Edebiyatımızda II. Abdülhamit istibdadı - TURGAY ÇİMEN / SOL

Tarihsel olayları, kişileri değerlendirirken gerçeklere, olgulara sadık kalmadan doğru sonuçlara ulaşamayız. Tarih bilinci; bugünü daha iyi anlamak, sağlıklı bir gelecek inşa edebilmek bakımından son derece önemlidir. Günümüzde İslamcı çevrelerin Mustafa Kemal’e karşı çıkarabilecekleri bir tarihsel figüre duydukları gereksinim Abdülhamit’i daha da öne çıkarmıştır.

Başka ülkelerde de böyle midir, sadece bize özgü bir durum mudur doğrusu bilmiyorum. Hemen her alanda olduğu gibi “Türk tarihi”,  buna yön vermiş kişiler başlığında da kafası karışık bir toplumuz. Aslında son yüz yılda değerli tarihçiler yetiştirdik. Dile ve tarihe karşı özel bir özen gösteren Mustafa Kemal Atatürk’e bu nedenle de şükran borçluyuz.

Toplumumuzun bir kesiminin hiç okumaması, bir kesiminin çok az okuması, tarihe bir bilim olarak bakamaması, kulaktan dolma bilgilerle yetinmesi, emperyal merkezlerin bu konuda da yönlendirici olabilmesi vb. bu kafa karışıklığının belli başlı nedenleri arasında sayılabilir.

En nihayetinde tarih bir bilimdir. Gerçeği merak eden insanlar tarihin bir kesitini, tarihe etkisi olmuş bir kişiliği övmek ya da yermek için okumaz. Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Fatih Sultan Mehmet’i, II. Abdülhamit’i, İttihat ve Terakki’yi, Mustafa Kemal Atatürk’ü bir tapınma veya nefret objesi haline getiren okuma etkinliğinin gerçeğe yaklaşma olanağı neredeyse yoktur. Bizde çok ciddi başlıklar bile fanatik bir futbol taraftarı tutumuyla tartışılıyor. İşin kötüsü bu sıradanlığa ciddi akademik unvanlar taşıyan insanlar da sıkça düşüyor. Eğitilmemiş, ruhen ve aklen belli bir olgunluğa ulaşamamış kitleler içine düştüğü aşağılık kompleksini hamasetle bastırmaya çalışıyor. Ne yazık ki bu toplumsal yara yıllardır alabildiğine istismar ediliyor.

Bu yazıda son günlerde çokça konuşulan II. Abdülhamit yönetimini edebiyat metinleri üzerinden anlatmaya çalışacağız. II. Abdülhamit, kimilerine göre imparatorluğu 33 yıl istibdatla yönetmiş bir Kızıl Sultan, kimilerine göre de İslam’ın Ulu Hakanı’dır. Dönemin tanığı olmuş, Türk edebiyatına önemli yapıtlar kazandırmış edebiyatçıların ürünleri üzerinden döneme bir ayna tutmayı deneyeceğiz. Olabildiğince kişisel bir değerlendirme yapmadan yazarların yapıtlarına sadık kalmak temel ilkemiz olacak. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem,  Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Ali Suavi, Halit Ziya, Hüseyin Cahit, Halide Edip, Mithat Cemal, Nahit Sırrı, Şevket Süreyya, Yakup Kadri gibi döneme bir şekilde tanık olmuş edebiyatçıların şiirlerinden, anılarından, romanlarından vb. okuduklarımız bu yazının çerçevesi olacak.

Jön Türkler – Genç Osmanlılar

Modern aydın tarihimizin ilk sürgünleri Jön Türklerdir. Abdülhamit yönetimine karşı biri ülke dışında, diğeri ülke içinde iki ciddi muhalefet hareketi ortaya çıkmıştır. İlki siyasi alandadır. Kânûn-i Esasî’nin yürürlükten kaldırılmasına karşı siyasi mücadele yürüten Jön Türkler, çalışmalarını yurt dışında sürdürmek zorunda kalır. Paris, Londra ve Kahire bu hareketin örgütlendiği şehirlerdir. Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi, Ahmet Rıza, İbrahim Temo Batılıların Jön Türkler, Genç Türkler adını verdiği Genç Osmanlılar olarak da tanınan yenilikçi, muhalif isimlerden bazılarıdır. 

Namık Kemal, Abdülhamit yönetiminin hışmına uğrayan ilk aydınlardan biridir. Vatan yahut Silistre adlı tiyatro yapıtının yarattığı toplumsal etkiden rahatsız olan Padişah imparatorlukta oldukça yeni olan modern tiyatro çalışmalarını yasaklar. Gedikpaşa’daki tek tiyatro binasını yıktırır, Namık Kemal’i de sürgüne gönderir. Namık Kemal Ömrünün kalan kısmını sürgünde geçirir. 

Yeni Türk edebiyatın kurucusu sayılan İ. Şinasi’yi daha kötü bir kader beklemektedir. Bir süre Paris ve Londra’da gazetecilik yapan ve meşrutiyet yönetimine dönülmesi için mücadele eden bu öncü aydın, Osmanlı – Rus Savaşı nedeniyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. İstanbul’da onu siyasi baskı, yoksulluk, dışlanmışlık beklemektedir. Kısa ömrüne birçok yeniliği sığdıran Şinasi hayatının son günlerini ağır baskı ve yoksulluk içinde geçirir.

Dönemin ilk kurbanları Mithat Paşa ve Ali Suavi’dir. Osmanlı’nın en yenilikçi valisi, devlet adamı kabul edilen Mithat Paşa; Ahmet Cevdet Paşa tarafından tutuklattırılıp Taif’e sürgün edilir, Mithat Paşa’nın hayatı Taif’te şüpheli bir ölümle son bulur. Ali Suavi ise etrafına topladığı bir kalabalıkla Saray’ı basar, Abdülhamit’i tahtan indirmek ister. Bu “Sarıklı İhtilalci” saray muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın kafasına sopayla vurması sonucu hayatını kaybeder. 

Recaizade Ekrem faktörü

Abdülhamit Yönetimine karşı ikinci muhalefet imparatorluğun başkentinden yükselir. Edebiyat-ı Cedide, Servet-i Fünun gibi adlarla anılan edebi çevre Abdülhamit’ten adeta nefret eden, İmparatorluğun modern okullarında yetişmiş yetenekli gençlerden oluşur. Bu gençleri bir dergi etrafında toplayan Üstat Ekrem’dir. Talim-i Edebiyat’ın yazarı, Muallim Naci ile beraber Galatasaray Lisesi’nin iki etkili edebiyat öğretmeninden biri olan Recaizade Ekrem, Tanzimat’la başlayan yeni edebiyatın kazanımlarını tehlike altında görür. Modern Türk edebiyatının kazanımlarını korumak ve bu kazanımları geliştirmek için öğrencilerini Tevfik Fikret önderliğinde bir dergi etrafında toplar; Türk edebiyatının en yenilikçi, en verimli bir döneminin doğuşuna öncülük eder. Abdülhamit’le arasını iyi tutan Recaizade; etrafındaki yenilikçi ve yetenekli gençleri korur, yönlendirir. 

Edebiyat üzerinden Abdülhamit’e karşı en sert muhalefeti modern Türk şiirinin ilk büyük ustası kabul edilen Tevfik Fikret yapar. Fikret’in “Sis” şiiri dönemin ağır ruh halini yansıtması bakımından ilginç bir şiirdir.

“Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; / Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” dizeleriyle sona eren şiir, baskı ortamının zehirlediği bir ruh halinin dışavurumudur. Daha sonra “Rücu” şiiriyle İstanbul için söylediklerini düzeltme ihtiyacı duyan şair, Sis’te İstanbul’u değil, dönemin baskıcı yönetimini eleştirdiğini söyler. Fikret, “Bir Lahza–i Ta’ahhur” adlı şiirinde de Abdülhamit’e karşı yapılan bir suikast girişiminin başarısız olmasından duyduğu üzüntüyü dile getirir.

Abdülhamit dönemindeki aydının genel ruh halini ve basın hayatını yansıtması bakımından Halit Ziya’nın Mai ve Siyah romanı önemli bir romandır. Dönem sansür dönemidir. Dürüst, ülkesini seven, ilkeli, gerçekleri yazan insanların ağır baskılara maruz kaldığı bir dönemdir. Köşe başlarını kişiliksiz, cahil, muhbir insanlar tutmuştur. Mai ve Siyah bu acımasız koşullarda idealist bir aydının, Ahmet Cemil’in, felaketini konu edinir. Bu dönemde genellikle gazetelerin bazı sayfaları boş çıkmaktadır. Sansür kurulunun izin vermediği yazılar basılamaz ve bu yazıların yerleri boş kalır. Türk edebiyatı tarihçiliği Servet-i Fünun Edebiyatı’nın bir bunalım edebiyatı olmasını dönemin ağır siyasi koşullarına bağlar. Servet-i Fünun dergisi, Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” makalesi sakıncalı bulunduğu için kapatılır, bu edebi topluluk dağılır. Hâlbuki makale oldukça masumdur. Makalenin içinde Fransız Devrimi’nden söz edilmesi derginin kapatılmasına gerekçe yapılır.

Kuntay ve Akif için Abdülhamit

Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif’i anlattığı anı- biyografi özelliği taşıyan “Mehmet Akif Ersoy” adlı çalışmasında ilginç tanıklıklara yer verir. Yine “Üç İstanbul” adlı romanın ilk bölümü de Abdülhamit dönemi İstanbul’unu anlatır. Mehmet Akif, Sultan Hamit’i bir cuma namazı sırasında selamlıkta görür, bu karşılaşma Akif’i dehşet içinde bırakır ve Akif kusmamak için kendini zor tutar. Akif, kimi şiirlerinde Abdülhamit’e yönelik sert eleştiriler yöneltir. Romanda Abdülhamit’in Galata bankerlerinden aldığı yüksek faizli borç paralar, Mithat Paşa’nın ve Ali Suavi’nin katli, hafiye sistemi ve jurnalcilik, sansür, beceriksiz kişilere muhbirlikleri karşılığında verilen makamlar, Osmanlı- Rus Savaşı sonrası imzalanan Ayestefanos Anlaşması’nın ağır koşulları vb. üzerinde durulur.

Abdülhamit dönemini en iyi yansıtan romanların başında Halide Edib’in Sinekli Bakkal romanı gelir. Rabia, birçok yönüyle yazarın kendi hayatından derin izler taşıyan karakteridir. Rabia’nın babası Kız Tevfik, ortaoyunu ve Karagöz sanatçısı bir tiyatrocudur. Sıkı bir Abdülhamit muhalifidir, bu yüzden sürgün edilmiştir. Güzel sesli hafız Rabia, Zaptiye Nazırı Selim Paşa konağının müdavimlerindendir. Selim Paşa, Abdülhamit muhaliflerine karşı sert tutumuyla tanınan biridir. Öyle ki Selim Paşa, Jön Türklerle hareket eden oğlu Hilmi’yi bile falakaya yatırmaktan geri durmayacaktır. Halide Edib’in çocukluk ve gençlik anılarını anlattığı “Mor Salkımlı Ev” de Osmanlı’nın son elli yılına ışık tutan oldukça değerli bir yapıttır. Yazarın babası Mehmet Edip Bey, II. Abdülhamit’in önemli bürokratlarından biridir. Halide Edip’in büyüdüğü mor salkımlı ev dönemin birçok önemli şahsiyetini ağırlamış renkli bir mekândır.

