiyle birlikte 10 yıl boyunca şirketin genel müdürlüğünü yapan Yavuz Erkut’u Genel Sekreter yapan Ekrem İmamoğlu, Erkut’un emekli olması sonrası bu göreve Can Akın Çağlar’ı getirdi. AKP iktidarında birçok kritik görev alan Çağlar hakkında CHP’nin yolsuzluk iddiası da da bulunuyordu.

CHP’nin İBB tercihleri: Koç’tan AKP’ye…

1998 yılında Ülker’in Faisal Finans’ı satın alması sonrası Family Finans (Türkiye Finans) katılım bankasında 2003 yılına kadar Genel Müdürlük yapan, bu görevin ardından AKP tarafından Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’ne getirilen ve  8,5 yıl boyunca Ziraat Bankası’nda Genel Müdürlük görevini üstlenen Can Akın Çağlar, daha sonra yine AKP tarafından Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’ na Yönetim Kurulu Üyesi olarak atandı.

Bu görevden ayrılması sonrası Eureko Sigorta AŞ YK Başkanvekilliği görevini yapan Çağlar, aynı zamanda Türkiye Sigorta Birliği Başkanlığı görevini de üstlenmiş durumdaydı.

Babacan’ın “prensiydi” iddiası

Çağlar’ın İBB’deki yeni görevi sonrası çok sayıda tepki mesajı paylaşılırken, konuya ilişkin en ilginç paylaşımlardan biri AKP’ye yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesinin “ekonomi” yazarlarından Dilek Güngör’den geldi.

Güngör, Çağlar’ın bir dönem Ali Babacan’ın prenslerinden biri olduğunu öne sürdü.

Damacana-Canpare

Çağlar’ın adı daha önce Ziraat Bankası’na ilişkin bir soruşturmada Ali Babacan’la birlikte geçmişti.

O dönem Devlet Bakanı olan Ali Babacan ve Ziraat Bankası yönetiminin özel bilgileri ve konuşmalarını basına servis eden kişi, Babacan'a "Ali Damacana", Ziraat Bankası Genel Müdürü Can Akın Çağlar'a da “Canpare" diyor, bir yazışmada şu ifadeleri kullanıyordu:

“Canpare, kurumu küçülterek adını tarihe yazdırdı. Damacana ha gayret Canpare, biraz daha küçültürsen seni milletvekili, yok etmeyi becerirsen 2007 de cumhurbaşkanı yapacağız demiş... Merkezi umumi reisliğinde havasını alan Canpare, Abisi'ne beni cumhurbaşkanı yap abi demiş.”

CHP'den yolsuzluk iddiası

CHP’li Aykut Erdoğdu, Çağlar yönetiminde kredi yolsuzlukları yaşandığını belirterek istifa çağrısı yapmış, şu ifadeleri kullanmıştı:

“Ziraat Bankası'nda seri kredi yolsuzluğu bize iletilmiştir. Bu konuda bize bir yıldır süren ihbarlar söz konusuydu. Bu ihbarlar sanıyorum sayın Ali Babacan ve sayın Başbakan'a da iletilmiştir. Bu ihbarlar yüzünden eski yönetim, yani Can Akın Çağlar yönetimi görevden alınarak sayın Hüseyin Aydın yönetimi göreve gelmiştir.

Doğru ve etik olan sayın Can Akın Çağlar'ın görevinden istifa etmesidir. Eğer Can Akın Çağlar bu kararı almazsa hükümetin üzerine düşen sayın Can Akın Çağlar'ı bu soruşturmalar bitinceye kadar soruşturmanın salahiyeti açısından görevden almasıdır."

(SOL)

Sol komünizm: Zor günler, zor satırlar - Başar Özer / Gelenek-SOL

Bolşeviklerin önderliğinde ileri atılan işçi sınıfının, zorlu bir nesnellikte yaşama tutunmaya çalıştığı bir dönemi ve bu dönemin kritik broşürünü, “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı”nı ele alacağız. Amacımız Sol Komünizm broşürünün, nasıl bir nesnellikte yazıldığını, leninizmin mantığı açısından nereye oturduğunu anlamaya çalışmak olacak.



“Çağımız, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır”. Bu slogan, sosyalizm mücadelesiyle yeni tanışmış birisi için anlamayı kolaylaştıran bir ezber olabilir. Bazense en zorlu tartışmalarda bir son söz haline gelebilir. İçerisinden geçtiğimiz dönemse, bu sloganı çok daha geniş bir toplumsal kesim açısından anlaşılır ve sahiplenilebilir kılıyor. Salgın hastalık karşısında çaresiz, krizlerden krizlere giren bir toplumsal sistem çatırdıyor. Bu düzenden bir başkasına geçiş şart ve bu milyonlarca emekçinin ortak kanaati haline gelmeye başlıyor. Dönüşüm zamanı geldi, geçiyor. Milyonlarca emekçi henüz büyük bir hareketlilik içerisinde değil, bunun sadece işaretlerini gözlemleyebiliyoruz. Öte yandan gelmekte olansa belli.

Kavga kaçınılmaz ve bizim kaçıracak bir fırsatımız daha yok.

Tam da bu nedenle, yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan emekçiler ve sınıfın öncüsü iddiasındaki komünistlerin hazırlıklı olması gerekiyor. İktidarın fethinden, orada tutunmaya, toplumun eşitlik ve özgürlük idealleriyle dönüştürülmesine kadar, sürecin her alanına ilişkin bir hazırlık…

İşte bu yazı, böyle bir hazırlığa omuz vermeyi hedefliyor. Bolşeviklerin önderliğinde ileri atılan işçi sınıfının, zorlu bir nesnellikte yaşama tutunmaya çalıştığı bir dönemi ve bu dönemin kritik broşürünü, “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı”nı ele alacağız. Amacımız Sol Komünizm broşürünün, nasıl bir nesnellikte yazıldığını, leninizmin mantığı açısından nereye oturduğunu anlamaya çalışmak olacak.

Sol Komünizm Hangi Koşullarda Yazıldı?

Tarihin o güne kadar gördüğü en büyük yıkım olan Birinci Paylaşım Savaşı, aynı zamanda insanlığın geleceğinin de doğuşuna tanıklık etti. 1917’nin Ekim’inde, Rusya’da, yeni çağların sınıfı proletarya, iktidarını alıyordu.

Arkalarına on beş yıllık bir mücadele deneyimini alan bolşeviklerin, iktidarı alırken üç temel sloganı vardı: Ekmek, toprak ve barış. Ve zaman kaybetmeden adımlar atmak, bu başlıklarda sonuca ulaşmak gerektiğinin farkındaydılar. Kolları sıvadılar. Gizli saklı tüm emperyalist planları ifşa ettiler, barış için görüşmeleri başlattılar. Bir yandan mücadele eden dünya halklarına bir yoldaş eli uzattılar, bir yandan Sovyet Rusya’nın ayağa kalkabilmesi için kuruluşa giriştiler ve bir yandan da hem içeride hem dışarıda işçi iktidarının düşmanlarıyla amansız bir mücadeleye giriştiler.

