İstifa etmesi gereken Erdoğan! - Oğuz Oyan / SOL

Herkesin gözleri önünde oynanan ve sonunun dramla biteceği çok açık olan bu ortaoyunu nihayet damat bakanın istifasıyla yeni bir aşamaya geçmiş bulunuyor. 


Damat bakanın istifasıyla ilgili olarak resmi bir teyit var mı sorusuna, dün akşam (Pazartesi 19:20'de) MYK toplantısı sonrasında AKP sözcüsünün verdiği yanıt: "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde göreve getirme veya görevden alma/ istifayı kabul etme Cumhurbaşkanı makamının tasarrufundadır ve Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü zaman gerekli açıklamayı yapacaktır". Bu yanıt bile rejimin otoriterlik derecesini göstermek açısından yeterlidir. İstifa gibi tek yanlı bir kararın bile bir başkasının kabulüne bağlı kılınmasının (bunun hekimler için topluca yapılmaya çalışıldığını da unutmadan), artık bu rejimi tanımlama ölçütlerinden birine dönüştüğünü vurgulayalım. Biz bu istifanın geri dönüşünün pek olamayacağını düşünüyorduk; nitekim Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndan dün gece saat 22:00 sularında yapılan bir açıklamayla "görevden af talebi kabul edilmiştir" açıklaması yapılmıştır. İstifa metninin sertliği, buna karşılık istifanın kabulün ikincil bir kademeden soğuk bir tarzda açıklanması, gerginliğin yatışmadığını göstermektedir. Şimdi biraz başa alarak devam edelim.

İstifa haberleri Pazar akşamı sansürsüz medyaya ulaştığında ve Tele 1'in 20:00 haberlerine acilen davet edildiğimde, ilk yorumum istifa etmesi gerekenin bizzat Erdoğan olduğuydu ve bunu da izleyicilerle paylaşmıştım. Dün ayrıca soL TV'nin ilk yayın saatinde Kemal Okuyan ve Fatih Yaşlı ile gerçekleştirdiğimiz tartışma programında da bu noktalara kısmen değinebildim. Nedenlerini burada daha derli toplu olarak açmaya çalışayım. Bunu 18 yıllık AKP iktidarının toplam muhasebesine girmeden yalnızca son iki buçuk yılına odaklanarak yapmaya çalışalım. Bu dönemin aynı zamanda 2017 Anayasa değişikliklerinin Temmuz 2018'de mevzuata yansıtılarak tek adam rejimine geçiş sürecinin tamamlandığı dönemle tam bir çakışma içinde olduğunu da unutmayalım.

Bir kere, 2018 Mayıs ayında Londra'ya bizzat giderek finans baronlarına faiz dersi veren (mealen 'faiz tüm kötülüklerin anası ve enflasyonun nedenidir' diyebilen) Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan başkası değildi. Erdoğan'ın daha önceki benzer beyanlarını iç politikaya dönük olarak algılayan ve ekonomi dümeninde hâlâ oturmakta olan Mehmet Şimşek'e güvenerek fazla ciddiye almayan dış finans çevrelerinin dehşete düşmesi ve Türkiye'de döviz fiyatlarının tırmanışa geçmesi gecikmedi.

İkincisi, Erdoğan bu dehşet etkisini yeterli görmemiş olacak ki, yurda dönüşünde aynı yönde iki hamle daha yaptı: Bir, yeni kurulan ve kapsam ve yetkileri olağanüstü genişletilen Hazine ve Maliye Bakanlığı'na bu alanda hiçbir deneyimi olmayan damadını atadı. İki, Rahip Brunson olayını ABD ile bir at pazarlığına dönüştürme adımını attı (rahibi, "söz verdiği" halde ABD'ye göndermeyip ev hapsine çıkardı ve ABD'de süren Halkbank dosyasıyla takas için kullanmaya kalktı ve başaramadı). Sonuç, yaratılan döviz krizini bastırabilmek için Merkez Bankası'nın politika faizini yüzde 8'lerden yüzde 24'e çıkarmak zorunda kalması oldu. Damadın buradaki rolü, zayıf bir rol modeli olmaktan öte değildi, yani sürecin pasif unsuruydu.

Üçüncüsü, Erdoğan, TCMB üzerinde "faizleri indir" baskısından hiçbir zaman vazgeçmedi ve bunun sonucunu da aldı; faizler çıktığı hızla değilse bile sonuçta Mayıs 2018'deki noktaya kadar çekilebildi. Ama aynı dönemde TCMB kanununun TCMB Başkanının görev sürelerine ilişkin hükümlerini de hiçe sayarak üç Merkez Bankası başkanını aynı kaderle başbaşa bıraktı. Erdoğan'ın, dışa açık bir ekonomide hem faizlere hem kurlara birlikte müdahale edilemeyeceğini ne kadar anlayabildiğini bilmiyoruz. Ama milli paranın değerini korumak için faiz silahını çekmeyi TCMB'na yasaklayınca, TCMB başkanına ve damat bakanına başka seçenek de bırakmamış oluyordu: Döviz rezervlerini tüketmek pahasına TL'nin değerini korumaya (veya belirli psikolojik sınırların altında tutmaya) çabalamak! Şimdi burada da faturayı sadece damada çıkarmak zordur ama, artık yanlışlığı apaçık olan (ve artık kendisinin de öğrenmiş olabileceği) bu politikaları sahnenin önünde savunan ve uygulayan siyasi kişilik olarak, kayınpederi ile birlikte doğrudan sorumlu olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi bu müteselsil sorumluluğa, dönem boyunca görev yapan çok sayıdaki siyasetçi-teknokrat da ortak olmuştur.

Herkesin gözleri önünde oynanan ve sonunun dramla biteceği çok açık olan bu ortaoyunu nihayet damat bakanın istifasıyla yeni bir aşamaya geçmiş bulunuyor. Piyasa tepkileri bunun coşkuyla karşılandığını gösteriyor. Merkez Bankacılığı olmasa da devlet (Maliye) deneyimi olan bir ismin TCMB başkanlığına atanmasıyla ve belki de deneyimli bir liberal ekonomistin Hazine'nin başına geçebileceği umuduyla da birleşince, olumlu habere susamış "piyasaların" coşkusu da muhtemelen artmış bulunuyor.

Burada Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'ne (CYS) dair bir değerlendirmemizi tekrarlayalım ve bir gözlemi de paylaşalım. Cumhurbaşkanlığı'na bağlı kurullar/başkanlıklar ile belirli bir kurumsal yapıyı temsil eden bakanlıklar arasında sürtüşmelerin kaçınılmaz olduğuna ve bakanlıkların burada ağırlık kazanacağına 2018 ortasından itibaren değiniyoruz. Üstelik Orta Vadeli Programı (OVP)... ve Bütçeyi hazırlama görevi Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (SBB) ile Hazine ve Maliye Bakanlığı'na birlikte verilince, ayrıca SBB Başkanlığına eski Maliye Bakanı Naci Ağbal getirilince, buradaki ilişkinin daha çatışmalı bir nitelik kazanması kaçınılmazdı. Nitekim, dikkatli bir gözlemci olan değerli meslektaşım Prof. Aziz Konukman, gerek OVP (29 Eylül) gerekse 2021 Bütçesinin sunuşunda Naci Ağbal'ın sahnede yer almadığını saptamış ve kamuoyuna açıklamıştı. Demek ki, aralarındaki gerilim sadece son günlerin işi değildi; üstelik sadece kişilerle açıklanamazdı; kurumsal düzenlemede bir sakatlık vardı.

***

Damat bakanın istifa hamlesi ABD'de Trump'ın damadının da aynı günlerde seçimlerin kaybeden tarafında yer almasıyla birlikte düşünülünce, "damatlar erozyonu" olarak da değerlendirilebilir. Ama bunu Erdoğan iktidarının Biden'ın seçilişine erken bir uyum hamlesi olarak değerlendirmek, bugün için zorlama olabilir. İlerleyen zamanda bu yönde kullanılmak istenebilir belki ama doğrusu pek yetersiz kalır; Biden'ın Türkiye'den taleplerinin daha rahatsız edici başlıklarda yoğunlaşması beklenir. 

***

İbretlik bir olay da iktidara iliştirilmiş medyanın durumu oldu. Damadın istifa haberini ancak Pazartesi akşamı sözcü Ö. Çelik'e soru sorup da bu yazının giriş paragrafındaki yanıtı alınca girebildiler. Yürekler acısı bir durumdu ama bu medyanın kolektif perişanlığının kitlelerin gözü önünde sergilenmesi bakımından iyi oldu da denilebilir. Bu arada, madalyonun öbür yüzünde, gerçek gazetecilik yapmayı sürdürebilmenin bile iltifata tâbi bir davranış olduğu bir dönemden geçiliyor olması da hazin bir durumdur; ama biz o gerçek gazetecileri, bu arada özgürlüğüne dün kavuşan sevgili Müyesser Yıldız'ı da kutlamadan geçmeyelim. 