Saray paranoyası

Halit Ziya’nın “ Kırk Yıl, Saray ve Ötesi” adlı iki anı kitabı romanlarından daha dolu ve etkileyici iki kitap. Mor Salkımlı Ev gibi bu iki kitap da imparatorluğun son elli yılıyla ilgili çok sıra dışı bilgiler veriyor. Kırk Yıl, hem İzmir’in hem de İstanbul’un o çok kültürlü hayatından ilginç anekdotlar sunuyor. Yazar, Duyun-u Umumiye‘nin uygulayıcısı konumundaki bir kurum olan Reji İdaresi’nde memurdur. Tütün, üzüm, tuz, incir gibi birçok ürünün satış tekelini elinde tutan bu kurum Abdülhamit döneminde Batılı devletlerin borçlarını tahsil etmek için kurup işlettikleri bir sömürge kurumudur. Bu kurumda genellikle Osmanlı’nın iyi eğitim almış, yabancı dil bilen gençleri çalıştırılıyor. Varlıklı bir ailenin üyesi olan ve siyasete mesafeli duran Halit Ziya, Saray ve Ötesi adlı kitabında Padişah Mehmet Reşat’ın sarayında protokol müdürü olarak görev yaptığı yılları konu edinir. İttihat ve Terakki, bu eğitimli ve dil bilen edebiyatçıya, hem padişahı gözetimi altında tutmak hem de sarayın imajına batılı bir hava kazandırmak için bu görevi verir. Bir gün padişah Mehmet Reşat, sürgündeki kardeşi Abdülhamit’ten söz açar. Abdülhamit’e karşı nefret ve öfke doludur. Çünkü Abdülhamit, kendisine karşı iktidar seçeneği yapılması olasılığına karşı Mehmet Reşat’ı bir ömür sarayda hapis tutar. “Benim tüm ömrüm bu altın kafeste geçti.” der Halit Ziya’ya.

Şevket Süreyya’nın Enver Paşa, Tek Adam gibi biyografi çalışmalarında da Abdülhamit adına çok sık rastlarız. Şevket Süreyya, Abdülhamit’in ileri derecede bir paranoyak, çevresine karşı güvensiz ve yalnız biri olduğunu söyler. Büyük paralar ödenerek alınan savaş gemilerini Boğaz’da bekletir, gemiler bakımsızlıktan çürür. Çünkü gemilerle kendisine darbe yapılmasından korkar. Yine Balkan dağlarında savaşan subayların aylıkları düzenli ödenmezken jurnalcilerin paralarının hiç aksatılmadan ödendiğini anlatır. Şevket Süreyya, Abdülhamit’in önemli savaşlarda ordunun komutasını kumandanlara vermediğini, ancak cepheye de öldürüleceği paranoyasıyla gitmediğini yazar. Savaşların kaybedilmesini Padişah’ın savaşları Yıldız Sarayı’ndan idare etme inadına bağlar.  Yine henüz orduya katılmış olan genç Mustafa Kemal de gizli örgüt kurma suçuyla Abdülhamit’in nezaretlerinde bir süre ağırlanır, sonrasında Suriye’ye sürgün edilir.

Nahit Sırrı Örik bir Abdülhamitçi kabul edilir. Ancak romanı Sultan Hamit Düşerken başarılı ve nesnel bir tarihi roman olarak değerlendirilir. 31 Mart Ayaklanması, İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele alması, Yıldız Sarayı, Abdülhamit’in marangozluğu, İngilizlerin Abdülhamit’in baş nazırının güzel kızı üzerinden dönemin siyasetini etkileme çabaları bir aşk teması üzerinden anlatılır. Giriştiği iktidar oyununu kaybeden Nimet, Fransız Konsolosluğu’na sığınır. Kapitülasyonların yarattığı sınır denetimi zafiyetini de kullanarak yabancı bir gemiye biner, İstanbul’u terk eder. Bu sırada güzel Nimet’e kalbini kaptıran ve onun siyasi manevralarının oyuncağı olan Binbaşı Şefik eski partisi İttihat ve Terakki’nin silahşorları tarafından idama götürülmektedir. 

Abdülhamit için iki övgü şiiri

Son olarak Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif’in Abdülhamit’i öven ve onu bir bakıma anlayamamış olmaktan duydukları pişmanlığı dile getiren şiirlerinden söz etmekte yarar var. Rıza Tevfik’in Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyetin bir üyesi olduğunu, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra sürgüne gönderildiğini söylemek sanırım bir şeyleri açıklar. Süleyman Nazif ise önce Jön Türklere katılmış, sonra da Abdülhamit’le uzlaşarak önemli makamlar elde etmiştir. Her iki şiirin de İttihatçıların bir oldubittiye getirerek ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sokmaları sonucunda gelen ağır yenilginin psikolojisiyle yazıldığını söylemek lazım.

Günümüzde İslamcı çevrelerin Mustafa Kemal’e karşı çıkarabilecekleri bir tarihsel figüre duydukları gereksinim Abdülhamit’i daha da öne çıkarmıştır. Abdülhamit, iktidarı süresince meşrutiyetçi Osmanlıcılara ve cumhuriyetçi Batıcılara karşı İslamcılığı desteklemiştir. Dağılmakta olan imparatorluğu İslamcı bir siyaset çevresinde ayakta tutabileceğini düşünmüştür.  Ancak bu siyaset yükselişe geçen ulusçu anlayış karşısında başarısızlığa uğramış, yerini İttihat ve Terakki’ye bırakmıştır.

Tarih ve zaman soyut kavramlardır. Kendi kendine hiçbir yanlışa yol açmaz. Hiçbir yanlışı da düzeltmez. Tarihi yapan da yazan da insan aklıdır, insan iradesidir. Gerçeği aramayan, öğrenmeyen, merak etmeyen toplumlar, bireyler yönlendirilmeye açıktır. Bugün Mustafa Kemal ile ilgili özellikle İslamcıların ve liberallerin ağzından yürütülen kara propagandanın tamamına yakını emperyalist merkezlerin, istihbarat örgütleri ve onlarla iltisaklı “düşünce kuruluşlarının” yönlendirmesiyle yapılmaktadır. Sadece Fetulah Cemaati mi emperyalist merkezler eliyle kurulmuş ve ülkenin başına bela edilmiş bir yapıdır? Bu ülkeyi seven her insanın bunu bir daha sorgulamasını öneririm.

Söylemek istediğim temel olarak şudur: Tarihsel olayları, kişileri değerlendirirken gerçeklere, olgulara sadık kalmadan doğru sonuçlara ulaşamayız. Tarih bilinci; bugünü daha iyi anlamak, sağlıklı bir gelecek inşa edebilmek bakımından son derece önemlidir.


 TURGAY ÇİMEN / SOL 


Çok sevdik, çok kırıldık ama hiç vazgeçmedik - Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

Yaşamaktan çok sıkılmıştı, uzun yaşamı boyunca çektiklerinden, gördüklerinden de son röportajında “Keşke dünyanın bu halini görmeseydim” diyecek kadar. Ölmeye yatmadı, öldü. Son dileğiydi ama yine de sevenlerini çok üzdü.


Adalet Ağaoğlu’nun en çok okunan, bilinen kitabı odur; “Bir Düğün Gecesi”. İçinde benim de olduğum o dönemin gençlerini öylesine çarpmıştı ki, kendisinin de şaşırdığı gibi yıllar içinde modası hiç geçmeden kitap okumayı seven herkes tarafından okundu neredeyse! Yaşadığımız kaosu anlatıyordu, acıları, çekilenleri, bunları çekememeyi. Ve çekemeyenlerin, bütün bunlar fazla gelenlerin en sevdiği kitabı: “Ölmeye Yatmak” ve ardından gelen “Hayır!” Bir üçlemenin anlattığı Türkiye!

İSİM SİHİRBAZI

Kitaplarına verdiği isimler Türkçeye yeni deyimler kazandırıyordu adeta. Ölmeye yatmak bunlardan biridir. Yazarın öylesine tutkunu olmuştum ki daha önce yazdığı bütün kitaplarını alıp okumuştum. Yeni bir kitabı çıksın diye bekliyor, çıkar çıkmaz hemen alıp bir solukta okuyordum! İstanbul’a ve gazeteciliğe geri dönüşüm onunla tanışma şansı yarattı. Sarıyer Büyükdere’deki evlerinde saatler süren röportajlar yapınca dost oluverdik. Eşi “Karayolcu Halim Bey”le sade, güzel bir yaşantısı vardı. Birbirini tamamlayan ayrılmaz bir ikili, çınar ve sarmaşığı gibi! Kim kime tutkun, bilinmez, galiba Halim Ağaoğlu çok âşıktı eşine. Halim Ağaoğlu Karayolları Genel Müdür Muavini iken görevden alınmış olsa da Karayolcu olarak bilinen bir mühendisti, çok da esprili olduğunu sonradan öğrendik: Ölüm ilanını ölmeden önce “Ben Öldüm” diye kendisi yazmıştı ve 92 yaşında öldüğünde bu ilan yayımlanmıştı!

Ağaoğlu’nun Kitaplarına koyduğu isimler o kadar anlamlı, o kadar güzeldi ki oğlumu dünyaya getirmeye hazırlanırken kendisinden isim annesi olmasını istemiştim. Galata’da yaşadığım ve çok sevdiğim için kuleden ve Hezarfen Çelebi’den esinlenip uçuk öneriler yapınca iş başa düşmüş, oğlumun ismini kendim koymuştum! Onun isim önerilerini beğenmedim diye aramızda espri konusu olmuştu.

DENİZE UÇTU!

Ve başına gelen o korkunç kaza: 96’da Sarıyer’de, deniz kenarındaki kaldırımda yürürken bir aracın çarpması sonucu denize uçması, neyse ki kurtarılıp ardından uzun bir süre hastanede kalması. Burası Türkiye, başınıza her an her şey gelebilir! Adalet Ağaoğlu’nun da başına sadece trafik kazası gelmiyordu elbet. Kitaplarının başına tuhaf şeyler geliyordu: Yasaklanıyor, toplatılıyor, sansüre uğruyordu. Çünkü Adalet Ağaoğlu, sadece roman yazmakla kalmıyor, etkin bir insan hakları aktivisti olarak “Aydınlar Dilekçesi” gibi tehlikeli bildirilere imza koyuyor, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, darbelere karşı çıkıyor, demeçler veriyordu. Zaten yakın dostları da -Emil Galip Sandalcı gibi- İnsan Hakları Derneği kurucularıydı, kendisi de derneğin üyesiydi. Adalet Ağaoğlu’nun özgürlükçü kimliğiyle bildirilere imza atması iyi hoştu da, 2010’da “Yetmez ama evet”çilerle ortak hareket etmesi, AKP’nin yargıyı ele geçirmek için yaptığı referanduma “evet” demesine yol açacak ve bu da sevenleri arasında tartışma ve reddediş yaratacaktı. 12 Eylül baskı dönemini yaşamışlar açısından antimilitarist gerekçelerle gelinen bu oyun, bugün yaşadığımız, yargının tarafsızlığını kaybedip iktidarın etkisi altına girmesine neden olacaktı ki kendisi de daha sonra verdiği demeçlerde bu tavır alışından duyduğu pişmanlığı dile getirecek, adeta günah çıkaracaktı.

EVET DEMEYECEKTİ!

İstanbulLife’da yayımlanan Çınar Oskay’a verdiği röportajında bunun nedenlerini şöyle açıklayacaktı: “Osman Can, anayasanın demokratik raportörü diye takdim ediliyordu. Yargıda böyle bir bakış olması önemli. Kitabını alıp okudum. Bir gün yemeğe çağırdım, baktım kendim şarap içiyorum ama kimse içmiyor. O zaman da anlamadım.” Sonra anlıyor yanlış adamın peşine takıldıklarını ve “Kafamı duvarlara vuruyorum” diyor. Hep daha özgür olma tutkusu. Farklı mahallelerin hoyratlıkları. Çınar Oskay’a “Babam Osmanlı’nın aydın bir adamıydı. Dindar olan babamın sesi çok güzelmiş, hafız kendisi. Sırf ben ortaokulu okuyayım diye Ankara’ya taşındı, okuyabildim ve fakülte bitirdim. Ama Batılılık o kadar ciğerime işlemiş ki, babam hafız demeye utanıyorum, halbuki sanatkâr. Annemin soyu Saraybosna’dan gelme. Kasabada tüccar olan babamla nasıl buluştular da evlendiler? Ayhan (kardeşi) der ki ‘Adalet, bir aile romanı yazmadın!’ İki ayrı kültür yan yana, barış içinde.”