Bolşevikler bir yandan bu adımları atıyorlardı. Öte yandan Avrupa’da çok kısa süre içerisinde gerçekleşecek devrimler, stratejilerinin önemli bir parçasıydı. Avrupalı yoldaşlarıyla sınırlarda el sıkışacakları günleri hayal ederek iktidarlarına sarıldılar, İç Savaş’ta cepheden cepheye koştular. Bu başlıkta üstlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler. Öte yandan Avrupa’da işler istendiği gibi gitmiyordu. Başta Almanya olmak üzere Avrupalı işçiler ayaktaydı. Kimi zaman kalkışmaya dönüşen bu hareketlilikler, Avrupa kapitalizminin temellerini sarsıyordu sarmasına ama o son darbe bir türlü gelmiyordu.

İşte bu gelişmelerle 1920 yılına girildi.

1920’ye gelindiğinde Sovyet Rusya’daki işçi iktidarını sıkıştıran üç temel konu vardı: Birincisi, sosyalist iktidara karşı yönelen uluslararası koalisyonun kolunun kırılması. Sovyetler her ne kadar başka ülkelerin işçileri üstünden muazzam bir uluslararası prestij de elde etmiş olsa, her an dünyadaki politik ortam Sovyetler aleyhine çevrilebilirdi. İkincisi, işçi iktidarı deyim yerindeyse bir yıkım devralmıştı. Bu yıkımdan, insana yaraşır bir toplumsal düzen çıkarmak gerekiyordu. Başta konut, gıda, sağlık, eğitim gibi alanlar olmak üzere, bir sosyalist kuruluş ihtiyacı kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Üçüncüsü ise, ülkede devrim yapılmış, işçi sınfı iktidarı almıştı ama toplumsal dönüşüm henüz tamamlanmamıştı ve deyim yerindeyse yolun başıydı. Lenin, küçük ölçekli üretim vasıtasıyla burjuvazinin ve kapitalizmin her saat, her gün yeniden doğmakta olduğundan dert yanmaktadır.1 İktidarı devirmekte sarf edilen emeğin, bu büyük dönüşümün yanında çocuk oyuncağı olacağını söylemekte2 ve sabırla toplumsal bir devrim için kolları sıvamalıyız demektedir.

Rusya’daki işçi iktidarını ayakta tutmak ve Avrupa’da ortaya çıkacak devrimlerin önünü açmak… Bu ikisi, aralarında bir gerilim taşımakla beraber, bolşevikler açısından aynı bütünün parçalarıydı başından beri. Öte yandan 1920 itibariyle bu ikisi arasında gerilim bir çarpışmaya dönüşmüştür.3 Ortada henüz net bir tablo olduğunu Lenin dahil söyleyebilen yoktu. Avrupa’da gerçekleşecek devrimler, yukarıda bahsettiğimiz meselelere çareler getirecekti elbette. Öte yandan Lenin başta olmak üzere bolşevikler, dünya devriminin gerçekleşmediği bir tabloya da hazırlıklı olmak gerektiğini sezdiler. 1920’nin Nisan ayında Lenin, bir yandan iyimserliğini korumakla beraber4, Sovyet Rusya’yı merkeze koyan bir strateji geliştirme ihtiyacı hissediyordu.

İşte Sol Komünizm broşürü, bu koşullar altında, 1920 yılının Nisan ayında yazıldı.

Peki kimdi bu Sol Komünistler?

Lenin, “sol komünistler” tanımlamasını esas olarak o dönemin bir grup Avrupalı komünisti için kullanıyor. Kökenini ise daha eskilere dayandırıyor. Lenin broşürde, bolşevizmin kendi tarihi içerisinde bu “sol sapmanın”, iki kez ortaya çıktığını anlatıyor.5

Bunlardan ilki, 1908 yılına, 1905 devriminin geriye çekildiği, bolşevikler dahil tüm devrimci hareketlerin bastırıldığı bir döneme uzanıyor. Bu dönemde parti içerisinde bir ekip, parlamento seçimlerine katılmanın, yasal işçi grupları içerisinde yer almanın devrimci bir tavır olmadığını ileri sürüyor. Lenin liderliğindeki birçok bolşevik ise, 1905 devrimi döneminin geride kaldığını, işçi sınıfının yeni bir atılım için örgütlenmesi ve güç biriktirmesi gerektiğini savunuyor. Bu doğrultuda, sosyalist iktidar programını işçilerle buluşturacak her olanağın değerlendirilmesi konusunda ısrarcı oluyorlar.

İkinci örnek ise, broşürün yazıldığı döneme daha yakın bir tarihte, 1918 yılında geçiyor. Hatırlanacağı üzere, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Rusya, gizli saklı tüm emperyalist anlaşmaları ifşa etmiş ve açık barış yanlılığını ortaya koymuştu.  Ne var ki Sovyet Rusya’nın savaş karşısında aldığı bu açık tavır, barışı hemen ve kendiliğinden getirmemişti. Bir de üstüne, Almanya’da devrim için mücadele eden hareketli bir işçi sınıfı vardı ve Lenin dahil tüm bolşevikler buradan gelecek bir devrim haberini bekliyorlardı. Ne ki devrim gecikiyor, içeride işçi sınıfının ihtiyaçları ve ülkenin kuruluş sorunları kendisini dayatıyordu. Bir de üstüne Alman ordusu Petrograd’a doğru ilerliyordu. Lenin, Sovyet Rusya’nın yaşayabilmesi için acilen bir barış anlaşması imzalanması gerektiğini hissediyordu. Bu anlaşma 1918 yılının 3 Mart’ında, Brest-Litovsk’ta imzalanacaktı. İşte bu anlaşmaya dair parti içerisinde farklı sesler yükseliyordu. Almanlarla yapılacak bu anlaşmanın, emperyalist bir devletle yapılacak bir uzlaşma olacağını ve ilkesel olarak kabul edilemeyeceğini ifade edenler vardı. Lenin de bunun bir uzlaşma olduğu konusunda farklı düşünmüyordu, ne var ki bu kaçınılmaz bir uzlaşmaydı ve işçi sınıfı iktidarının açısından yaşamsaldı. Lenin, partide yaşanan bu ikinci tartışmanın, 1908’de yaşadıkları tartışmaya kıyasla daha ufak bir tartışma olduğunu belirtiyor.6 Sürecin sonunda, sol komünist hizbin o anki temsilcileri Radek ve Buharin hatalarını kabul ediyorlar.

Daha önce de değindiğimiz üzere, tanımın esas odağını başta İngiltere, Almanya ve İtalya olmak üzere bir grup Avrupalı komünist oluşturuyor. Lenin broşüründe, birkaç başlık üzerinden bu komünistlerle bir tartışma yürütüyor.

