Şımara şımara sapmak - Aydemir Güler / SOL

Bugün Marksizm adına Bidencılık, bugün emekçileri düzenin içinde bütün muhaliflerle beraber iş yapmaya çağırmak, sapmalar tarihinin şımarıklık doruğudur. 

“İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” oylamasını nasıl bilirsiniz? 

Bilmiyorsanız ben söyleyeyim. 16 koltuğun boş bulunduğu 600 üyeli Meclisimizde bu yasa önerisi 215 oyla kabul edildi!

Yarıdan hayli az; demek ki iktidar ve destekçisi kalabalık, o gün oylamada tam kadro bulunmaya gerek duymamış. Reddedenlerin sayısı iktidar partilerinin öngörüsünü haklı çıkartıyor, çünkü o gün meclise teşrif edip ret oyu veren vekil sayısı 34 olarak kayıtlara geçmiş! Yazıyla otuz dört. Dağılımıyla 21 CHP, 8 İyi Parti, 5 HDP… 

Vekilleri anlayışla karşılayabiliriz. Gitseler bir şey mi değişecekti? Hayır. Bu durumda ailesiyle ilgilenmeyi veya oylama gününü boş zaman olarak değerlendirmeyi tercih edenler bile mazeret niyetine “daha önemli işim vardı” diyebilirler. Yalan mı olur? Yine hayır. 

Meclisin değeri Türkiye’de bu kadardır. Hani şu sorunların çözümünün seçim yoluyla havale edildiği Meclisten söz ediyorum. Meclisin değerini milletvekili maaş ve olanaklarıyla karşılaştırılmaya kalkmayacağım. Karşı tepede paranın oluk oluk akıtıldığı sağ popülizmin Sarayı varken birkaç yüz vekile yapılan harcamanın lafı mı olur! Üstelik bu vekillerin tam 34’ü işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda oy vermişken…

***

Hey allahım, ben yine neler yazıyorum! Yoksa Meclisteki muhalefeti o bildik sekterliğimizle hafife mi alıyorum? Aynı kafa devam mı ediyor?

Biden seçim kazanırken kalkıp ona oy verenler içinde ondan öte hedefleri olanların ulunduğunu ihmal mi ediyorum? Sağ popülist diktatörlere karşı liberal demokrasiyi değil sosyalizmi alternatif görüyorum diye, liberal demokrasiye hayırhah bakanların hepsiyle birlikte çalışıp bir şeyler yapma imkanını kestirmeden yok mu sayıyorum? 

Hele Sovyet sonrası dünyada bu türden, yolunu şaşırmış kitleleri çağırabileceğimiz bir başka adres de kalmamışken, niye böyle ukalalık ediyoruz ki… 

Gerçekten de dünyanın böylesine değişmiş olduğunun ayırdında olsaydık, Meclise kim girmiş kim çıkmış ilgilenmezdik…

***

Ama ne gam. Türkiye’de ilk defa olmuyor ki. Marksizm adına ilk defa “koşullar değişti, değişimi göz önüne almalıyız, yeni düşüncelere ihtiyaç var” denilmiyor. İlk defa birileri sağ sapmanın yolunu yapmıyor. Her zaman sağa şımara şımara sapılır; bu ilk kez yaşanmıyor. 

Lakin şimdi rekor yeniden kırılacakmış gibi görünüyor. Zira bu seferki değişim lanse edildiği gibi hiç de sosyal devlet, refah toplumu, halk yararına kimi ilerlemeler vs anlamına gelmiyor.

Biden’ın zaferini yalnızca ABD siyasetinde Cumhuriyetçi ve Demokratları birleştiren sürekliliğe işaret ederek eleştirmek yetmez. Trump döneminin “içe dönme” jargonu Biden tarafından belli ki terk edilecek. Kimse ABD’den demagojik de olsa asker azaltma taahhütleri beklemesin. Baş emperyalistin devre dışına düştüğü gündemlere yalın kılıç dalması için Demokratların yeşilli, çevreli ve üstüne eşcinsel hakları serpilmiş sosundan yararlanılacak. 

Türkiye’de ise internet sağ olsun, kaçıranlar eski programları internetten izleyebiliyorlar. Geçen gece bir deprem oturumunda buluşan sosyal demokrat ilçe belediye başkanlarından biri evi yıkılan, diyordu, zararının bedavadan tazmin edilmesini hiç beklemesin! Demek ki “konut hakkı” diye bir şey yoktu. Bu arada yıkılan evde ölmüş olması olası yakınlar aklına gelmiyordu kimsenin. Çünkü o sırada bir diğer başkanın aklından şehri parayla boşaltmak, insanları köylerine geri yollamak gibi cin fikirler geçiyordu.