FİLME ÇEKİLEN KİTABI

Tiyatro oyunları da yazmış, oyunları yasaklanıyor diye roman yazayım bari demiş! Yasaklayan zihniyet, oyunu da yasaklıyor, romanı da sansürlüyor oysa! Ne kadar isterdim, kitaplarının filme alınmasını. Adalet Ağaoğlu’nun çok yerinde saptamasıyla “işçi olsun diye Almanya’ya gönderdiğimiz köylüler” bir araba, bir radyo, bir şapka alıp dönüyordu ülkeye, köyünde hava atıyordu! Fikrimin İnce Gülü, Sarı Mercedesiyle köyüne dönmeye çalışan Bayram’ın yolda başına gelenlerin öyküsüydü. Tunç Okan 1992’de, İlyas Salman ve Menderes Samancılar’ın oynadığı “Sarı Mercedes” ile Fikrimin İnce Gülü’nü sinemaya taşıdı. Film birçok festivalden ödüllerle döndü.

Adalet Ağaoğlu, çok sevdiği ve su içer gibi yazdığı eseriyle sürdürdüğü edebiyatı yaşamının son yıllarında “takati kalmadığı için” devam ettiremedi. Eşinin kaybından ve ülkenin geçirdiği çalkantılardan bunalıyor, yaşamaktan bile sıkılıyor, ölemiyorum diye dertleniyordu. Ama günlük tutuyordu. Dilerim ki o günlükler yayımlanır ve biz heyecanlı bir Cumhuriyet aydınının gözünden ülkenin son dönemini nasıl değerlendirdiğini okuma fırsatı buluruz.  

CEBECİ ASRİ MEZARLIĞI’NDA TOPRAĞA VERİLECEK

Tedavi gördüğü hastanede, çoklu organ yetmezliği nedeniyle hayatını kaybeden yazar Adalet Ağaoğlu’nun cenazesi, vasiyeti üzerine Boğaziçi Üniversitesinden uğurlandı. Ağaoğlu’nun cenazesi, bugün Ankara’da Kocatepe Camisi’nde öğle namazı sonrası kılınacak cenaze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

ADALET AĞAOĞLU KİMDİR?

Adalet Ağaoğlu 23 Ekim 1929’da Nallıhan’da dünyaya geldi. Babası, Hafız Mustafa Sümer’dir. Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu ve tek kızıdır. Kardeşleri Dr. Cazip Sümer (1925-1975), oyun yazarı, oyuncu Güner Sümer (1936-1977) ve iş insanı Ayhan Sümer’dir (1930).

İlköğrenimini Nallıhan’da tamamladıktan sonra 1938’de ailesi ile birlikte Ankara’ya yerleşti. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1950 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.

Edebiyata ilgisi lise yaşamında şiirlerle başladı, kısa bir süre sonra oyun yazarlığına yöneldi. İlk defa 1946’da Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yayımlayarak yazarlığa başladı.1948-50 arasında Kaynak Dergisi’nde şiirleri yayımlandı.1951-1970 yılları arasında TRT’de çeşitli görevlerde bulundu. Ankara Radyosu’nda göreve başladığı yıl ilk radyo oyunu olan “Aşk Şarkısı’nı” yazdı. Radyo’da görev yaparken tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı ile birlikte Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan “Meydan Sahnesi”ni kurdu. Meydan Sahne Dergisi’ni çıkardı. 1953 yılında tiyatro konusunda görgü ve bilgisini artırmak üzere Paris’e gitti. 1953’te Sevim Uzungören’le birlikte yazdığı “Bir Piyes Yazalım” tiyatro oyunu aynı yıl Ankara’da sahnelendi.

1954 yılında mühendis Halim Ağaoğlu ile evlenen sanatçı, ilk romanını yazana kadar oyun yazarlığını sürdürdü. TRT’nin özerkliğine el konulması gerekçesiyle TRT Radyo Dairesi Başkanlığı’ndan 1970’te istifa eden sanatçı, o tarihten bu yana yazarlıktan başka bir işle uğraşmadı. Edebiyat yaşamının bazı dönemlerinde “Remüs Tealada” ve “Parker Quinck” gibi takma adlar kullanmıştı.

İlk romanı “Ölmeye Yatmak”, 1973’te yayımlandı. “Ölmeye Yatmak”, daha sonra yazdığı “Bir Düğün Gecesi” (1979) ve “Hayır” (1989) adlı romanlarla bir üçleme oluşturdu ve birçok ödül kazandı. “Bir Düğün Gecesi” ve “Hayır” romanları yayımlanır yayımlanmaz, ikinci romanı olan “Fikrimin İnce Gülü”, dördüncü basımında toplatıldı. “Fikrimin İnce Gülü” romanı hakkında, “askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif (küçük düşürmek)” suçlamasıyla hakkında 1981 yılında dava açılan Ağaoğlu, iki yıl süren davanın ardından aklandı. “Düğün Gecesi” ise soruşturma aşamasında kaldı.

Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

Ne çalışıyorum ne de işsizim! - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2020 yılı Nisan döneminde işsizlik oranının 0.2 puan azalarak yüzde 12.8 düzeyine indiğini açıkladı. Bu gelişme bana Nasrettin Hoca’nın kar helvası denemesini hatırlattı: Hani “yaptım ama ben de beğenmedim” dediği vakayı. TÜİK yetkilileri de “açıkladık ama biz de inanmadık” diye düşünüyor olmalılar.


Doğru işin teknik boyutları var. Ama yine de ekonominin fiilen durduğu Mart-Nisan-Mayıs aylarını kapsayan bir dönemde “işsizlik düştü” derseniz hiçbir yurttaşı inandıramazsınız.

İşgücü istatistiklerine daha yakından bakınca, 2019 Nisan’ından başlayarak 15 yaş üstü, çalışma yaşındaki nüfusun demografik trendlere uygun biçimde 1 milyon 59 bin arttığını görüyoruz. Ancak aynı dönemde garip bir biçimde çalışma isteği gösteren kişi sayısı tam 3 milyon 13 bin kişi azalıyor. Böylelikle istihdam edilenler 2 milyon 585 bin kişi düşse de, işsiz sayısı 427 bin eksiliyor. Daha da garibi çalışma yaşındaki insanlar arasında, çalışma isteği göstermeyenlerin sayısı (32 milyon 932 bin), çalışırım diyenleri (29 milyon 388 bin) aşıyor. Diğer bir ifadeyle çalışma yaşındaki her 100 kişinin 47.2’si işgücüne katılırken, ancak 41.4’ü işbaşı yapıyor.

Diğer bir çarpıcı istatistik de şu; istihdamda görülen 25 milyon 614 bin kişinin 1 milyon 358 bini ücretsiz izin desteğinden, 2 milyon 591 bini kısa çalışma ödeneğinden yararlanıyor. Bu kişilerin işyerleri ile sözleşmeleri sürdüğü için işsiz sayılmıyorlar. Sözü edilen bu programlardaki toplam 3 milyon 949 bin kişiyi düşünce fiilen 21 milyon 665 bin kişinin mesai yaptığı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla her 100 kişiden ancak 34.7’sinin çalıştığı vahim bir durum söz konusu. DİSK’in hesapladığı işbaşında olanların sayısı ise 20 milyon 456 bin. Buradan yola çıkarsak da her 100 kişiden 32.8’inin işbaşı yaptığı sonucuna ulaşırız.

HER 6 GENÇ KADINDAN 1'İNİN İŞİ VAR

Gençler arasında ise 2019’da 43.1 olan işgücüne katılma oranı 34.5’e düşmüş. Buna karşın işsizlik oranı yüzde 23.2’den yüzde 24.1’e yükselmiş. Böylelikle 15-24 yaş arasında istihdam edilenlerin oranı yüzde 26.1 olmuş. Kadınlarda durum daha da endişe verici; çalışma yaşındaki genç kadınların yüzde 23.8’i istekte bulunup, bunların ancak yüzde 17.3’ü iş bulabilmiş. Özetle 15-24 yaş arasındaki her 6 kadından sadece 1’i çalışıyor.

Çalışmayan ve eğitimde olmayan gençlerin toplam nüfustaki oranı da yüzde 23.4’ten bir yılda yüzde 29.1’e fırlamış. Kadınlarda bu oran yüzde 36’ya dayanmış. Bu istatistik neden önemli: bugün bir emek geliri elde etmeyen, kendisini eğitim yoluyla geleceğe de hazırlayamayan gençlerin oranını verdiği için. Yani ne bugünü ne de geleceği parlak olmayan gençlerin durumunu yansıttığı için…

İş aramayıp çalışmaya hazır olanların sayısında da 2019’dan 2020’ye neredeyse iki kata ulaşan bir artış eğilimi gözleniyor. İş aramayıp çalışmaya hazır olduğunu bildirenler 2 milyon 285 binden 4 milyon 460 bine sıçramış. Bu toplam içinde iş bulma umudu olmayanlar ise 1 milyon 310 bin kişiye varıyor. İnsanlar ümitleri kalmadığı için, virüs riskinden çekindiklerinden iş aramaya yeltenmedikleri için veya pandemi döneminde çalışmayı planladıkları kente gidemedikleri için bu dönemde iş aramamışlar. İşten çıkarma yasağı nedeniyle işverenler de işçi çıkaramamışlar. 227 bin kişi ise işyeri kapandığı için işsiz kalmış. Böylelikle de birçok kişinin “ne çalışıyorum ne işsizim” diyebileceği garip bir durum ortaya çıkmış.

OECD 2020 İSTİHDAM RAPORU

Geçen hafta Türkiye’nin de üyesi olduğu zenginler kulübü OECD 2020 İstihdam Görünümü Raporu’nu açıkladı. Rapora göre pandeminin patlak vermesiyle birlikte çalışanların yüzde 39’u tele çalışmaya geçti. Yaşamsal sektörlerin dışındaki firmalar duruma göre işçi çıkarma, eleman alımını durdurma veya devlet desteğiyle çalışanlarıyla sözleşmelerini sürdürme yolunu seçtiler. İşçileri tutmaya (job retention) yönelik subvansiyonlar Almanya ve İngiltere’de çalışanların yüzde 30’unu, Fransa ve Yeni Zelanda’da yüzde 50’sini kapsadı. Türkiye için bu oran, kısa çalışma ve ücretsiz izin desteğinden yararlananlar üzerinden hesaplanınca yüzde 13.4 ile sınırlı kalıyor.

OECD ülkelerinde işsizlik Ocak’ta yüzde 5.3 iken Mayıs’ta yüzde 8.4’e fırladı. Endişe yaratan bu istatistikler, göreceli anlamda Türkiye’deki işsizlik oranının ne denli yüksek olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

OECD araştırması gelire göre en üst çeyrekte yer alan kişilerin en alttakilere göre evden çalışma olanağının yüzde 50 daha yüksek bulunduğunu gösteriyor. En alt çeyrekteki düşük gelirliler ise genellikle ya en yüksek virüs riskine maruz kalan işlerde çalışmayı sürdürüyor, ya da çalıştıkları sektörde faaliyetler durduğu için tamamen devre dışı kalıyorlar.

Düşük ücretliler, gençler, kadınlar, kendi işinin sahipleri ve geçici işlerde çalışanlar ekonomik krizin darbesini en şiddetle hisseden kesimler. Bu en kırılgan gruplar pandeminin yükünü orantısız biçimde sırtlamak zorunda kalıyorlar.

En olumsuz etkilenecek gruplardan birisi de raporun “Corona Sınıfı” diye adlandırdığı okullarını veya üniversitelerini henüz bitirip, bu yıl iş gücü piyasasına katılacaklar.

OECD’nin temel önerileri de şöyle:

Birincisi, olanak verdiği ölçüde işgücü piyasası pandeminin ikinci dalgasını önlemek üzere kurgulanmalı. Tele çalışma büyük ölçüde devam etmeli. Kamyon şoförlüğü, muslukçuluk gibi gerekli önlemler alınırsa sınırlı risk taşıyan, az sosyal etkileşim gerektiren işler dikkatle dikkatli yürütülmeli. Diğer işlerde iş güvenliği ve sağlık standartlarını yükseltici önlemler alınmalı, hastalık izni programları genişletilmeli.

