Filistin: Seküler direniş hattından İslamcılığa (1+2+3)-Mustafa K.Erdemol / CUMHURİYET

 (1)

İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında yapılan, başka Arap ülkeleriyle de imzalanacağı belirtilen “anlaşma”, Filistin davası açısından da yeni bir döneme girildiğini gösteriyor.

İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında yapılan, başka Arap ülkeleriyle de imzalanacağı belirtilen “anlaşma”, Filistin davası açısından da yeni bir döneme girildiğini gösteriyor. Söz konusu “anlaşmayla”, ki taraflar buna “normalleşme” diyor, eli hayli rahatlayan İsrail, Filistin sorununu kendisine yarayacak biçimde çözebilme şansına kavuşacak gibi görünüyor. ABD ile İsrail’in, Filistin’siz “yüzyılın anlaşması” da İsrail-BAE “normalleşme” anlaşması da Filistin’in bugüne kadarki tüm kazanımlarının kaybedilmesi anlamına geliyor. Sadece İsrail’in “düşmanlarıyla” yaptığı anlaşmalar nedeniyle değil, Filistin mücadelesinin son yıllarda İslamcılaştırılmasından ötürü de kaybedilen kazanımlar söz konusu. Filistin halkı laik Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) öncülüğünde yürüttüğü mücadelede elde ettiği kazanımların bugün çok ama çok gerisine düşmüş durumda. “Bitti” denilen siyasal İslam sadece kendisini değil Filistin mücadelesini de bitirdi. 70’li yıllardan 90’lı yılların sonuna kadar tüm dünya antiemperyalist kamuoyunun büyük desteğine sahip laik karakterli Filistin hak arama mücadelesi, FKÖ’nün belkemiğini oluşturan El Fetih ile İslamcı Hamas arasında 2007’de yaşanan savaşın ardından gerçekleşen bölünmeden sonra hayli geriledi. Geleneksel olarak laik olan El Fetih ağırlıklı Filistin politikası, Hamas’la birlikte dinci bir hale büründü. Bu iki yapı arasındaki laik - dinci karşıtlığı hem Gazze’de hem de Batı Şeria’da yaşayan Filistinliler için ciddi sonuçlar doğurdu. Hamas’ın yol açtığı “Dinci- Seküler bölünme” Filistinliye çok ama çok zaman kaybettirdi, enerjisini boşa harcamasına yol açtı.

EL FETİH: LAİK - İLERİCİ FİLİSTİN HAREKETİ

Filistin Direnişi’nin öncüsü FKÖ içindeki en belirleyici yapı olan El Fetih, 60’ların sömürgecilik karşıtı mücadelelerinin ürünü olan sol/laik karakterli bir hareketti. Hedefi “bütün Filistin’i özgürleştirmek, sömürgeci, Siyonist işgalci devleti yok etmek” olan El Fetih, 1950’lerin sonunda kuruldu. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm dünya kamuoyu, Batı’nın sömürgeci güçlerine karşı birçok kurtuluş hareketine destek veriyordu.  Sömürgeci karşıtı söylemden etkilenen devrimci/seküler bir ideolojiyi benimsemiş El Fetih de bu desteği kazanmıştı. El Fetih Batı sömürgeciliğiyle, emperyalizme karşı küresel mücadelenin bir parçası olarak Filistin’in kurtuluşu için mücadeleyi esas almıştı. Sömürgecilik karşıtı kampta yer aldığı için de aynı amaçla küresel çapta mücadele veren “devrimci kamuoyu”nun önemli bir unsuruydu. Bu nedenle tüm dünyanın desteğini kazanmıştı. Programının iki maddesi çok dikkat çekicidir El Fetih’in. Biri, “vatandaşların yasal ve eşit haklara sahip olacağı, ırk, din ayrımcılığının yapılmadığı, egemen, demokratik bir devlet kurmak (Madde 13); ikincisi de kurulacak bu devletlerin ilerici niteliğini korumak. (Madde 14). El Fetih, bu iki maddenin de yer aldığı program doğrultusunda mücadele etti yıllarca. İkinci Dünya Savaşı sonrası bölgede etkin olan Pan-Arabizmin, ilerici / seküler ulus yaratma hedefinden Filistinli Araplar da etkilendiler. Bu hedef çerçevesinde ilerici/seküler bir direniş hattı oluşturarak Filistin’i özgürleştirebileceklerdi. FKÖ de bu anlayışa sahipti. Pan Arapçılığın bir gereği olarak da Arap liderlerle, neyi savunuyor olurlarsa olsunlar, yakın ilişki içindeydi. (Bkz: Helena Cobban, 1984. The Palestinian Liberation Organisation: People, Power, and Politics. Cambridge: Cambridge University Press.) Ancak İsrail’le 1967’de yapılan 6 Gün Savaşı’nda Arapların yenilmesi Pan-Arabizm konusunda güvensizliğe yol açtı. Bu anlayış Filistin’i kurtaramazdı. Bunun anlaşılmasından sonra FKÖ Arap ülkeleriyle olan bağımlılık ilişkisini koparıp Arapçılıktan bağımsız bir örgüt haline geldi.

FİLİSTİN DAVASINI İSLAMCILIK BİTİRDİ!

‘Pan-Arabizm’in, ilerici/seküler ulus yaratma hedefinden Filistinli Araplar çok etkilenmişti. İslamcılık bunu sıfıra indirdi. FKÖ’nün İsrail’den daha fazla uluslararası tanınırlığı vardı. Bugün ise BM’de gözlemci sıfatıyla yer alsa da “Filistin Devleti”ni ciddiye alan yok.


LAİK, KURTULUŞÇU...

Filistinlilerin ezici çoğunluğu Müslüman da olsa, İslam ne Filistinlileri harekete geçirici bir araç ne de Filistin kimliği için bir gösterge. Bunda tabii 60’ların sonundan başlayarak 70’li yılları kapsayan 80’lerin sonuna kadar uzanan dünya genelindeki laik ortamın da payı vardı. İslam dünyasındaki en eski İslamcı örgüt Müslüman Kardeşler’in (MK) çok uzun süre apolitik/etkisiz kalması da etkili olmuştur kuşkusuz. MK, Filistin’in kurtuluşu için Filistin’in yeniden İslamlaştırılmasına inandı hep. Bu nedenle politikadan çok din temelli sosyal aktivizmle ilgilendi yıllarca. (Bkz: Khaled Hroub, 2010. “Hamas: Conflating National Liberation and Socio-Political Change.” In Political Islam: Context Versus Ideology, ed. Hroub Khaled. London: Saqi, 161-81), ya da (Bkz: Mohammed Shadid, and Rick Seltzer. 1988b. “Trends in Palestinian Nationalism: Moderate, Radical, and Religious Alternatives.” Journal of South Asian and Middle Eastern Studies XI: 54-69.)

SİYASET VE DİN İŞARETLERİ

Müslüman Arap coğrafyasında gelişen İslamcılık Filistin’i de etkileyecekti elbette. 1982’de Batı Şeria’da yapılan bir kamuoyu araştırması, araştırmaya katılanların yüzde 56’sının “demokratik bir Filistin devleti”nden yana olduğunu ortaya koymuştu. El Fetih’in laik/milliyetçi projesine güçlü bir desteğin var olması demekti bu. Ama yüzde 30’dan fazla Filistinlinin de İslami bir devlet istediği bir vakıaydı. Filistin siyasetine dinin girmekte olduğunun işaretleriydi bunlar. (Bkz: William Smith, 1982. “Radical, Resentful, but Ambiguous: An Unprecedented TIME Poll Gauges Feelings in the West Bank.” Time International 24-15.)

Ancak İslamcılığın “ete kemiğe” büründüğü yıl 1987’dir. Hamas’ın (İslami Direniş Hareketi) bu yıl kurulmasıyla Filistin’de İslamcılaştırma meşruiyet kazandı, Hamas hızla büyüdü.  Filistinliler arasında artan dindarlık da yükselişinde rol oynadı. Hamas, El Fetih’in öncülüğündeki laik milliyetçiliğe İslamcı bir alternatif haline geldi zamanla.

AŞIRILIĞININ İLK KANITI

Hamas’ın İslamcılığını vurgulayan 1988 Sözleşmesi’nde belirtilen nihai hedef, “Filistin toprağının her santiminde Allah’ın bayrağını yükseltmek, İslami bir devlet kurmak” olarak ilan edilmişti. Hamas, İsrail ile anlaşmazlığı müzakereler yoluyla çözme girişimlerinin boşuna olduğunu ileri sürüyordu. Aşırılığının ilk kanıtı bu tutumudur.

Hamas’ın aşırı dinci dili, dinci-seküler bölünme fikrini körükledi. Sert, şiddet yanlısı söylemi, Siyonizme karşı çıkarken ırkçılığa varan tutumları Hamas’ın uzlaşmaz bir hareket olduğu sonucuna varılmasına neden oldu. (Bkz: Matthew Levitt, 2006. Hamas: Politics, Charity, and Terrorism in the Service of Jihad. New Haven, CT: Yale University Press.)

Hamas, Filistin’in kurtulmasından önce İslamcılaştırılmasına öncelik veren tutumuyla Bağımsız Filistin’in bu yoldaki yürüyüşünü engelledi.


YÜZDE 25’İNDE BİLE EGEMEN DEĞİL

Bağımsız örgüt çisgisiyle dünya kamuoyunda bir kurtuluş hareketi olarak büyük destek kazandı FKÖ. Lideri Yaser Arafat, BM dahil birçok uluslararası kurumca “resmi” olarak tanındı. FKÖ de 28 ülke tarafından resmen tanınıyordu, 48 ülkede de temsilcilikleri vardı. Müthiş bir diplomatik çabanın sonucuydu bunlar. Filistin’in yüzde yüzünün bağımsızlığı için çok ama çok önemli mesafeler katedildi. Ancak şimdi Filistin, İsrail’in kendisine lütfettiği toprakların yüzde 25’i üzerinde bile egemenlikten yoksun. Bunun birçok nedeni var.

FKÖ’nün de lider olarak Arafat’ın da hataları bunda etkili olabilir. Ancak asıl sorumlu, laik Filistin davasının İslamcılaştırılmasıdır. Bu çizgi, Filistin davasına dünya kamuoyunda verilen büyük desteği yok eden bir çizgi oldu. Filistin bölünmesi, Filistinli grupların, bölgesel ve uluslararası düzeyde birbirileriyle rekabet eden güçlerin ellerine düşmesine yol açtı. Örneğin Gazze’yi yöneten Hamas’tır gibi görünür ama aslında yöneten Müslüman Kardeşler’dir.