Ben kanal değiştirdikten sonra söylediler mi bilmiyorum, ama aralarından bazılarının aklından ne geçtiğini biliyorum: Aslında İstanbul’un bir depreme ihtiyacı vardı, bu kaosun içinden en kolay çıkış yolu bu olurdu! 

***

Hal böyledir ve Marksizm adına, burjuva siyasetçilerinin birbirinden farkı olmadığını söylememiz işte böyle bir dünyada eleştirilmektedir. 

Bu şımarıklık neo-liberalizmin doruğa tırmandığı zamanları hatırlattıysa çok yerinde olmaz. 1980 ve 90’larda özelleştirmenin yağma ve emeğe saldırı olduğu bizim tezimizdi, henüz hayat bunu kanıtlamamıştı. O yıllar Ortadoğu’nun cumhuriyetçi veya demokrat, faşist veya sosyal-demokrat fark etmeksizin kana bulanmasından daha önceydi. Henüz reform diye diye, dünya değişti diye diye sosyalist sanayiler yerle bir edilmemiş veya bizde olduğu gibi Cumhuriyetin kazanımları yok edilmemişti. İlerleme vaat eden kapitalizm 2008 duvarına henüz çarpmamış, korona karşısında sürü bağışıklığını benimsememişti! 

Sonuç olarak bugün Marksizm adına Bidencılık, bugün emekçileri düzenin içinde bütün muhaliflerle beraber iş yapmaya çağırmak, sapmalar tarihinin şımarıklık doruğudur. 

Aydemir Güler / SOL

Trump’ın Yenilgisi ve “Yeni Faşizm” - Korkut Boratav / SOL

 İktidarda faşist siyasetçilerin yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz: Trump (ABD), Bolsonaro (Brezilya), Johnson (Britanya), Erdoğan (Türkiye), Modi (Hindistan)…

3 Kasım 2020 ABD başkanlık seçiminin sonucu belli oldu. 6 Ocak’ta Washington’da ABD Seçmenler Kurulu toplanacak; Joe Biden’ın Başkanlığı, 270’i aşan oyla kesinleşecektir. 12 Kasım 2020’de sayımları biten 47 eyaletin toplamında Biden’ın 279, Trump’ın 217 oyu kesinleşmiştir. 

    
Bugün ABD seçimlerine ve dünyaya dönük uzantılarına beş madde altında göz atmakla yetineceğim.

1). Trump yenilmiş; ‘anayasal darbe girişimi’ tutmamıştır.

Seçimin bilançosunu özetlemekle başlayayım: Başkanlık seçimine katılım oranı, yakın geçmişin rekorunu kırmış; Joe Biden da 75 milyona yaklaşan seçmenin oyuyla Obama’nın önüne geçmiş benzer bir rekorun sahibi olmuştur. Trump’ın oy toplamı ise 70,5 milyondur. Oy toplamlarında 4,5 milyonluk, oranlarda ise (%50,6 → %47,6) üç puanlık fark, Biden’ın zaferini pekiştirmiştir. 

Daha da önemlisi 2016’da Trump’ı Beyaz Saray’a taşıyan dört eyalette (Michigan, Georgia, Pennsylvania ve Wisconsin) de Biden’ın kazanması oldu. Bu dört eyalet, 62 ikinci seçmen ile Biden’ı kritik 270’lik eşiğin üzerine taşıdı.

Trump anketlerde geride kalınca, “postalı oylarda sahtekârlık var; hileli seçim komplosu…” söylemi tutturmuştu. Beklentisi, 2000’de Yüksek Mahkeme’de baba Bush lehine sonuçlanan Florida seçim senaryosunun tekrarına dayanıyordu. Böyle bir eyalette iki aday arasındaki oy sayımlarının çok yakın olması halinde, önce Eyalet mahkemesi, son aşamada (bileşimi 6-3 sağcılar lehine olan) Yüksek Mahkeme yeniden sayım kararlaştıracak; Başkanlık, Trump lehine sonuçlanacak… 

Bu tür bir senaryonun bugün tekrarlanması için dört eyaletin tümünde (ve ayrıca Trump aleyhine sonuçlanan Nevada ve Arizona’da) sayım sonuçlarının Trump lehine değiştirilmesini gerektiriyor. İlk sonuçlar göstermiştir ki aradaki farklar, Kasım 2020 seçiminin ABD Yüksek Mahkemesi’ne taşınılmasını imkânsız kılmıştır. Nitekim ilk itirazların çoğu Eyalet mahkemelerinde reddedilmiştir. 

Trump’ın bugünlerdeki şamatası beyhudedir. 3 Kasım 2020 seçimlerinin belirlenen sonuçları, Trump’ın “anayasal darbe tasarımı”nı çökertmiştir. 

2). “Trump olgusu” kalıcıdır.