'Gerçekleri halktan saklamak suçtur' anlayışını temsil eden yeni bir görsel yayın organının, soL TV'nin, Sovyet Sosyalist Devriminin 103. ve TKP'nin kuruluşunun 100. yıldönümünde yayın yaşamına başlamasını da ileriye dönük bir kazanım olarak kayda geçirelim. Dayanışma Meclisi'ne bu kanalda her Cuma akşamı saat 20:45'te 45 dakikalık bir yayın kuşağı açılacağını da buradan bir kez daha duyuralım ve soL TV'ye de "yolun açık olsun" diyerek başarılar dileyelim.

-------------

10 Kasım 1938 - 10 Kasım 2020

Mustafa Kemal Atatürk'ü 82 yıl önce bugün yitirdik. 57 yıllık kısa ömrüne o kadar çok şey sığdırmıştı ki, öldüğünde orta yaşlıdan ziyade yaşlı bir insan görünümündeydi. Samsun'a çıktığında yalnızca 38 yaşındaydı ve o zamana kadar savaşmadığı cephe kalmamış gibiydi. Sonraki savaşı ve mücadelesi çok daha anlamlı olacaktı: Kurtuluş Savaşı'nı kazanmak, bağımsızlığı sağlamak ve döneminin toplumsal yapısı bakımından çok cüretkâr devrimci atılımlarla yolunu döşeyeceği yeni bir ulus-devletin kuruluşuna girişmek. İsminin ve manevi mirasının, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yıkılmadan ayakta duracak olması, "benim manevi mirasım bilim ve akıldır" sözünden ayrı düşünülemez.

Oğuz Oyan / SOL

Nutuk neden “soysuz”la başladı? - Kemal Okuyan / SOL

 İşçi ile patronun aynı gemide olduğu yalanının, emek ile sermayenin ortak çıkarlarda uzlaştığı fantezisinin tarihsel dekoru İmparatorluk ile barışan Cumhuriyettir.

Milli Mücadele’nin, önderi tarafından anlatılan öyküsü 19 Mayıs 1919 tarihinde başlar. “Genel durum ve görünüm”dür ilk bölümün adı. 

1927 yılında altı güne yayılır Nutuk’un okunması. Ve o günlerde Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında bulunanlar Mustafa Kemal’in sekiz yıl önce gördüğü manzaranın merkezinde “soysuzlaşan padişah”ın durduğunu anlarlar.

Nutuk’un hemen başında Vahdettin somutluğunda Osmanlı Sarayı’nın yer alması bir rastlantı değildir. Aslında Nutuk’un tamamı, Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin neden aynı zamanda Osmanlı hanedanlığına karşı mücadele anlamına da geldiğini anlatır. 

Sayfalar boyunca neden Saray ile işbirliğine gidilmediğini, Atatürk’ün neden Saray’la işbirliği yapılmasını isteyen, Osmanlı’dan kopuştan korkan yol arkadaşlarını dinlemediğini okursunuz. Osmanlı’yı temsil eden İstanbul’a tavır almanın, meydan okumanın neden zamana yayıldığı, Cumhuriyet fikrinin neden alıştıra alıştıra gündeme sokulduğu da Nutuk’ta anlatılanlar arasındadır.

Osmanlı Sarayı işgalcilerle işbirliği yapmıştır. Bunun tartışılacak tarafı yoktur. Ancak Mustafa Kemal’in bir noktadan sonra bu işbirliğinden memnun olduğu, İstanbul’u diğer tarafa doğru ittirmek istediği de gerçektir.

Gerçektir çünkü Osmanlı düzeni ömrünü tamamlamış, köhneleşmiş, çürümüştür.

Mustafa Kemal’in birçok konuda pragmatik olduğu ortadadır lakin Anadolu’ya yeni bir düzen gerektiği düşüncesinde son derece ilkeli ve kararlı durduğu da açıktır.

Bugün hem iktidar hem muhalefet Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki süreklilik/kopuş diyalektiğini ortadan kaldıran ve imparatorluk ile cumhuriyet arasındaki sınırları tamamen belirsizleştiren bir tarih anlayışını topluma dayatıyor. Konu tek başına AKP’nin temsil ettiği yeni-Osmanlıcı zihniyete indirgenemez. Evet, bugün iktidar bir yandan siyasi alanda yenilgiye uğrattığı laikliği toplumsal alanda da geriletmeye çalışıp bir yandan da fetihçi bir dış politikayı canlı tutarken Osmanlı İmparatorluğu’nu bütünüyle meşrulaştırmak durumunda. Ancak bugün siyaset alanında 1923 Cumhuriyeti’nin Osmanlı’ya karşı kurulduğu gerçeğini inkar etmede neredeyse bir mutabakat varsa bunu tek başına yeni-Osmanlıcılıkla açıklamak olanaklı değil.

Düzen siyasetinin bir bütün olarak İmparatorluk ve Cumhuriyetin hemhal olmasını istemesinin kaynağında “kopuş”un her durumda ve ister istemez Türkiye’de devrim fikrini canlı tutması, ona toplumsal meşruiyet sağlamasıdır. İşçi ile patronun aynı gemide olduğu yalanının, emek ile sermayenin ortak çıkarlarda uzlaştığı fantezisinin tarihsel dekoru İmparatorluk ile barışan Cumhuriyettir.

İmparatorluk ile barışan Cumhuriyet yok hükmünde olur.

Bu tarihi inkar değildir, köksüzlük hiç değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir dinamizme sahip olduğu, tarihsel bir ilerlemeyi temsil ettiği dönemler vardır. Ancak 1918’e gelindiğinde imparatorluklar bir bütün olarak insanlık için ayak bağıdır.

Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’yi aynı zamanda Saray’a (özel olarak Vahdettin değildir buradaki mesele) karşı verdiği gerçeğini unutturmak isteyenler gelişkin bir sınıf aklıyla hareket ediyorlar. Muhalefet partilerinin Osmanlı Hanedanlığından gelen kişilerle teması, imparatorluk yıllarına övgüde AKP ile yarışması bu aklın ürünüdür. İmparatorluk ile Cumhuriyetin içiçe geçirilmesi, bugün kendisi köhneleşmiş bir toplumsal düzenin sigortasıdır.

Ne ki, köhneleşen, zamanını doldurmuş toplumsal düzenlerin kaderinde yıkılmak vardır. Osmanlı yıkıldı, bugünkü sömürü düzeninin Osmanlı’yla kendisini kurtarması mümkün değildir.

Devrim, vadesi dolanın yerine yeni bir hayat kuran büyük toplumsal dönüşümlerdir.

Yüz yıl kadar önce Anadolu’da bir büyük devrime imza atanlara, Mustafa Kemal’e saygıyla… 

Kemal Okuyan / SOL


“Trump Reis”in gidişine sevinsek mi? - Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Yerkürenin dört bir yanında dünya kupası finali izler gibi merakla takip edildi ABD seçimleri. 

Çünkü, küresel hegemonyasını eskisine nazaran bir nebze kaybetmiş olsa da ABD ölçeğindeki emperyalist bir gücün kaptan köşküne kimin oturacağı yalnızca Amerikan halkını değil bütün dünyayı ilgilendiriyor. 

Ekonomik tercihlerinden göçmen politikasına, iklim krizindeki tavrından askeri müdahalelerine kadar birçok konu başlığında ABD siyaseti küresel gündemi belirlemeyi sürdürüyor.

Fakat ABD seçimleri bu sefer daha önce alışık olmadığımız görüntülere sahne oldu. Liberaller tarafından “demokrasinin mabedi” olarak görülen ABD, her türlü demokratik teamülün ayaklar altına alındığı derin bir kamplaşmaya tanıklık etti. Trump ve Biden arasındaki söz düellosunda seviye yerlerdeydi. Şarlatan vaizler, bizdeki cinci hocalar misali Trump’a destek için kendilerinden geçercesine ayinler düzenliyordu. Pandemi nedeniyle zor günler geçiren Amerikalılara Trump’ın seçim rüşveti olarak yardım paketleri ulaştırılıyordu. ABD’nin kalbinde dükkân sahipleri ise olası bir çatışmaya karşı mağazalarını koruma altına alacak kadar endişeliydi. Zira Trump yanlısı silahlı çetelerin sokaklarda terör estireceği korkusu kulaktan kulağa yayılmıştı.

Trump son 4 yılda nasıl başkanlık yaptıysa seçim sürecini de öyle yönetmek istedi. Kaybetme ihtimalinin kuvvetlendiğini fark eden Trump, daha sandıklar kurulmadan seçim sonuçlarını tanımayacağının sinyalini verdi. Seçim öncesinde Trump yanlıları ellerindeki tüm araçları kullanarak Demokratları oy kullanmaktan vazgeçirmeye çalıştı. Hedeflenen ABD kamuoyuna “Trump reis sandıkla gitmez” mesajını kabullendirmekti. Ancak Beyaz Saray’daki hesap “çarşıda” tutmadı, oy kullanan ABD vatandaşlarının sayısında artış yaşandı. Özellikle postayla gönderilen oylarda Biden’a ciddi bir destek çıktı.