Bu başlıkların başında, bolşeviklerin de vakti zamanında içlerinde yürüttükleri parlamento tartışması geliyor. Konuyla ilgili önce bir İtalyan sol komünistine, Bordiga’ya kulak verelim:

“Dünya savaşının sona ermesi, ilk komünist devrimlerin gerçekleşmesi ve Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşuyla başlayan bugünkü aşamada, komünistler, proletaryanın her ülkedeki siyasi eyleminin doğrudan hedefi olarak, partinin tüm enerjisini ve hazırlık çalışmalarını, iktidarın devrimci yollardan fethine adamalıdırlar. Bu aşamada, burjuvazinin güçlü birer savunma aracı olarak iş gören ve işçi sınıfı saflarında da kullanılabilen bu organlara (meclis kastediliyor-BÖ) katılım kabul edilemezdir.”7

İktidarın devrimci yollardan fethine kimsenin, hele hele de bunu gerçekleştirmiş bir partinin liderinin bir itirazı olamaz. Öte yandan Bordiga, bir dönemle beraber komünistlerin parlamentolarla ilişkilenmesinin bittiğine işaret etmektedir. Lenin’in itirazları esas bu nokta üzerinedir. İtalya dahil olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde işçi sınıfının büyük bir enerjiyle hareket ettiği ve komünist partilerin ortaya çıktığı doğrudur. Öte yandan hareket halindeki Avrupalı emekçiler üstünde hâlâ esas söz sahibi olan partiler sosyal demokrat partilerdir. Ve sandıklar, tarihsel olarak anlamlarını yitirmiş olsalar dahi, milyonlarca Avrupalı emekçi için hala siyasal bir referans noktasıdır. Lenin’in Almanya üzerinden verdiği cevap oldukça önemlidir:

“Eğer ‘milyonlarca’ proleter, yalnızca genel olarak parlamentarizmden yana olmakla kalmayıp, aynı zamanda, açıkça "karşı-devrimci" iseler, "parlamentarizmin siyasal olarak zamanını doldurmuş olduğunu" nasıl söyleyebiliriz!? Besbelli ki, parlamentarizm, Almanya'da henüz siyasal olarak zamanını doldurmuş değildir. Besbelli ki, Almanya ‘sollar’ı kendi isteklerini, politik-ideolojik tutumlarını nesnel gerçeklikle birbirine karıştırmışlardır. Bu, devrimciler için en tehlikeli yanılgıdır. Komünistler, proletaryanın her ülkedeki siyasi eyleminin doğrudan hedefi olarak, partinin tüm enerjisini ve tüm hazırlık çalışmalarını sona erdiren güç olmalıdır.”8

Lenin bununla da kalmamış ve ikili iktidarın yaşandığı dönemlerde dahi buna dair ilkesel bir tutum alınamayacağını, nesnelliğin yeniden yeniden ele alınıp devrimci tutumun yaratılması gerektiğini savunmuştur.

“Biz Rus bolşeviklerinin, Eylül-Kasım 1917'de, Rusya'da parlamentarizmin siyasal olarak zamanını doldurduğunu iddia etmeye, Batının bütün komünistlerinden daha fazla hakkı yok muydu? Besbelli ki vardı, çünkü sorun, burjuva parlamentolarının uzun süreden beri mi, yoksa kısa süreden beri mi var olup olmadıkları sorunu değildir, sorun, büyük emekçi yığınların ideolojik, siyasal ve pratik bakımdan Sovyet rejimini benimsemeye ve burjuva demokratik parlamentoyu dağıtmaya -ya da dağıtılmasına izin vermeye- hazır olup olmadıkları sorunudur.”9

Lenin bu satırları yazarken haklıdır. Çünkü mesele, devrim ümidi azalmış bir nesnellikte komünistlerin gelecek zamana hazırlanmak üzere geri çekilmeleri değildir. Lenin, Avrupalı komünistleri sürecin dışına fırlatacak gelişmeleri görmekte; öncüyü sınıfla daha fazla etkileşime sokacak metotlar önermektedir. Bir devrim de gerçekleşecekse, bunun ancak sınıfla ilişkinin güçlendirilmesiyle ve emekçiler üstündeki burjuva etkisinin kırılmasıyla mümkün olduğunu söylemektedir.

Sol komünistlerle yürüttüğü tartışmada, her başlığın yukarıdakiler kadar sade (yukarıdakiler ne kadar sadeyse) olduğunu söyleyemeyiz. Bu çelişkilere ileride değineceğiz.

Komünistler Toplanıyor

Bu tartışmalar sürerken, Komünist Enternasyonal’in (Komintern) ikinci kongresi Sovyet Rusya’da toplanıyor. Dünyanın dört bir yanından parti ve gençlik örgütlerini temsilen, toplam 218 delege kongreye katılıyor. 10Kongre için gelen delegelere, toplantı öncesi dağıtılan materyallerden bir tanesi de Lenin’in Sol Komünizm broşürü oluyor.

Komintern’in ikinci kongresi, örgütün bir dünya partisi olarak örgütlenmesi yolunda kritik bir öneme sahip. Bu kongre aynı zamanda, Komintern’in kuruluş felsefesini yansıtan bir temel metnin, “Komintern’e Katılmanın 21 Koşulu”nun da kabul edildiği toplantı oluyor. Komünizme ilginin tavan yaptığı, “komünist olmayanların komünist partilere, komünist olmayan partilerin de Komintern’e başvurduğu”11 bir dönemden bahsediyoruz. Tam da böyle bir dönemde, bolşevikler dünya komünist hareketinin sınırlarının çok net bir şekilde belirlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. 21 Koşul bu anlamda oldukça net kurallar koymaktadır: Parlamenter sapmadan tamamıyla kopulacak, her türlü reformist eğilimle yollar ayrılacak, simgesel değil ama politik bir anlam taşımak üzere tüm partiler isimlerinde “komünist” ibaresi taşıyacak, dünyanın her yerindeki Sovyet iktidarları için ortak mücadeleye koşulacak ve bu iktidarlara karşı yürütülen lojistik faaliyetlerin önü kesilecek ve diğerleri… 12 Ve tüm bunların üstüne, tüm partilerden birer olağan üstü kongre toplamaları ve tüm bu kararları yerel parti örgütleriyle de paylaşmaları istenmektedir. En geç dört ay içerisinde... Bu temel metinle birlikte Komintern sadece siyasal ve örgütsel ilkeleri daha belirgin bir komünist organizasyon olmakla kalmıyordu, aynı zamanda yürütme kurulu ve kongreleri aracılığıyla tüm üye ülke komünist partilerine müdahale olanağı bulunan bir dünya partisi olmaya doğru ilerliyordu.

Kongrenin başında dağıtılan Sol Komünizm broşürü ile yukarıda değindiğimiz “21 Koşul”un arasında tam bir uyumdan bahsetmemiz mümkün değil. Sol Komünizm açıkça tecride, yalnızlığa mahkûm olmamak adına, Avrupalı komünistlere, sosyal demokrat partilerle uzlaşma taktikleri önermekte13 ve “sabretmeli, sebatla belki de uzun uzun yıllar çalışmalısınız çünkü bolşevizm arkasına böylesine bir mirası alarak devrim yapabilmiştir” demektedir.14 “21 Koşul” ise bazı maddelerde açıkça bu tavırları mahkûm etmektedir.