Donald Trump’ın, aşırı sağcı ideolojisi Cumhuriyetçi Parti ile uyumludur. Ne var ki, Beyaz Saray’daki ilk günlerinden bu yana, cehalet, ölçüsüz yalancılık, psikiyatrik bozukluklar, ahlâk zafiyetleri gibi kişilik özellikleri de açığa çıktı. Bu “patolojik” siyasetçinin ABD’de, 70 milyonu aşkın seçmenin oyunu alması; emekçi sınıf saflarında çok yaygın bir kitle tabanına sahip olması nasıl açıklanabilir? Kasım seçimleri sayesinde giderilen istisnaî bir bozukluk mu söz konusuydu? 

Almanya’dan Spiegel, bu sorunu inceliyor. ABD seçimlerini, 8 kişilik bir ekiple izledi; değerlendirmeleri iki uzun makalede yayımladı (Spiegel International, 30 Ekim ve 6 Aralık 2020). Yazıların başlıkları ulaştıkları sonucu özetliyor: “Trump’ın yarattığı bozulma kalıcıdır” ve “Joe Biden’ın imkânsız görevi”... Ana tespitlerini aktarmakla yetineceğim.

“Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin niteliğini değiştiren otuz yıllık bir sürecin nihaî ürünüdür. Bu süreç içinde Cumhuriyetçi Parti popülist bir harekete dönüştü. Oy tabanında 80 milyonluk Evanjelik Hristiyanlar yer almaktadır. Trump, bu dönüşümü daha da pekiştirdi.”

Nasıl pekiştirdi? Tweet’lerini, Fox News’ı, kitle paranoyasını besleyen komplo teorileri yayan, etkili propaganda araçlarına dönüştürerek… “Trump sayesinde ABD tehlikeli bir ülke oldu. Amerikalıların %30’u beş yıl içine bir iç savaş çıkacağını düşünüyor. Korkan Cumhuriyetçiler silahlanmaya başladı.” Yazarlar, silahlı aşırı-sağ milislerle ilgili çok sayıda gözlemi de aktarıyor.

ABD devlet aygıtı da etkilendi. Trump, üç sağcı yargıç atayarak “Yüksek Mahkeme’yi bir savaş alanına dönüştürdü. Dört yılda 220 federal yargıç atadı. Bu atamaların 53’ü etkili temyiz mahkemelerinedir. ABD devlet kurumlarında Trump’ın yarattığı hasarın onarılması yıllar alacaktır.”

Joe Biden, Demokrat Parti’nin ılımlı sağ kanadında yer alır; Wall Street ile barışıktır. Sermaye çevrelerinden Trump’tan daha fazla bağış topladı. Ancak, sosyalist Bernie Sanders’ı eleyerek aday oldu; kampanyasını da Demokrat Parti’nin liberal-solcu kanatlarının ittifakı sürükledi. Ne var ki Biden yönetiminin, sol kanadı marjinalleştireceği bekleniyor.

Spiegel, Trump mirasının bu dört yılda giderilemeyeceği sonucunu çıkarıyor. “Trump olgusu”, farklı kimlikler içinde geri gelecek; kalıcı olacaktır. 

3). Faşist iktidarlar ABD’ye özgü değildir.

Spiegel, Trump iktidarını ve Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı-sağcı çizgisini “popülist” olarak nitelendiriyor. Hitler Almanyası’nın hazin mirası, Spiegel’in “faşizm” kavramını kullanmakta çekimserliğini açıklayabilir. Bana göre Trump, ideolojik, kişisel özellikleri ve siyasal hedefleri bakımından faşist bir siyasetçidir. Teorik bir tartışmayı gereksiz görüyorum.

İktidarda faşist siyasetçilerin yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz: Trump (ABD), Bolsonaro (Brezilya), Johnson (Britanya), Erdoğan (Türkiye), Modi (Hindistan)… Listeye Avrupa’da Polonya ve Macaristan’ı, Doğu Asya’da Filipinler’i de ekleyebiliriz.

Faşist liderler, kimlik özellikleri, ideolojileri ve siyaset anlayışları bakımından (ülkelerin özel koşulları dışında) benzeşirler. Aralarında yakın iletişim, bazen kişisel ilişkiler var. Haberleştirildiğine göre Bolsonaro, Trump’ın seçim yenilgisi belli olunca, Brezilya’daki bir sonraki başkanlık seçiminde aday olmak istemediğini belirtmiş. 

Trump ile Erdoğan arasında, damatlar düzeyine uzanan ilişkiler, John Bolton’un kitabında, ABD basınında ayrıntılarıyla açıklandı; yalanlanmadı. Son örnek 29 Ekim 2020 tarihli New York Times’da yayımlanan makaledir. Saray ailesinde ve hükümette patlak veren son çatlamaya, Trump yenilgisinin de katkı yaptığı ileri sürüldü. 