Trump erken bir “balkon konuşması” ile “atı alan Üsküdar’ı geçti” demek istediyse de muradına eremedi hatta bu erken zafer ilanı özellikle ABD medyasında ters tepti. Birçok eyalette Trump yanlılarının oyların yeniden sayılması için yaptıkları başvurular delil yetersizliğinden reddedilirken medya seçime hile karıştı diyen Trump’ın açıklamalarını zırva olarak değerlendirdi. Rüzgârın döndüğünü gösteren en önemli kanıtlardan biri Biden’a gelen tebrik mesajlarıydı. Dünyanın dört bir yanında seçim sonuçlarına sevinenler aslında Biden’ın kazanmasına değil Trump’ın kaybetmesine sevinmişlerdi. Yoksa Biden ile ABD emperyalizminin ıslah olmayacağını, sırf kendine başkan yardımcısı olarak siyah bir kadını seçti diye Amerikan devlet politikalarında sömürülen halklar lehine radikal bir değişiklik gerçekleşmeyeceğini aklı başında olan herkes biliyor.

Mahalle kabadayısı üslubuyla Trump, sağ popülist liderler için bir rol modele dönüşmüştü. Daha o seçilmeden önce başka coğrafyalarda iktidara gelen sağ popülistler Trump’tan sonra kendilerini iyiden iyiye güvende hissetmişlerdi. Trump’ın ikinci kez seçilmemesi, yerkürenin farklı yerlerinde muktedir olan sağ popülist liderler için bir domino etkisi yaratabilir. Zira Bolsonaro’dan Orban’a, Duterte’den Erdoğan’a, “Trump tipi” siyaset yapan liderlerin sandıkta “yenilmez” olmadıkları ortaya çıktı. Bu şüphesiz muhalifler için psikolojik bir rahatlama yaratacak.

Bununla birlikte koltuğuna adeta yapışan Trump’ın bir hezimet yaşamadığı da bir başka gerçek. Onlarca skandala ve hataya rağmen 70 milyondan fazla Amerikalının oyunu alabildi. Üstelik pandemide ağır kayıplar yaşanan bölgelerde Trump’a hatırı sayılır oy çıktı. Sonuçlar açıklandığında yaşananların büyük bir komplo olduğuna inanan Amerikalı sayısı da hiç az değildi. Tek başına bu deneyim bile sağ popülist siyasetin öyle kolay kolay ortadan kalkmayacağını bizlere anlatıyor.

Hiç şüphesiz Türkiye’de Trump’ı cansiperane destekleyen iktidar, şimdi Biden yönetimi ile iyi ilişkiler kurmanın yollarını arayacak. Kamera önünde efelenmelere kapalı kapılar ardındaki yeni pazarlıklar eşlik edecek. Atlantik’in karşı tarafından kâh sopa gösterilecek kâh havuç uzatılacak. Ancak bizim asıl üzerine düşünmemiz gereken bu değil. ABD seçimleri gösterdi ki mevcut sistem sağ popülizmin karşısına liberal restorasyon vaadinden başka bir şeyi olmayan siyasi figürleri çıkarmak istiyor. Biden profilindeki siyasetçiler, gerçek anlamda umut oldukları için değil “ehveni şer” olarak görüldükleri için kazanma şansını yakalıyorlar. Halbuki dünya halklarının ABD’de ve her yerde gerçek bir değişime ihtiyacı var.

Türkiye’de muhalefet, bir süredir kendi “Bidenlarını” çıkararak tek adam rejimini dönüştürmeyi düşlüyor. Sermayeyi ürkütmeden, muhafazakârları kızdırmadan, devlet içindeki güçlere “birlikte çalışabiliriz” mesajı vererek iktidar arıyor. Ancak 18 yılı çalınan bir ülkede geniş halk kitlelerinin kurtuluşu “Bidenlar” da değil. Aksine çözüm cesurca sistemi eleştiren, her türlü güç odağını karşısına alabilen, toplumsal muhalefete yaslanabilen sahici bir değişim iradesinde.

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Müyesser Yıldız’ın öğrendiği ‘devlet sırrı’ ne? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Televizyonu açıyorum. Haritalar var. Ellerindeki çubuklarla “şuradan şuraya” diye gösterenler eski asker. Ordunun sınırı nasıl geçtiğini, hangi birliğin nereye gönderildiğini, hangi silahlarla nasıl operasyon yapıldığını anlatıyorlar. Ara ara önlerindeki telefona bakıp, “çok özel” bilgiler veriyorlar. Sahadaki eski silah arkadaşlarının yaşadıklarını kendileri yaşamış gibi hikâyeleştiriyorlar.

Kravatlı emeklilerin olduğu stüdyodan zaman zaman “bölge”ye bağlanılıyor. Başında kask, üstünde koruyucu yelek olan gazetecinin bir silahı eksik. O anlatırken harbe gidenler film şeridi gibi geçiyor. Yüzü görünmedik asker, fotoğrafı çekilmedik arazi aracı kalmamış gibi. Bir zamanlar Zafer Bayramı’nda bile askeri tören yapılmasını “sivil iradeye saygısızlık” sayan medya, şimdi uzaktan eğitimle kısa dönem askerlik yayınına dönmüş!

Sahi ne bu devlet sırrı?

Bugün, aylardır tutuklu olan gazeteci Müyesser Yıldız’ın ilk duruşması var. Yolda bir daha okuyorum. Telefon konuşmalarına dayalı iddianamede, Müyesser Abla’nın ele geçirdiği “devlet sırları”nı merak ediyorum.

17 Aralık 2019 günü saat 18.22’de Müyesser Abla’nın telefonu çalıyor. Arayan davanın tek asker sanığı Astsubay Erdal Baran. Müyesser Abla, “Efendim birader” diye açıyor. Baran alışveriş yapmış, elinde poşetler. Nefes nefese konuşuyor. Müyesser Abla, “Yoksa Suriye’ye mi geçtin” diyor. Baran, “Yok” deyip başlıyor anlatmaya:

Suriye’den gelen elemanım vardı da…

Suriye’den gelmiş asker, arkadaşı olan asker Erdal’a, o da elinde poşetle yürürken Müyesser Abla’ya anlatıyor:

Bu televizyonlarda izlediğimiz, Ruslarla yaptığımız devriyelerin çoğu ‘çakma’ diyor. Yani ‘10-12 kilometrelik devriye güzergâhı belirleniyor, ikinci kilometrede bizim Kirpiler ya çamura batıyor ya arıza yapıyor ya aks kırıyor, çekerek geri getiriyoruz, hiçbirisi gerçek anlamda tamamlanmıyor’ diyor.

Herhalde anladınız. Türk ordusunun Suriye’de Rus askerleriyle yaptığı devriyeler kastediliyor. Okuyunca, “kandırıyor” diyorsunuz. “Çakma olamaz” diye itiraz ediyorsunuz. Uğruna tank palet fabrikasını feda ettiğimiz Katar-Sancak ortaklı BMC’nin ürettiği Kirpiler taş gibidir, öyle zırt pırt çamura batmaz, aks filan kırmaz, arıza yapmaz diye iç geçiriyorsunuz.

Herkesin gözü önündeki ‘gizli’

Fakat Ankara Cumhuriyet Savcılığı benim gibi düşünmüyor.

18 Haziran 2020’de Milli Savunma Bakanlığı’na yazı yazıyor. “Doğru mu bunlar” diye soruyor. İşini ciddiye alarak “aks kırılması”, “çamura batma” gibi detayları dahi yazıyor. Elbette “gizli mi” diye de ekliyor.

Bakanlık 11 Eylül 2020’de yanıt veriyor. Savcılığın özetinden aktaralım:

“(…) Vermiş olduğu bilgilerin doğru olduğu, söz konusu bilgilerin gizlilik derecesinin ‘GİZLİ (1), GİZLİ (2)’ olduğu…

Bakanlık televizyonda herkesin her şeyi konuştuğu günlerde ekliyor:

“(…) Bu bilgilerin kamuoyunda paylaşılmadığının bildirildiği…”

Geçen yazıda eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın uzman görüşünden bahsetmiştim. Yıllarca gizli belgelerle uğraşmış Avcı, görevdeki askerlerin bu devriyeleri raporlamasını ve her askeri dokümana yaptıkları gibi “gizli” notu düşmelerini normal buluyor. Ancak bunun söz konusu belgedeki bilgileri “devlet sırrı” yapmak için yeterli olmadığını da ifade ediyor. Örnek olsun, bütün güvenlik kurumlarında olduğu gibi TSK’de de düzenli “basın özetleri” hazırlanıyor, bunlara da “gizli” damgası vuruluyor. Bu, herkesin gazetelerde okuduğu içerikleri “devlet sırrı” haline getirmiyor.