İkincisi, işçilerin, şirketlerin, sektörlerin farklılığı göz önüne alınarak emek piyasası ve sosyal politika önlemleri de farklılaştırılmalı. Bir süre daha kapalı kalması beklenen eğlence endüstri benzeri bazı işkolları desteklenirken, varlığını sürdüremeyecek veya daralacak havayolları, ağırlama vb. bazı sektörlere yönelik koşulsuz destekler sonlandırılmalı.

SERMAYE ARTIK YETER DİYOR

İşte burada zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. İşçileri rehavete sevk eden, farklı sektörlerde, farklı işletmelerde veya coğrafyalarda iş arama motivasyonlarını azaltan programlara son verilmeli deniyor. Başta ABD, İngiltere gibi ülkelerde salgına karşı gerçekten oldukça cömert programlar uygulamaya sokuldu. Bu sayede hem insanların sefalete sürüklenmesinin önüne geçildi, hem de ekonomide talebin daha da keskin düşmesi önlenerek, daha şiddetli bir durgunluk yumuşatıldı. Şimdi bu programların bütçeye getirdiği yük göz önüne alınarak yardımları kesmenin/azaltmanın gerekçeleri yaratılıyor. Olanakların sadece sermaye kesiminin talepleri doğrultusunda seferber edilmesi gereği dile getiriliyor.

Örneğin ABD’de eyaletlerin işsizlik ödentilerinin üzerine, federal bütçeden haftada 600 dolarlık katkı yoksul kesimlere oldukça nefes aldırdı. Bu uygulamanın süresi Temmuz sonunda doluyor. Özellikle bazı Cumhuriyetçi partililer bu programın sonlandırılmasını istiyor. Şikago Üniversitesi’nin bir araştırması, işsizlik desteğinin işçilerin yüzde 68’inin gelirini artırdığını, en düşük ücretlilerin gelirlerinin ise ikiye katlandığını gösterdi.

YARATICI BİR ÖNERİ

Pensilvanya Üniversitesi’nden Iano Marinescu ise farklı bir öneri ortaya koydu. Haftada 600 dolar federal işsizlik desteği 4 ay süreyle bir kayda bağlanmadan uzatılsın görüşünü öne sürdü. Temel gelir desteği konusunda çalışmalar yapan Marinescu’ya göre böylelikle hem kişilerin yeni bir iş bulma motivasyonları düşmeyecek, hem de gelirleri dolayısıyla mal ve hizmetlere talepleri gerilemediği için ekonominin durgunluk tehlikesini atlatması kolaylaşacak.

Aynı akıl yürütmenin Türkiye için de geçerli olacağı düşünülebilir. Günlük 40 liranın bile altında ücretsiz izin desteği, belki bazı çalışanların mutlak bir sefalete savrulmasını engelledi. Ancak zaman uzadıkça kaçınılmaz bir biçimde, yaşam standartlarının düşüşü, sınırlı tasarrufların tüketilmesi, aile dayanışmasının limitlerinin zorlanması, kredi kartı-ihtiyaç kredisi gibi yollarla borç batağına sürüklenme gibi riskler ortaya çıkacak. Bu programın bir şart konulmaksızın 6 ay uzatılması halinde; kişilerin kendi firmalarında istihdam edilmesi, başka sektörlerde iş araması, kısmi zamanlı işlerde çalışması gibi farklı seçenekleri gündeme getirecek. Sosyal maliyet düşük tutulurken, ekonominin yeni koşullara göre yapılanması sağlanmış olacak. Önümüzdeki günlerde Mariinescu gibi emekten yana araştırmacıların böyle yaratıcı önerilerine büyük gereksinim duyulacak.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Önemli bir eşik aşıldı - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Baro sistemi değişti. Ayasofya ibadete açılıyor. Sosyal medyanın kapatılması veya yakından denetlenmesi için hazırlıklar başladı. Böylece Türkiye’de, siyasal İslamın yaklaşık 17 yıldır ilerleyen “pasif karşı devrimle restorasyon” sürecinde önemli bir eşik daha aşıldı.


Sosyal medyaya ilişkin planlar eğer gerçekleşirse, muhalif sesleri tamamen susturan bir adım olacaktır. Baro sisteminde yapılan son değişiklik bu susturma çabalarıyla uyumludur. Avukatlık sisteminin bütünlüğü bozulurken, direnmeye çalışan avukatlar polis şiddetine maruz kaldılar, bedenleri ve cüppeleri yerlerde sürüklendi. Laik Cumhuriyetin, modern hukukun bu onurlu temsilcileri itibarsızlaştırılmaya çalışıldılar. Siyasal İslamın rejimi, şimdi çoklu baro sistemiyle bu laikliği destekleyen avukatları tasfiye ederek, avukatlık kurumunu yalnızca kendi taraftarlarına teslim etmeye, böylece siyasal İslamın “hakikat rejimine”, hukuk anlayışına uymayanları savunmasız bırakmaya çalışacaktır.

Bu eşikte en önemli gelişme Ayasofya’nın ibadete açılmasıydı. Ancak bu, kimi yorumcuların vurguladığı gibi halkın dikkatini giderek kötüleşen ekonomik sorunlardan uzaklaştırmakla ilgili değildir. Çünkü Ayasofya’nın ibadete açılması salt bir mekânın işlevinin değişmesinden, bir ulus devletin egemenlik hakkını kullanmasından çok daha önemli, geriye doğru tarihsel, ileriye doğru rejimin geleceğine ilişkin bir anlama sahiptir.

Danıştay’ın konuyla ilgili kararının ruhu ve Cumhurbaşkanı’nın tarihsel konuşması bu anlamı açıkça ortaya koyuyordu. Danıştay, aldığı kararın gerekçesinde artık olmayan bir kapitalizm öncesi devletin, Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk sistemini, mülkiyet ilişkilerini canlandırıyor, yeniden geçerli kılıyordu. Böylece, yalnızca bir mekânın statüsü değişmiyor, aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğu çürüyüp çöktükten sonra onun yıkıntıları üzerinde kurulan modern kapitalist Cumhuriyetin hukuk sisteminin bütünlüğü bozuluyor, fiilen ikili hukuk sistemine geçiliyordu.

Siyasal İslam, daha önce fiilen başkanlık rejimine geçmiş, bu rejimin yasal çerçevesi yeni anayasa ile daha sonra kurulmuştu. Şimdi de fiilen ikili bir hukuk sistemine geçildiğini saptıyorsak, bunun kalıcılaştıran adımların gelmesini beklememiz gerekiyor.

‘Res publica delenda est!’

Romalı senatör Cato senatodaki her konuşmasına “Carthago delenda est” (Kartaca yıkılmalıdır) sözleriyle başlarmış. Bugün gelinen noktada geriye bakarak siyasal İslamın iktidarının attığı her adımın arkasında “Res publica delenda est!” (Cumhuriyet yıkılmalıdır) ilkesinin yattığını söyleyebiliriz. Bunun böyle olduğunu daha başından söylemişizdir de...

Bu ilke, Ayasofya’nın ibadete açılmasına ilişkin kararda ve Cumhurbaşkanı’nın tarihsel konuşmasında bugüne kadar görülmemiş bir açıklıkla ortaya konulmuştur.

Cumhurbaşkanı, tarihsel konuşmasında, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren kararı yalnızca ihanet olarak nitelemekle kalmamış, bu kararı alanları, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki, “En büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur…. Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun… Azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın” ifadelerinden hareketle lanetlemiştir.

Şimdi, bu karardan, konuşmadan sonra ülke yeni bir durumdadır: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yasası, bir Sultan’ın aldığı bir karar, Cumhuriyetin almış olduğu bir kararı bugün iptal edebiliyorsa, bir başka Sultan’ın, örneğin Halifeliği Osmanlı İmparatorluğu’na getiren Yavuz Sultan Selim’in kararı, yarın halifeliği kaldıran kararın iptal edilmesine neden gerekçe gösterilemesin? Ya da Abdülhamit’in Meclis’i kapatma kararı canlandırılarak mutlak monarşi ilan edilmesin? Tabii ki bunlar bugün siyasal İslamın fantezileridir. Ama bunların fantezi olması içlerinde gerçeklik payı olmadığı anlamına gelmez. Çünkü, siyasal İslamın “Respublica delenda est” ilkesi hâlâ geçerlidir.

Cumhuriyetin kurucu partisi CHP mi dediniz? Onu pek bilemiyorum ama “eşiği” geçerek Ayasofya’da namaz kılabilmek için uygun bir davet bekleyen birilerinin olduğu kesindir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


Covid-19 döneminde işsizlik ve iş kaybı: TÜİK’in bildiği ama söyle(ye)mediği gerçekler - Aziz Çelik / BİRGÜN

TÜİK’in son açıkladığı işsizlik verilerine doğal olarak hiç kimse inanmadı. Hatta TÜİK’in ciddiyeti sorgulanır oldu. Ülkenin en önemli kamusal veri derleme kurumunun inandırıcılığını yitirmesi düşündürücüdür. Ancak gerçeklerin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.


TÜİK Nisan 2020 Hanehalkı İşgücü Araştırması (HİA) verileri açıklandı. Bu verilerin önemi Mart-Nisan-Mayıs 2020 dönemini, salgının en yoğun yaşandığı dönemi kapsıyor olmasıdır. Haliyle beklenti hem işsiz sayısının hem de işsizlik oranının yükselmesiydi. Ancak öyle olmadı. TÜİK tarafından açıklanan dar tanımlı (resmi, standart) işsizlik oranı herkesi şaşırttı. TÜİK’e göre Nisan 2019’da yüzde 13 olan işsizlik, Nisan 2020’de 12,8 olmuş, işsiz sayısı da aynı dönemde 427 bin kişi azalarak 3 milyon 775 bine gerilemişti!

Doğal olarak bu verilere hiç kimse inanmadı. Hatta TÜİK’in ciddiyeti sorgulanır oldu. Ülkenin en önemli kamusal veri derleme kurumunun inandırıcılığını yitirmesi düşündürücüdür. İstatistiklerle her şeyi yapmak mümkündür. Ancak gerçeklerin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. TÜİK’in temel hatası, veri topladığı halde standart dar tanımlı işsizlik dışında bir hesaplamayı kamuoyuna duyurmamasıdır.

TÜİK’İN YÖNTEMİ EKSİK VE HATALI

TÜİK’in açıkladığı ile vatandaşın hissettiği işsizlik farklı. Çünkü anlayış farklı, yöntem farklı. TÜİK sadece ana akım iktisadın işsizlik tanımını önemsiyor. Hesabını ve açıklamasını ona göre yapıyor. İşten çıkarmanın yasaklandığı, ücretsiz izin uygulamalarının yaygınlaştığı, yüz binlerce işyerinin kapandığı koşulları sanki olağan bir “piyasa ekonomisi” döneminde yaşıyormuşuz gibi ele almak, işsizliği ve istihdamı sadece işgücü arzı ve talebi ile ölçmeye çalışmak sosyal bilimlerden bihaber olmak değilse nedir?

Elbette işten çıkarmalar yasaklanır, ücretsiz izin uygulanır ve işyerleri kapanırsa dar tanımlı işsizlik düşer. TÜİK, sadece son dört haftada iş arama kanallarından birini kullananları işsiz olarak açıklıyor. İş sözleşmesi askıda olan işçi iş başında değildir ve elbette iş aramaz. Ancak çalışmadığı ve üretmediği için geniş anlamda işsizdir. Yüz binlerce işyerinin kapandığı, insanların can derdine düştüğü koşullarda insanlar iş aramaya çıkmayacaktır. İşsizdirler ama iş bulamayacaklarının farkındadırlar. İş bulursa çalışacaklar ama iş aramıyorlardır. Diğer bir ifadeyle geniş tanımlı işsizdirler. Salgın döneminde işe dönüşümlü giden ve izinli olan işçiler nedeniyle, ortalama çalışma süreleri düşecektir. Bu da eşdeğer tam zamanlı iş kaybına yol açacaktır. Covid-19 döneminin işsizlik ve istihdamını anlamak için tüm bunları dikkate almak gerekir.