Trump, bu anlamda da ABD’ye özgü değildir. Giderek yaygınlaşan “faşist liderler” ailesinin bir mensubudur.

4). Adını koyalım: Yeni Faşizm…

Faşist liderlerin iktidarı, tek başına, ülkelerine faşizmin geldiği anlamına gelmez. İktidara seçimle, halk sınıflarının yaygın desteğiyle gelirler. Bu bakımdan askerî darbelerin faşist kimlikli liderlerinden farklıdırlar.

Bu liderler, toplumlarını, devlet aygıtını fiilen faşizme dönüştürme niyetindedir. Adını koyalım; Ergin Yıldızoğlu’yla anlaşıyorum: Yeni faşizm… Nihaî hedefleri, ideolojik yönelişleri, iktidara gelişleri bakımından, geleneksel faşizmlerle benzerlikleri yaygındır.

Yeni faşizm de, burjuva demokrasileri gibi sermaye iktidarına dayanır. Ek bir işlevi de var. Kırk yıl önce başlatılan sermayenin sınırsız tahakkümüne (“neoliberalizme”) karşı halk sınıflarının tepkilerini, direnmelerini sahiplenmek, sonra da yönetmek işlevi… Sermaye tahakkümü, (“küreselleşmeci” bazı öğeleri frenlenerek) halk sınıflarınca sineye çekilecektir.

Geleneksel burjuva partileri bu sorunu çözemediğinde iktidarları sarsılabilir. Öyle dönemlerde sermaye sınıfları (Türkiye’deki gibi) faşist iktidarları yeğleyecektir. 

5). Sorumluluk ve gelecek “Sol”a bağlıdır.

Halk sınıflarının sermayenin tahakkümüne direnmesini, nasıl olup da faşistler sahipleniyor? Bir ön-koşul sayesinde: Kapitalizmin tarihi boyunca emekçi sınıfları temsil etmiş bulunan devrimci, reformcu “sol” hareketlerin etkisiz kılınması…

Sermayenin kapsamlı saldırısının yaşandığı son kırk yılda, yukarıda sözünü ettiğim ülkelerde halk direnmesinin “sol” akımlarca sahiplenilmesi çeşitli yöntemlerle önlendi; bu işlev faşist liderlere, hareketlere devredildi. 

Sadece hatırlatayım: Batı Avrupa sosyal demokrasinin neoliberalizmle uzlaşması… Trump ve Johnson iktidarlarının arifesinde sosyalist kimlikli Sanders ve Corbyn’i etkisiz kılan komplolar… Brezilya’da 2015-2019’da İşçi Partisi’ne karşı yürütülen “sivil darbe” dalgası sonunda Bolsonaro’nun iktidara gelmesi... 

Türkiye’yi hatırlayalım: 1979’da Ecevit iktidarı ve parlamento-dışı sosyalistler, sermayenin Türkiye üzerinde IMF yoluyla yürüttüğü tahakküm tasarımına karşı direnirken “Türkiye solu”nun parçaları idiler; 12 Eylül darbesiyle yenik düştüler.

Yirmi yıl sonra aynı Ecevit, 2002’de de Baykal’ın liderliğindeki CHP, “Türkiye solu” saflarını terk etti; sermayeye teslim oldu; İslamcı faşist bir partinin iktidara gelişini belirledi. 

Türkiye, bir anlamda, Hindistan’da Modi iktidarına örnektir: Laik, sola dönük, komünistlerin desteğindeki Kongre Partisi neoliberalizmle uzlaştı; iktidarı Hindu faşisti Modi’ye devretti. 

Kısacası, farklı renklerde “dünya solu”, yeni faşizmin yükselmesinde sorumluluk taşımaktadır. Gelecek de “dünya solu”nun canlanmasına bağlıdır.

Korkut Boratav / SOL

Beiden benim neyime - Serdal Bahçe / SOL

 Şimdi Biden’ın seçilmesine yönelik “sol” liberal çevrelerdeki sevinci görünce aklıma bu yazı geldi. O zaman bir aymazlıkla üzüldüler, şimdi aynı aymazlıkla seviniyorlar.

“We did it Joe, we did it!” (Başardık Joe, başardık!). Böyle demişti Kamala Harris spor kıyafetleri içinde Joe Biden ile telefonda görüşürken. Pek mutluydu. 

Seçimin resmi olmayan sonuçlarına göre Joe Biden ABD’nin 46. Başkanı olmuştu; o da ABD tarihinin ilk kadın, ilk Afro-Amerikan ve ilk Asya menşeli başkan yardımcısı olmuştu. Hatta yorumcular onun da Biden’ın kader çizgisini takip ederek bir sonraki başkan, ilk kadın başkan olacağına dair yorumlar yapmaya başlamışlardı bile. 