On üç yıl önce Hamas bir darbe düzenleyerek El Fetih mensuplarını etkisizleştirip Gazze Şeridi’ni ele geçirdi. 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde sandalyelerin çoğunu kazanmasından güç alarak yapmıştı bunu. Bu girişim İsrail ile bölgedeki dostu Mısır için bulunmaz bir fırsat yarattı. Mısır ile İsrail, Hamas’ın İsraillilere yönelik saldırıları, şiddetten vazgeçmeyi reddetmesi gibi gerekçelerle  Gazze’nin sınırlarını yıllarca kapalı tuttu. 

Bölgenin abluka altında olması, insani hiçbir yardımın ulaşmaması demekti. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas yönetimi de İsrail’in baskısıyla Gazze’ye sağladığı para yardımı ile erzak akşını durdurdu.                                    

                                                     ***

(2)

1993 Oslo anlaşmaları, laik Filistin milli hareketinin en yüksek siyasi başarısıydı. Sonrasında, aralarında bazı Arap devletlerinin de olduğu müttefikleriyle İsrail, Filistin toplumunu bölme projelerini başarıyla hayata geçirdi.

1993 Oslo anlaşmaları, laik Filistin milli hareketinin en yüksek siyasi başarısıydı. Sonrasında, aralarında bazı Arap devletlerinin de olduğu müttefikleriyle İsrail, Filistin toplumunu bölme projelerini başarıyla hayata geçirdi. Hamas’ın bu bölünmede faydalı bir araç olduğu inkâr edilemez. Arafat’ın ölümü ile El Fetih, yalnızca liderini değil, aynı zamanda var oluş sebebini de kaybetmişti. Onun, sağlığında yapmak istediği, FKÖ’yü Güney Afrika’daki Afrika Ulusal Kongresi gibi iktidar partisine dönüştürmekti ama yapamadı. FKÖ, öncü, lider bir örgüt olmasına rağmen yapamadı. FKÖ giderek temsil gücünü yitirdi.

Hamas, El Fetih ile diğer Filistin örgütlerinin silahlı mücadelenin yanı sıra diyaloğa da ağırlık vermesi üzerine sesini yükseltme fırsatı buldu. Ancak Hamas’ın silahlı direniş girişimi de tıpkı El Fetih gibi başarısız oldu. Hamas’ın Gazze’deki bunca yıllık yönetimi de yolsuzluklarla, beceriksizliklerle dolu.

İKİ BAŞLI FİLİSTİN, İSRAİL’İN İŞİNE GELDİ

Hamas’ın kurmak istediği devlet bir İslam devleti. Ancak adı “İslam” olsa da bu tam bir çerçeve çizemiyor. Hamas’ın ideolojik hedefleriyle ilgili belirsizlikler var çünkü. Hareket, şimdiye kadar İslam devleti demiş de olsa nasıl bir devlet kurmak istediğini açıkça ifade edemedi.

GAZZE: HAMAS’IN TÜKENDİĞİ BÖLGE

Filistin hareketi, destekleri sözde kalsa da birçok Arap ülkesinin “kendi davaları” kabul ettiği bir hareketti. Ancak bu “hareket”, özellikle 2010’lardan bu yana gittikçe marjinal bir hale büründü. Bu marjinalleştirme Filistin bölünerek başarıldı. Hamas’ın ellerine bırakılan Gazze’nin “tek Filistin” yönetiminden koparılması Filistin direnişinin gücünü azalttı. İstenilen olmuştu. Hamas yönetimindeki Gazze, başlı başına bir felaket bölgesine dönüştü. Dünyanın neredeyse en büyük toplama kampıdır bugün. İçme suyu sıkıntısı çekilir, gıdaya tam erişim yoktur. Hamas’ın burada hâkimiyet kurmasından sonra, mevcut Filistin liderliğinin de işine geldiği için dolaylı olarak göz yumduğu İsrail baskısı, sadece Hamas’ı köşeye sıkıştırmış olmadı, tüm Filistin direniş hattını pasifleştirdi. El Fetih önderliğindeki Batı Şeria, Gazze’den daha iyi durumda olsa da orada da strateji bilmeyen, sürekli taviz veren ama karşılığında herhangi bir şey kazanamayan, beceriksiz bir “hükümet” bulunuyor.

Ama durumun bu noktaya gelmesinde Filistin hareketini bölen Hamas’ın büyük sorumluluğu var. Amacı etnopolitik Filistin mücadelesini dini bir mücadeleye dönüştürmekti hep. Çoğunlukla laik olan Filistin toplumunu dinci, aşırıcı bir toplum haline getirme çabası içinde oldu sürekli. Bu çabasında El Kaide’den de Mısırlı İslami Cihat’tan da destek gördü.  

RADİKALLEŞTİRME YÖNTEMLERİ

Hamas, öfkeli olan, yıllardır verdikleri mücadelede hüsrana uğrayan kişileri “terör eylemleri”nin içine çekmekte çok önemli bir rol oynadı. Her intihar eylemini destekleyen bir sosyal çevre oluşturulmasında da Hamas başarılı oldu. “Şehit”in geride bıraktıklarına yapılan mali yardımlar da bireylerde “yalnız bırakılmadıkları” inancını pekiştirdi. Bunun insanlar üzerindeki etkisi elbette tartışılamaz. Tüm bunlar Hamas’ın etkili olduğu Gazze’de bir “radikalleşme kültürü”nün oluşmasına yol açtı.  

Hamas radikalleşme için tabandan bir destek oluşturmayı hedefledi önce. Bunun için Filistin’in ılımlı liderliğini Filistinlinin gözünde değersizleştirdi. Filistinliyi finansal açıdan kendine bağladı. Sağlık, eğitim başta olmak üzere (asla gerçekleştirmese de) refah projeleri sundu. Ama özellikle insani yardım temelli projeleri hep İslamcı terimlerle ifade ederek, dinci söylemi toplumda diri tuttu. FKÖ’nün yıllar boyunca bin bir zorlukla oluşturduğu sosyal hizmet ağlarından yararlandı Hamas. Bu ağlar sayesinde Filistinlilere ulaşabildi. Hamas’ın idealize ettiği İslamcı toplumda “şehit” en saygın figürdür, malum. Hamas bünyesindeki Filistinli çocuklara “Allah için ölümün erdemini” anlatan eğitimler verdi yıllarca. 2004’te İsrail Güvenlik Ajansı’nca (ISA) hazırlanan bir raporda, “teröre” karışan çocukların sayısında 2003’ten bugüne yüzde 64’lük bir artış olduğu vurgulanıyor. Gazzeli psikolog Fadl Abu Hein, “Şehitlik çocuklarımız için bir hırs haline geldi” derken bir gerçeğe işaret ediyordu.

FKÖ lideri Yaser Arafat’a Haziran 2000’de sunulan bir rapor vardır. Raporda, Şam’da yapılan, İranlı yetkililerle, Hamas liderlerinin de katıldıkları bir toplantıda “davanın kamuoyu oluşturmak için” kullanılması gerektiği kararı alındığına vurgu yapılıyor. 2001 yılında Hamas’a bağlı Gazze İslam Cemiyeti, 1650 anaokulu öğrencisi çocuğa bir mezuniyet töreni düzenledi. Törende asker kıyafeti giymiş küçük çocuklar, ellerinde oyuncak tüfeklerle resmi geçit yaptılar. Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin kılığına girmiş küçük bir çocuğun çevresi de “intihar bombacısı” kostümü giymiş çocuklarla çevriliydi.

‘TALİMAT KARTLARI’

Beytüllahim bölgesinde yine Hamas’a bağlı İslami Öğrenci Hareketi, genç öğrencilere, Hamas intihar bombacılarının resimleri bulunan “Talimat Kartları” dağıtmıştı. Kamp düzenlemek de Hamas’ın yöntemlerinden biri. Eğlenceyi radikal telkinle birleştiren kamplardı bunlar. Burada seküler kesimlerin çocukları da yoğun bir “eğitime” tabi tutuluyordu.

2003 yılında Bir Zeit Üniversitesi’ndeki öğrenci temsilciliği seçimlerinde, Hamas adayları İsrail otobüslerinin modellerini havaya uçurarak intihar saldırılarını canlandırmıştı.  Tahminen 12 bine yakın öğrencisiyle, Batı Şeria’da bulunan Nablus’taki El-Necah Üniversitesi, Filistin’in en büyük üniversitedir. Bu üniversitedeki öğrenci derneklerinin en bilineni Hamas’a bağlı Kutla Islamiya veya İslam Bloku’dur. 2004’te, Hamas Gazze’yi bölüp yönetimini ele aldıktan iki yıl sonra yani, El-Necah Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin on üç üyesinden, başkan da dahil sekizi Hamas İslam Bloku’nun üyesi idi. Hamas’ın silahlı gücü Kassam Tugayları’nın başkanlığını da yapan Kais Adwan, El-Necah’ta öğrenci konseyi başkanlığı da yapmıştı.

Hamas’ın Filistini İslamcılaştırma projesinin en önemli mekânları camilerdi. Hamas’ın yönettiği camilerin duvarlarında intihar bombacıları ile hapisteki militanların posterleri yer alıyordu. Eylül 2003’te El-Bireh’deki El-Ein Camisi’ne baskın düzenleyen İsrail polisi bu posterleri kamuoyuyla paylaşmıştı.

Hamas, haftalık bir çevrimiçi çocuk dergisi de yayımladı. Örgütün yaklaşık 20 internet sitesi var. Bunlardan El Fetih adını taşıyan, bir çocuk dergisidir. Diğer Hamas web sitelerine bağlantı sağlıyor, terör eylemlerini gerçekleştirmenin değerini öğütleyen makalelerin yanı sıra iyi huylu çocuk hikâyeleri de yayınlıyor bu site. İntihar bombacılarını küçük çocuklar için ideal rol modeli olarak sunuyor. Çevrimiçi derginin 38. sayısında, 22 Eylül 2004 tarihinde bir intihar eylemi gerçekleştiren El Aksa Şehitleri Tugayı’nın kadın intihar bombacısı Zeyneb Abu Salem’in kesik başının fotoğrafı yayımlamıştı. Salem bir Hamas üyesi değildi ama Hamas onu da kullanmaktan çekinmemişti.

MÜZAKEREDEN KAÇMA FIRSATI

Filistin direnişinin Hamas tarafından bölünmesi İsrail’e büyük fayda sağladı. Hamas’ı bahane ederek her türlü müzakereden kaçma şansı buldu her şeyden önce. İsrail devlet aklı hayli kurnaz. Batı Şeria, İsrail açısından çok önemli ama Gazze’ye o kadar önem veriyor değil. Bu nedenle Gazze’yi her anlamda hedef almayı sürdürdü, Hamas’ın orada olması da iyi bir gerekçeydi. Oysa bölünmeden önce İsrail Filistin’in tek yönetimi ile müzakere etmek zorundaydı. 