Ancak TÜİK, Covid-19’un işgücü piyasasında yarattığı devasa değişiklikleri ve alt üst oluşları öngörmemiş ve buna uygun bir çalışma içine girmemiştir. TÜİK 30 Nisan 2020’de oldukça geç bir şekilde HİA soru setiyle ilgili olarak “Hanehalkı İşgücü Anketi’ne (HİA), anketin mevcut soru akışı değiştirilmeksizin Koronavirüs (COVID-19) salgınının işgücü̈ piyasasına etkilerinin ölçülmesi için soru setinden oluşan modül eklenmiştir. Bu sayede istihdamda olan ancak ücretli veya ücretsiz izinde olan, evden çalışmaya başlayan, çalışma saatleri değişen, salgın nedeniyle istihdamdan çıkan veya salgın nedeniyle iş aramayan kişilerin sayısının hesaplanması planlanmıştır” açıklamasını yaptı. Ancak bu soruların sonuçları HİA anket sonuçlarına henüz yansımadı.

ILO’NUN EŞDEĞER TAM ZAMANLI İŞ KAYBI

TÜİK bugünün çamaşırlarını dünün güneşinde kurutmaya çalışmaktadır. TÜİK, işgücü piyasasının olağan seyrinde kullandığı teknikleri işgücü piyasalarında bir deprem yaşanırken kullanmaya devam etmektedir. Bu yüzden TÜİK’in açıkladığı dar tanımlı işsizlik oranı teknik olarak başka türlü çıkamazdı zaten. Hesaba kattığınız değişkenlere göre sonuç elde edersiniz. TÜİK sadece dar tanımlı işsizlik oranlarını ön plana çıkarıyor. İşgücünün eksik kullanımına ilişkin diğer verileri öne çıkarmıyor. Oysa bundan farklı bir uygulama mümkün. Örneğin ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu 6 çeşit işsizlik oranı açıklıyor. Bunlardan biri resmi işsizlik oranı (U3) olarak tanımlanmaktadır. Bu oran TÜİK’in açıkladığı yönteme göre hesaplanan işsizlik oranıdır. ABD’de Haziran 2010 itibariyle resmi işsizlik oranı yüzde 11,1, geniş tanımlı işsizlik oranı ise (U-6) yüzde 18’dir. Bu oranlar Nisan 2020’de sırasıyla yüzde 14,7 ve yüzde 22,8’di.

Öte yandan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de salgının işgücü piyasalarında yarattığı gerçek etkiyi anlamak için standart işsizliğin yeterli olmadığını görerek, “eşdeğer tam zamanlı iş kaybı” yaklaşımını ortaya attı. Bu yöntem salgın nedeniyle çalışma sürelerinde meydana gelen düşüşün yarattığı kaybı ortaya çıkarmayı hedefliyor. Nitekim ILO bu yönteme dayanarak çeşitli projeksiyonlar yaptı. 2020’nin 2’nci çeyreğinde 300 milyondan fazla tam zamanlı eşdeğer iş kaybı tahmininde bulundu.

TÜİK’in derlediği verilerden işsizliğin ve iş kaybının değişik katmanlarını hesaplamak mümkündür. Ancak TÜİK bunları öne çıkarmayı tercih etmiyor. TÜİK hiçbir şey olmamış gibi standart bülteni yayımlamaya devam ediyor. Oysa yeni koşullar yeni yöntemler gerektirir. Öte yandan TÜİK verilerinin ayrıntılarına bakıldığında mızrağın çuvala sığmadığı görülmektedir. HİA verilerinin içine girdiğinizde gerçek tabloyu görürsünüz ancak kamuoyunun genelinin bu verileri anlaması zor. O nedenle veri toplamakla yükümlü bir kamu kurumunun kamuoyunu doğru ve net bilgilendirmesi, verileri kamuoyunun anlayacağı şekilde özetlemesi ve yayımlanması gerekir.

DAR TANIMLI İŞSİZLİK NEDEN DÜŞÜYOR?

Çünkü bu hesaplama işgücü piyasasının diğer değişkenlerini hesaba katmadığı için ve işgücü piyasasını adeta kapalı bir laboratuvar olarak ele aldığı için gerçek tabloyu yansıtmıyor. Oysa işgücü piyasası, bir laboratuvar gibi ele alınamaz. Bir dizi değişkene bağlı olarak şekillenir. Nitekim salgın döneminde yepyeni değişkenler ortaya çıktı.

Salgının işgücü üzerindeki gerçek etkisini anlamak için kilit kavramlardan biri “işbaşında olanlar”, diğerleri ise “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” ile “zamana bağlı eksik istihdam edilenler” olarak karşımıza çıkıyor. Geniş tanımlı işsizlik iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar ile zamana bağlı eksik istihdamı da işsiz kabul ederek yapılan hesaplamadır. Ancak sadece geniş tanımlı işsizlik oranı ile de Covid-19’un işgücü piyasalarındaki etkisini ölçmeyiz. Örneğin Dr. Mahfi Eğilmez gerçek işsizlik oranını yüzde 24,6, gerçek işsiz sayısını 8,4 milyon olarak açıkladı. DİSK-AR ise geniş tanımlı işsizlik oranını yüzde 28,7, geniş tanımlı işsiz sayısını 9 milyon 756 bin olarak açıkladı. Aradaki fark Mahfi Hoca’nın zamana bağlı eksik istihdamı hesaplama dışı bırakmasından kaynaklanıyor.

Ancak yaşanan iş kaybı için ek yöntemlere ihtiyaç var. Bunlardan en önemlisi yukarıda sözünü ettiğimiz ILO tarafından kullanılan eşdeğer tam zamanlı iş kaybıdır. Nitekim DİSK-AR, ILO’nun bu yönteminden yararlanarak revize geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı olarak tanımladığı yeni bir yöntem kullanmaya başladı.

KİLİT KAVRAM: İŞ BAŞINDA OLANLAR

Bu hesaplamanın özü iş başında olanlar ile haftalık fiili çalışma süresinde yatıyor. TÜİK 2014 revizyonundan beri istihdamda olanlar ve işbaşında olanlar ayırımı yapmaya ve iş başında olanların ortalama haftalık çalışma sürelerini açıklamaya başladı. İş başında olmayanlar istihdamda olan ancak çeşitli nedenlerle fiilen çalışmayan ve üç ay içinde işine dönmeyi planlayan kişilerdir. Kısa çalışma yapanlar, ücretsiz veya ücretli izinde olanlar gibi.

Olağan dönemlerde istihdamda olanlarla iş başında olanlar arasındaki fark son derece azdır. Aynı şekilde haftalık çalışma süresi de 45 saat civarındadır. Ancak Covid-19 nedeniyle bir yandan istihdam 2,5 milyon civarında azaldı. Öte yandan iş başında olanların sayısı 7 milyon 100 azaldı. Daha somut hale getirmek için şöyle söyleyelim: Nisan 2019’da istihdam 28,2 milyondu ve iş başında olanlar ise 27,6 milyondu. Nisan 2020’de ise istihdam 25,6 milyona gerilerken iş başında olanlar 20,5 milyona düştü. Aynı şekilde haftalık ortalama çalışma süresi 44,6 saat iken Nisan 2020’de 39,5 saate düştü.

Dolayısıyla 2019 Nisan ayında iş başında olanlar toplam olarak 1,2 milyar saat çalışmış iken, Nisan 2020’de 808 milyon saat çalıştılar. Bunun eşdeğer tam zamanlı iş karşılığı ise 9,4 milyon kişi eder. Özetin özeti: Covid-19 nedeniyle iş başında olanların sayısının ve çalışma sürelerinin düşmesi nedeniyle 9,4 milyon iş kaybı yaşanmıştır. Nitekim DİSK-AR bu metodolojiyi kullanarak revize geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı toplamını 17,7 milyon, oranı da 52,2 olarak açıkladı (shorturl.at/oqEZ5).

Kral çıplak ve mızrak çuvala sığmıyor! Covid-19 döneminin işsizlik ve istihdam kaybı tablosu bu şekildedir. İşsizlik ve istihdam verilerine ana akım liberal iktisadın dar tanımlarını bir kenara bırakarak sosyal gerçekleri dikkate alan yeni bir yaklaşımla bakma zamanı geldi. TÜİK zaten topladığı verileri farklı işsizlik türlerini de kapsayacak şekilde ve şeffaf bir yöntemle kamuoyuna açıklamalıdır.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Sınıf ve edebiyat: Kara, büyülü ya da aydınlık gerçekçilik? - Gamze Yücesan Özdemir / SOL

Orhan Kemal’in aydınlık gerçekçiliğini eşsiz kılan, kapkara, korkunç, kederli gerçeklikler içinde parlayan umuttur. Siyasette aydınlık gerçekçilik olamaz mı?

Sınıf ve edebiyat ilişkisini en güzel özetleyen cümle şudur herhalde: “İşçi sınıfının anlatılmaya ve okunmaya değer bir hayatı vardır.” İşçi sınıfı edebiyatta nasıl temsil edilir? Sınıf bilinci, sınıf kültürü ve mücadele deneyimleri nasıl aktarılır? Edebiyatta işçi sınıfının içinde bulunduğu iktisadi, siyasal ve ideolojik yapılar nasıl sunulur? 

Edebiyat sınıfı muhakkak ki kucaklar. Ona farklı dertlerle farklı açılardan bakar. Gerçekçilik olarak adlandırabileceğimiz açı, diğerlerinin pek çoğundan farklı olarak, sınıfın baktığı açıya çok yakın durduğu için daha önemli bana sorarsanız.

Sınıf ve edebiyat bağlamında ortaya çıkan eserleri gerçekçilik akımı içinde üç farklı yaklaşım olarak gözlemleyebiliriz: kara gerçekçilik, büyülü gerçekçilik ve aydınlık gerçekçilik. Kara gerçekçilikte, zor ve kötü koşullarla karşı karşıya kalan emekçiler öfkeli ya da umursamaz tavırlar içinde daha sert ve daha karanlık bir varoluş benimser. İşçilerin yaşamlarında deneyimledikleri bastırılmışlık, kıstırılmışlık bir şiddete evrilir. İşçi sınıfı üyelerinin çıkmazda kalışı hissedilir. Çıkışsızlık, öfkeyi yansıtan ünlemler ve içe çekilip nefreti büyüten sessizlikler olarak hep merkezdedir. Bu yaklaşımla en net Boris Vian ve Charles Bukowski romanlarında karşı karşıya kalırız. 

Büyülü gerçekçilikte, emekçiler gerçekle gerçek dışının, olağanla olağan olmayanın, düşle sahici olanın aynı ortamda yan yana gelip herhangi bir çatışmaya girmeden var olabildiği bir ortamın nesnesine dönüşebilirler. Söz konusu ortamda hayali olan gerçek olanı destekler. Daha da gerçek olması için hayalle güçlendirilmiştir gerçekler. Zor ve kötü koşullardaki varoluşları, mücadeleleri ve umutları yalnızca fiziksel yaşamlarında değil düşlerinde de gerçekleşir. İşçi sınıfının hayatı farklı anlatılabilirse, işçi sınıfı da bu hikayenin bir parçası olursa, dünya da başka bir yer olabilir. Gabriel Garcia Marquez romanları büyülü gerçekçiliğin en çarpıcı örnekleridir hiç kuşkusuz. 