Amerikan demokrasisini yok olmaktan kurtarmışlardı. ABD’nin uzun izolasyonu ve yalnızlığını da bitireceklerdi. Sadece onlar sevinmedi ki; bilcümle liberal ve sosyal demokrat da pek sevindi. Hatta bu küresel sevinçten bizim payımıza bile bir miktar düştü, Biden yönetimi AKP’nin baskıcı rejimini gevşetecek bir küresel baskı oluşturabilirdi. Demokrat Partili başkanlar çok uzunca bir süredir bu türden sevinçler, bu türden hayaller yaratarak geldiler. 

Tam da bu noktada dört yıl önce Korkut Hoca’nın yazdığı bir yazı geldi aklıma, Trump ile Hillary Clinton arasındaki seçim yarışı sırasındaydı galiba. Hocamız yazısını şöyle bitirmişti:

Bu tür bir program, Wallerstein’e göre, “Trump’un seçilmesinin ABD’yi temelden ve kalıcı biçimde dönüştüreceği” endişelerinin geçersiz olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, onu ayrıştıran ana öğe, Müslümanları hedefleyen göçmen karşıtlığıdır.

Bu özelliği, bizi yakından ilgilendirmiyor. Dört gün sonra oy verecek değilim; ama, Türkiye’nin İslamcı faşizme sürüklenmesini hızlandırma olasılığı yüksek olan savaş kundakçısı Bn.Clinton’un seçimi yitirmesini yeğlerim.”I

O zamanlar soldan bir grup insanın Hocamızın bu görüşüne pek sinirlendiğini hatırlıyorum. Soldaki en kötü hastalıklardan ikisi saflık ve politika bilmezliktir. Neticede sevgili Hocam öngörülerinde haklı çıktı. Trump Başkanlığı dönemi Amerikan emperyalizminin en mecalsiz ve en yeteneksiz dönemlerinden bir olarak tarihe geçti. Bu Amerikan emperyalizmi için kötü, insanlık için ise iyi bir şeydi kuşkusuz. 

Şimdi Biden’ın seçilmesine yönelik “sol” liberal çevrelerdeki sevinci görünce aklıma bu yazı geldi. O zaman bir aymazlıkla üzüldüler, şimdi aynı aymazlıkla seviniyorlar. Neden seviniyorlar, bir türlü anlamıyorum. 

Aslında II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin dümenine geçmiş olan Demokrat Partili başkanların bilançoları ve performansları bu türden bir aymazlığın oldukça yersiz ve zararlı olduğunu da göstermiştir. Aşağıda verilecek bilanço onların da en az Cumhuriyetçi başkanlar kadar saldırgan (belki de daha saldırgan) olduklarını gösterecektir. Ancak bir yanlış anlaşılmaya mahal vermeyelim. Aşağıda dökümü verilecek olan gelişmeler tarihsel bir kurala değil, sadece belirli trendlere işaret etmektedir. 

II. Dünya Savaşı sonrasında başkanlık yapan Demokratlar sırasıyla kasaba politikacısı Truman, liberallerin bitmek bilmeyen bir sevgiyle tapındıkları Kennedy, Kennedy’nin yardımcısı ve Truman kadar taşralı Johnson, Amerikan eltinin dışından geldiği varsayılan Carter, uçkuruna pek gevşek olan Clinton, ilk Afro-Amerikalı başkan Obama ve eğer bir terslik olmaz ise Biden. 

Truman II. Dünya Savaşı daha bitmeden F.D Roosevelt’in zamansız ölümüyle başkanlığı kucağında buldu. Doğrusu Amerikan emperyalizmi için işlediği suçlar pek kabarıktı. Kendi haline bıraksan kısa sürede teslim olacak Japonya’nın üstüne iki atom bombası attı (tarihçiler bombalananın Japonya olmasına rağmen bombaların aslında Sovyetler Birliği’nin gözünü korkutmak amacıyla atıldığı konusunda hemfikirdir.) Nagazaki ve Hiroşima’da onbinlerce kişinin ölümünden sorumlu Truman ayrıca Soğuk Savaş’ın asli mimarlarındandır. Berlin’i ablukaya alarak bile isteye soğuk savaşı kışkırttı. Çinli Komünistlerin Pekin’e girmesiyle birlikte tüm Asya’da seferberlik ilan etmiştir. Kore Savaşı da onun eseridir. Pek de Demokrat değildir, insanlık dostu hiç değildir. Siyasi tarihçiler donuk ve küt kafalı olduğu konusunda açık bir görüş birliğine sahiptirler. 