Gazze de İsrail için önemli olmasa da seküler “tek merkezli Filistin yönetimi” için kurtarılması gereken bir vatan toprağıdır. Bu nedenle Filistin’in iki başlı bir yönetime sahip olması İsrail’in çıkarlarına son derece uygundur. İsrail, El Fetih yönetimindeki Batı Şeria’ya, anlaşmalar gereği elbette, mali yardım yaparken Gazze’yi Hamas bahanesiyle cezalandırıp, Filistin direnişini zayıflatmayı başardı. Direnişin devrimci süreci geri sarmaya başladı.

NASIL BİR DEVLET

Hamas’ın kurmak istediği devlet bir İslam devleti. Ancak adı “İslam” olsa da bu tam bir çerçeve çizemiyor. Hamas’ın ideolojik hedefleriyle ilgili belirsizlikler var çünkü. Hareket şimdiye kadar İslam devleti demiş de olsa nasıl bir devlet kurmak istediğini açıkça ifade edemedi.

Hamas’ın Haziran 2007’den itibaren Gazze Şeridi’ni nasıl yönettiğine bakıldığında bile, İslam ile siyaset arasındaki ilişkiyi doğru kavrayamadığı görülüyor. Gazze’nin tek egemen gücüydü, İslamcı ideolojisini hayata geçirebilirdi. Ama, kadınları hedefleyen İslami uygulamalar koymasına rağmen egemen olduğu bölgede İslami bir devlet kurmak için çaba göstermedi. Tek isteği iktidarda kalmak oldu. Şiddeti tekeline aldı, kendisi dışındaki diğer İslamcı ya da laik hareketlere baskı uyguladı. Hamas’ın tarzı hesaplanamaz, otoriter, açık bir ideolojik yönü olmayan bir tarz.

Söylemi de pratiği de İslamın siyasetteki rolü ile ilgili niyetlerini belirsiz bırakıyor. Bunu yapmasının nedeni başta Batı olmak üzere dünyada olumsuz bir imaj bırakmamak. Aşırı dini hedeflerini gizleyerek siyasi pragmatizm yapmak demekti bu. Çünkü İslamcı söylemiyle, tüm dinamikleri yok sayan pratiğiyle “Filistin Davası” ciddi bir çıkmaza girdi. Bu pragmatizminin nedeni belki de bunun farkına varmasıdır.

Ancak açık olan şu ki 1980’lerden itibaren İslam, Filistin siyaseti ile Filistin kimlik oluşumunda giderek daha önemli bir rol oynamaya başladı. Bu gelişme tüm Filistin siyasi yelpazesini laiklikten dindarlığa doğru kaydırdı.

                                                    ***

(3)

Hamas, kuruluşundan bu yana İslam’ın evrensel iddiasını ‘Filistinleştirdi ve harekete ulusal-dini-politik bir profil verdi. Bu eğilim, Hamas’ı ‘Filistin’i İslamlaştırmak’ yerine “İslam’ı Filistinleştirme’ çizgisine getirdi.

Hamas da her benzeri örgüt gibi içinde çeşitli hizipler barındırıyor. Bunların hiç biri mevcut Hamas liderliğini etkileyecek derecede olmasa da derin görüş ayrılıkları özellikle “mücadele”deki stratejiye ilişkin olarak belirgin. Örneğin örgütün askeri kanadı ile hareketin daha ılımlı üyeleri arasında açıkça bir bölünmüşlük var.

Hamas, bölgesel bir fenomen olan Siyasal İslam’ın ulusal çapta bir tezahürüdür öncelikle. Çünkü Siyasal İslam, Müslüman dünyasında bir kesiminin yakınmalarını uzun süre etkili bir biçimde ifade edebildi. Artan işsizlikten, barınma sorununa, işbirlikçi yönetimlere karşı olma iddiasından kültürel kimlik kaybını engellemeye kadar her konuda, çözümcü olmayan, ama kitleleri “bir hedefe” yöneltme konusunda harekete geçirebilen bir retoriğe sahiptir Siyasal İslam.  

Filistin Siyasal İslamı da, İslam dünyasındaki diğer İslami gruplara çok benzer bir rol oynadı. “Egemen güce” karşı bir muhalif güç durumunda. Kendisine ait olmayan, tarifi yapılmamış bir İslami Devlet önerisiyle çıktı toplumun karşısına. Bu anlamda Hamas’ı destekleme eğiliminde olanlar, kendilerine “hiç bir şey sunmayan” mevcut statüko için değil bir İslam devleti için “militan” durumuna gelebildiler kolayca.

Hamas’ın işini kolayaştıran nedenlerden biri Filistin’in işgal atlında olması elbette. İşgal ortamı marjinalleşme ve yabancılaşma ile ilgili sorunları arttırdı. İsrail işgalinin otuz yılı, arazi kamulaştırması, toplu cezalar verilmesi (ev yıkımı dahil), sınır dışı etme, Filistin suyunun gasp edilmesi (tarımın önlenmesi), Filistin’in ekonomik dışa bağımlılığının devam etmesi gibi politikaları içeriyordu.  Sonuç olarak, ötekileştirme / yabancılaşma duyguları, bireyleri, yetersiz kaldıkları statükonun değil İslamcı grupların yanına itiyordu.

ALTERNATİF GÖRÜLDÜ

Kısa tarihi boyunca Hamas, FKÖ liderliğindeki laik güçlere karşı açık bir alternatif olarak görüldü. Hamas’ın FKÖ’ye karşı nasıl bir alternatif olduğu açıkladığı Nizamnamesi’nde belirtilir. Nizamname, Hamas’ın ana akım FKÖ ile olan ilişkisinden, görüşlerinden son derece net söz eder. Hamas - FKÖ ilişkisi ‘bir baba oğul” ya da “erkek kardeşler arası bir ilişki” olarak tanımlanıyor.  Nizamname’nin 27. maddesinde “milletimiz bir, kaderimiz bir, düşmanımız aynı” deniyor. 25. maddede, sanki kuşkular giderilmek istenircesine Hamas’ın varlığı “Filistin’i kurtarmak amacıyla çalışan tüm milliyetçi unsurların, yardımcısı, destekçisi” olarak açıklanır, “asla bundan başka bir şey olmayacağından emin olunması” gerektiği belirtilir.

Tüm güven kazanma, kuşkuları giderme çabasına rağmen aslında Hamas Filistin Direnişi’nin yönlendiricisi FKÖ’den çok çok farklı bir çizgidedir. ‘Filistin’i özgürleştirme’ ile ilgili olarak Hamas, iki devletli çözümü, İsrail Devleti ile herhangi bir müzakere veya tanınma talebini reddetti yıllarca. 1988’de yayınlanan Nizamname’sinin 13. maddesinde, “Filistin’in herhangi bir parçasından vazgeçmek dinden vazgeçmek gibidir” ifadeleri vardır. FKÖ’ye özel atıfla, madde 27’de de “Filistin meselesinin İslami doğası gereği laik ideolojiyi benimseyerek Filistin’deki İslam’ın bugününü ve geleceğini değiştiremeyiz” denmekte.

Filistin ayaklanmasının (İntifada; İsrail’in Aralık 1987’den 1993 Oslo Anlaşması’nın imzalanmasına kadar Filistin toprakların işgaline karşı yapılan ilk büyük Filistin ayaklanması) ilk yıllarında Hamas, özellikle FKÖ içindeki baskın güç El Fetih’le ideolojisi, organizasyonu ve stratejisi açısından var olan temel ayrımları vurgulamaya devam etti. Eylül 1992’ye kadar Hamas, barış sürecini reddeden alternatif bir siyasi program sunuyordu.

Hamas, FKÖ’nün meşruiyetine açıkça meydan okuyarak, kendisini ‘Filistin halkının kutsal savaşının tek meşru temsilcisi’ olarak ilan etti.  FKÖ’nün laikliğinin aksine İslam ideolojisini vurguladı, FKÖ’nün müzakereci ve ılımlı çizgisine karşılık silahlı mücadeleyi yükseltti. Oysa Hamas’ın tüm varlığı, statüko ile Filistinlilerin hoşnutsuzluğuna dayanıyordu. Bunların değişmesi halinde yaşaması için bir nedeni kalmayacaktı.

İlginç bir belirleme var; “Hamas, kuruluşundan bu yana İslam’ın evrensel iddiasını ‘Filistinlileştirdi ve harekete ulusal-dini-politik bir profil verdi. Bu eğilim, Hamas’ı ‘Filistin’i İslamlaştırmak’ yerine “İslam’ı Filistinlileştirme’ çizgisine getirdi” diyor Menachem Klein. 

(bkz: Klein, Menachem. 1997, ‘Competing Brothers: The Web of Hamas - PLO Relations’, in Bruce Maddy-Weitzman and Efraim Inbar (eds), Religious Radicalism in the Greater Middle East, London and Portland: Frank Cass.)

İDEOLOJİK AYRILIKLAR

Hamas da her benzeri örgüt gibi içinde çeşitli hizipler barındırıyor. Bunların hiç biri mevcut Hamas liderliğini etkileyecek derecede olmasa da derin görüş ayrılıkları özellikle “mücadele”deki stratejiye ilişkin olarak belirgin Hamas’ta da. Örneğin örgütün askeri kanadı (yani İzzettin el Kassam Tugayları) ile hareketin daha ılımlı üyeleri arasında açıkça bir bölünmüşlük var.

(bkz. Al Jarbawi, Ali. 1996, ‘Palestinian Politics at a Crossroads’, Journal of Palestine Studies, 25:4 (Summer), 29-39)

Özellikle 1996 yılında hayli yoğunlaşan Hamas’ın intihar eylemi kampanyası işgal altındaki Filistin’de bulunan siyasi liderlikle dış liderlik arasında bir anlaşmazlığa yol açtı. Gazze’de hareketin daha ılımlı liderleri bombalamalara karşı çıkarken, Batı Şeria’daki partinin askeri kanadı eylemleri destekledi. Özellikle Oslo sonrası dönemde, Hamas’taki temel bölünmeler hareketin varlığını tehdit edecek kadar ciddi hale geldi.

Tüm bunlar olurken İsrail’in insanlık dışı saldırıları sürüyordu. Özellikle 2008-2009 ve 2014’te Gazze’ye yönelik saldırılarda tam olarak bir vahşet sergilendi. İlk saldırı yirmi iki gün sürdü, 1200 sivil (350’si çocuk) öldürüldü, 6 binden fazla evi yıkıldı. İkinci saldırı elli bir gün sürdü, 1.462 sivil (550 çocuk) öldürüldü, 18 binden fazla ev harap edildi. Filistinli silahlı gruplar İsrail’e binlerce el yapımı roketle karşı çıkmalarına rağmen etkili olamadılar.  Gazze’deki bu savaşlar sırasında ölen İsrailli asker sayısı sadece seksen yediydi.