Avcı raporunda şöyle anlatmış:

Suriye’de rejim güçleri ile muhalif kesimler arasında, Rusya ile yapılan müşterek devriye işlemlerinin devlet gizliliği ile ilgili bir konu olmadığı, devriye olayının uluslararası bir anlaşma/ mutabakata dayanarak yapıldığı, dünya kamuoyuna açıklanmış bir konu olduğu, araç arızası vs. sebeple tam yapılamaması, aksaması, Türk zırhlı araçlarının aks kırması vs. arızaların devlet güvenliğini sarsacak bir konu olmadığı çok açıktır. Müşterek devriyelerin yapıldığı, bazen karşı taraflardan kaynaklanan sebeple devriyenin olmadığı da sık sık verilen haberlerdendir. Söz konusu devriye Suriye’de, rejim güçleri ile muhalif güçlerin gözlerinin önünde Rusya ile birlikte yapılmaktadır. Eğer TSK’ye ait araçların arızalandığı için devriye faaliyetlerinin aksadığı gizli sayılıyorsa, bu olay doğru ise Suriye devleti, muhalif güçler, Rusların gördüğü, bildiği bir olaydır. Herkes görmektedir. Bu olay nasıl devletin gizliliğini ihlal olmuş olur.”

Bunların hepsi yalan!

İddianameyi kapattıktan sonra arama motoruna “Türk-Rus devriye” yazıyorum. Sahiden de medyada geniş yer bulduğu görülüyor. İddianamenin “doğruladığı” kadar açık söylenmese de arıza bilgileriyle de karşılaşıyoruz. Örneğin PYD’nin “ele geçirdik propagandası” yaptığı bir Kirpi videosunun açıklamasını öğreniyoruz. Operasyon sırasında arızalanan Kirpi’yi, askerlerimizin terk etmek zorunda kalması nedeniyle bu üzücü görüntünün oluştuğunu okuyoruz. Ağır silahlardan zırhları sayesinde askerimizi koruyan “Kirpi”nin yanına, “devrildi” yazarsanız sayısız haber görebiliyorsunuz.

Kısacası Müyesser Abla’nın duyduğu, Bakanlığın doğruladığı bilgiler belki içimizi acıtıyor. Belki “Askerlerimize yazık değil mi” dedirtiyor. Belki “sürekli arıza yapan araçlara milletin milyonları ödenerek kimler zengin ediliyor” diye düşündürüyor. Belki “çakma devriye” ifade edilenle kim kandırılıyor, diye isyan ettiriyor.

Ama açık ki bunların “gizli” sayılması ve “doğru” kabul edilmesi başka bir sorun yaratıyor. Öyleyse Mehmetçiği göz göre göre bozuk araçlara bindirenden, arızalı araç satışını gördüğü halde susanlardan, içeride bu bilgileri gizlerken dünyaya “TSK bir devriye yapamıyor” izlenimi yaratanlardan, dahası milletin milyonlarını, bu araçlar iyileştirmeden harcamaya devam edenlerden hesap sorulması gerekmiyor mu? Vatanseverlik bu değil mi? “Doğru” denen bilginin içeriği, Müyesser Yıldız’a yapılan “gizli bilgiyi öğrenmek” ithamından daha ağır bir suç değil mi!

Üstelik…

Müyesser Yıldız, “çakma devriyeler”i ya da “durmadan arızalanan Kirpiler”i yazmış mı? Böyle bir yazı da yok. Nitekim Hanefi Avcı şöyle not etmiş:

TSK birliklerinin veya diğer kamu kurumlarını rencide edecek haber, anlatım ve olayları Müyesser Yıldız’ın yazmadığı, açıklamadığı, başka yerlerde yayımlansın diye hiçbir yere vermediği anlaşılmaktadır. Kendince devletini ve Türk ordusunu zora sokacak hiçbir konuya girmediği görülmektedirBu durum iddia makamınca hiç dikkate alınmamıştır.

Müyesser Abla yazmamış, ama savcı iddianameyle bütün dünyaya açıklamış. Haliyle, iddianame taşıyla başka kuşlar da mı vuruluyor diye düşünüyorum!

İçimden tekrar ediyorum:

İddianamede anlatılanlar yalan! Devriyelerin “çakma” olduğu yalan! Mehmetçiğin araçlarının sürekli bozulduğu yalan! Hiçbir kamu görevlisi vatanına bunun hesabını sormayacak ihaneti yapmaz!

Her şey televizyon stüdyosundaki ak saçlı, emekli maaşlı, kravatlı askerin, cephedeki kasklı gazetecinin anlattığı gibi!

Gerisi yalan, yalan, yalan!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Fernando E. Solanas’ın ardından: Devrimci öfkeye güzelleme - ÇAĞRI KINIKOĞLU / SOL

 Temel tezi geçerliliğini koruyor: onurlu aydının yoksul emekçi halkla kol kola girip değiştireceği o dünyadayız hâlâ. 

Solcu iseniz, sinema ile de ilgiliyseniz, tanışmamanıza olanak yoktur: “Devrimci sinema” veya “politik sinema” denince akla gelen sinemacılardan biriydi Fernando E. Solanas, dostlarının adlandırmasıyla “Pino”… Sinema, siyaset, devrim kelimeleri bir arada kullanılırken hemen akla gelmek, “uçuk kaçık yönetmen” veya “tabu deviren yönetmen” olmak türünden, oluşturulmuş bir imaj ya da marka değeri değildi, bir yaftalama da; bir mücadele sonucu hak edilmiş bir nitelikti.

Hemen söylemeli: Bugün bu nitelik, sahip çıkılması gereken, ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz niteliklerden biridir; sinemacı (sanatçı) kendini memleketine, emekçi halkına karşı sorumlu hissedip, yeteneklerini, becerilerini, birikimini, yıkıcı ve kurucu enerjisini, sanatını, bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek üzere sonuna kadar seferber etmekle mükelleftir…

Sinema tarihi kitaplarında olmayan bu seferber ediştir ve bu seferberlik kerteriz alınmadan sinema tarihi yazılamaz aslında… Yirminci yüzyılın en önemli sinemacıları, bir sürü coğrafyada, o yüzyılın çeşitli evrelerinde, bu düsturla, bu ufukla yola çıkıp sinema sanatına damga vuran eserler ortaya koydular. Solanas’ın, Octavio Getino ile birlikte ürettikleri büyük film, bir belgesel olmanın çok ötesine geçen “Fırınların Saati” de (La Hora de los Hornos, 1968) tam böyle bir filmdi, Latin Amerika’da İkinci Savaş sonrasında yükselen devrimci mücadelelerin bir dışavurumu gibiydi. Onlardan aldığı enerjiyi işleyip misliyle geri yükleyen bir dinamo gibiydi. İzleyicisini, Che’nin yüzüne bakacak cesareti kuşanmaya çağıran bir bildiri gibiydi.

Toplumsal değişim arayışı sinemayı da değiştiriyor

ABD önderliğinde emperyalizm Avrupa ve sosyalist ülkeler dışında tüm dünyaya kan kustururken giderek kendi karşıtını da üretmiş, anti-emperyalist bağımsızlık mücadeleleri, emperyalist sömürüden kurtularak kalkınma, toplumsal adalet ve eşitliğe ulaşma arayışını körüklemişti. Çin Devrimi, Küba Devrimi, Mısır’da, Cezayir’de, Irak’ta, Suriye’de, başka pek çok Ortadoğu, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkesinde yankılanıyor, emperyalist-kapitalist olmayan yol arayışları giderek güçleniyor ve arayışlar sosyalizme yöneliyordu.

Arjantinli Solanas, Getino ile birlikte “Bir Üçüncü Sinemaya Doğru” manifestosunu yazarken, bu siyasal dinamikler ve mücadelelerle birlikte soluk alıp veriyordu. Onurlu aydının, yoksul emekçi halkla kol kola girdiği, siyasallaşıp örgütlenerek, dünyayı değiştirmeye soyunduğu yıllardı. Yazarları, bu çok önemli manifestoyla1, pazarda satılan herhangi bir maldan farkı kalmayan gişe filmi ufkuna da, Marx’ın 11. Tez’de eleştirdiği “dünyayı yorumlamakla yetinen” ve kendini toplumsal mücadelelerden azade gören sinema anlayışına da kökten karşı çıkıyorlar ve bir üçüncü sinema anlayışına duyulan ihtiyacı tespit edip, bu boşluğu doldurmaya soyunuyorlardı.