Peki bu durumu nasıl açıklayacağız?

“Burada çelişki yok, çelişki 1920 yılındadır çünkü kâh dünya devriminin yayılacağı, kâh belli süre Sovyetlere sıkışacağını hissettirmektedir ve Lenin her şeyi hesaba katmak zorundadır. Bu hesaplar içinde, Rusya’daki işçi iktidarının ayakta kalması ve sosyalizmin kuruluşuna geçilmesi için ille de batıda bir devrimin gerekmediği de vardır.”15

Bu Broşürden Reformizm Çıkar Mı?

“Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı”, dönemin gerçeklikten ve ne yazık ki devrimden uzak devrimcilerine bir ayar niteliğindeydi. Öte yandan broşür, bir süre sonra düzenle iş birliği yapmanın ve reformist programların bahanesi olarak kullanılır oldu. Reformistlerin derdi kendine, ama biz şu soruyu sormak zorundayız: “Sol Komünizm”den reformizm reçetesi çıkar mı?

Bu soruya baştan hayır cevabını verebiliriz. Broşürün reformistlerin ağzına bolca malzeme verdiği gerçeği bir yana, Lenin’in en çok “uzlaşma”, “sabır” gibi kelimeleri kullandığı bu çalışması her şeye rağmen bir bütünlük içermektedir ve bu bütünlükte reformizme yer yoktur. Bunun en önemli örneğini, Lenin’in meclis seçimlerine katılma tartışmalarına verdiği cevapta görüyoruz. Dönemin sol komünistleri, burjuva parlamentolarının ilkesel olarak reddedilmesi gerektiğini ve asla seçimlere katılınmaması gerektiğini savunuyorlardı. Yukarıda da değindik, Lenin’in Avrupalı komünistlere önerisi tersi yöndedir. Öte yandan Lenin, bu tutumun ilkesel bir tutum olamayacağını açıkça belirtmiştir:

“1905 Ağustos’unda, Çar, bir danışma "parlamento"sunun toplantıya çağrıldığını bildirdiği zaman, bolşevikler, bütün muhalefet partilerinin ve özellikle menşeviklerin tersine, bu parlamentoyu boykot etmişlerdi ve gerçekten de bu parlamentoyu, Ekim 1905 devrimi süpürmüş atmıştı. O tarihte, bu boykot kararının doğruluğu, gerici parlamentolara katılmamanın genel olarak doğru bir davranış olmasından ötürü değil, yığın grevlerinin siyasal greve ve sonra da devrimci greve ve en sonunda da Çarlık'a karşı ayaklanmaya doğru hızla dönüştüğü nesnel durumun doğru olarak değerlendirilmiş olmasından ötürü kanıtlanmıştı.”16

Lenin bu satırlardan hemen sonra ise, 1906’da yapılan Duma seçimlerinin boykot edilmesinin yanlış bir karar olduğunu söylüyor.17 Ve bu ikisi arasında bir çelişki bulunmuyor. Çünkü Lenin’in kalkış noktası sosyalist iktidardır, işçi sınıfının iktidarı almasıdır. Bu bağlamda seçimler ve diğer düzen aygıtlarıyla ilişkilenme, her nesnel durumda yeniden yeniden ele alınmalıdır.

Nesnel durumun yeniden yeniden ele alınmasına ve devrimci stratejinin üretilmesine dair en güzel örneklerden birisi de bolşeviklerin, Kurucu Meclis karşısında takındıkları tavırda ortaya çıkıyor. Bilindiği üzere bolşevikler, 1917 Kasım ayında yapılan Kurucu Meclis seçimlerine katılmış ve bu mecliste yerlerini almışlardı. Kurucu meclis bir gerçeklikti. Lenin ve bolşevikler öncelikle onu dönüştürmeye, devrimi sağlamlaştıran bir hale getirmeye çalıştılar. Bunun olamayacağı noktada da karşı devrimci rolünü ifade etmekten ve meclisi dağıtmaktan geri durmadılar:

“Karşıdevrimci Kurucu Meclisin içinde tutarlı bir bolşevik sovyet muhalefetinin bulunmasının, sol sosyalist-devrimcilerin tutarsız muhalefetine karşın, 5 Ocak 1918'de Kurucu Meclisi dağıtmamıza engel olmadığını, tam tersine, onu kolaylaştırdığını pek iyi bilmekteyiz”18

Yukarıda ele alınan iki örnekte Lenin ve bolşevikler açısından konu son derece sadedir. Milyonlarca emekçi için seçim sandıklarının, meclislerin bir önemi kalmadıysa; sınıf kendisini başka araçlarla ifade ediyor ve kendi iktidarını kurma yolundaysa seçimlerin bir anlamı yoktur. Öte yandan milyonlarca emekçi için o sandığın siyasal bir değeri varsa, devrimci parti ne yapıp edip o alana sınıfın sesini taşımalıdır. Lenin için konu bundan ibarettir.

Evet, reformistlerin derdi kendine. Tarih boyunca düzen içi çözümlere sıkılıp kalmış tüm hareketlerin vardıkları nokta, düzen hareketlerinin içerisinde erimek olmuştur. Lenin’in ise komünistlere önerisi, her halükârda siyasal bağımsızlığın korunmasını da içermektedir. Lenin 1920’de, İngiliz komünistlerine tek bir partide bir araya gelmelerini ve sosyal demokrat İşçi Partisi ile ittifak yapmalarını önerirken dahi, siyasal bağımsızlığın korunmasının altını çiziyordu:

“(…) biz, tam bir propaganda, ajitasyon ve siyasal eylem özgürlüğünü koruruz. Bu sonuncu koşul olmadan, besbelli ki, blok da kurulamaz, çünkü siyasal eylem özgürlüğünü elde etmeden uzlaşmaya varmak ihanet olur.”19

Yazılanlara Nasıl Bakmalı?

Leninizmin mantığını anlamak açısından referans kabul edeceğimiz metinler vardır. “Ne Yapmalı?”, “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, “Nisan Tezleri” bunların başında geliyorlar. Sol Komünizm’in ise bu kategoride olmadığını söylemek zorundayız. Ayakta kalmaya çalışan devrimci bir iktidarın, ilkelerine, kuruluş felsefesine ihanet etmeden uzlaşmak zorunda kalabileceğini, sabırlı ve daha uzun erimli planlamalarına girişebileceğini anlamak açısından önemi vardır. Bu çerçevede ele alınmalı ve her türlü mutlak yaklaşımdan uzak tutulmalıdır.