Havadan, karadan, denizden bombalanan dehşete düşmüş Gazze’de hiçbir yer güvenli değildi. Yüzbinlerce Gazzeli zorla evlerinden çıkarıldı, tüm mahalleler, aileler yok edildi. İsrail, toplu ceza olarak “savaş sanatını” mükemmelleştirmişti adeta. Sömürgeci yayılmayı kolaylaştırmak için Batı Şeria’da esnek, itaatkar bir Filistin liderliği, Gazze’de ise izole, kuşatılmış, Gazzelilere  baskı yapan bir Hamas rejimi yaratıldı böylelikle.

SÖYLEM DEĞİŞTİRDİ

Trajik olan bir gelişme de şudur; 1980’lerde Filistin kimliğinin oluşumunda dindarlık arttıkça, El Fetih’in laikliği, Hamas’la daha çelişir oldu. Ancak İslamcılığı benimseyenlerin sayısının artması karşısında El Fetih konumunu kaybetmemek için ideolojisini yeniden gözden geçirdi. Artık daha az laikti, dini bir retorik benimsemişti. Oysa daha önce de belirttim El Fetih, özellikle Oslo Anlaşmaları’na kadar solun ideolojik etkisi altındaydı. Sol, söylemini etkilemiş, laikliğe yönlendirmiş, eşitlikçilik, toplumculuk, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi ilerici fikirler aşılamıştı Filistin’de. 

Ancak İslamcılığın, çeşitli Arap ülkelerindeki İslamcı örgütlerin yıllar süren çalışmaları sonucu yaygınlaşmasıyla beraber siyasi yaşama katılan Hamas, El Fetih’ten nasıl etkilenmişse, El Fetih de Hamas’tan etkilendi. El Fetih gittikçe dindarlaştırılan Filistinliyle bağının kopmaması amacıyla ilerici ideolojisinin en azından bir bölümünü dini argümanlarla değiştirdi. “Filistin halkının değerleriyle uyum sağlamak” gerekçesiyle hayatta kalmaya devam etmek için gerekli gördüğü buydu.

El Fetih hâlâ müzakereler yoluyla bir çözümü savunuyor. Öte yandan Hamas, şiddet söylemini kullanmaya devam ediyor. Ancak iki örgütün birbirlerinin görüşlerine yakınlaştığını görebiliyoruz. El Fetih içindeki etkili kimi unsurlar Hamas tarzı direniş ile üçüncü intifada çağrısı yaptılar. Buna karşılık Hamas, İsrail ile müzakere ederek El Fetih’in §pozisyonuna yaklaştı, son derece garip bir durum. 

(bkz: Shlomi Eldar,  2013. “Straight Talk Needed From Hamas About Israel.” Al-Monitor: the Pulse of the Middle East. http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2013/02/ the-two-faces-of-the-hamas-between-dream-and-reality.html (Accessed on April 11, 2013).

Hamas Gazze’deki kuşatmayı kaldırma veya hafifletme karşılığında ateşkese evet demiştir. Siyasi çizgisindeki tıkanma Hamas’ı başladığı noktadan uzaklaştırdı. Hamas liderlerinden Yahya Sinwar’ın İsrail kamuoyuna verdiği mesaj, “Artık savaş istemiyorum” olmuştu. Ama İsrail bu sesi duymazdan gelmişti.

LAİKLİĞE DÖNME ZORUNLULUĞU

Hamas’ın şiddet söyleminden vazgeçmemesine karşın, siyasi pragmatizmi onu daha az dindar hale getirdi. Tüzüğü, ilk kurulduğu yıllardaki Kuran’dan alıntılarla desteklenmiş dini söylemi artık çok önde değil. Şimdi neredeyse tamamen pratik politikalara odaklanıyor. Hamas’ın tebliğlerinde hâlâ Kuran’dan ayetler olmasına rağmen, 2005 - 2006 yılları arasındaki üç resmi belgesinin analizi, bu tür dini tonların dramatik bir şekilde azaldığını gösteriyor. (bkz: Khaled Hroub, 2006. “A ‘New Hamas’ through Its New Documents.” Journal of Palestine Studies 35: 6-27)

Belki de Hamas’ın ideolojisindeki en önemli gelişme, Hamas’ın iki devletli çözümü geçici bir önlem olarak ifade etmesiydi. 1967 sınırlarına dayanan geçici bir çözümü kabul ederek, Hamas aslında FKÖ’nün 20 yıl önce onayladığı 10 maddelik programı benimsemiş oldu. (bkz: Rashid Hamid. 1975. “What Is the PLO?” Journal of Palestine Studies 4: 90-109.

Gazze yönetiminin başındaki Hamas, 2017’de  Katar’ın başkenti Doha’da “yeni siyaset belgesi”ni bir basın toplantısıyla tüm dünyaya duyurdu.  Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in açıkladığı belgenin en önemli maddeleri, Hamas’ın kendisine getirdiği yeni tanım, 1967 sınırları içinde bir Filistin devletinin kurulması, Yahudilere ve dini aşırılıklara bakışındaki değişikliği gösteren maddelerdi. Belgede Hamas’ın 4 Haziran 1967 sınırları içinde bir Filistin devletinin kurulmasını ortak ulusal uzlaşı formülü olarak gördüğü belirtiliyordu.

Hareket, önceki sözleşmesinden farklı olarak kendisine getirdiği yeni tanımda, “Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın bir kanadı olduğu” ifadesine yer vermemiş, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, tüm kesimlerin katılımını sağlayacak demokratik temeller üzerine inşa edilmesine vurgu yapmıştı. Çatışmanın Yahudilik ve Yahudilerle değil, siyonist projeyle olduğu vurgulanarak işgal yönetiminin Yahudiliğin söylemlerini kullandığına dikkat çekilmiş, Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğunun altı çizilmişti.

Yani El Fetih ağırlıklı FKÖ’nün, yıllarca bu çizgide, zaman zaman saldırılara karşı silahlı savunma yapsa da, sürdürdüğü, Filistin Direnişi’ni dünya çapında tanınır hale getirdiği çizgisini beğenmeyip yıllarca direnişi bölen durumda olan Hamas, artık FKÖ’nün çizgisine gelmiş oldu. Bir Müslüman Kardeşlerin, bir Katar’ın “elinde oyuncak olan”, hiç kimsenin destek vermediği yıllarda, tek desteği Sünni diye mesafeli olduğu Suriye’den gören, ancak emperyalist çullanmaya uğrayan Suriye’yi bırakıp kaçarak Suriye düşmanlarına sığınan Hamas yıllarca ilmik ilmik örülmüş El Fetih ağırlıklı FKÖ politikalarına döndü.

Ama ne var ki, Filistin artık eski Filistin değil.

Mustafa K.Erdemol / CUMHURİYET


Süper Temyiz Merciileri! - İlhan Cihaner / BİRGÜN

 “Mevcut durumda kararı hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararı verilen mahkeme ne yapmalıdır? Mahkeme (İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi. İ.C.) “ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapma”yı reddedebilir mi? 30 Mart 2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanununun 50’nci Maddesinin İkinci Fıkrası, sadece Anayasa Mahkemesi’ne değil, aynı zamanda ihlal kararına konu olan kararı veren adli ve idari yargı yerlerine de hitap eder. Dolayısıyla ihlal kararına konu teşkil eden kararı veren mahkeme (İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi. İ.C.) “ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak” zorundadır.” (Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Ekin, 2019, s.1159)

14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin AYM’yi tanımama kararının dayandığı “yerindelik denetimi” ve devamındaki “idari eylem ve işlem niteliğinde karar verme” yasağı idarenin eylem ve işlemlerine ilişkindir. Ceza Yargılamasına dair uyuşmazlıklarda uygulanamaz. Aksi yorum cezai konularda bireysel başvurunun içini boşaltacaktır. Kaldı ki böyle bir tespitin ilk derece mahkemesi tarafından yapılarak AYM kararının yok sayılması 14. Ağır Ceza Mahkemesini “süper temyiz mercii” konumuna taşır. Anayasanın “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” Hükmünü fiili olarak yürürlükten kaldırır.

Bu alıntı ve tespitlerle başlamam naif gelmiş olabilir. Çoktandır “Anayasasızlaştırılmış” ve hukuk güvenliğinin kalmadığı bir düzende ne gerek var demeyin. Hala bu ve benzeri kararların kanunun farklı yorumlanmasından kaynaklanan rutin “yanlış” kararlar olduğunu düşünenler var. Muhtemelen bu bakışı savunanlara söz konusu kararı itirazen inceleyecek 15. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı da destek olacaktır. Ama İstanbul Barosu önceki başkanı Turgut Kazan’ın “Berberoğlu kararını veren mahkeme başkanı önce 26. ACM’deydi. Selahattin Demirtaş’la Sırrı Süreyya’yı cezalandırmıştı. Selçuk Kozağaçlı ile ÇHD’li avukatlar 37. ACM tarafından tahliye edilince, kararı veren tüm yargıçlar dağıtıldı ve Başkan Akın Gürlek bu mahkemeye gönderildi. Ardından ÇHD’li avukatlar çok ağır cezalara çarptırıldı. Ve Canan Kaftancıoğlu ile Sözcü yazarları yine Akın Gürlek başkanlığındaki bu mahkemede ağır cezalara çarptırıldı. En son, Haziran 2020’de Akın Gürlek 14. ACM’de görevlendirildi. Ve bugün Anayasayla / yasayla / hukukla bağdaşmayan Berberoğlu kararı çıktı. Kararı anlamak için 15.03.2018 günlü 2. Şahin Alpay kararına bakmak yeterlidir. Eğer HSK gerçekten HSK ise derhal inceleme başlatmalıdır” hatırlatması verilen kararın ve seçilmiş bazı mahkemeler üzerinden başka şeylerin kotarıldığını gösteriyor.

Bireysel Başvuru ilk tartışılmaya başlandığında özellikle Yargıtay ve Danıştay bu yolun, Anayasa mahkemesini bir çeşit “süper temyiz” organı haline getireceğini söyleyerek eleştirmişlerdi. Bu sakınca bireysel başvurunun kapsamı “Anayasada yer alan temel hak ve özgürlüklerden AİHS kapsamında olanların kamu gücü tarafından ihlal edilenleriyle” sınırlanarak önemli ölçüde giderildi. Zaten bireysel başvurunun kabul edilmesi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının hak ve özgürlüklerinin korunması için değil, daha çok AİHM nezdindeki imajın düzeltilmesi ve AİHM’nin iş yükünün azaltılması amacıyla getirildi. OHAL sürecinde ise nerede ise AİHM ile kirli bir iş birliğine dönüştü. Tüm bunlara rağmen 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu kararı, başvurucular için şapkadan yeni soruşturma çıkarılarak ya da tutuklu konumundan hükümlü konumuna geçirilerek bypass edilen AYM kararlarından daha fazla şeyler ima ediyor.