Aydınlık gerçekçilik ise Orhan Kemal'in eserlerinde var olur. Aydınlık gerçekçilik, Orhan Kemal’e göre, gerçekte olanı olduğu gibi yansıtmak değildir yalnızca. Gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp “olmuş mu” ile birlikte “olabilir mi”nin de karşılığını aramaktır. Burada da hayali olan gerçek olanı destekler. Böyle baktığımızda farkı hayali olanın anlatıya daha sessizce girmesi ve iflah olmaz iyimserliğidir. Tekrar edeyim: Aydınlık gerçekçiliğin kurucu unsuru iyimserliktir. “Burjuvalaşmış teknik karşısında ezilen, yok olan insanlar benim insanlarım olmuştur” der Orhan Kemal ve ekler, “Ben, aydınlık, umut dolu, okuduğum zaman bana yaşama sevinci, kötülüklerle savaşabilme gücü veren romanları seviyorum. Üst yanı fasa fisooooo.” 

Aydınlık gerçekçilikte işçi sınıfı içinde bulunduğu toplumsal koşullarla değerlendirilir. Bereketli Topraklar Üzerinde’de, “Pehlivan Ali kocaman yumruklarını sıkmış öfkeyle bakıyordu. Hemşerisi Hasan’a değil, onu bu hallere sokan devire, devrana, kahpe feleğe…” diye anlatılır. 

İşçi sınıfının sesi yükselir. Orhan Kemal’in sözleriyle, “Yani yazar olarak kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle baş başa bırakıyorum. Görüyorum ki, okuyucum zekidir. Baş başa kaldığı şeylerden, anlaşılması gereken şeyleri -benim şerh ü izahım olmaksızın da- anlayabilmektedir.” Ve ardından ekler, “Ben bol diyaloglarımla kabuktan derinlere inmek, yani ruh tahlilleri yapmak istiyorum. Üç beş konuşma, çoğu sefer sayfalar dolusu izahın yerini tutmalıdır.”

Sevgili Orhan Kemal Orhan Kemalliğini bir gecede büyütmemiştir tabii. Nâzım Hikmet, 1949 yılında ona bir mektup yazar. Bu mektubunda onun yazdığı kitabı ve yazarlığını değerlendirir. Mektupta Nâzım Hikmet genç yazara şöyle der: “Senin bazı hikayelerin, yalnız kederli değil aynı zamanda ümitsiz… Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksettirmekte en ufak bir ihmal, insanlığı tek taraflı, tozpembe bir ışıkla vermek olur ve realiteden uzaklaşılır… Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Aman evladım, kendini bundan sakın, daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın. İşte bu kadar.” Orhan Kemal’in aydınlık gerçekçiliğini -bu mektubun etkisiyle mi bilinmez- eşsiz kılan, kapkara, korkunç, kederli gerçeklikler içinde parlayan umuttur.

Siyasette aydınlık gerçekçilik olamaz mı? Salgınla birlikte siyasetin sıkıştığı bir dönemdeyiz. Siyasal iktidarın izlediği politikalar işçi sınıfı için gelecek günlerin daha da zorlaşacağına işaret ediyor. Muhalefetin hayalleri ile işçilerin gerçekleri arasında hiçbir bağlantı bulunmuyor. Siyasette bugüne ve yarına ışık olacak aydınlık gerçekçiliği ancak ve ancak sosyalist sol var edebilir. Önümüzdeki günlerin zor ve sancılı olacağı kesinken soralım öyleyse, “Hayallerimiz gerçeği destekleyemez mi? Daha da gerçek olması için umutlarımızla güçlendirilemez mi gerçekler?” 

Gamze Yücesan Özdemir / SOL

Not: Orhan Kemal’den alıntılar, Asım Bezirci’nin Orhan Kemal (1984, Tekin Yayınevi) adlı kitabındandır.


NATO laboratuarında Türkiye ve Karadeniz.-Murat AĞIREL / Yeniçağ

Gazetede NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg'in, NATO Dışişleri Bakanları ile bir video konferansı gerçekleştirdiği haberi vardı. Konferans ayrıntılarını ne yazık ki haberde göremedim. Ancak değerli ağabeyim ve bu konularda uzman olan Mehmet Ali Güller konuyu takip etmiş ve ayrıntılarını yazmış.

NATO toplantısından sonra yapılan açıklamada, "Ukrayna ve Gürcistan ile ortaklığı daha güçlü bir şekilde derinleştirme kararı aldıklarını" ilan etmiş. Destek paketlerinin içeriği de paylaşılmış. Şimdi burada bir virgül koyup NATO ile tarihi süreci anlatmak ve sonrasında bugüne tekrar dönmek istiyorum.

Kutup yıldızım Uğur Mumcu, "Üç Ana Çizgi" başlıklı yazısında şu satırları kaleme alıyor:

"Tarih yalnızca gerilerde kalmış olayları saptayan ve tozlu dosyalarda saklanan bir tutanak değil, ondan da öte dünden bugüne uzanan siyasal çizgilerin boyutlarını ve renklerini yansıtan bir laboratuardır. Bu laboratuarda önceki gün, dün ve bugün arasında inanç bağları kurulur, karakter modelleri, davranış biçimleri belirlenir. Ve bütün bunlardan ders almasını bilen, yararlanır, ders alır, kendi kendini yargılar."

Biz NATO laboratuarına bakalım…

1950'de Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, İtalya'yı Türkiye'nin NATO'ya alınmasına ikna eder. Mayıs 1950'de CHP iktidarı NATO'ya girmek için ilk resmi müracaatı yapar. Ancak sadece İtalya destekler. ABD, İngiltere ve Fransa NATO'ya alınmamızı reddeder.

Demokrat Parti iktidar olur. 1 Ağustos 1950 tarihinde NATO'ya alınma müracaatı reddedilir.

1951 yılı başlarında senatör McCarthy Türkiye'nin yardımına gelir. Franco İspanyası ile birlikte Türkiye'nin Batı Avrupa savunmasına katılmasını senatoda ister. Öneri 1 oy farkla reddedilir.

İngiltere o dönemde, NATO dışında İngiliz Orta Doğu Komutanlığına bağlı ve Türkiye'nin de katıldığı ayrı bir Ortadoğu Komutanlığı kurma çabasındadır.

New Leader dergisinin Ankara'da bulunan yazarı Ray Brack, "Türkiye'nin İran'daki Musaddık gibi petrol millileştiricilerine karşı en sağlam garanti" olduğunu yazar. ABD tam da bu nedenlerle, Türkiye'den askeri üs ister. Önce Türkiye'den başka ülkelerde yaptığı gibi üs kiralamak ister. Türkiye kiralamaya yanaşmaz ve "Önce NATO, sonra üs" der. ABD 15 Mayıs 1951'de Türkiye'nin NATO'ya alınmasını öteki üyelere önerir. Norveç, Danimarka, Belçika ve İngiltere "çıkarları dışında kalan Akdeniz bölgesinde bir savaşa sürüklenebileceklerinden" duydukları kaygıyı dile getirirler ve "Atlantik İttifakının, yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge niteliği taşıdığını, Türkiye'nin bu uygarlığın dışında kaldığını ileri sürerler ve itiraz ederler.

Menderes hükümeti her fırsatta NATO'ya alınırsa, Ortadoğu'da müttefiki İngiltere'nin istediği aktif rolü oynamaya hazır olduğunu her fırsatta belirtir. Tam o zamanlarda Ortadoğu'daki milliyetçi rüzgarların etkisini artırması ve İran'da Musaddık ve petrol olayının patlak vermesi üzerine Türkiye'nin Ortadoğu'da İngiltere'nin istediği rolü oynaması koşuluyla 18 Temmuz 1951'de NATO'ya girmesine yeşil ışık yakar. İtirazını kaldırır.

Fuat Köprülü, 20 Temmuz 1951'de "Ortadoğu savunmasının gerek stratejik gerek ekonomik bakımlardan Avrupa'nın korunması için zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle Türkiye, Atlantik Paktı'na katılınca, Orta Doğu'da bize düşen rolü etkin biçimde yerine getirmek ve gerekli birlikte almak için, ilgililerle derhal müzakereye girmeye hazır olacaktır" der.

Türkiye'nin vermiş olduğu Kurtuluş Savaşı unutulmuştur…

Türkiye, İngiltere'ye evet deyince, 15-20 Eylül 1951'de Ottawa'da toplanan NATO Bakanlar Konseyi Türkiye ve Yunanistan'ın NATO'ya üye olarak çağrılmasını kararlaştırır. Kararın hemen ardından İngiliz, Fransız ve Amerikan generalleri Türkiye'ye gelirler.  Ortadoğu Komutanlığı kurma kararını alırlar. Karar 15 Ekim 1951'de bir bildiriyle açıklanır.

18 Şubat 1952'de uğruna Kore'ye asker dahi gönderdiğimiz NATO'ya girdik ve Lizbon toplantısına katıldık. Ankara'da bayram havası vardır. DP zafer olarak ilan eder. Hatta Ali İhsan Sabis, Milli Savunma Bütçesi görüşülürken kürsüden haykırır, "Amerikan uçak gemileri derhal Boğaz'dan geçip Karadeniz'e açılmalı ve Montreux Antlaşması yırtılıp atılmalıdır" der.

Türk Dışişleri Bakanı, Lizbon'da yapılan toplantıda "Büyük harekette ve kayıtsız şartsız işbirliği zihniyetiyle hareket etmeyi ilke edinen bir müttefik bulacaksınız" der. Gerçekten de öyle olur. Kara Kuvvetleri, Güney Avrupa Kuvvetlerine, Deniz Kuvvetleri kurulacak olan Ortadoğu Komutanlığına bağlanması kararlaştırılır.

Menderes'in "ölümsüz dostluk" sözlerine "ABD'nin dost yoktur, çıkarlar vardır" diyen Dulles, Atatürk döneminde başarılamayanı başarır. Dulles'in NATO stratejisi basittir. İttifakın üyelerine herhangi bir saldırı olursa, Sovyetler Birliğine nükleer silahlarla topyekûn savaş açılacaktır.

Askerler zaman geçtikçe gerçekleri görmeye başlarlar. NATO da "bölgesel savaş", "sınırlı savaş", "kanat" gibi deyimler geliştirilmektedir. Türkiye sadece "kanat", Batı Avrupa ise merkezdir. Merkeze saldırı olunca nükleer silahlara başvuracaktır. Kanatta ise durum muammadır.

Henry Kissinger kitaplarında Türkiye'yi, "Gri bölge" olarak niteler ve nükleer silahlarla savunulmayacağını açıkça yazar. Bradley de 1950'de aynı şeyleri söylemiştir.

James Madison Garrettin, Columbia Üniversitesinde anlattığı "ABD Dış Politikasının bir aracı olarak Türkiye'ye yapılan yardımları özellikle askeri yardım tezi", 1960'lardan önce Türkiye'nin savunmasının NATO açısından nasıl göründüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

General Aloe'nin belirttiğine göre de NATO plancıları, genel bir savaşta dahi, Türkiye'den yalnızca birkaç gün kazandırmasını beklemektedirler. Genel bir savaş halinde Sovyetlerin Ortadoğu'da ilerlemesini yalnızca birkaç hafta, birkaç gün geciktirilmesi, Türkiye'ye yapılan askeri yardım bedelini karşılamaya yeterlidir.

Bu Amerikanlaşma ve yardım sağlamayı dış politika haline getirme çabasında, her iki tarafta Amerikan askerinin çok pahalı Türk askerinin çok ucuz olduğunu ileri sürer.

5 Mayıs 1952 tarihindeki gazetelerde ABD yardım kurulu başkanı General Arnold, The Turkish Times gazetesine verdiği demeçte ABD, "Türkiye'de harcadığı her Dolara karşılık üç dolarlık güvenlik sağlar" der. 30 Haziran 1953 ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Martin, "Bir ABD askeri 11 Bin dolar, bir Türk askeri ise 579 Dolara donatılır" der. 1958'de Suat Hayri Ürgüplü'ye göre "Türk askeri 136 Dolar, ABD askeri 550 Dolara mal olmaktadır" der.

Bu süreç içerisinde daha çok örnek bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı mücadele ederek bağımsızlığını kazanan ve sonrasındaki politikasında tarafsızlığı benimseyen Mustafa Kemal Atatürk politikası yerle yeksan edilmiştir.