Öte yandan söylenmesi gereken esas şey, bu broşürün leninizmin mantığı açısından bir anomali olmadığıdır. İnsanlığın komünizme doğru yolculuğunda, ileri atılımlar gibi geri çekilişlerin, güç biriktirmek gereken dönemlerin olacağını kavramak oldukça önemlidir ve Sol Komünizm, devrimci bir program çerçevesinde bu soruna cevap üretmeye çalışmıştır. Çelişki gibi görünen başlıklarsa, Lenin’in felsefesinin temeliyle, işçi sınıfı iktidarı sorunuyla ele alındığında çözülebilir.

İşte Lenin, en fazla sabır dediği satırlarda dahi, işçi sınıfı iktidarını koruma ve büyütme telaşıyla yazmaktadır.

Bunu akıldan hiç çıkarmadan, sözü Lenin’in iç dünyasını çok güzel özetleyen bu satırlara bırakalım:

“Kapitalizm Lenin’in uykularını kaçırmıştır. Örnek olsun Kapri’de yukarıdaki iç dökmenin muhatabı Gorkiy ve İtalyan köylülerle balık avlayıp çocuklar gibi neşelendikten sonra kendisini yiyip bitirmiştir. Bu av partilerinde adı “Dirin dirin”e çıkmıştır, zokayı yutan balığın misinayı germesini çağrıştırarak… İşte Lenin’in hayatı böyle özetlenebilir: Sömürü ve zulüm sürekli vurmakta, Lenin’i uyarmaktadır: Dirin dirin!

Acele etmeli dirin dirin…

Bir şeyler yapmalı dirin dirin…

Dirin dirin Lenin…” 20

Nice 150 yaşlara Lenin!

Başar Özer / Gelenek-SOL

"İktidar kurultayı" - Oğuz Oyan / SOL

CHP'nin sağa kayma süreci görünürde farklı ama özde benzer parti liderlikleri altında kesintisiz devam etmektedir. Şimdiki Kurultay süreci CHP'nin Kemal Dervişçi çizgiye tam angaje olduğunu tescillemek görevinden başkasını yerine getirmeyecek gözüküyor. CHP yönetimi, merkezde görünüp gerçekte sağ liberal bir sermaye partisi kimliğine bürünmeyi artık daha az dirençle sürdürebilmek için elini rahatlatacak görünüyor.



CHP 25-26 Temmuz'da 37. Olağan Kurultayını toplayacak. Bu kurultaydan "iktidar kurultayı" olarak da bahsediliyor. Güzel. Ama son zamanlarda CHP liderliğinden duyduğumuz tek şey "Millet İttifakı iktidarı" oldu; oysa Akşener bile İYİP iktidarından bahsediyor. CHP bunu "gerçekçilik" adına mı, yoksa ittifakın diğer partilerini dışlamadığını ve ittifakın üzerine titrediğini göstermek adına mı benimsiyor bilmiyoruz. Siyasette "gerçekçi" olmak iyi bir özellik olabilir; ama iddia sahibi olmanın önünü kesmedikçe!

Peki bu Kurultaydan yüzü biraz sola dönük bir iktidar programı (en azından bunun satır başları) çıkar mı? Başta laiklik olmak üzere Aydınlanma yolunun bazı temel taşlarını döşemeyi hatırlamak gündeme gelir mi? Neoliberal düzenleme rejimine karşı eleştirel bir duruş ve kamucu anlayışlara anlamlı bir yöneliş vurgusu olabilir mi? Bunların yanıtı ne yazık ki olumsuz. Sadece CHP'nin sağ ittifaklara mecbur oluşu nedeniyle değil. CHP tek başına iktidara gelme şansına sahip olsaydı dahi, artık iyice benimsediği liberal merkez partisi kimliğinden sıyrılması beklenemezdi. Buna liderlik ve yönetim yapısı elvermezdi.

Kurultay'da, imza toplanabilirse, başkanlığa adaylıklar çerçevesinde yapılabilecek daha sol bir program doğrultusundaki konuşmalar, anahtar listeye karşı hazırlanacak muhalif listeler, vb. durumu değiştirmeyecektir. 60 kişilik Parti Meclisi'ne bir-iki sızma dışında hiçbir sonuca ulaşmayacaktır. Çünkü illerden gelecek delege yapısı merkez yönetimin istediği biçimde oluşturulmuştur.

CHP'deki liberal kuşatma yeni değildir. Bizim buna karşı duruşumuz da öyle. 2007 yılında Parti yönetiminden (hem genel sekreter yardımcılığından hem MYK ve PM üyeliklerinden) istifa ettikten sonra bu yöndeki görüşlerimi İl Kongrelerine katılarak örgüte anlatmaya çalışmış ve 26-27 Nisan 2008'deki 32. Olağan Kurultay'da tüm delegelere 24 sayfalık bir "CHP'de Liberal Kuşatmaya Geçit Yok" kitapçığı hazırlayıp dağıtmıştım. Şimdi, bitmeyen güncelliği nedeniyle bu kitapçıktan bazı paragraflara yer vermek istiyorum.

Neoliberal kuşatma

"Cumhuriyet Halk Partisi’nin 32. Olağan Kurultayı, içerde ve dışarıda sistemin bütün ideolojik ve kurumsal aygıtlarını harekete geçirmiş görünüyor. CHP’nin içerden teslim alınması için sistem olanca gücüyle yükleniyor. CHP’nin kritik önemi bir kez daha öne çıkıyor.

Bütün bunlar nedensiz değil. Türkiye son 10 yıldır kesintisiz bir IMF/DB programı çerçevesine sıkıştırıldı. Bağımsızlık ruhunu tüketmiş, hatta 2002 sonrasında dış güçlerin açık işbirlikçisi durumuna düşmüş iktidarlar elinde, üretim ve teknoloji temelli bir ekonomi kurma iddiasını büyük ölçüde terketti". (...)

"Ama dünyanın hegemonik gücü ABD açısından, Türkiye’de iktidarları belirlemek artık yeterli görülmeyecekti,  anamuhalefet de şekillendirilmeliydi. Bu yaklaşım, sistemin alt-hegemonik gücünü oluşturan AB tarafından da aynen benimseniyordu. Mevcut iktidarın bir benzerinin yani bağımsızlıkçı bir ideolojinin yakınından dahi geçemeyecek bir simetriğinin siyasi yelpazenin sol kanadında yer almasının sağlanması gerekiyordu. Bu da CHP’nin bağımsızlıkçı Kemalist ideolojiden arındırılmış ve liberalleştirilmiş bir sosyal demokrat partiye dönüştürülmesini veya, bu sağlanamazsa, CHP’yi marjinalleştirerek yerine liberal bir “merkez sol” siyasi partinin inşasını gerektiriyordu". (s.7-8).