Öncelikle AYM’nin kurumsal olarak varlığının tartışıldığı bir ortamda verildi bu karar. Daha önceleri Cumhurbaşkanının “tanımıyorum, saygı duymuyorum” diyerek başlattığı, İçişleri Bakanının korumaları çekmekle tehdit ederek sürdürdüğü bir süreç söz konusu. Devlet Bahçeli “Anayasa Mahkemesi yeni hükümet sisteminin doğasına uygun şekilde yeni baştan yapılandırılmalıdır”, Adalet Bakanı “Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne kavuşmak içi her türlü değişiklik yapılabilir” diyerek devam ettirdi. Cumhurbaşkanı dün kendisine sorulan “AYM yapısında değişiklik olacak mı?” sorusuna “inşallah” diyerek noktayı koydu.

Bu taktik daha önceleri çok sık uygulanmıştı. Bir kurumu değiştirmek, hizaya getirmek ya da ele geçirmek istediklerinde önce çalışmadığı, işe yaramadığı yolunda -tercihan Zaman gazetesinde! - haberler yapılırdı. Sonra kaotik bir maraza çıkarılırdı. Böylelikle geniş kesimlerin rızası elde edilirdi. Nitekim yargının Fetullahçı yapılanmaya teslim edilmesinde ve AYM’nin şimdi şikayet ettikleri yapıya kavuşturulmasında bu yolu denemişlerdi. O kadarki dönemin AYM başkanı “yüksek yargı bugüne kadar uyumaktan başka bir şey yapmadı! Çağın nabzını tutamayan statükonun kibirli mensupları artık halkı ikna edememektedir” diye açıklamalar yapmıştı.

Şimdi aynı oyun oynanıyor. Oyuna ihtiyaçları mı var ki diyebilirsiniz. Evet var! Bu marazadan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığına dair güçlü bir hareket/tartışma başlatılarak bu oyun bozulabilir. Bir dönem bireysel başvuruya “AYM süper temyiz mercii olacak” diye karşı çıkan yargı mensuplarının artık süper temyiz merciinin iktidardaki Parti Başkanları olduğunun farkına vararak -kuşkusuz farkındalar- bu duruma karşı çıkmaları gerekir. Aksi takdirde 14. Ağır Ceza Mahkemeleri artacaktır.

Doğal olarak en büyük görev siyasal partilere düşüyor. Öncelikle yaşananlara dini referanslarla karşı çıkmak saldıranlara açık çek vermek anlamına gelir. Anayasa ve hukuk ihtiyaç duyulan tüm argümanları sağlıyor iken bu alana girmek anlamsız. Ayrıca bu karar ve etrafında yapılan tartışmaları rejimin diğer anti demokratik uygulamaları ve geçmişteki benzer hukuksuzluklar ile birlikte ele almak gerek. Kınama ve basın açıklamalarından daha çok sonuç alıcı ve müdahale edici tutumlara ihtiyacımız var.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Müşfik görünümlü yeni IMF imajı - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 IMF’nin dün yayımlanan Ekim 2020 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda dünya ekonomisinin 2020’de yüzde 4,4 daraldıktan sonra 2021’de yüzde 5,2 büyüyeceği tahmini yapılıyor. Bu rapor, haziran 2021 beklentisinin yüzde 0,8 üzerinde göreceli iyimser bir değerlendirmeye işaret ediyor. Bu iyiye gidiş Çin ekonomisinin tahmin edilenden daha hızlı toparlanmasının, 2020’yi yüzde 1,9 büyümeyle kapatması beklentisinin sonucu. Bir önceki rapora göre en radikal revizyon Hindistan’ın yüzde 5,8 daha aşağıda bir performansla 2020’yi yüzde 10,3 gibi rekor bir küçülmeyle kapatacağı tahmininde görülüyor. Haziranda öngörülen rakamlara göre ekonomisinin daha iyi performans göstermesi beklenen ülkelerin başında yüzde 8 değil yüzde 4,3 daralma tahmini yapılan ABD geliyor. Avro Bölgesi ortalaması ise yüzde 10,2 yerine yüzde 8,3 küçülmeye işaret ediyor.

Türkiye’nin de arasında yer aldığı yükselen ülkeler grubunda ise yüzde 3,3’lük bir ekonomik küçülme bekleniyor. Çin bu ortalamayı yukarı, Hindistan ise aşağı çekiyor. Latin Amerika’nın öncekinden bir parmak daha ılımlı yüzde 8,1 daralması öngörülüyor. Gelelim Türkiye’ye ; IMF hazirandaki 2020’ye ilişkin yüzde 5 küçülme, 2021’de yüzde 5 büyüme tahminini koruyor. 2020’nin yüzde 11,9 enflasyon, GSYH’nin yüzde 3,7’si cari açık, yüzde 14,6 işsizlikle kapanması bekleniyor.

Riskler: IMF dünya ekonomisinin 2021’deki sıçramanın ardından yüzde 3,5’lik ılımlı bir büyüme rotasına girmesini bekliyor. Ancak belirsizliklerin fazlalığı kamu sağlığı ve ekonomik etmenlere ilişkin tahminleri zorlaştırıyor. Küresel ekonomiyi bekleyen risklerin başında pandeminin nasıl bir seyir izleyeceği, buna bağlı alınacak kamu sağlığı önlemlerinin ekonomik aktiviteyi ne yönde etkileyeceği konusu geliyor. İkinci risk kaynağı zayıf talebin, turizmdeki duraklamanın ve düşen işçi dövizlerinin küresel yansımalarının ne olacağı ile ilgili. Üçüncü risk grubunda ise finansal piyasalardaki ruh halinin hangi doğrultuda gelişeceği ve bunun sermaye akışlarına etkisi yer alıyor. En son olarak da üretim potansiyelinin salgının gelişme sürecinden ne ölçüde zarar göreceğine ilişkin belirsizlik sıralanıyor.

Eğer salgının yeni bir dalgası gelirse, tedavi ve aşı çalışmaları öngörülenden yavaş ilerlerse, ülkelerin ilaç ve aşıya erişimi eşitsiz seyrederse, sosyal mesafe uygulamasının devamı ve daha sıkı ekonomik kapanmalarla ekonomik büyüme aşağı yönlü revize edilebilir. Sosyal ve mali desteklerin çekilmesi de iflasları tetikleyebilir. Bu durumda işsizlikte artış ve gelirde düşüşler gözlenebilir. Finansal piyasalarda risk algısının yükselmesi de kırılgan ülkelere yeni kredilerin verilmesini veya eskilerin yenilenmesini durdurabilir. Türkiye’nin de bu kırılgan ülkelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Politika öncelikleri; IMF’nin pandemi sürecinde girdiği Keynesyen diye nitelendirilebilecek rota, bu raporda da kendisini hissettiriyor. Sağlık, eğitim ve yüksek getirili altyapı projelerine yapılacak yerinde yatırımların. karbon bağımlılığını azaltacak yönde olması gerektiği vurgulanıyor. Ar-Ge harcamalarının da yenilikçi ve teknolojik gelişmelere uyum sağlamayı hızlandıracağının, uzun vadeli üretkenlik artışına katkıda bulunacağının altı çiziliyor. En fazla gereksinimi bulunan yoksul kesimlere yönelik sosyal harcamaların, kırılgan kesimleri korumanın yanında bu kesimlerin zenginlere kıyasla ellerine geçen geliri harcama eğilimlerinin yüksek olması nedeniyle toplam talebi de olumlu etkileyeceği hatırlatılıyor.

Bazı hükümetlerin yüksek kamu borcu, vergi gelirlerinin düşüşü ve krizin ortaya çıkardığı ek harcama zorunlulukları nedeniyle borçlarını yönetmekte zorlandıkları ifade ediliyor. Böyle bir süreçte mali kuralların ayak bağı olmaması, önceliğin sağlık krizi ve ekonomik durgunluğun aşmaya verilmesi gerektiği dile getiriliyor. Müterakki vergiler, yani artan oranlı vergilerle, zengin bireylerin ve krizden daha az etkilenenlerin ellerini ceplerine atması gereği üstünde duruluyor. Servet vergisi ile yüksek değerli gayrimenkule ve üst gelir düzeylerindekilere uygulanacak artan oranlı vergilerin yanı sıra şirketlerin de karlılıklarına uygun vergi ödemelerinin sağlanması üzerinde duruluyor.

Özetle; geçmişe göre, neoliberalizm doğrultusundaki ideolojik saplantılarından arınmış, daha esnek, gelişmekte olan ülkelere daha hayırhah bir IMF profili Ekim 2020 Dünya Ekonomik Görünüm raporunda da kendisini hissettiriyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

İrticayı Kıbrıs’a da ihraç etmek - Ali Sirmen / CUMHURİYET

 Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda hiçbir aday gerekli çoğunluğu alamayınca, bu pazar günü yapılacak ikinci tur kaçınılmaz oldu. Kıbrıs Türklerinin cumhurbaşkanını seçmek üzere sandığa bu onuncu gidişlerinde katılım oranı yüzde 58.21’de kaldı. Pazar günkü oylamada, yüksek mahkeme yargıçlarının sayısını 8’den 16’ya çıkaran anayasa değişikliği ise kabul görmedi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kez gergin bir havada geçmesinin nedeni, Ankara’nın adaylardan Başbakan Ersin Tatar’ı destekliyor izlenimi veren girişimleri oldu. KKTC’nin şimdiki Cumhurbaşkanı  Mustafa Akıncı’nın Ankara’nın kendisine baskı yaptığı yönündeki açıklamalarını Türkiye Büyükelçiliği’nin yalanlamış olması, ciddi bir gerginlik olduğunun kanıtıdır.

Kıbrıs’ın nabzını tutan gözlemciler, AKP’nin Türkiye’yi sevenler sevmeyenler, Türkiye’nin sevdikleri ve sevmedikleri ayırımına dayalı bu politikasının olumlu sonuç vermeyeceğini ve Türkiye’nin sevdiği sıfatıyla Ankara ile kol kola yürüyen Ersin Tatar’a yarar sağlayamayacağını, ikinci turda Mustafa Akıncı’nın lehine etki yapacağını ileri sürmekteler. Maraş’ın kısmi olarak açılması kararının da ters tepmesi bu çevrelere göre şaşırtıcı olmayacaktır.

Bu görüşte olanlar 2010-13 döneminde başbakan olan UBP lideri İrsen Küçük’ün, partisinin genel başkanlığına Ankara’nın desteğiyle seçildiği iddiaları üzerine 2013 oylamasında milletvekili seçilememesini örnek gösteriyorlar.

***

Türkiye’nin, yalnızca bugünkü gibi büyük bir yalnızlık içinde yüzerken değil, ama her zaman ve her koşulda, Kıbrıs’ta “büyük patron” tavrını bırakıp KKTC iç politikasında demokrasinin gereği olan tarafsızlığı ve Kıbrıs halkının iradesine saygı politikasını her daim sürdürmesi gerekmektedir.

Ama rahatça anlaşılabileceği gibi, AKP’ye böyle bir politikanın gerekliliğini anlatmak mümkün değildir. Böyle bir anlayış, AKP’nin ve liderinin fıtratında yoktur.