Solanas’ın, Getino, Sanjines, Rocha, Espinosa, (…) gibi Arjantin’den, Brezilya’dan, Bolivya’dan  Latin Amerikalı yönetmenlerle açtıkları kulvardaki sinema anlayışında şu ortak özellikler dikkat çekiyordu: “i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma, ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşma. Yoksul halka bağlıydılar çünkü ya kendileri de zaten o halkın içinden geliyordu ve zaten yoksulluk ve cefa göz yumulamayacak haldeydi. Emperyalizme dönük öfkeleri, kendi ülkelerindeki işbirlikçilere ve kozmopolit aydınlara kadar uzanıyordu çünkü halkın verili halini şu ya da bu nedenle mazur göstermeye soyunanlar, halkın emekçi karakterli, gelişkin ve topluma maledilebilecek bir kültür yerine dünyaya sermayenin gözlüğüyle bakmasına sebep olanlar, halka en büyük ihanetlerden birini yapıyorlardı. Toplumsal kurtuluş, tüm Latin Amerika'nın kurtuluşu, eşitlik ve özgürlük, ulaşılabilir ve gerçek hedeflerdi.”2

Belgesel sinemaya dönük özel bir ilgiyle üretiyorlardı: Filmleri adeta kendi memleketlerindeki sermaye sınıfını ve emperyalizmi yargılamaya yönelen birer dava dosyası gibiydi; imgesel gücüyle “yüksek sanat”ın duvarlarını topa tutuyordu bu filmler. Başta “Fırınların Saati”, Solanas’ın belgesel filmleri (“anlatılan senin hikâyendir” denilecek kadar, örneğin adeta Türkiye’yi anlatır gibidir), izleyicisine Arjantin’in (emperyalist merkezleri besleyen) bir tarım ve hayvancılık ülkesi olmaya hapsedilişinin, sanayileşme çabalarının nasıl sekteye uğratıldığının, egemen sınıfın kendi ülkesine ve halkına ihanet edişinin, bir toplumun nasıl cehalete ve emperyalist kültüre mahkûm edildiğinin ama bunlara rağmen bir halkın nasıl mücadele etmeye çalıştığının çarpıcı hikâyesini anlatır: Öfkesinden santim geri adım atmayan ve mücadele etmekten heyecan duyan yaratıcı bir ufuktur Solanas’taki.

Saldırıya karşı: önce savunma, sonra 'karşı saldırı'

Üçüncü Sinema, sinema tarihinde benzersiz değil elbette. 20. yüzyıl, farklı coğrafya ve tarihselliklerde, birçok önemli akıma da sahne oldu ve toplumsal değişim arayışı ile taçlandığı ölçüde tarihe geçti bu akımlar.

Toplumsal değişim arayışı ise, öylece değinilip geçilebilecek bir mesele değil. Geriye dönüp baktığımızda, sadece politik değil, pek çok toplumsal pratikte karşılıklarını görüyoruz: Arayış, gerçek ve radikal bir kopuşa yönelmediğinde, bugün artık açıkça söyleyebiliyoruz, politize olup sosyalizme yönelmedikçe, kendisi erozyona uğramakla kalmıyor, ilham verdikleri sıçramıyorsa, onlarda da erozyona yol açıyor. 

Solanas’ın “Fırınların Saati” ile hem sinema tarihinde hem kendi ülkesinde damga vurduğu çıkış, 1980’lerle birlikte, yerini daha melankolik ve kişiselleşmiş bir sinemaya bırakıyor.

Arjantin’de 1950 ve 60’larla birlikte bu kısa değinide giremeyeceğimiz ölçüde çalkantılı politik süreçler, bir tür sosyal demokrasi olan Peronculuk ile ivme kazanıyor ve Solanas kendi politik serüvenini bu sosyal demokrat çizgi ile ittifak ekseninde belirliyor. Memleketine dönük ilgisi ve sevgisi yine bir sorumluluk duygusu ve düşüncesiyle el ele vermiş olmakla birlikte, öncelikle Arjantin’deki sağcı ve emperyalist müdahalelerin yarattığı politik yenilgiler, askeri darbe ve diktatörlük dönemleri, melankoliye daha fazla alan açıyor. 1980’lerde yönetmenliğini yaptığı oyunculu / kurmaca filmler, toplumsal - politik süreçlerin kişisel izdüşümlerinin peşine düşüyor. Her biri oyunculu filmler olan “Tangolar” (El Exilio del gardel: Tangos, 1985), “Güney” (Sur, 1988), “Yolculuk” (El Viaje, 1992) ve “Bulut” (La Nube, 1998) filmlerinde, çarpıcı sahneler, ilginç fikirler, etkileyici müzikal yaklaşımlarla yüklü, yine önemli ve izlemeye değer işlere imza atıyor, düştüğümüz melankolikleşme ve kişiselleşme kayıtlarını akılda tutarak izlemek kaydıyla. Bu melankoli ve kişiselleşmeye, “Fırınların Saati”nden bildiğimiz ve bizi çarpan o sermaye sınıfına öfke yerine bir tür demokratikleşme özlemi de renk çalıyor. 

Oyunculu filmlerin ardından, yine belgesellere yöneliyor Solanas. “Yağma Anıları” (Memoria del Saqueo, 2004), “Hiç Kimselerin Onuru” (La Dignidad de los Nadies, 2005) ve “Uykudaki Arjantin” (Argentine Latante, 2007) filmleriyle yine Arjantin’in yağmalanışının tarihinin güncel boyutlarına bakıyor. Manzaralar sunduğu yıkım ve halka ödetilen bedeller, 1960’lardaki derinlik ve canlılıkla olmasa da izleyiciyi yine bir öfkenin ve mücadele gereksiniminin eşiğine getiriyor.

Sonsöz yerine: Bir teşekkür ve bir iddia

Başta vurguladığımız noktaya geri dönerek bitirelim: Kavramların kendisi tartışma götürse de, politik sinema / devrimci sinema dendiğinde akla ilk geliveren isimlerden biriydi, demiştim Solanas için… 1968’in “Fırınların Saati”nin üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmişken, izlemeyeni artık hiç de az değildir. Dünya değişiyor, kuşaklar değişiyor ve izlenecek bir sürü şey arasında, Solanas’a sıra gelmiyordur herhalde… Oysa bir başka açıdan baktığımızda, Solanas izlemenin tam sırası! “Fırınların Saati”yle başlayıp oyunculu filmlerine ve 21. yüzyılın ilk on yılına baktığı belgesellerine yönelmek gerekiyor: Düşülen hataları tekrarlamamak, bir mücadele tarihini selamlamak ve mutlaka ama mutlaka emperyalizme ve sermaye düzenine öfkemizi kuşanmak için.

Teşekkürler “Pino”, aynasında kimi açılardan kendimizi de göreceğimiz bir tarihi, bir süreci belgelediğin ve ilham verdiğin için. Temel teziniz geçerliliğini koruyor: onurlu aydının yoksul emekçi halkla kol kola girip değiştireceği o dünyadayız hâlâ. 

Bir farkla: Değiştirilmezse tükenecek – o yüzden mutlaka değiştirilecek!


ÇAĞRI KINIKOĞLU / SOL

  • 1.Bu manifestonun tamamı Türkçe’de ilk kez 2002 yılında Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında Bülent Görücü çevirisiyle yayınlanmıştı.
  • 2.Kısaca özetleyebilmek için soL’da yayınlanan başka bir yazı için yazdığım notlardan aynen aldım.

Cehalet bilimi cehaletin bilimi (I-II-III) - Özdemir İnce / Cumhuriyet

(ı)

Aşağıda okuyacağınız haber sanırım sadece Cumhuriyet gazetemizin 25 Ekim 2020 tarihli sayısında Sefa Uyar imzasıyla yayımlandı:

***

Kütahya Dumlupmar Üniversitesi’nin (DPÜ) ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açılışına video mesaj gönderdiği 4. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi’nde bilimsel gelişmeler hedef alındı. Kongrenin destekçileri arasında Diyanet İşleri Başkanlığı, TÜGVA, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti ile tarikat ve cemaat bağlantılı olduğu belirtilen Hayrat Vakfı ve Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı gibi kuruluşlar yer aldı. Kongrede ‘Kuranıkerim’e göre yeni embriyoloji tarihi’, ‘Hadid Suresi, 25. ayetin biyokimyasal tefsiri’, ‘Said Nursi’nin evrim düşüncesine karşı yazılmış ilk görüşleri’ ve ‘Risale-i Nur’da insanın hayvaniyeti meselesi’ gibi bildiriler sunuldu.

***

İslamcıların büyük âlimi (!) Said Nursi ile her zaman  ilgilendim ve hakkında epeyce yazı yazdım. Birkaç yazı sürecek bu dizisinin ilk yazısı olarak Said Nursi’nin bir portresini bilginize sunuyorum. Yazı 9 Nisan 2008 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayımlanmıştı.