Kennedy ise pek büyük umutlarla gelmişti. Öncelikle gençti, dinamik idi. Sıkıcı Eisenhover yönetimin üstüne gelişiyle Amerikan toplumuna gençlik aşısı enjekte etmiş gibi oldu. En azından görünüşte bu türden bir rahatlama yarattı. Oysa daha seçim yarışı sırasında rakibi Nixon ile yaptığı açık tartışmada ne türden bir emperyalist politika uygulayacağını belli etmişti. Bu açık tartışmanın son ve uluslararası ilişkiler ile ilgili dördüncü ayağı bir Youtube videosu olarak herkesin erişimine açıktır.II Bu açık tartışmada en ilginç bölüm Küba ile ilgili olandır. Malum seçimden bir yıl önce Castro ve Kübalı devrimciler Batista rejimini devirip iktidara gelmişlerdi. Kennedy bir soru üstüne Eisenhover yönetimini Latin Amerika’yı Castroizme ve Komünizme teslim etmekle suçladı. Kennedy’ye göre Castro rejimini alaşağı etmenin en iyi yolu Florida’da konuşlanmış Batistacı karşıdevrimci Kübalıları silahlandırarak onları Devrimci Küba’nın üstüne salmaktı (ki başkan olunca tam da bunu yaptı. Silahlandırılan karşıdevrimci Kübalılar Kennedy yönetiminin açık desteğiyle Playa Giron’a (Domuzlar Körfezi’ne) çıkartma yaptılar ancak yenildiler). Diğer taraftan genellikle daha sağcı ve daha güvenilmez olarak kabul ettiğimiz Nixon açıkça bunun ABD’nin imzaladığı uluslararası anlaşmalara aykırı olacağını belirtti. Garip değil mi? 

Kennedy öldürülünceye kadar Amerikan emperyalizmi için önemli ve cüretkâr adımlara imza attı. Örneğin modası geçmiş, eski Jüpiter füzelerini Türkiye’de tutmaya devam ederek ve Küba’yı işgale yeltenerek Sovyetleri karşı adıma kışkırttı ve Füze Krizi aracılığıyla dünyayı nerdeyse nükleer bir armageddona itiyordu. Keza Vietnam’a ilk Amerikan askeri danışmanlarını ve ilk askeri birlikleri de o yolladı. Batı Berlin’e gitti ve Sosyalist Bloka karşı gövde gösterisi yaptı. Kennedy ne iyi bir başkandı değil mi? 

O öldürülünce yerine zorunlu olarak geçen başkan yardımcısı Johnson ise en az Truman kadar büyük bir taşra kurnazıydı. Kaba bir adamdı. Onun döneminde Vietnam’daki Amerikan askeri varlığı çığ gibi büyüdü. Diğer taraftan onun döneminde Amerikan ekonomisi savaş sonrası dönemdeki en yüksek büyüme ve en hızlı genişleme dönemine girdi. Ancak bu büyüme Johnson döneminde Amerikan emperyalizminin artan silahlı müdahalelerinin finansmanı için atılan adımlardan kaynaklanıyordu. Amerikan emperyalizm dışarıda yoksul halklara saldırdıkça içeride daha hızlı büyümekteydi. Johnson’un nobranlığından Türkiye de nasibini aldı. Ünlü Johnson mektubu Demokrat Partili başkanların aslında ne kadar pervasız ve yüzsüz olacaklarını da gösteriyordu. 

1977’de başkan olarak seçilen Georgia Valisi Jimmy Carter ise gerçekten çalışan sınıf kökenliydi. Dolayısıyla özellikle Amerikan çalışan sınıfları ondan pek çok şey bekliyorlardı. Elleri kursaklarında kaldı, dünya kapitalizmi derin bir krizin içindeydi. Carter döneminde Amerikan emperyalizmi yine aktif, dinamik ve pek canlı idi. İran Devrimi sonrası yaşanan rehine krizinde müdahale etmekten çekinmeyen Carter feci ve utanç verici bir durumla karşı karşıya kaldı (muhtemelen bir sonraki seçimi kovboy Reagan’a karşı kaybetmesinin altında ekonomik çöküntünün yanında bu başarısızlık da yatıyordu). Demokrat Partili Carter’ın döneminin sonunda Türkiye 12 Eylül Faşizminin istilasına uğradı. Carter dönemi istihbaratçılarının “Bizim Çocuklar”ı Türkiye’yi komünizmin pençesine düşmekten kurtardılar. 