Tek adama biat etmeyen, demokratik dürtüleri güçlü Kıbrıs halkının AKP’nin laiklik karşıtı, özgürlükler konusunda hoyrat politikasıyla uyum sağlamakta zorlanması, dış politikada koyu bir yalnızlık kuyusuna düşmüş bulunan Ankara’ya yeni güçlükler çıkaracaktır.

İktidara geldiği günden başlayarak, Kıbrıs konusunda, bir zamanlar “yes be annem” gibi abes ve de komik durumlara düşmüş olan AKP’nin Kıbrıs’ı anlayamadığının vurgulandığı şu sıralarda, siyasal İslamın akıldanelerinden “Yeni Şafak”ta yayımlanan son derecede ilginç bir yazı, bu konuda yeni endişeler doğuracak niteliktedir.

Yusuf Kaplan 11 Ekim’de Yeni Şafak’ta yayımlanan “Kıbrıs’ın bugünü Türkiye’nin de yarını (mı)” başlıklı, ilk kez 18 yıl önce kaleme aldığını belirttiği yazısında, “1974 yılında gerçekleştirdiğimiz askeri harekâtla biz kültürel taraf olamadık, otoriter, absürt laikliğimizi Kıbrıs’a ihraç ederek, kültürel olarak kendimizi çoktan yok ettik, hem de kendi ellerimizle...” demekte ve çare olarak laik kültürün bırakılarak “İslami birliğin, İslam cemaatlerinin önünü açan” bir tutumun benimsenmesini önermektedir.

***

AKP’nin iç ve dış politikasına damgasını basan İhvancı bakış açısının KKTC’de de egemen olması anlamını taşıyan ve Kıbrıs’ın da bir tarikatlar ve cemaatler diyarı haline gelmesi sonucunu doğuracak, zaten AKP’nin eğilimine çok uygun olan bu önerinin yoğun biçimde yaşama geçirilmesi, AKP’nin gerginlik ve yalnızlık politikasını KKTC içine de taşıyarak şu sırada var olan devasa sorunlara bir yenisini daha ekleyecektir.

Oysa KKTC’de yapılması gereken, laik ve demokratik çoğulcu politikaların desteklenmesi, Kıbrıs Türkünün iradesine saygı gösterilmesidir. AKP’den bunu istemek, ona “Gel sen kendini inkâr et!” demekle eşanlamlı oluyor. 

Ama biz yine de söyleyelim de...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Dünyada kamuculuk rüzgârları - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 


Yerine göre ulusal, yerine göre yerel veya kooperatif mülkiyetinin geçerli olacağı farklı kolektif mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunacağı kamucu bir modeli savunmak, asla devletçi bürokratik bir zihniyete sahip olmak anlamı taşımıyor.

CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke’nin AKP’ye yakınlığıyla bilinen, tüm büyük ihaleleri aralarında paylaşan 5 şirkete yönelik “Türkiye’deki bütün kaynakları rantla yemiş olan 5 şirketten bahsediyorum. Ne müzakeresi yapacağız? Müzakere falan yok‘ bunlar artık kamunundur’ diyeceğiz ve devam edeceğiz” sözleri “kamuculuk” tartışmasını yeniden alevlendirdi. Aslında pandemi sürecinde bütün dünyada kamuculuk rüzgârları esiyor. IMF gibi, kredi verirken hep kamunun ekonomideki rolünün azaltılmasını şart koşan uluslararası finansal kuruluşlar bile üretimin ve istihdamın artması için hükümetlerin devreye girmesini öneriyor. Bu yazıda sizler için bu eğilimi özetlemeye çalıştık.

ISLAH EDİLMİŞ KAPİTALİZM

İsterseniz konuya İtalyan asıllı Londra Üniversitesi öğretim üyesi Mariana Mazzucato’nun Foreign Affairs dergisinde yayımlanan son makalesiyle başlayalım. (Getting the Recovery Right, Foreign Affairs, 2 Ekim 2020) Kamunun ekonomide etkinliğinin artmasını savunan çalışmalarıyla ses getiren, genel anlamda “solda” kabul edilebilecek Mazzucato’nun “Pandemi Sonrasında Kapitalizm” makalesinin ABD’nin bu en etkili strateji dergisinde yer bulması bile, kamucu fikirlerin salgın sürecinde “ana akım” haline gelmesinin delili sayılabilir.

Mazzucato 2008 finansal krizinde hükümetlerin finansal sisteme 3 trilyon dolar enjekte ettiklerini hatırlatarak giriş yapıyor. Ancak bu desteğin sonunda mal ve hizmetlerin üretimini içeren reel ekonomiye değil finansal sektöre yaradığını vurguluyor. Aynı hataya bir kez daha düşülmemesi uyarısında bulunuyor. Kriz sonrası küresel ekonominin daha eşitsiz, daha fazla karbon yoğun hale geldiğinin altını çiziyor.

Bu kez hükümetlerin istihdamı korumak için destek paketlerini devreye sokmasının, Covid-19’a karşı tedavi ve aşı çalışmaları için Ar-Ge’ye yatırım yapmasının yerinde olduğunu, ancak yaşanan durgunlukta kamunun herkesin yararına kalıcı bir şekilde ekonomide var olması gerektiğini vurguluyor.

Big Pharma diye adlandırılan dev ilaç şirketlerinin ve Silikon Vadisi’nin Büyük Teknoloji şirketlerinin hep ABD hükümetinin yüksek-riskli teknolojilere yatırımları sonucu palazlandığını, ama sonunda karlarını maksimize etmekten başka bir dertleri bulunmadığını örnekliyor. Californiya merkezli Gilead’ın federal hükümetten 70,5 milyon dolar destek aldıktan sonra geliştirdiği remdesivir ilacını 3 bin 120 dolara pazarlamaya kalkmasını örnek veriyor. Google meşhur arama motoru algoritmasında, Uber’in platformunu temellendirdiği GPS teknolojisinde, Pentagon’ca desteklenen internette, Siri uygulamasında hep benzer bir öykünün yattığına dikkat çekiyor.

Uzun süredir özel sektörün yenilikçiliğin ve değer yaratımının ana motorunu oluşturduğu ve sonuçta elde edilen karları hak ettiği algısının egemen olduğunu, artık kamu ve özel sektör kurumlarının simbiyotik bir ortaklığa girmeleri “ödül ve cezayı“ paylaşmaları vaktinin geldiğini söylüyor. Hükümetlerin riskleri toplumsallaştırması, buna karşın kârların özelleştirilmesine artık bir son vermenin zamanının geldiğini ifade ediyor.

Mazzucato son tahlilde ıslah edilmesi gereken bir kapitalizmden yana çıkan, düzeni değiştirme ufku bulunmayan bir araştırmacı. Değerlendirmelerini bu sınırlar içerisinde ele almak doğru olur.

IMF BİLE KAMUCU KESİLDİ

IMF de Mali İzleme Raporu’nun önden yayımlanan İyileşme İçin Kamusal Yatırım başlıklı, 2. bölümünde (Public Investment For the Recovery, Fisal Monitor October 2020) Covid-19’un neden olduğu belirsizlik ve güvensizlik ortamında üye ülkelerin hükümetlerine kamu yatırımlarını artırarak, milyonlarca yeni iş yaratma ve ekonomik iyileşme umutlarını canlandırma çağrısında bulundu.

Söz konusu raporda kamu borçlarının artışının düşük borçlanma maliyetlerinin geçerli olduğu ortamda fazla kaygı yaratmaması gerektiği söylenerek özellikle altyapı yatırımlarına ve altyapı bakım çalışmalarına yapılacak harcamalardan sakınılmaması gereği vurgulanıyor.

IMF kamu yatırımlarının GSYH’nin yüzde 1 kadar artırılmasının, iki yıl içerisinde GSYH’yı yüzde 2 civarında yukarı çekmesini bekliyor. Bu AB’de 2 ila 3 milyon, ABD’de 2 milyon, başka yerlerde benzer ölçüde istihdam kazanımı demek. Altyapı bakım çalışmaları hem Batı dünyasında ihmal edilmiş köprü, yol, liman gibi altyapı tesislerinin onarılması, hem de emek yoğun istihdam yaratıcı bir faaliyet olması nedeniyle özellikle öneriliyor.

Geleneksel altyapı için harcanan her 1 milyon doların 8 yeni iş; Ar-Ge, yeşil enerji ve etkin binalar için yapılacak aynı tutarda harcamanın 14 yeni iş yaratması öngörülüyor.

Orta gelirli ülkelerde Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmak için, yollar, elektrik, su ve hijyen-sanitasyon çalışmaları için GSYH’nin yüzde 2,7’si, yoksul ülkelerde yüzde 9,8’i ek kamu yatırımı yapılması gerekiyor. Bunun için de IMF söylemese de, gereksinim duyulan fonlar için haliyle borçlandırma değil bu ülkelere yardım ve hibe zorunlu hale geliyor.

Mali çarpanın, yani yapılacak bir birim kamu yatırım harcamasının yaratacağı büyümenin 1’den büyük olması olasılığı yüksek. Bu performans haliyle yatırımların israf ve yolsuzluk olmadan etkin bir biçimde gerçekleştirilmesiyle ilintili. Dış ticarete fazla açık olmadığı için ithalat sızıntısı düşük ve sabit kur rejimine sahip ülkelerde çarpan daha yüksek çıkıyor. Kamu yatırımlarının kısa vadede ekonomiye olumlu etkisinin kamu tüketiminin, transfer harcamalarının artırılmasından ve vergilerin indirilmesinden daha fazla olacağı sonucuna varılıyor.

Raporun sonunda Covid-19 pandemisinin kontrol altına alınabilmesi için sağlık, eğitim, dijital altyapı, emniyetli binalar ve taşımacılık sektörlerinde acil kamu yatırımı gereksinimi bulunduğunun altı çiziliyor.

OECD DE KAMUCULUĞU NORMAL KARŞILIYOR

Türkiye’nin de üyesi olduğu Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü de (OECD), yayımladığı bir çalışmada (The Covid-19 crisis and state ownership in the economy June 2020) Covid-19 krizi sırasında kamu mülkiyetinin yaygınlaşmasının normal karşılanması gerektiğini söylüyor.

Özellikle turizm ve hizmetler, inşaat, motorlu taşıtlar, havayolu taşımacılığı sektörlerinin salgından özellikle etkilendiği hatırlatılıyor. Ekonominin çökmesinin önlenmesi ve iyileşmeye destek anlamında, vergi indirimleri, ücret destekleri, hibeler, borç garantilerinin yanı sıra sıkıntıdaki şirketlerin kamu mülkiyetine geçirilmesi, borçlarının öz sermayeyle takas edilmesi, sermaye konularak mali yapısının güçlendirilmesi gibi uygulamaların yaygınlaşabileceğine dikkat çekiliyor.