***

Mehdi yaratma sanatı ve kullanım klavuzu

 Said Nursi’nin çınar ağacına elde çay bardağı sokakta yürür gibi çıkığına inanan büyük bir kara kalabalık var bu ülkede. Bu gerçek mucizeyi (!) Mustafa Yıldırım’ın “Meczup Yaratmak” (Ulus Dağı Yayınları, S.119) kitabından öğreniyoruz. Mustafa Yıldırım da bu peygamber mucizesini Bediüzzaman’ın şakirtlerinden Süleyman Şahiner’in “Hatıralarda Bediüzzaman” (S.188) adlı menkıbeler kitabından aktarmış.

Haydi gelin bu ortamda demokrasiden, özgürlüklerden ve insan haklarından konuşalım, isterseniz. Böyle bir ortamda yetişen babayiğitler elbette seçimlerde aldıkları oyu hukuk devletini çiğnemek için kullanacaklardır. Yargı karşısında kendilerini Kuran ayetleriyle savunacaklardır.

***

Mustafa Yıldırım’ın kitabını ağzım bir karış açık, hayretler içinde okuyorum: Said Nursi’nin (Kürdi) kendi ağzından yazılan özyaşamöyküsünde, yirmi yıllık eğitimi üç ayda tamamladığını söylemektedir. (S.11) Said Nursi beş günde inorganik kimyayı öğrenip ve bir öğretmeni yenmiştir. Prof.Dr. Şerif Mardin, Said Nursi’nin bir cebir kitabı yazmış olduğunu ileri sürer (S.20); ancak Süleyman Şahiner ortada olmayan kitabın bir yangında yok olduğunu belirtir.

Said Nursi kendi ağzından yazılan kitapta tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe ilimlerinin esaslarını elde etmiştir. Nasıl elde etmiştir belli değil! Kendi iddiasına göre 80-90 kitabı üç ayda ezberlemiştir. Said Nursi her ezberden sonra bir öğretmenle karşılaşır ve münazarada onu yener(!).

***

Said Nursi (Kürdi), bir İslamcılık ve Kürtçülük militanıdır. İslamcılar ona “Nursi” Kürtçüler ise “Kürdi” derler. Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından, Şeyh Said ve isyanının destekçilerindendir. Kurduğu ve Nurculuk olarak bilenen İslami-Kürdi hareket 1950’den itibaren bir kanser gibi Türkiye’yi sarmaya başlamış ve Fethullahçılık olarak bilinen “Yeni Nurculuk” ile dünyaya açılmıştır. Şu anda ülkeyi kanser gibi kemirmektedir!

Okuma yazma bilmediğini ileri süren ve kitaplarını şakirtlerine söyleyerek yazdıran Said Nursi’nin, okuduklarımdan öğrendiğime göre, bir peygamber yöntemi kullandığını söyleyebilirim. Rüyalar görmekte, açıkça söylemese de rüyalarında Allah ile konuştuğunu ileri sürmektedir; Hz. Muhammed sık sık rüyalarına girer ve talimatlar verir.

İki düş görerek önemli görevler üstlenen Said-i Kürdi, kendi anlatımına göre ilk kerametini de Bitlis yolunda gösterir: Elleri kelepçelidir. Abdest almak ister. Ancak kelepçeler kendiliğinden açılır.” (S.19)

***

Said Nursi mehdilik, peygamberlik iddiasındadır. Bu imalat ve inşaatı bizzat kendisi yönetmiş ve kendisine Cemal KutayNecmettin ŞahinerRohat ve Prof.Dr. Şerif Mardin kitaplarıyla kalfalık etmişlerdir. Fethullah Gülen de Said Nursi yöntemi kullanmakta ve adım adım onu taklit etmektedir. ABD’nin önderliğinde Kemalizm, komünizm ve masonluka karşı cihat açmış olan yapıntı Said Nursi’nin başarılı olmadığını kimse söyleyemez. ABD, kendisi tarafından yazılmış olan bir kullanım kılavuzuna uygun olarak Said Nursi’yi kullanmış, şimdi onun bir klonu olan Fethullah Gülen’i tepe tepe kullanmaktadır.

(II) 

İlk yazımda sözünü ettiğim ve Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nin (DPÜ) ev sahipliğinde yapılan kongreye 33 üniversiteden akademisyenler, “Yaratıcıyı Tanıma ve Anlama”, “Fen Bilimleri Işığında Yaratılış” ve “Ders Kitapları Müfredatı ve Yaratılış” gibi 7 başlık altında toplam 85 bildiri ile katılmış. Sunulan bildiri başlıkları arasında ise şunlar yer alıyor: “Tek yumurta ikizleri ve yapışık ikizler evrimi reddediyor. Biyokimyasal ve fizyolojik denge, evrimsel süreçleri reddediyor. Böceklerdeki başkalaşım devreleri, bir yaratıcının sanat eseridir. Risale-i Nur bakış açısıyla kâinatta sıra dışı kanunlar penceresinden yaratılış ve yaratıcıyı tanıma. Said Nursi’nin evrim düşüncesine karşı yazılmış ilk görüşleri. Fen bilimleri ders kitabının yaratılış görüşü açısından incelenmesi. Evrim teorisine Esma-i Hüsna açısından bakış. Kuranıkerim’e göre yeni embriyoloji tarihi. Hadid Suresi, 25. ayetin biyokimyasal tefsiri. Risale-i Nur’da insanın hayvaniyeti meselesi. İbn-i Sina ve Bediüzzaman Said Nursi’de yaratmada melek-tabiat ilişkisi.

***

Sunulan bildirilerden anlaşıldığına göre adı geçen kongrenin yıldızı İslamcı âleminin allame-i cihanı Said Nursi. Bu nedenle, adı geçen şahısla ilgili ve 14 Ocak 2011 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir başka yazıyı bilginize sunuyorum.

***

9 Nisan 2008 günü, Mustafa Yıldırım’ın “Meczup Yaratmak” (Ulus Dağı Yayınları) adlı kitabına dzayanarak, “Mehdi Yaratma Sanatı ve Kullanım Kılavuzu” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Amacım, Said Nursi olayının gerisindeki hurafelere ve safsatalara dikkatleri çekmekti. Yazı, Nurcuları öfkelendirip telaşlandırdı. Telaşlanmanın gereği yoktu aslında: Olan olmuş, bu safsatayı (“efsane” demiyorum) artık tersine çevirmek olanaksız.

Safsataya dayanak olarak, yazımda birkaç örnek göstermiştim:

“İki düş görerek önemli görevler üstlenen Said-i Kürdi, kendi anlatımına göre ilk kerametini Bitlis yolunda gösterir: Elleri kelepçelidir. Abdest almak ister kelepçeler kendiliğinden açılır (S.19).”

***

Saidi Nursi safsatasının mimarlarından Necmettin Şahiner’in “Hatıralarda Bediüzzaman” adlı göz boyama kitabını bulup okuyamadım. Kitapta, Said Nursi’nin elinde çay bardağı ile Barla’daki evinin önündeki çınar ağacına ellerini kullanmadan çıktığı yazıyormuş. Ama bir başka mehdi ya da meczup yaratma kitabını okudum yazarın: “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi” (Nesil Yayınları. 58 baskı).

Kitapta yer alan safsatalardan örnekler:

- Kürdistan Devleti kurmayı kabul etmez. (S. 221)

- 1921 yılında, “Ya rabbi senin askerin çoktur. Bu melunlara fırsat verme” diye yakarır. Bu yakarı üzerine bir maymun Yunan kralını ısırarak öldürür. (S. 228) 

- Gemici Mehmet keklik avlamak ister. Said Nursi engel olur. Bunun üzerine bir keklik sürüsü saatlerce başlarının üzerinden ayrılmaz. Şükran mahiyetinde! (S. 279) 

- Savcılar mahpushane damında olması gereken Bediüzzaman’ı çarşıda pazarda dolaşırken görürler. Ama o hem hapishanede yatmakta hem de çarşıda pazarda dolaşmaktadır. Aynı anda iki yerde birden olabilmektedir (S. 313, 336). 

- “Eskişehir hapsinde tifo aşısı diye sol meme üzerinden zehir şırınga ediyorlar. Vücut zehiri tecrit ediyor. Orası sertleşmiş kalmıştı. Zamanla zehir yavaş yavaş balmumu şeklini almış, bir defasında da kopmuştu. Parçasını ayırmış, saklamış. Bir gün ziyaretine gittiğimde ‘Bak’ dedi. O parçayı sol göğsünün üzerinde çukurluğa koyuyor. Tam oraya koyuyor. Zehirlediklerini ispat ediyor.” (S.352)

***

Bu türden safsataların tanıkları nedense hep doktorlar, yüzbaşılar, albaylar, binbaşılar oluyor. 