Baba Bush’u mağlup ederek başkanlığa gelen William Clinton ise pek ilerici pek liberal ülküler ile donatılmış bir şekilde iktidara geldi. Başkanlığı döneminde Irak’a uygulanan gayrı-insanı ambargoyu maharetle uyguladı. 2003’deki işgalde Irak halkı ve silahlı güçleri direnemediyseler bunun sorumlusu oğul Bush değildi, sorumlu kesinlikle demokrat ve liberal Clinton idi. Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde Clinton çok aktif idi. Arafat ve FKÖ’nün yenilgisi anlamına gelen ve Oslo’da imzalanan İsrail-Filistin anlaşmasının taşeronu da Clinton’dı. Kısacası pek yaman bir liberal ve pek azman bir demokrat idi. Ancak Barrack Obama ondan daha ilerideydi. Obama sahneye Clinton’dan daha sansasyonel bir giriş yaptı çünkü ABD tarihindeki ilk siyahi başkan oldu. Yoksul ve ezilen bir toplumsal gruptan gelmesi yine dünyanın liberal solcularını pek heyecanlandırdı. Ancak hevesler pek çabuk çürüdü, hatta baştan çürüdü. Savunma Bakanı olarak oğul ve alık Bush’un Savunma Bakanı Robert Gates’i atadı. Böylece emperyalist politikanın süreklilik gerektirdiğinin bilincinde olduğunu gösterdi. Döneminde o ve müttefikleri Suriye’yi derin bir iç savaşın içine ittiler. Libya’daki rejim tüm uluslararası anlaşmalar ihlal edilerek açık bir müdahaleyle çökertildi ve Libya’nın bütünlüğüne son verildi. Irak’daki askeri operasyonları bitireceğini vaat ederek başkanlığa gelen Obama Irak’da askeri operasyonları sürdürdü. Afganistan’daki kaotik durum sürekli hale getirildi. Obama da nezih, liberal ve saygın bir Demokrat başkandı işte. 

Şimdi Biden geldi. Aslında diğer şanlı Demokrat başkanlardan farklı olmayacağını Trump ile yaptığı açık tartışmada gösterdi.III Kuzey Kore’yi, Çin’i, İran’ı ve hatta Rusya’yı yola getireceğini apaçık bir şekilde ifade etti. 

Tekrar belirtelim; biz Demokrat başkanların Cumhuriyetçi başkanlardan daha kötü olduklarını ima etmiyoruz. Biz “yok birbirlerinden farkları” diyoruz. Yok, çünkü emperyalizm kişilere bağlı olmayan uzun erimli bir küresel düzenlemedir. Bu nedenle devrimci bir türküyü uyarlayarak bitirelim: “Ezilip duruyoruz/ Beiden benim neyime/İktidara yürüyoruz/Gül damlar yüreğime”.IV

Serdal Bahçe / SOL

Suzan Nana Tarablus: Gündelik hayat politik bir alandır - Narod Siranuş Minasyan / duvaR.


DUVAR - Suzan Nana Tarablus’un 'Bir Sabah Galata’da Uyandım/ Hayatlar, Tanıklıklar, Anılar' adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Varlık Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap iki bölümden oluşuyor; “Kamondo Han İçinden”, “Kamondo Han Dışından”. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi Galata merkezli bir sözlü tarih çalışması. Bu bağlamda moda, medya, iş ve sanat dünyasından tanıdığımız on yedi kişi ile görüşmeler yapılmış. Suzan Nana Tarablus, kendi aile hikayesinden kesitler ekleyerek çalışmasını oldukça zenginleştirmiş. Böylece Galatalı Yahudilerin gündelik hayatına, yaşam tarzına ışık tutmuş. Gelin, birlikte Galata’ya doğru bir yolculuğa çıkalım.

Galata Yahudilerine yönelik bir çalışma hazırlama fikri nasıl oluştu? Elimizdeki kitap, ne kadar sürelik bir çalışmanın ürünü?

Galata, uzun yıllar boyunca Yahudi toplumunun İstanbul’daki en özel yerleşim yerlerinden biri oldu. Tıpkı Balat, Hasköy, Yeldeğirmeni ve Kuzguncuk gibi. Süreç içinde şunu gözlemledim ki yaşanılan semt, o semtin mekânsal olanakları, sosyal hayatı, kişiyi biçimlendiriyor. Örneğin Balatlı Yahudiler ile Galatalı Yahudiler birbirinden çok farklı yaşam tarzlarına sahip. Ben Galata ile ilgilenmeye 90’ların ikinci yarısında başladım. O yıllarda Kamondo Han yok olmak üzereydi. 1994-95 yıllarında Galata Platformu’nun inisiyatifinde “Kamondo Han Yıkılmasın” 

         Suzan Nana Tarablus

doğrultusunda bir kampanya düzenlendi. Ben de o dönemde Şalom Gazetesi iç haberler sorumlusu olarak aktif olarak yer aldım. Bu bağlamda Kamondo Hanlılar'la bir dizi röportaj yaptım. Amacım bir zamanlar burada yaşamış insanların hatırasını canlı tutmak, tarihin tozlu sayfalarında unutulmasının önüne geçmekti. O günden bu yana Galata’ya dair ilgimi hiç yitirmedim. Aradan yaklaşık yirmi beş sene geçti. Bugün görüyoruz ki, Galata’daki o zengin Yahudi mirasından geriye çok az şey kaldı. Bu nedenle çalışmamın kapsamını genişletmeye, Kamondo Han ile sınırlamamaya karar verdim. Bu bağlamda Asmalımescit, Tepebaşı ve Pera bölgesinden tanıkları da çalışmaya dahil ettim.