Kamu iktisadi teşebbüslerinin yolsuzlukların üstesinden gelinmesi halinde özel sektör firmalarından daha düşük performans sergilemediği bulgusu paylaşıldıktan sonra, yaşamın normale dönmesiyle birlikte çıkış, yani işletmeleri yeniden özelleştirme stratejileri üzerinde yol haritası çiziliyor. Ancak OECD’nin kökleşmiş ideolojik saplantılarının ötesinde, neden kamu işletmeciliğinin kalıcı hale getirilemeyeceği sorusuna bir cevap getirilmiyor.

KATILIMCI MODEL

Hep vurguladığımız gibi, yerine göre ulusal, yerine göre yerel veya kooperatif mülkiyetinin geçerli olacağı farklı kolektif mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunacağı kamucu bir modeli savunmak, asla devletçi bürokratik bir zihniyete sahip olmak anlamı taşımıyor. Eşitlikçi ve dayanışmacı bir kamuculuk anlayışı, bürokratik bir mantığa dayanmıyor. Tam aksine emekçileri işletmenin yönetim ve denetimde söz sahibi kılacak bir yaklaşımı; yöre halkını, o hizmetten yararlanan yurttaşlar ve konunun uzmanları ile birlikte karar süreçlerinde etkin kılacak katılımcı bir sistemi temsil ediyor.

Tabii ki betimlemeye çalıştığımız bu kamucu model ancak halkçı, yüzünü sola dönmüş bir iktidarla olanaklıdır. Yoksa AKP rejiminde ister ihaleyi yandaş müteahhitlere vermişsin, ister tarikat ve cemaatlerin rant paylaşım alanı haline gelmiş sözde kamusal bir işletmeye yatırım yapmışsın, sonuç ne yazık ki fazla değişmez.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Aydınlanma Tarikatı’nın gölgesinde bir cesede bakmak: Beyin ölümü gerçekleşen Avrupa’nın hazin öyküsü - Çağdaş Gökbel / SOL

 Artık hepimiz birer Gregor Samsayız; sırt üstü düşenlerin ayaklarını titreterek öte dünyayı boyladıkladıkları kendi karanlığımızın gönüllü birer kurbanı…

Tullamore sokaklarında yürürken masonlara ait yapıları ve bu yapıların üzerlerine kazınan sembolleri detaylı bir şekilde inceliyorum. 

Bu küçük kasabanın kuruluşunda ve gelişiminde masonların önemli katkıları olduğunu yapılara kazınan bu figürlerde rahatlıkla görebiliyorum. 

Bahçesini yabani otların sardığı bu mekanlar, çoktan ölmüş bir fikrin hayalete benzer imgesini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. O’Moree sokağı üzerindeki bu pergel ve gönyelerin burada yaşayan insanlar için önemli anlamlar taşımadığını ve hatta pek çok gencin her gün önünden geçtikleri bu sembolleri umursamadıklarını görüyorum.

Yeni çağın aydınlanması bir karatma üzerine inşa edilmişti. Bu karartmanın esas amacı burjuvaziyi Sovyetler Birliği’nin yıkıcı etkisinden korumaktı. İletişim bilimleri okuyan bir gencin kabul etmekte zorlandığı bir gerçekle bu noktada yüzleşmek durumundayım. Soğuk savaş yıllarının olağanüstü karartma koşullarını oluşturanlar Amerika’ya göç eden Frankfurt Okulu düşünürleri olmuştur (Gökdemir, 2017). Evet, ‘Aydınlanmanın Diyalektiği’ gerçek anlamda kendi karşıtına evirilen ölümcül bir silaha dönüşmüş gibi görünüyor. Işığın egemenliğinin o kısacık dönemi lanetle anılmalı ve bir daha geri dönmemek üzere geldiği yere kilitlenmeliydi. Bu yüzden tüm kötülüklerin ve lanetin kaynağı olarak ‘aydınlanma’ gösterildi. Gelinen noktada sokaklar, kitle iletişim araçları tarafından zihinleri iğdiş edilmiş insanlarla dolduruldu. Trajik bir kırılmadır; oğulların ve babaların kapışması kesif bir karanlığın tüm Avrupa’yı ağır bir örtüyle kapatmasıyla sonlanmıştır…

Cenevre Cumhuriyet’inde yaşayan bir saat ustasının oğlu yükselen bu dalgayı daha o yıllarda görmüştü. Burjuvazinin düşünce dünyasının çarpıklığını anlamış ve ışığın ardındaki karanlığa karşı uyarılarda bulunmuştu. Erdemlerle örülü yaşamı, çeşitli erdemsizliklerle süslenmişti. Karşıtların birliği yasası, insanın yakasını kendi yaşamında da rahat bırakmıyordu. Jean-Jacques Rousseau, huzursuz bir dâhiydi; huzursuzluğu yeni gelişen Avrupa ideolojisinin tehlikelerini sezmesinden ileri geliyordu1. Doğulu kıyafetleri içerisinde gezen bu haylaz çocuk, Avrupa’ya doğulu köklerini hatırlatan ve aydınlanmanın içinde giderek büyüyen Avrupa ideolojisine karşı her şeyiyle güçlü bir biçimde karşı koyan bir figüre dönüşmüştü. İlk defa insanlar arasındaki eşitsizliğin kökenlerine bakma cüretini gösteriyor ve sanatların, bilimin zincirlerimizi renkli çiçeklerle süslediğini insanlığa haykırıyordu. Burjuvazi bu erken doğumdan gerekli dersleri çıkarana dek pek çok kâbusla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Jakobenlerin iktidarı bunların içinde en çok dehşete kapıldıkları uğraklardan sadece birisiydi…

Şimdi, kültür endüstrisi zincirlerimizi netflix, HBO ve türevleriyle süslemeye devam ediyor. Avrupa, sınıfsal karakteri gereği dünya ile arasına (doğu ve batı) sert bir sınır çekerken beyin ölümüne bir adım daha yaklaşıyordu. Bu ölümü sezen ilk kişi Franz Kafka olmuştur. “Kafka ne yana denk düşüyor? Sorumuz budur. 20. Yüzyıl hem umut ve hem de umutsuzlukla birlikte doğdu. İnsanlık Ekim Devrimi ile ileriye doğru sıçramaya hazırlanırken, artık tekelcileşmiş kapitalizmi ile çürümenin işaretleri de görülmeye başlanmıştı. 20. Yüzyıl, bir yanda devrimci edebiyatın yeni insanı, bir yandan Kafka’nın hamam böceği ile karşılandı. Her ikisinin de derin karşılıklarının olması kaçınılmazdır ve hamam böceği Samsa yazıldığı edebi ton bir yana, sırf bir tip olarak çizilmiş olması nedeniyle de bu derin karşılıklardan birine denk düşüyor. Başlayan değil bitmiş insanın hikâyesidir” (Gökdemir, 2017:119)2. Gregor Samsa, sıradan bir alegori olmanın çok ötesindedir, o beyin ölümü gerçekleşen Avrupa’nın hazin hikâyesidir. Dev bir eğlence sarmalının kıskacında, yok oluşun anlatısıdır. Neon ışıkların, gözleri huzursuz eden aydınlığının insanı tüm benliğiyle mutasyona uğratmasının politik bir dışavurumudur…

Dublin’in arka sokaklarında yürürken sokağın kenarında uyuşturucu nöbetine giren genç bir kızın çaresiz çırpınışlarını ve onu seyreden insanların kayıtsızlığını hayretle izliyorum. Artık hepimiz birer Gregor Samsa'yız; sırt üstü düşenlerin ayaklarını titreterek öte dünyayı boyladıkladıkları kendi karanlığımızın gönüllü birer kurbanı…

Avrupa ideolojisi yenilmedikçe bu karanlığı yırtmamız zor görünüyor. Bunun için burjuva aydınlanmasının dayanak noktalarını iyi öğrenmeniz gerekiyor. Bu aydınlanmanın eksik bir aydınlanma olduğunu, burjuvazinin çift karakterli doğası nedeniyle felaketle sonuçlandığını, işçi sınıfının penceresinden yorumlamak zorundayız. 

Aydınlanma düşüncesini coğrafyalara ayırarak incelemek, okuyucu için büyük bir kolaylık sağlayabilir. Kıta Avrupası’nın aydınlanma yolculuğu, her coğrafyada farklı şekillerde gelişmiştir. Almanya, İngiltere ve Fransa aydınlanmanın üç büyük uğrak noktasını oluşturmaktadır. Bu uğrak noktalarının her biri bize başka bir hikâye anlatmaktadır. Doğal olarak buradaki düşünsel gelişim girift ve birbirini kesen ideolojilerle buluşuyor olsa da aydınlanma meselesini parçalı incelemek daha rahat bir okuma sağlayacaktır. Örneğin: Fransa’da eşitsizliğin kökenleri sorgulanırken, İngiltere’de liberalizm, ‘Bireyciliğin’, ‘Irkçılığın’ ideolojisini yaratarak çoktan kendi ‘Samsalarını’ üretmeyi başarmıştır. Sosyal Darwinizm, birbirini acımasızca ısıran böceklerin yaratılmasının en önemli ideolojik yansımalarından biridir. Aydınlanmanın bir yüzü karanlık, diğer yüzü aydınlıktır…

Tekinsiz sokaklarda yürürken, artık soğukkanlılıkla yerde yatan cesedimizin yüzüne bakabiliriz. Avrupa’nın yeni bir uyanışa gebe olup olamayacağını söylememiz imkânsız. İşçi sınıfının bir sabah ansızın üzerine zorla geçirilen ‘Samsa’ kostümünü çıkarıp çıkarmayacağını tahmin edemeyiz. Avrupa’da 50’li yıllarda başlayan can çekişme, bugün artık entelektüel bir cesede dönüşmüştür. Ceset kokuyor ve kendiyle birlikte bulunduğu toplumu çürütüyor. Frankfurt Okulu’nun Sovyetler Birliği yerine ABD’ye göç etmesi büyük bir fırsat olabilirdi. Nitekim bu göç bize pek çok değerli kuramsal argüman vermiştir. Ancak verdiklerinin yanında getirdiği şey büyük bir yıkım ve çölleşme olmuştur. Amerika’nın yüzündeki maske sökülüp atılabilecek bir durumdayken, bu ırkçı devletten akıl almaz bir ‘demokrasi rüyası’ yaratılabilmiştir. 

Şimdi, rüyadan uyanırken Avrupa’nın düşünsel olarak dünyayı sürekli zehirlediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Çeviri eserlere boğulurken3, fikir üretimini boş bırakmamamız gerekiyor. Avrupa, düştüğü bu karanlıktan doğuda emarelerini gördüğümüz mücadele ve aydınlanma birikimiyle çıkabilir. Net bir örnek vermem gerekirse okuyucu Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’dan okuduğu ‘Aydınlanma’ eleştirisini bir de Orhan Gökdemir’in kaleminden ve bakış açısından okumalıdır.