Said Nursi tam anlamıyla bir megaloman ve mitoman. Valileri, kaymakamları, devlet görevlilerini durmadan paylıyor. Örneğin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a “Bu sarık bu başla beraber çıkar!” (S. 336) diye meydan okur. Ancak meydan okumalarının, mucize gösterilerinin kendisinden başka tanığı yoktur. Bütün mucizeler ve kabadayılık gösterileri kendi sözlerine dayanır. Düşlerinde geleceği görür, düşlerinde Allah ve Peygamberi ile konuşur. İster inan ister inanma! Ben ne yazarsam yazayım, mürekkep yalamışlar, diplomalılar da aralarında olmak üzere ona birçok inanan var. 

Anladığım kadarıyla “Hür Adam” filmi Cemal Kutay, Necmettin Şahiner, Rohat ve Şerif Mardin gibi safsata tüccarlarının kitaplarına dayanıyor.

(III)

Bundan önceki iki yazımda sözünü ettiğim ve Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nin (DPÜ) ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve 33 üniversiteden akademisyenlerin katıldığı “Cehalet Bilimi Kurultayı”nda şenlik devam ediyor.

Zamane şeyhülislamı Ali Erbaş da kongreye video konferans ile mesaj göndermiş, “İslamın ‘yaratılış’ fikrine karşı alternatif bir varoluş modeli iddiasıyla ortaya çıkan, bilimsel bir realite gibi kabul edilip sıkça gündeme getirilen her türlü düşünce ve ideoloji tepkiseldir, rasyonel açıdan da problemlidir” ifadelerini kullanmış.

***

İslamın tek başına bir “yaratılış” inancı (“fikri” değil) yoktur. Tektanrıcı üç dinin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslam) ortak bir yaratılış efsanesi vardır. Sırasıyla Tevrat’tan İncil’e, İncil’den de Kuran’a geçmiştir. Buna göre: Varlığı kabul edilen Tanrı, insanı tasarlamış ve yaratmıştır. Bu üç dinden önceki inanç biçimlerinde de bunun benzeri tasarımlar vardır.

Tek tanrı ve ondan önceki tanrılar yarattıkları insanın kafasının içine akıl koymayı ihmal etmemiştir. İnsanın düşünmesini istemişlerdir. Zaten beyni olan bütün yaratıklar şu ya da bu şekilde kendilerine göre düşünürler.

***

Zamane şeyhülislamı Bay Erbaş, rasyonel açıdan sorunlu ve tepkisel bulduğu düşünce diye “evrim”i işaret etmekte. Oysa bunu tartışmanın gereği bile kalmadı: Artık evrime dayanmayan hiçbir bilimsel düşünce ve teknoloji yok.

Bilim ve “Evrim” Tanrı’nın varlığını, evrenin, dünyanın ve insanın varoluş tarzını tartışmaz, kendi işine bakar. Tanrı ve işleri felsefenin tartışma alanına girer.

Bilim, dini, din adamlarının işini, eylemini, düşüncesini hasım haline getirmez, Bay Erbaş’ın derdi ne?

Paleontoloji (Taşbilimi), binlerce metre yükseklikteki taş katmanlarında deniz hayvanlarının fosillerinin işi ne diye sorsa cevap verebilir mi? İslamın da kabul ettiği Tevrat’a göre Tanrı, birinci gün yeri ve göğü, beşinci gün ise deniz canlılarını yarattı. Birinci gün yaratılan dağlarda, beşinci gün yaratılan deniz canlılarının (fosillerinin) işi ne? Bu soruya nasıl cevap verebilir? Ama kibar paleontoloji bilim cahillerine böyle bir soru sormaz. Ama varsayın ki sordu, cevabı ne?

***

Bayanlar ve baylar! Din inançtan, bilim ise gerçeklerden doğmuştur ve her iki dünya birbiriyle rekabet halinde değildir. Bilimin inançla rekabet halinde olmadığı ve dine saygılı davrandığı kesin, din de bilime düşman değil ama din adamları başından bu yana bilime ve bilimciye düşman. Bunun nedeni siyasetin yanında iktidar ve ekmek kavgası. Buna karşın Vatikan’daki Papalık Bilim Akademisi’nde bir konuşma yapan Papa Francesco şunları söylüyor:

***

Bugün dünyanın kökeninin dayandırıldığı ‘Büyük Patlama (Big Bang)’, ilahi bir yaratıcının müdahalesi fikriyle çelişmiyor, aksine bunu gerekli kılıyor. Doğanın evrimi, yaratılış kavramına ters düşmüyor, çünkü evrim teorisi de evrimleşen varlıkların yaratılmış olmaları önkoşulunu gerektiriyor. Yaradılış hikâyelerini okuduğumuzda Tanrı’yı elinde sihirli değneği olan ve her şeyi yapabilen bir büyücü gibi hayal etme yanılgısına düşebiliyoruz. Ama öyle değil. Tanrı varlıkları yarattı ve onları kendisi tarafından her birine bahşedilen kurallar çerçevesinde gelişmeye açık halde bıraktı, gelişmeleri ve kendi bütünlüklerine erişmeleri için. Yaratılış süreci bu şekilde yüzlerce, binlerce yıl içinde ilerledi ve sonunda bizim bugün bildiğimiz haline ulaştı.

***

Papa kendi inancı bağlamında evrim gerçeğiyle uzlaşıyor. Bilim de konuşuyor ve “Modern disiplinler de geçmişi anlamamıza yardım ediyor artık. Biyologlar kromozomları konuşturarak genlerimizin derinliklerinde geçmişin yerleşik düzeninin izlerini buluyor; fizikçiler büyük parçacık hızlandırıcıları ile bir kaya parçası üzerinde bulunan birkaç boya atomundan onun yapılış tarihini saptayabiliyor; dilbilimciler konuşulan diyalektlerin soyağacını hazırlayabiliyor; etnologlar, yeryüzü kültürlerindeki eski inanış ve jestlerin anlamlarını çözebiliyorlar... Sonra botanikçiler, nöropsikologlar, zoologlar ve hatta sanatçılar, hepsi adeta kökenlerimizle ilgili yeni bir bilgi ortaya koymak için yarışıyor”(*) diyor.

***

Bay Ali Erbaş’a gelince, safsatayla safsatalaşıyor!..

Özdemir İnce / Cumhuriyet

(*) İnsanın En Güzel Tarihi, İş Bankası Yayınları, 2009, s.9.

Seçim değil, Trump için referandum - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

Bu yazıyı yazdığım sırada Amerika’da 3 Kasım’da yapılan seçimleri Demokratik Partili Başkan adayı Joe Biden’ın kazandığı duyuruldu. 

Birkaç eyalette oy sayımı sürüyor ama Biden, Donald Trump’ı Pennsylvania’da da yenince seçimin galibi oldu. 

Trump ise çıldırmış durumda; sürekli asılsız iddialarda bulunup tweet atıyor. Twitter onun tweet’lerini siliyor, uyarı etiketi koyuyor.

Cumhuriyetçiler oy sayımının durdurulması için dava açtı. Eyalet mahkemeleri başvuruları reddedince, Trump, Yüksek Mahkeme’nin müdahale etmesi için çağrı yaptı. Georgia’da oyların yeniden sayımı kabul edildi.

Sokağa taşan protesto gösterilerinde şiddet olayları yaşanıyor. Mağaza ve dükkân sahipleri korkudan vitrinlerini tahta ile kapladı. Ülkede tam bir kaos hâkim.

Bu olanları tahmin etmek zor değildi. Trump, posta yoluyla kullanılan oyları kabul etmeyeceğini aylar önceden belli etmişti. Kaybetmediğine dair akla yatkın bir senaryo kurgulamaya çalıştığı açıktı.

Sonuçta özgün bir senaryo yazmadı. Günlerdir sandıktan çıkacak sonucu değiştirmek için asılsız iddialarla kurumlara baskı yapıyor. Kriz çıkarma yoluyla sonucu tersine çevirmeye çalışıyor. 

Tanıdık geldi değil mi? Trump, Türkiye’de AKP iktidarının defalarca başvurduğu yöntemi uyguluyor!

Gelecek günlerde ne olacağı tam olarak bilinmez ama kesin olan şu: Yeni başkanın yemin ederek görevi üstleneceği 20 Ocak 2021’e kadar yaklaşık 10 haftalık sürenin epeyce tartışmalı geçeceği anlaşılıyor.

Ama bu arada bazı saptamalar yapılabilir.

***

ABD’deki başkanlık yarışı, iki adayın öne çıktığı bir seçim gibi görünse de aslında Trump için bir “referandumdu”. Biden’a oy verenler, onu beğendiklerinden değil, Trump’ın başkan olmaması için oy verdi. 

Nedeni ne olursa olsun, bu oylamada Trump gibi sağ popülist politikaları savunan ve insan hayatını hiçe sayan bir ırkçının, cinsiyetçi bir zorbanın, beyaz köktendinci Hıristiyanların temsilcisinin başarısız olması, kuşkusuz iyidir. Bu konuda hiç şüphe yok. 