Yazının başında tarihin bir laboratuar olduğunu ve ders alınması gerektiğini demişti, Uğur Mumcu. Bugün hangi durumdayız? Mehmet Ali Güller'in Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden devam edelim:

"…Rus uçağının düşürülmesiyle Ankara-Moskova ilişkilerinin krize girmesi oldu. Erdoğan, Rusya'yı sıkıştırmak adına ABD'ye oyun alanı açtı ve NATO'yu Karadeniz'e çağırdı. Erdoğan'ın çağrısını fırsata çeviren ABD, 8-9 Temmuz 2016'da Varşova'da yapılan zirvede, NATO'nun Karadeniz'deki varlığının artırılması kararı aldırdı! Ve NATO Nisan 2019'da Karadeniz'i 'mücadele alanı' olarak belirledi."

Ocak ayında Çavuşoğlu da Davos'taki "NATO'nun Geleceği" oturumunda, "Gürcistan'ı neden NATO'ya davet etmediğimizi anlamıyorum. Batılı dostlarımız Rusya'yı provoke etmeme bahanesiyle Gürcistan'ı davet etmek üzere anlaşmıyor. Gürcistan'ın bize, bizim de Gürcistan gibi bir NATO müttefikine ihtiyacımız var" dedi.

Sizce de Kanal İstanbul tartışması bu okuduklarınızdan sonra daha anlamlı gelmiyor mu?

ABD Karadeniz'in batısında Bulgaristan ve Romanya'yı, doğusunda Gürcistan'ı NATO'ya üye yapmaya çalışarak, kuzeyinde de Ukrayna'yı AB ve NATO üyesi yapmaya çalıştığını Mehmet Ali Güller ısrarla söylüyor.

Karadeniz'in sadece sınırı bulunan kıyıdaş ülkelerin denizi olarak kalması ve ABD'nin NATO'nun bu denizlerden uzak tutulması Rusya'dan ziyade Türkiye'nin ulusal çıkarıdır. Günübirlik "koz"lar ulusal çıkarlarımıza zarar vermektedir.


Murat Ağırel / Yeniçağ


Kaynakça:

Doğan Avcıoğlu, Milli Mücadele Tarihi, Cilt 4, (S.1609, 1610, 1612, 1615, 1620)

Mehmet Ali Güller - Karadeniz'de NATO'ya alan açma yanlışı / Cumhuriyet gazetesi - 6 Nisan 2020

The Turkish Times gazetesi, Oğuzhan Karaltan General Arnold röportajı - 5 Mayıs 1952

Cumhuriyet gazetesi "Ray Brock" haberi 5 Mayıs 1951


Saraya damat olmak - Mehmet Bozkurt / SOL

Sadrazamlığın yanı sıra damatlığa da gönül eğdin; sonrasında da padişahın huzurunda, olur ya, dilin sürçtü yaramaz bir söz ettin, ya da sana verilen bir işte tökezledin yağlı ip boynuna geçirilir hırpadanak gidersin. Gitmekle de kalmaz, eşeğe ters bindirilip dolaştırılırsın sokaklarda bir vakit. 

Şimdilerde değil yanlış anlaşılmasın. Osmanlı’da diyorum. Hele samur kürkü damatlık olarak sırtına geçirmiş sadrazamlık mührünü de kapmışsan ilkin devlet kuşu kondu diyerek teke zortlatmasına durursun ama sonrasında, çoğunun başına gelenleri öğrenmeğe gör, şart olsun insanda ne damat olma hevesi kalır ne de sadrazam olma. 

Bakın burası çok önemli: 

Sadece Kanuni Süleyman’ın devri iktidarında Rüstem Paşa’nın, Pargalı İbrahim’in, Kara Ahmet Paşa’nın üç etti, hangi birini anlatmalı; Ferhat Paşa’nın etti dört, Lütfi Paşa’nın bu da beş olsun, başlarına gelenler yemin ederim korku filmi gibi. Diyelim nefsine yenik düştün. Sadrazamlığın yanı sıra damatlığa da gönül eğdin; sonrasında da padişahın huzurunda, olur ya, dilin sürçtü yaramaz bir söz ettin, ya da sana verilen bir işte tökezledin yağlı ip boynuna geçirilir hırpadanak gidersin. Gitmekle de kalmaz, eşeğe ters bindirilip dolaştırılırsın sokaklarda bir vakit. 

Ben en çok Nevşehirli İbrahim’e yanmışımdır. Bir de Kara Ahmet Paşa’ya…

Süleyman, Kanuni demek istiyorum, yüce gönüllü, vicdan sahibi ve ilkeli bir padişahtı. Kız kardeşi Fatma Sultan’la evli olan Kara Ahmet Paşa’ya sadrazam olmasını teklif ettiğinde, Kara Ahmet önceki damatlardan Pargalı İbrahim’in ve Ferhat Paşa’nın başlarına gelenleri bildiğinden olsa gerek büyük bir ihtimalle içi ürpermiş görevden kaçınmak istemiştir. Özellikle de Sultan Süleyman’ın buyruğuyla Mısır’dan İstanbul’a bal sepeti içinde gönderilen damat Ferhat’ın kesik başının ve yarı açık bir çift gözün onda feci izler bırakmış olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Fikrimdir, Ahmet’in kendini naza çekmesini Ferhat’ın yarı açık bir çift gözüne bağlıyorum.  

Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi’nde Kara Ahmet Paşa’nın Sultan Süleyman’dan sadrazamlıktan azledilmeyeceği sözünü aldıktan sonra görevi bin nazla kabul ettiğini yazıyor. Tam olarak şöyle: “…Daha az dostça münasebetlerde bulunduğu Ahmet Paşa’nın idamı ise, Padişah’ın vicdanı için daha hafif bir yük olmak lazım gelirdi; bununla beraber hiçbir vakit azletmeyeceği hakkında Padişah’ın yeminine müstenid olmakla beraber Ahmet de idam edildi…” Bir de “Ahmet Paşa’nın boğazı tamamen sıkılmadan evvel ölümün bu türlüsüyle bağışıklık kazanmak için bir nefes daha almak üzere cellattan müsaade istediğine” dair dip not var ki bunu da dikkatlerinize sunmak isterim. Sundum.. 

Merakınızı uyandırmış olmalı, Ahmet Paşa’nın idamı Padişah’ın vicdanı için neden “daha hafif bir yük olmak lazım gelir.” Bu ifadenin açıklanmaya değer yanı şudur: Padişah  sözünde durarak Ahmet’i azletmemiştir. Bu davranış Süleyman’ın ilkeli, sözünün eri ve vicdanlı biri olduğunun apaçık kanıtıdır. Zira sadece boğdurmakla yetinmiştir. İslam Ansiklopedisi şu notu düşmüş:

“Ahmet Paşa idam kararını serinkanlılıkla karşılamış, cellatların kendisini boğmasını istememiş, bu işin değerli bir kişi tarafından yapılmasını istemiştir…” 

Peki  Süleyman’ın cellat seçimini damat Ahmet’in kendisine bırakmasına ne demeli? Yani bu davranış Süleyman’ın yüce gönüllülüğüne kanıt değil midir? 

Kanıttır. 

Sırada İbrahim var.

Bu İbrahim Süleyman’ın damadı Pargalı İbrahim değil. Hani mübarek Ramazan günü saraya iftara çağrılıp, ısrarla yatıya bırakıldıktan sonra uykusunda boğularak öldürülen İbrahim… “Makbul” iken “maktul” olan, Kemancı İbrahim. O değil…

Bu İbrahim, Nevşehirli İbrahim. Padişah Üçüncü Ahmet’in sadrazamı ve damadı.

Üçüncü Ahmet, Avcı Mehmet’in oğlu. 1703-1730 yılları arasında hükümdarlık yapmıştır. Edirne Vakası sonrasında on altı yıl boyunca burnunu bile çıkaramadan kaldığı kafesten çıkarılarak yirmi yedi yıl boyunca oturacağı tahta çıkarılmış; Patrona Halil Vakası sonrasında bu defa ömrünün sonuna kadar kalacağı kafese tıkılmak üzere tahttan indirilmiştir. Gir çık, in çık… Kolay değil fevkalade “hisli” olduğunu yazıyor tarih kitapları. Şairdir. "Necib" mahlasıyla şiirler yazıyor. Padişahlığı süresince on adet sadrazam değiştiriyor. Rekordur. Bunlardan beşini  “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti mucibince boğduruyor. Bu da rekordur. Boğdurulanlardan ikisi damattır.

İbrahim iş aramak için İstanbul’a gelen bir gurbetçi. Evet, bildiğiniz gurbetçi. Saraya bir tanıdığının vasıtasıyla helvacı olarak giriyor. 

Neşeli ve sevimli bir zat. Hızla yükseliyor padişahın güvenini kazanarak önce yakın koruması, sonra istihbaratçısı, sonra da öbür damatlardan Silahtar Ali Paşa’nın dul karısı Fatma Sultan’la evlenerek damadı oluyor. İhtimaldir; yanındaki, yöredeki tecrübeli zevat “sen bir garip Çingensin gümüş zurna neyine” diyerek uyarmıştır lakin ne fayda, kendi ölümüne seğirtiyor. Evlendiğinde Fatma Sultan’ın on dört yaşında, İbrahim altmışına yakın olduğu yazılıdır. Yine yazılanlardan Sultan Ahmet’in ona kendi kullandığı tuğralı zümrüt mührü, "mühr-ü hümayun" olarak verdiğini bunun büyük bir sevgi ve güvene işaret olduğunu da öğreniyoruz… Şimdi sadrazamdır. Ne kadar yazık, cellada en yakın meslektir sadrazamlık. 

Yenilikçi biri. Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in ünlü “Sefaretname” kitabı eline geçiyor. Fransız bahçe düzeni ve köşklerine dair çizimleri görüp yazılanları okuyunca özeniyor. Başlayan bu yeni döneme Yahya Kemal yıllar sonra bir ad bulacaktır: Lale Devri. Haliç’te, Boğaz’da köşkler, yalılar, bahçeler ve tabii ki eğlenceler, ziyafetler…Her gün bir ziyafetten öbürüne koşan Ahmet’e ve İbrahim’e karşı fukara halkın tepkileri artıyor.  “Necdet Saka Bu Mülkün Sultanları”nda (Oğlak 2000), vakanüvis Şemdanizade’den aktarıyor:

“(…) Halkı aldatacak şey lazımdır deyü bayramlarda meydanlara dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurub erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, salıncağa binüb inerken hubbaz yiğidlerle kadınları kucaklattıran hoş-seda ile şarkı söylettiren İbrahim Paşa idi…” Padişahın ve sadrazamın sefere çıkmayarak “Davutpaşa Sarayı bahçelerinde bülbül dinlemelerinin”  de halkın gazabının artmasına neden olduğunu öğreniyoruz aynı kitaptan. Gazabın adı Patrona Halil…

Patrona “kelle isterüz” diyor. Sultan Ahmet isyancıların istedikleri kelleleri sarayın kapısına bıraktırıyor. İbrahim, İbrahim’in iki damadı ve listedekiler… Sırıklara geçirilip bir vakit gezdirilen kelleler Sultan Ahmet’in hayır için yaptırdığı çeşmenin yalağına atılıyor… Gövdeler parçalanıyor. Kemik ağrılarına iyi gelir söylentileri üzerine küçük parçalar halinde kapışılıyor. 

Şimdi samimiyetle soruyorum:

Benim damat paşa olma hevesim kaçmasın da kimin kaçsın? Buyrun bakalım…

İnsanda heves meves bırakmıyorlar azizim…

Mehmet Bozkurt / SOL

Sofya’nın kaderi - Orhan Gökdemir / SOL

Ayasofya tartışmasının gösterdiği ne? Bunu cihatçılıktan, Neo Osmanlıcılıktan, ülkedeki iktidar savaşından, Cumhuriyete düşmanlıktan arındırıp sırf dini bir motivasyonla açıklayabilir miyiz?