Avrupa’nın üstünlüğünü fetişleştirmiş ve birer ‘Samsaya’ dönüşmüşlerle kavga etmemizin zamanı geldi. Bu ırkçı ideolojinin dünyayı yaraladığını ve her geçen gün zamanı aleyhimize işlettiğini görmek zorundayız. Garip bir şekilde herkesin umutsuzluğa düştüğü topraklarda büyük bir umut görüyorum. Tam tersine herkesin yeni bir yaşamı kurguladığı topraklarda ise derin bir çöküş ve yalnızlaşma görüyorum. Avrupa kaderini tekrar eline alacaksa bunu doğuya bakarak gerçekleştirmek zorunda kalacak. Bu süreçte hegemonya gibi görülen diller doğal olarak etkilerini kademeli olarak yitirmeye başlayabilir. Ciddi bir altüst oluşun eşiğinde duruyoruz. Doğunun elindeki bu görünmeyen entelektüel birikim harekete geçirilmek zorunda. Ekonomik krizler, kapanan matbaalar buna engel olmamalı. Türkiye’nin önünde önemli fırsatlar var ve insanlığa örnek olabilecek bir atılımı gerçekleştirecek birikime sahibiz. Bu yüzden matbaaları işletmeli ve doğulu aydınların gece gündüz üretmelerinin önünü sonuna dek açılmalıyız. Gerçekleşecek bir devrim bunun başarılmasını sağlayacaktır. Avrupa’daki ceset kaldırılıp, layığıyla defnedilecekse işte bunu yapmak zorundayız.

Çağdaş Gökbel / SOL

  • 1.Jean Jacques Rousseau (Leo Damrosch/Leo Damrosch).
  • 2.Gökdemir, Orhan. (2017). Aydınlanma Tarikatı. İstanbul: Tekin Yayınevi.
  • 3.Eserlerin dilimize kazandırılması ve tüm bu tartışmalara yetişmemiz anlamında oldukça önemlidir. Bu yüzden bin bir emekle çeşitli eserleri Türkçeye kazandıran değerli çevirmenlere çok şey borçluyuz. Burada başka bir noktaya işaret ettiğimi çeviri kadar fikir üretmenin de önemli olduğunu belirtmeye çalışıyorum (Y.N).


İçişleri Bakanı hangi cemaatten? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Türkiye’de uzun yıllar sonra ilk kez oldu. Solcusu, sağcısı, devrimcisi, muhafazakârı aynı anda cemaatlerin devlet içindeki konumunu tartışmaya başladı. 

Hani Sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu yerde ortaya çıkardiyor ya Marx. Sorun, belki de artık çözümüyle beraber görünüyor.

Cumartesi gecesi İçişleri Bakanı bir anda ortaya çıktı. “Doğru değildir, yalandır” diyerek cemaat meselesine giriş yaptı. “Fırsat verilmeyecektir” sözleriyle de konuşanlara sopa gösterdi.

Tepkilere baktım…

Kimi geçen yıl ortaya çıkan meşhur Diyanet Raporu’nu kimi Erdoğan’ın 2017 yılında Polis Akademisi’nde yaptığı cemaat uyarısını hatırlatıyordu. Üstelik Polis Akademisi yine 2017’de bir rapor hazırlamış, “FETÖ’den boşalan yerlere göz diken ve devlet içerisinde örgütlenme gayretinde olan başka gruplar”a işaret etmişti. Onlara göre Soylu’nun çıkışı sadece muhaliflere yönelik değil, devlet içine de bir müdahaleydi. Bazıları ise Soylu’nun geçmişte FETÖ’nün kanalında Gülen’e övgü videolarını paylaşarak tarihin tekerrür ettiğini iddia ediyordu.

Oysa mesele bu kadar basit değil. Ya da bundan ibaret değil. Süleyman Soylu’nun çocukluğundan bugüne anlattığı hikâyesine baktığımızda, sözleri ve durduğu yer daha iyi anlaşılabilir.

‘Çocukluğumuzun Fırıncı Ağabeyi’

Geçen hafta bu köşede yarı resmi devlet töreniyle Eyüp Sultan Haziresi’ne gömülen Nurcu Mehmet Fırıncı’nın hikâyesini yazmıştım. Cenaze namazını Diyanet İşleri Başkanı kıldırırken, en önde İçişleri Bakanı vardı.

Pek takip etmedik. Cenazenin ardından Fırıncı için Rüstempaşa Medresesi’nde bir taziye programı düzenlendi. Konuşmacı Soylu idi. Belli ki sarsılmıştı. Gözyaşları içindeydi. “Çocukluğumuzda da Fırıncı Ağabeyimizdi, bu yaşımıza geldik yine Fırıncı Ağabeyimiz” diye başladı konuşmasına.

Son olarak “Arif Abi” dediği ismin kızının nikâhında karşılaştıklarını, birlikte şahitlik yaptıklarını anlatıyordu. Kendisine konuşma hakkı verildiğinde önceliği Saidi Nursi’nin talebesi Fırıncı’ya verdiğini söylüyordu. “İsmini duyduğumuzda dahi rahatladığımız abimizdi” sözleriyle Mehmet Fırıncı’ya bağlılığını vurguluyordu.

Nurcu tedrisattan geçti

Kendisinin de ifade ettiği gibi Soylu, Nurcu ağabeylerin tedrisatından geçerek bu günlere gelmişti. Nurcuların yıllarca vazgeçmediği, hatta Yeni Asya kolunun halen desteklemeye devam ettiği Demokrat Parti’de genel başkanlığa yükselmişti.

Nurculuk onun düşünce hayatında belirleyiciydi. Sadece Fırıncı değil, Saidi Nursi’nin bir başka öğrencisi Mustafa Sungur’un cenazesini kaldırırken de “Çocukluğumuzdan beri takip ettiğimiz edep timsali bir şahsiyetti” demiş, “Türkiye bir ağabeyini kaybetti” sözleriyle kendisindeki yerini açığa vurmuştu. Soylu’yu zaman zaman Norşin medreselerinde diz çökerken görmemiz tesadüf değil. Cemaatlere sahip çıkan açıklamasından sonra Said Yüce gibi Nurcu liderlerin ona ilk teşekkür edenler olması da.

Yıldız önündeki cinayet

Dün, Soylu ile Fırıncı’nın son kez buluştuğu ağustostaki o nikâhın görüntülerini izledim. Soylu’nun “Arif Abi” dediği Arif Önemli’ydi.

Bir İçişleri Bakanı ile bir cemaat liderini Sapanca’da nikâhta buluşturan Arif Önemli’yi haliyle merak ettim. Arşivi tararken karşıma ilk olarak bir cinayet haberi çıktı. Tesadüf bu ya, 20 Aralık 1969 tarihinde Milliyet gazetesinin manşetindeki haber, dönemin İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu’nun açıklamasıydı.

Yıldız Üniversitesi’nde devrimci öğrenci Battal Mehetoğlu’nun öldürülmesinin ardından polis bir operasyon başlatmış, cinayetin faili olarak bir grup yakalanmıştı. 14 Aralık 1969’da Yıldız Camii’nden çıkan örgütlü bir grup, okula doğru yürümüş karşılarına çıkan Mehetoğlu’nu silahla vurarak öldürmüştü. Dev-Genç Marşı’ndaki “Vedat, Taylan, Mehmet, Battal devrim için öldüler” dizelerindeki makine mühendisliği öğrencisi Battal oydu. 22 yaşındaki kısa hayatını bitiren sağcı terör eylemi, Türkiye tarihinin kritik halkalarından biriydi.

Deniz Gezmiş’in başında gözyaşı döktüğü fotoğrafı hatırladınız mı? Gezmiş, yerde yatan Mehetoğlu’nun cesedinin boynundaki kolyeyi açmış, içinde sevdiği kızın resmini görmüştü. Orada gözyaşlarını tutamamıştı.

Cinayet işleyen Nurcular

Bu, o yılki 8. öğrenci ölümüydü. Cinayetlerin devlet içinde örgütlü bazı kamu görevlileri tarafından desteklendiğini düşünen öfkeli öğrenciler valiliğe yürüyüş başlattı. “Bakan istifa” sloganlarıyla büyüyen eylemden birkaç gün sonra İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nü yanına alarak basının önüne çıktı. “Siyasi cinayetlerin failleri yakalanmıyor şeklindeki iddiayı kesinlikle reddederiz” demişti. Milliyet gazetesindeki sözünü ettiğim haber, Yıldız Üniversitesi önündeki saldırganların yakalandığını anlatıyordu. Basına dağıtılan fotoğraflar arasında tahmin ettiğiniz gibi Arif Önemli’nin bıyıklı pozu da vardı.

Fakat…

Daha da önemli bir ayrıntı var. Peki, Yıldız Üniversitesi önüne gelen o grup kimdi? Milliyet muhabirine konuşan yetkili “Bunlar henüz tespit edemediğimiz bir yeni örgütün adamları” derken, bir başkası eldeki bulguyu şöyle anlatıyordu: “Bir yetkili sanıkların çoğunun Nurcu ve siyasi teşekkül ile cemiyetlere bağlı olduğunu öne sürmüştür.”

Arif Önemli’nin hikâyesi uzun. 1970’lerde Gülen’in de yuvalandığı Komünizmle Mücadele Derneği’nde başkanlık da yapan Önemli, gittiği her yere çatışmaları götürdü. Yılmaz Güney’in de hapishane arkadaşı olan Ahmet Atılmış, o günleri şöyle anlatacaktı: “Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı Arif Önemli hapishaneye (Paşakapısı) geldikten sonra muhafazakâr sağcı mahkûmları toplayarak solcu mahkûmlara baskı yapmaya, terör estirmeye başladı.” Arif Önemli’ye karşı olan kimi Nurcular ise Önemli’yi Nurculuk içindeki kavgalardan, tasfiyelerden ve Nurculuğun Gülen’i de içine alan Soğuk Savaş ideolojisi haline gelmesinden hatırlıyor.

51 yıl arayla iki farklı bakan

Bir 51 yıl önce devrimci öğrencilerin “devlet içindeki devlet” suçlaması karşısında valisini, emniyet müdürünü alıp basının önüne çıkan, Arif Önemli’nin görüntüsünü basına veren dönemin İçişleri Bakanı’nın fotoğrafına baktım. Bir de 51 yıl sonra Arif Önemli ve Mehmet Fırıncı ile çektirdiği fotoğrafın ardından “devlet içinde cemaat yok” açıklaması yapan şimdiki İçişleri Bakanı’nın açıklamasına. Dudaklarımdan Ece Ayhan’ın Türk bayrağına sarılı tabut içinde annesine kavuşan Battal Mehetoğlu’nu hatırlayarak yazdığı “Meçhul Öğrenci Anıtı”ndaki o dizeler döküldü:

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:

Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...