Burada bir ayraç açalım: 10 Aralık Hareketi'nin sekreterya görevini üstlenen Oğuz Kaan Salıcı, 12 Ocak 2010'da "Yeni Sol Çorlu Toplantısında"  konuşurken, "Türkiye'de sosyal devlet hareketinin gelişmesinin önündeki en temel sorun gerçek anlamda sosyal demokrat bir partinin olmayışıdır. Sosyal demokrat hareketin önündeki en büyük engel de Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Sosyal demokrasi birey hak ve özgürlüklerini savunurken, CHP, cumhuriyet kurumlarını savunmayı görev edinmiştir. Türkiye'de özgürlükçü bir sol partiye ihtiyaç vardır. CHP, görevini tamamlamış bir parti olarak kapatılmalıdır". O zamanki CHP liderinin düşürülmesi, bu konuşmadan 5 ay sonraya denk düşmektedir. Oğuz Kaan Salıcı ise, epey bir süredir CHP'nin Teşkilatlanmadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısıdır.

Şimdi 2008 tarihli kitapçığımıza devam edelim:

"Rol modeli olarak CHP’ye Batı’nın sosyal demokrat partileri ve bunların küresel sisteme entegre olan iktidar ve muhalefet deneyimleri gösteriliyordu. Oysa bu partiler artık bağımsızlık türküleri söylemek bir yana, bazen doğrudan emperyalist politikaların savunucusu veya uygulayıcısıydılar. Küresel sistemin kazanan tarafında olmanın rahatlığı, Batı’nın sosyal demokrat partilerinin liberalleştirilerek iyice sistem partilerine dönüştürülmesine, sistem tarafından tamamen ehlileştirilmelerine yol açmıştı. Bu nedenle Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da, vs. eski ağırlıklarını yitirmişler veya iktidar iddialarını kaybetmişlerdi. Toplumlarına merkez sağdan farklı bir toplum projesi sunamamanın derin krizini yaşıyorlardı. Ama gene de Türkiye’ye model olarak onlar gösteriliyordu".

(...)

"İşte şimdi teslim alınmak istenen CHP’nin bu bağımsızlıkçı ruhudur; liberal piyasa ekonomisine ve küreselleşme tarzına karşı hala kısmen eleştirel bir tutum alabilen refleksleridir. Bu nedenle bu Kurultay’da değilse bile (2009) Yerel Seçimlerini izleyecek olan bir sonrakinde CHP’nin teslim alınması planları yürürlüktedir". (Not: Nitekim 22-23 Mayıs 2010'da yapılan bir sonraki 33. Olağan Kurultay'da bize göre beklenen, çoğunluğa göre "beklenmeyen" dönüşüm yaşanacaktır). "Liberalizmin hem siyasal hem de ekonomik yüzü gündemdedir: Siyasal liberalizm bağlamında bir yandan CHP’nin savunduğu laiklik ilkesinin yumuşatılarak içinin boşaltılması ve böylece Amerikancı siyasal İslamla uyumlu hale getirilmesi, öbür yandan etnik milliyetçi hareketin ayrılıkçı kanadıyla diyaloga itilmesi hesapları yapılmaktadır. Ekonomik liberalizm bağlamında arzulanan ise, Batı merkezli reçeteler dışına çıkamayan ve giderek edilgenleşen ve sömürgeleşen bir ekonomik yapının devamının sağlanmasıdır.

Böylesine bir liberal kuşatmaya karşı CHP yönetimi sadece delegeyi kontrol hesaplarıyla karşı duramaz. Kaldı ki, delegenin kontrolü Parti ideolojisini savunmak adına değil, kişisel kariyerleri korumak adına yapıldığına ve üstelik CHP üst yönetimi dahi kendi içinde ortak bir kavrayışa sahip olmadığına göre böyle bir kuşatmaya hiç karşı durulamaz.

Bir diğer tehdit, 2003 Kurultayı sonrasında K. Derviş’li MYK şekillenmesinde ortaya çıktığı gibi, liberal saldırı cephesini daraltmak adına Partinin kendi yönetimine liberal unsurları almak biçiminde ortaya çıkabilecektir. Artık bu tür geçici geri adımlara başvurarak, yaygın medyayla ve büyük sermaye güçleriyle kapışmaktan çekinerek, dolayısıyla sistemle uyumlu “uslu çocuk” görüntüleri çizilerek sistemin giderek büyüyen saldırısını göğüslemek imkanları çok daralmıştır. Nihai kapışma çanları çalmaktadır. Bu nedenle liberal saldırının partide mutlaka bir ideolojik karşılığının olması gerekiyor. Partinin bu Kurultay’dan itibaren mutlaka sola açılması veya en azından güçlü bir sol kanada sahip olması gerekiyor". (s. 9-10).

Sonuç

Bu kısmi alıntılar gösteriyor ki, CHP'nin sağa kayma süreci görünürde farklı ama özde benzer parti liderlikleri altında kesintisiz devam etmektedir. Şimdiki Kurultay süreci CHP'nin Kemal Dervişçi çizgiye tam angaje olduğunu tescillemek görevinden başkasını yerine getirmeyecek gözüküyor. CHP yönetimi, merkezde görünüp gerçekte sağ liberal bir sermaye partisi kimliğine bürünmeyi artık daha az dirençle sürdürebilmek için elini rahatlatacak görünüyor.

Bizim eleştirilerimizin içeriği belki dünden bugüne çok değişmemektedir ama CHP'nin sağa kayması gerçeği, bir olgu ve süreç olarak sürekli pekişmektedir. Gerçi 2008'de hâlâ CHP içinde bir sol/sosyalist kanat kurulması gereğine ve bu imkânın henüz tamamen tükenmediğini inanıyordum. Ama o tarihten sonra bu umudum önce hızla zayıfladı sonra da tükendi. Bu bakımdan bana göre 37. Kurultay'ın olumlu bir dönüşüme kapı aralama olasılığı yoktur.

Oğuz Oyan / SOL





Ateşi sönmeyen bir mezar - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Güneşin altında parlayan mezar taşlarının arasından bir tanesi çok uzaktan seçiliyor. Üzerinde denizci çapası ve kutupyıldızı var. Yanına gidip bakmasanız da toprağın altında boylu boyunca kimin yattığını anlarsınız. Mermerdeki “Bahriye’nin kutupyıldızı” ifadesi adından önce geliyor.

Cumartesi sabahı Amiral Cem Aziz Çakmak’ın mezarının başında yüzleri maskeli bir avuç insandık. 

Eve gelince Susan Sontag’ın kitabını elime alıyorum. Her an salgından bahsettiğimiz günlerde, hastalıkların metafor olarak hayatımızdaki hallerini anlatıyor. “Merhametsiz ve gizli bir istila şeklinde yaşanan hastalık” dediği kanser, içimizdeki bir “yağmacı” gibi. 

Bedenin içinde, bedenden parça olarak çalışıp, örgütlü bir şekilde bedeni çalışamaz hale getiriyor.

Biliyorum, hayat düz bir çizgi değil. Yaşarken içine düştüğümüz çukurlar da bin bir eziyetle tırmandığımız tepeler de anlatacak hikâyeler bırakır. Nefes alırken bize çok şey öğreten Cem Amiral, ölürken de ders vermiş gibi. Göğsünün ortasında sinsice biriken tümör, sanki Türk donanmasını esir eden örgütü ve ona yol verenleri hatırlatıyor.