Kaderi bu yazı yazılırken belli olmayı bekliyordu. İbadete açılacak belli ki. İbadete açıktı, Cumhuriyet bu çok kültürlü, çok inançlı yapıyı müze yapmayı tercih etti. Neo-Osmanlılar, bir dönemki işlevine, camiye çevirmek istiyor. Kaldı ki kilise olarak biliniyor ama esasında bir pagan mabedidir. Ayasofya’dan söz ediyoruz.

Bugünkü şeklini alana kadar birkaç kere yapıldı yıkıldı. Temelleri altında bir pagan mabedi -Güneş tapınağı- olduğu sanılıyor. Eski kiliselerin çoğunluğu, eski pagan mabetleri üzerine kurulu zaten. İlk Hıristiyanlar kendileri ile rekabet ettiğine inandıkları eski inançlarla mücadele ettiler. Roma ile iş birliğinden sonra buna bir de devlet gücü eklenmiş oldu. Yüzyıllarca eski inançlıları kovaladılar. Mabetlerini yıkıp, yağmalayıp üzerlerine yeni kiliseler yaptılar. Her kilise işte böyle bir tarihsel sentezdir!

Ayasofya da öyle. Altında yatanı bilmesek bile yapıtaşları sütunları eski mabetlerin yağmalanmasından bakiye. Zaten adı da bir tür sentez; Ayasofya, Agia Sofia, Hacı Sofya o senteze işaret ediyor. Hıristiyanlık tarihinde “Sofia” adını taşıyan herhangi bir “hacı” yok. Haliyle “bilgelik” anlamındaki “Sophos” kaynağı. Hıristiyanlıkta ne “sophos”u olacak? Bildiğiniz pagan bilgeliği bu. “İsis”in arada aziz ilan edilmiş hali olabilir, bir bakıma “Meryem” söylencesinin de kaynağıdır. Her ne ise, Hıristiyanlar o bilgeliğin üzerinden silindir gibi geçince kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.

Ama tarihine bakılınca yine de o bilgelikten izler görülebiliyor. Biraz aşağısında, deniz kenarında “küçük” bir adaşı var. “Küçük Ayasofya” adıyla biliniyor. O da bir kilise ve büyük olasılık onun da temellerinin altında bir pagan mabedinin kalıntıları yatıyor. Zaten kitabesinde yapının “Bakhos”a adandığı yazıyor ki, Bakhos, bizim “şarap tanrısı” Dionysos’un Roma versiyonudur. Mabetleri kazdıkça başka bir inanca, başka bir tanrıya ulaşırsınız, dinler tarihinin sürprizli halleridir. 

Hıristiyanlar eskilerini yıktılar üzerine yenilerini yaptılar. Osmanlılar ise İstanbul’u “feth” edince eskileri yıkmaya gerek duymadılar. Yanlarına birer minare dikip camiye dönüştürdüler. Bakmayın abartılarına, dinler arasında geçişler bu kadar kolaydır. 

Tarihinde ikinci kez camiye çevrilmeyi bekleyen “Kutsal Bilgelik Kilisesi”, bir bakıma ortalıkta kendine has bir cami mimarisi olmadığının da en büyük kanıtlarından biri. Karşısındaki Sultan Ahmet’i ona bakıp tasarladılar. Kubbesi ortak, minareleri eklemedir. Kilise mimarisine büyük katkımız minarelerden ibarettir. 

“İslam orduları” işgal ettiği topraklarda kiliselerle karşılaştı. Kubbesine ve çan kulesine bakıp birer benzerini yaptılar. O yüzden geriye doğru gittikçe, camiler daha çok kiliselere benzer. Mimari, insanlığın ortak mirasıdır, etkileşimde ve paylaşımında hiçbir sorun yoktur. 

***

"Cami" Türkçeye Arapçadan geçen bir sözcük. Cem, "toplanma, bir araya gelme" kökünden geliyor. Toplayıp, bir araya getiriyor. Sözcük başlangıçta "cuma namazı mescidi" anlamında kullanılıyordu. Çünkü ortalıkta bugünküne benzeyen bir “cami” yoktu. “Mescit” ise secde edilen yer demek. İspanyolca’ya “mezquita” olarak geçmiş. Bizde ikisi de kullanılıyor. Küçükse mescit diyoruz, büyük ise cami tabir ediyoruz. Bunun dışında bir farkları yoktur.

“Namazgah” var bir de. Üzerinde yapı olmayan ama namaz kılınabilir boş arazi demektir. Demek ki namaz kılmak için bir yapıya ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte yapmayı önemsiyoruz. Büyük yapmayı daha çok önemsiyoruz.

Şimdi cami mimarisinin vazgeçilmezi sayılan kubbenin ilk örneklerinden biri milattan sonra 128 yılında Roma İmparatoru Hadrian tarafından bir pagan tapınağı olarak yaptırılan “Pantheon”dur. Ayasofya ondan yüzyıllar sonra ama onu örnek alarak yapıldı. Yani kubbe “İslami bir form” değil. İslam’da böyle bir biçim yok. Kubbe, eski mimaride geniş açıklıklar yapmanın biricik yoluydu. Çatı, başka türlü baş üstünde tutulamıyordu zira. Zaten yapılması da zordu. Osmanlılar pratik olanı tercih etti, ahşap ve kiremit kullandılar. Varsa Osmanlı mimarisi budur.

Betonarme binaları kubbeli yapmak ise bugün meşhur olan o sözcükle sadece “israf”tır. Gereksiz harcama yapmaktan başka hiçbir anlamı yoktur. 

Büyüklerine gelince, Selçuklu-Osmanlı devrinde iktidar sahipleri gösterişli büyük kubbeli camiler yaptırmaya özen gösterdi. Osmanlıda sultanlar adına yaptırılan büyük camilere “selatin camileri” deniyordu. Çoğu “ulu cami” adını taşıyor ki, büyüklük işaretidir. Ulu camiler, tıpkı Ayasofya veya Pramitler gibi birer iktidar göstergesiydi. Yeni bir tanesini Çamlıca tepesine diktik, cemaati yoktur, iktidar işaretidir. Onlara bakınca dinin, inancın gücünü değil, Firavunun, İmparatorun ve Padişahın gücünü görürsünüz. Her biri kişisel bir iktidar gibi göründüğü için, ayakta kalabilmesi için dine yaslanması kaçınılmazdır. “Teokrasi” diyoruz. 

***

Minarenin hikayesi biraz daha karışık. Minare ilk defa Kahire’deki bir camiye ilave edilmiş. Ana parçaya Emevi I. Muaviye zamanında 678 yılında eklenmiş. Muaviye icadıdır, inancın kuruluşunda yoktur, devletleşme ile birlikte ortaya çıkmıştır. Kökenleri hakkında söylentiler var. İran’daki ateş kulelerine, Suriye’deki çan kulelerine, Akdeniz’deki deniz fenerlerine benzetiliyor ki, hepsi mümkündür. Suriye bölgesindeki kiliseler camiye çevrilirken çan kuleleri de minare haline getirildiğinden Emevîler devrinde dört köşe tipleri ortaya çıkmış. Değişiklik çok azdır.

İşlevi namaza çağrıyı bildirmek ve sala okumak. Haliyle ana yapıdan yüksek tasarlanan yapılar. Müezzin, merdivenlerden tırmanıp “şerefeye” çıkar, etrafında dönerek ezan okurdu. Şekline yön veren ihtiyaç budur.

Minareler ilk başlarda yüksekte ezan okuyan müezzinin evlerin-avluların içini göreceği ve mahremiyete zarar vereceği düşüncesiyle halk tarafından tepki görmüş, şikâyetler üzerine birçok minare Kadılar tarafından ya yıktırılmış ya da boyları kısaltılmış. Demek ki başlangıçta “kutsal minare” söz konusu değildir. 

Hoparlör ise bütünüyle “bidat”tır. Hoparlör ile ilk ezan 1948’de İskenderiye’de okundu. Bütün “reformlarımızda” olduğu gibi Mısır’dan aldık. Fakat Diyanet İşleri Reisi Hamdi Akseki’nin muhalefeti sebebiyle gelişi biraz gecikti, reisin ölmesini bekledi, üç sene sonra girebildi. İlk hoparlör Eyüp Câmii minaresine taktırıldı. Oradan ülke sathına yayıldı.

Haliyle minarelere şeklini veren ihtiyaç ortadan kalktı. Minare o tarihten beri birer hoparlör direğidir. Minare direğe dönüştüğü için uzatmakta da bir sakınca kalmadı. Normalde şerefenin cami kubbesi hizasında olması gerekirken, alıp başını giden minareler çoğaldı. Çıkmak için merdiveni, müezzinin durabileceği bir şerefesi yoktur. Mimariden ve kutsallıktan uzaktır. 
Ama eski ölü gelenekleri hâlâ ayakta. Bir hoparlör direğine dönüşmesine rağmen çok minareli camiler inşa edilmeye devam ediyor. Neden, bilen yok. Tarihi ortada. Yani hoparlör varsa minareye, minare varsa hoparlöre gerek yoktur. İkisinden biri gereksizdir. 

***

Nitekim, elimizde kubbesiz ve minaresiz örnekleri var. TBMM camii bunların başında geliyordu. “Görünmez” bir cami mimarisidir. Binanın büyük bir kısmı eğimli arazi içinde gizlenirken, bazı bölümleri çevresindeki peyzaj düzenlemesi içinde ortaya çıkar. Kubbesiz, minaresiz ve saydam kıble duvarına sahip Meclis Camii'nde minare iki balkon ve bir Selvi ağacıyla temsil edilirken, kubbenin yerini peyzajdan yükseliyormuş izlenimi veren teraslanmış bir piramit alır. Önünde bir havuz vardır, camiden çıkanlar orada kendi aksini görüyordu. Ağa Han ödüllüdür. 

Kubbe ve minareyi kutsal sanan siyasiler bu tasarımı hiç sindiremedi. Yıkıp, yerine kubbeli ve minareli yenisini yapmak için yollar arıyorlardı. İmdada 15 Temmuz şeysi yetişti. “Hasar gören binalardan biri olduğu için yıkılacağı” açıklandı. Bir sabah minare yerine dikilen Selvileri kestiler. Sonra Selvilerin yerine minare diktiler. Egemen kutsallaştırma biçimine aykırı olmanın bedelidir.

***

Demek ki “kutsalı” oluşturan bizleriz. “Tanrıların emri”nin ötesinde, inancı oluşturan pek çok faktör var. Toplum, gelenekler, görenekler, ön kabuller hepsi içindedir. Camiyi, kubbeyi, minareyi belirleyen şey dinin geçmişte kalan emri değil, bugünün canlı, yaşayan insanlarının pratiğidir. 

Peki, Ayasofya tartışmasının gösterdiği ne? Bunu cihatçılıktan, Neo Osmanlıcılıktan, ülkedeki iktidar savaşından, Cumhuriyete düşmanlıktan arındırıp sırf dini bir motivasyonla açıklayabilir miyiz? Daha büyük kubbeye, daha büyük minareye, daha güçlü hoparlöre ihtiyacı var iktidarın. Daha çok cami şart. Müzeler, okullar, evler, yollar, sokaklar camiye dönüştürülmeli derhal. İktidarlarına bir dayanak lazım çünkü. Teokrasi diyoruz. 

Bu durumda bizim Sofya müze olsa ne olmasa ne? Bugünün bütün müzeleri dünün yitip gitmiş inançlarının bakiyesi değil mi? Tarihe direnmek faydasızdır. Müzelik olmak inançların fıtratında var!

Orhan Gökdemir /SOL

Öne Çıkan Yayın

MOSSAD Devleti + Seçmece gazeteciler!! -Ayşenur Arslan /halkTV-

MOSSAD Devleti  Anadolu Ajansı’nın ne zaman kurulduğunu biliyor musunuz?  6 Nisan 1920. Millet Meclisi’nin açılışına daha günler vardır. Aja...