Ancak Türkiye’de medyada aniden türeyen Biden hayranlığını görünce de insan afallıyor. Trump ya da Trumpizm karşıtlığı, benim için, otomatik olarak Biden yandaşlığı anlamına gelmez, gelemez. 

Çünkü daha önce birçok kez yazdığım gibi, Biden, Wall Street ile derin ilişkileri olan, kurulu düzenin ve neoliberal politikaların temsilcisi bir politikacı. 

Amerika’da 1994 Suç Yasası, aynı zamanda Biden Suç Yasası diye anılır. Neden? Giderek sertleşen polis devleti uygulamalarını, hapishanelerdeki tutuklu sayısını ve mahkûmiyet süresini artıran yasayı o zaman Delaware Senatörü olan Joe Biden hazırladı.

2009’daki ekonomik krizde Amerikan ekonomisini kurtarma operasyonunu yürüten Biden’dı ve kurtarılan, ezilen vatandaşlar değil, Trump’ın da içinde yer aldığı oligarklardı.

Biden, Demokratik Parti’nin şahin kanadında yer alan bir politikacı olarak Irak, Libya ve Suriye’de savaşı destekledi. Bunlara ek olarak Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken başkan yardımcısıydı. 

Ayrıca “Türkiye Ilımlı İslam projesinin model ülkesi” olarak Obama tarafından öne çıkarılırken onun yanıbaşındaydı. 

Geçen aylarda medyaya düşen The New York Times röportaj videosu da aklımda… 

***

Trump gibi nefret söylemleri yayan bir ırkçı, hak ettiği yanıtı halktan almalı. Bunu söylerken Biden’ı coşkuyla kucaklayanlardan olmak durumunda da değilim. 

ABD’de var olan ırkçı hapishane-sanayi kompleksi, bugüne kadar kurulu düzenle sorunu olmayan Demokratlar’ın döneminde de güçlendirildi. ABD, bu yüzden nicedir bir oligarşi… 

İnsanlara kötüler arasında seçim yaptırılan bu sistem, en şeytani olanın oylandığı bir referanduma dönüşürken, daha az şeytani olanı aklıyor. Mantıksızlık Çağı’ndaki seçimler her yerde halklara bunu dayatıyor. Rahatsızlığım bu noktada. 

Sonuç olarak şöyle bitireyim yazıyı: Trump gitsin, bu beladan kurtulalım!

Ve ekliyorum: Ama bu dünyaya esaslı bir devrim gerek! 

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

Gerçek inatçıdır ve kazanır! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Bugünlerde “Hitler’in Kariyeri” adlı bir belgesel izledim. Nazi Almanyası’yla ilgili izlediğim pek çok belgeselden oldukça farklıydı. 

Toplama kamplarından daha çok, Hitler ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası nasıl yükseldiğini anlatıyordu.

Dünyanın her yerinden elde edilen filmlerden oluşan belgeselde, Avrupa’nın en entelektüel ve komünist rejime en yakın ülkesinde nasıl oluyor da Nazi partisi iktidarı ele geçirip sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyayı elli milyon insanın öldüğü bir vahşete sürüklediği sorusuna yanıt aranıyordu. Nazi iktidarın propaganda bakanı Goebbels’in milyonlarca sıradan insanları ustalıkla yönettiği bir alan vardı: Algı yönetimi. Gece meşale ateşiyle stadyumlarda binlerce gencin çizdiği gamalı haçlar ve binlerce kadının bir müzik ilahı gibi Hitler’e dokunmak için çırpındığı sahneler dehşet vericiydi ama aynı zamanda görkemliydi. Neden bu filmi anlatıyorum, bu görkemin, bu gösterilerin arasında gizlenen bir gerçek vardı. Toplama kampları, Yahudi ve muhaliflerin kıyımı, ilerleyen zamanlarda Afrika’da, Sovyetler Birliği’nde, İngiltere yarımadasında ağır bir hezimete uğrayan Nazi ordusunun yok oluşu. Sonlara doğru Hitler başta olmak üzere tüm Nazi iktidarı gerçeklik duygusunu yitirmişti. Ve gerçek her zamanki gibi kazandı. 

Gerçeklik duygusundan uzaklaşmak iktidarların başına gelen en büyük belalardan biridir. Çünkü gerçek er ya da geç ortaya çıkar. Şimdi günümüze dönelim, bence iktidarın gerçeklik duygusunu tamamen yitirdiğini gösteren pek çok olay yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı, Malatya’da bir esnafın “Eve ekmek götüremiyoruz” feryadına, elinde tek içimlik çay paketi şöyle yanıt verdi: “Bu bana abartı geldi, al bir keyif çayı iç.” Bir hafta önce de iktidarın birinci ortağı Devlet Bahçeli, “Askıda Ekmek” kampanyası başlatmıştı. Şimdi “eve ekmek götürememek” sadece ekmekle ilgili değildir, “eve ekmek götürememek” bir halk deyimidir ve o insanın, yaşamın kıyısında durduğunu ve umutsuzluğunu belirtir. İşte gerçek böyledir, en umulmadık bir anda inatla kendini gösterir. Ülke nüfusunun yüzde 15’i açlık sınırında yaşamaktadır. Büyük büyük laflardan öte, ülkemizin şu anda içinde bulunduğu durum budur. Cumhurbaşkanımızın çevresindeki kadro, ne yazık ki ya böyle bir gerçeği ona anlatmıyor ya da Cumhurbaşkanı ve Saray çevresi gerçeklik olgusunu yitirdi. Yani ülkedeki yurttaşların bir eli yağda bir eli balda sanıyorlar.

Ama ne dedik, gerçek inatçıdır ve neyse ki Goebbels gibi bir propaganda bakanımız yok. Çünkü algı değiştirmek de bilgi ve vizyon ister. Şimdi gelelim şu Fransız mallarını boykot etmeye. Arkadaş, radikal İslam militanları Fransa’da kelle kesiyorlar, sen Fransız mallarını boykot etmeye çağırıyorsun. Kim neyi boykot edecek, kaç kişinin evinde Fransız malı var? Gerçek işte böyle zamanları bekler. Cumhurbaşkanı’nın uçakları, Boeing Fransız malıdır, gerçek der ki “Önce sen bunlardan kurtul!” Bu arada first lady’nin çantalarına göz dikenler olur. First lady, Fransız marka çantalara düşkündür. Millet gözünü dikmiş, Saray’a bakıyor, first lady çantalarını ne zaman yakacak? Hemen gerçeğin inatçılığını bilmeyen bir kadın gazeteci Hande Fırat kendini ateşe atıyor ve first lady’nin çantalarının çakma olduğunu söylüyor. Yapmayın, biraz daha akıllı olun. Bazen sessiz kalmak iyidir. Burada kadın gazeteci adeta bir ihbar yapıyor, çünkü markalar çakma çantalarının peşindedir. Alanın da satanın da cezası var. Ayrıca bu çakma marka çantalar özellikle de Fransız gümrüğünde inceleniyor, markaların gizli ipuçları var. Çanta çakmaysa epey bir para cezası ödüyorsunuz ve çantanıza el konuluyor. 

Hiçbir biçimde üstü örtülmeyen bir gerçek de Türk parasının dolar, Avro, sterlin karşısında değer kaybetmesi. İstediğiniz kadar ülkenin geliştiğini söyleyin, gerçek der ki 40 yıl önce kendi aşısını kendi yapan bir ülkede aşı yapma işini bırakırsanız ve paranız sürekli değer kaybederse boşuna grip aşısı, zatürree aşısı beklemeyin. Aşı yapan ülkeler, bizim babamızın uşağı değil. Bedava vermezler. Tabii bu işin hemen karaborsası işbaşında, ben zatürree aşısını karaborsadan aldım. İlaç konusunda bu daha başlangıç, Maliye Bakanı’nın “Burası çok önemli” nutukları aşı yerine geçmiyor. Bence Maliye Bakanı gerçeklik duygusunu ileri derecede yitirdi. Ve doları olanları acayip zengin etti. Ama o zengin olanlar yetmez, ülkenin nüfusu 80 milyon. 

Bu yazımı depremden önce yazmıştım, araya deprem girdi ve gerçek tüm çıplaklığıyla bir kez daha ortaya çıktı. Kendi kıymetli mensuplarına havuzlu dinlenme evi yapan Kızılay pul oldu, tarikatlar sustular ve bakanlar cebinde ekmek almak için parası olmayanları azarlayıp duruyor, “Güvenli evlerde oturun!” diye. Nazi Almanyası ve Goebbels bile gerçeği örtememiş, üç kuruşluk akılla siz hiç örtemezsiniz. İşçi tazminatları ve emekli paraları tehlikede, söylemiş olayım. 

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...