Görevdeyken tutuklanan ilk amiral

Çağlayan’daki Adalet Sarayı eskiden Beşiktaş’taydı. Savcılık sorgusunda ya da mahkeme kapısında derin nefes alırsanız deniz kokusunu da içinize çekerdiniz. 23 Şubat 2010 günü öğlene doğru “Cem Amiraller”, Cem Gürdeniz ve Cem Aziz Çakmak, eminim o kokuyu göğüslerine doldurmuştur.

Poyrazköy, Amirallere Suikast, Kafes kumpasları derken o gün bir kırılma daha yaşanmıştı. Deniz Kuvvetleri Plan Prensipler Daire Başkanı Tümamiral Cem Gürdeniz ve Harekât Eğitim Daire Başkanı Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, Balyoz kumpası marifetiyle görev başındayken tutuklanan ilk amiraller oldular. Kendileriyle birlikte cezaevine gönderilen muvazzaf ve emekli 40 kadar asker kararı hâkimden değil, mübaşirden öğrenmişlerdi. 24 Şubat günü sabaha karşı Hasdal ve Silivri cezaevlerine giderken, adliyenin birkaç metre ötesindeki Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin yanından geçtiler. Preveze Deniz Zaferi’ni hatırlatan heykelin üzerinde Yahya Kemal’in “O mübarek gemiler hangi seherden geliyor” dizeleri yazıyordu. Onlar ise bir deniz savaşında vurulmuş gibiydi.

Cem Amiral’in çilesi

Cumhuriyet donanmasının Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de emperyal sistemle kavgaya tutuşan askerleri tek bir kurşun atılmadan esir ediliyordu. 24 Nisan 2009’da Poyrazköy davasının ilk tutuklamasından 2013 yılına kadar, AKP iktidarı destekli FETÖ kumpaslarıyla, 16’sı görevde 25’i emekli amiral olmak üzere, deniz kuvvetlerinde yüzlerce asker tutuklandı. Savaşlar gemilerle değil içindeki denizcilerle kazanılır. Hapsedilen Cem Aziz Çakmak, düşmanları için denizde yüzen gemilerden daha büyük bir hedefti.

Aylar süren tutukluluğun ardından önce serbest kaldı. Sonra 11 Şubat 2011’de tutuklanan 163 subayın arasında ikinci kez hapse girdi. Hapishanede kanser oldu. 6 Haziran 2015’te beraat ettiğinde hastalığı son evresindeydi. Bir ay sonra, 3 Temmuz 2015’te hayatını kaybetti.

Çektikleri bu kadar değil…

17 Ağustos depreminde yıkılan eşyaların altından çıkardığı çocuklarını bırakıp, koşarak gemilerini kurtarmaya giden bir subay ve ailesi neler yaşadı? Gelinlikler içindeki büyük kızını hapishanede karşıladı. Bir saat süren düğünü hapishane görüşünde, amirallerin çaldığı gitar-piyanoyla yapıldı. Torununu kemoterapi tedavisi görürken kucağına aldı. Hastane odasında yüzüğünü takacağı küçük kızının nişanından bir gün önce hayatını kaybetti. Çocuklarının doğumunu gemilerde olduğu için göremeyen Çakmak, kumpaslar nedeniyle mutlu günlerinde de onların yanında olamamıştı. Onu “oğlum asker olsun” diye elinden tutup askeri okula götüren ancak sonunda yaşadıkları ile acı içinde kavrulan Kıbrıs gazisi babası da geçen mart ayında oğluna kavuştu.

Ateşi gördü ya ihanet

Cem Aziz Çakmak ateşi gördü, yandı, savaştı.

Mahkemede ayağa kalkıp hâkimlerin gözlerine bakarak söylediği o sözler nasıl unutulur:

Hainlik ve ihanetin odağı olan ve dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanetten yargılanacaksınız. Bundan kaçışınız asla mümkün değil.

Göğsündeki urla savaşırken, devletin içindeki kanserle de mücadele eden ve nihayetinde “dediği gibi olan” Cem Amiral’in mezarının başında düşünüyorum. Acaba onunla birlikte ateşin üstüne yürümesi gerekirken yalnız bırakanların ihanetiyle de hesaplaşabildi mi?

Kundaktaki torununu bile Harbiye Marşı ile uyutan Cem Amiral’i, sırtına giren kurşun değil, düşmanlarının komplosu değil, belki de dost bildiklerinin sessizliği öldürmüştü.

Öyle ya, “hukuk sürecine saygılı olalım” diyerek çığlığına sırtını dönenler vardı. “Komutan komutan, bizim niye burada olduğumuzu biliyor musun? İşte bu üniformanın yüzünden” diyerek yakasına yapıştıkları. Tezgâhı göre göre 2012 YAŞ’ında emekliliğine imza atan “onları hiç affetmeyeceğim” dedikleri. Ölüm döşeğinde bile “elinde kan var” diyerek ziyaretini reddettikleri. Hapishaneye, hastaneye, cenazeye gelmekten korkanlar. Resmi ölüm ilanına “silah arkadaşı” yerine “çalışma arkadaşı” yazanlar. “Siz hiç, bir hücrede, ‘40 yıl ben neye hizmet ettim? Niye buradayım?’ diye düşünmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” dediğinde “halledeceğiz” diyerek yoluna devam edenler.

Ölmeden önce son projesi Türk donanmasına kurulan komployu anlatacağı kitaptı. Hasta yatağında o söyleyecek, Müyesser Yıldız yazacaktı. Şimdi o mezarda, Müyesser Abla yıllar önce Türk amirallerinin kapatıldığı zindanda.

Göğsümüzün üzerinden kazıdığımızı sandığımız tümör belki hâlâ oradadır.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Barış Terkoğlu'nun asıl temsil ettiği ne? - Osman Çutsay / SOL

12 Eylül sonrasında doğan bazı çocukların, Türkiye ilerici tarihini daha ileriden yeniden sahneye çağırma niyetleri var. Geçmişi değil, geçmişin esansını, devrimci direncini, öfkesini ve fikrini çağırıyorlar; aşmak için çağırıyorlar... Aşıyorlar da...


Sorulsa, kendisini Namık Kemal, Mustafa Kemal, Büyük Nâzım, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, Aziz Nesin, Mahir ve Deniz gibi “71 isyancıları”nın o derin akarsu yatağında gördüğünü hiç saklamayacak bir genç adam, belki de farkında olmadan, elbette yakın dostları ve kavga arkadaşlarıyla birlikte, büyük bir cephe açmış durumda. Bütün sempatimizi yüklenerek...

Ortada bir tesadüf yok. 

Bu, ne mi? 

Bu, içsavaş. Şimdilik solumuza musallat liberal çevreleri de dahil ederek ve bu hatayı geçici olarak kabullenerek söylersek, genelde solumuzun içinde patlayan şimdilik düşük yoğunluklu bir içsavaş. 

İçsavaş, böyle bir şey. Öyle hep göstere göstere değil, derinlerden de işliyor. Elbette çürütüyor. Ama birilerini de güçlendiriyor. 

Kimleri?

Kimleri çürütüyor, kimleri güçlendiriyor? 

Cumhuriyeti kazınmış Türkiye, henüz tam anlamıyla değil, yani tam teşekküllü bir iktidar çatallaşması yaşamadığı için ve o anlamda değil, ama içten içe işleyen ve bir gün, yakınlarda bir gün, tüm toplumsal bünyeyi saracak bir içsavaş sürecinden geçiyor. Başlayalı epey oldu, sonunu göremiyoruz. Aktörleri yavaş yavaş belirginleşiyor.

Sorumuz şu: Bu içsavaş ortamında kahramanlar ve korkaklar, çarpışanlar ve hainler, direnenler ve kaçanlar nasıl ayrılacak? Bunları birbirinden ayırmak zor olacak mı? 

Bilemeyiz. 

Ama şunu biliyoruz, çünkü her şey ortada: Türkiye'de muhalif gazetecilik diye bir şey varsa, bu kanatta artık 1000 derecede kaynayan bir iktidar mücadelesi de var. Bir cephe...

Barış Terkoğlu (ve elbette Barış Pehlivan) bir yanda, diğer yanda Can Dündar, şu sevimsiz medyascope'un her biri diğerinden cahil, ama burnundan da kıl aldırmayan “uzmanları”, sola küfür etmeyi solculuk diye yutturabilen İsmail Saymaz diye bir tuhaf CHP'li cahil şaşkın ile birlikte bunların binlerce hık deyicisi... 

O zaman Barış Terkoğlu'nun karşısına Can Dündar-İsmail Saymaz kavram çiftini koyalım. 

Sahnede böyle bir cepheleşme var. 

Buna ileride döneceğiz Şimdilik beklesin. 

Türkiye ilericiliği esastır, kimlikçi çöplükler değil

Biz, şunu öne çıkaralım: Söylemine dikkat ettiniz mi? Barış Terkoğlu, Türkiye ilericiliğinin, son 30 yıldır solculuk adına küfür üzerine küfür yiyen ve hemen sınıf dışı kategorilere sıkıştırılan büyük değerlerin mirasçısı olduğunu bağırıyor. Barış konuştuğu zaman Türkiye ilerici tarihi konuşuyor. Mesela Namık ve Mustafa Kemal, mesela Nâzım, mesela Dr. Hikmet, mesela Behice Hanım, mesela Uğur Mumcu, mesela Deniz ve Mahir konuşuyor. En önemlisi, Yalçın Küçük konuşuyor. İş buraya geldi, dayandı. 

Perinçek cemaatinden ve kirinden kurtulamamış, kurtulmayı da düşünemeyen Soner Yalçın'ı burada sayamayız. Maalesef artık bizlerin çok uzağında. Neyse... 

Bu toprakların bir bedeli var. Bir fikir olarak Türkiye'nin bedeli var. Bir aydın bedeli var. O bedeli ödemeyip, Batı demokrasisinin -daha doğrusu emperyalizmin- kucağında demokrasi güzellemeleri yapmanın veya “vatan” gerekçesiyle AKP'ye siftinmenin aydın olmayı imkânsız kılacağını öğreniyoruz Barış konuşunca. 

Ya Barışlar kazanacak ve Türkiye belki, küçük de olsa bir feraha çıkma umudu yaşayacak ya da Barış'ın karşıtları, özellikle de AKP'yi iktidar yapan tüm bu liberal sürü (“Belge'li Birikim Gericiliği”nin her yere serpiştirdiği “teknokratsia”) kazanacak ve kazınan cumhuriyetten sonra bu dil de bütün ışığını yitirecek. Bir uşaklar coğrafyasında ömürler/kuşaklar yitip gidecek... 

AKP faşizmini Türkiye'nin başına saran bütün bu muhalif döküntüler, Can Dündarlar, Ahmet Altanlar, İsmail Saymazlar, Enis Berberoğlular, Murat Yetkinler, CHP'nin ve HDP'nin başına çöreklenmiş mafyöz kadroları pışpışlamayı görev sayan gazeteciler, yıkım ertesinde ikbal avcılığı yapmaya şimdiden hazırlar. AKP'nin gideceğini gördüler, bütün bayağılıklarıyla kendilerine koltuk beğeniyorlar... 

12 Eylül'den sonra doğan çocuklar, o kırılan kuşağın tüm acısını çıkarır mı? Sosyalist bir Türkiye tasarımı yeniden gündeme gelir mi? Bilemiyoruz. Ama 12 Eylül sonrasında doğan bazı çocukların, Türkiye ilerici tarihini daha ileriden yeniden sahneye çağırma niyetleri var. Geçmişi değil, geçmişin esansını, devrimci direncini, öfkesini ve fikrini çağırıyorlar; aşmak için çağırıyorlar... Aşıyorlar da...

Karşılarında eli kanlı Türkçü-İslamcı cellatlar yok sadece, bu liberal sürü de var. Moda ya, hepsi AKP ve reisine muhalif şimdilerde. 

Barış Terkoğlu, mütevazı ve terbiyeli yapısı gereği böyle konuşmuyor. Biz hep şunu söylediğini anlıyoruz ağzından çıkanları tercüme edince: “Bu ülkenin ve aydınımızın kaderi sırtımızdadır. Buralar bizden sorulur. Buraların, bu emekçilerin ve Türkçedeki fikrin, tefekkürün acısını çekiyoruz, bedelini ödüyoruz, ama bir mafya döküntüsünden bir başka mafya döküntüsüne, bir sermaye grubundan diğer sermaye grubuna iktidar taşımak için değil, özgürleşmek ve Türkiye halkından eşitlikçi bir toplum çıkarmak için.” 

Bundan böyle Barış Terkoğlu ve onunla şu veya bu ölçekte aynı dalga boyunda fikir üreten, gericiliği tümüyle göğüsleyebilen genç arkadaşlarına sormadan, onların onayını almadan bu topraklarda ilerici fikir üretemezsiniz, aydınlık, gazetecilik vs. taslayamazsınız. Şimdi birkaç “muhalif” kanalda köşe kaptığınıza güvenmeyin, işler hiç de öyle alıştığınız gibi gelişmeyecek.
Çok ciddi bir filtre karşısındayız.

Geçerken iki şeyi hatırlatmış olalım: 

Bir: “Döküntülerimizin” işi giderek zorlaşıyor. Kurtlukta düşeni yemek kanun olduğu için, birbirlerini yemeye başlayacaklar. 

İki: “Bizim çocuklar” yenilgiyi kabul etmiyor. Barış Terkoğlu ve arkadaşlarını doğuran o derin akarsu yatağının da zaten ana özelliği bu. İğne ucu kadar bir delikten uygarlıklar çıkarma yetenekleri var. Çok yenilen, ama bir gün mutlaka yenen çocukların soyundandırlar. 

Böyle. 

Osman Çutsay / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...