'SIRADAN İNSANLARIN ANILARINI KORUMAK VE SONRAKİ KUŞAKLARA AKTARMAK ÜZERE YOLA ÇIKTIM'

Sözlü tarih çalışmalarında en zor şeylerden biri de kişilere ulaşmaktır. Siz bu konuda zorlandınız mı? Görüşmeciler bilgilerini paylaşmakta ketum davrandılar mı?

Sözlü tarih, insanlar ve anlatıları etrafında şekillenmiş bir tarih türü. Benim çalışmamla en iyi örtüşen teknikti. Çünkü ben de sıradan insanların anılarını korumak ve sonraki kuşaklara aktarmak üzere yola çıktım. 

Bireylerin gözlemleri, anıları, deneyimleri üzerinden bir belge ortaya koymaya çalıştığım için, yazılı kaynaklar tarafından önemsenmemiş, göz ardı edilmiş ve belgelenmemiş anlatıları ortaya çıkarmak en temel amacımdı. 

Bu noktada görüşmecilere ulaşma noktasında oldukça şanslıydım. Hiç zorlanmadım diyebilirim. 

Görüştüğüm her kişi, bana yeni birini önerdi. Bunda tabii uzun yıllara varan gazetecilik deneyimimin   büyük bir etkisi oldu. Bir haber, röportaj vs. bağlamında zaten tanışıyorduk. Bir de şu var, görüşmecilerin anlatılarının pek çoğu kişisel algılarını 

yansıtmakla birlikte, nesilden nesile aktarılan tanıklıklar ve deneyimler aracılığıyla kültürel belleğin farklı boyutlarını anlamak mümkün oldu.

'GENİŞ TOPLUMLA KURULAN İLİŞKİNİN DİNAMİĞİNİ ANLAMAK İÇİN AZINLIKLARA YÖNELİK POLİTİKALARI DA DEĞERLENDİRMELİYİZ'

                                                         Rahel ve Rubin Mandelblat ailesi

Kitap boyunca azınlıkların hafızasında oldukça travmatik yerleri olan uygulamalara, politikalara, pogromlara tanık oluyoruz; “Varlık Vergisi”, “6-7 Eylül Olayları”, “Nafia Askerliği” vb. gibi. Görüşme yaptığınız kişiler bu konuda sizinle neler paylaştılar? Okurlarımıza neler söyleyebilirsiniz?

Ülkemizde azınlıklar konusunda yapılan çalışmalar genellikle kimlik-tarih perspektifinde şekillendiği için bu konular akademisyenler, araştırmacılar tarafından ele alındı. Eksikleriyle beraber bu konunun artık literatürde bir yeri var. Benim çalışmamda ise, toplumsal belleği şekillendiren toplumsal kimliğin, kültürel belleğin ve tarih yazımının gündelik hayata etkisini okuyabilirsiniz. Unutmayalım ki gündelik hayat politik bir alandır! “Geniş toplum”la kurulan ilişkinin dinamiğini anlamak istiyorsak, azınlıklara yönelik uygulanan politikaları da değerlendirmeliyiz. Kitapta okuyacağınız gibi, oldukça büyük acılar yaşandı. Şunu net bir biçimde ifade etmeliyim ki, görüşmecilerimin hepsi başlarına gelen bu felaketleri anlatırken oldukça zorlandılar. Kimsenin tekrar hatırlamak istemediği olaylardı. Kimisi göç etmek zorunda kaldı, kimisi “vatan” bildiği bu topraklarda sıfırdan yeni bir hayat kurmaya zorlandı. Buna rağmen görüşmecilerin istisnasız hepsinin önemle vurguladığı nokta, Türk kimliğini benimsemiş olmalarıydı. Hemen hepsi kendisini öncelikle “Türk vatandaşı Yahudi” olarak tanımladılar. Bilindiği gibi, farklı kültürel kimlik gruplarının sürdürdükleri entegrasyon hedefi hem kendilerini korumak hem de bir arada yaşamak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bence bu nokta oldukça değerli veriler sunuyor. Umuyorum ki bu konuda yeni çalışmalar yapılır. Okurların bu acılarla empati yapacağını düşünüyorum. Benzer politikaların bir daha uygulanmamasını umuyorum.

                                                                     Musa Albulrek ailesi

Yeni çalışmalarınız olacak mı?

Elbette… Özellikle geniş toplum tarafından Yahudi toplumunun tanınmaması veya yanlış tanınması, Yahudi toplumunun anlaşılabilmesine, doğru tanıtılabilmesine ihtiyaç duyulmasına sebep oluyor. Bu önyargıların önüne geçmek için çalışmalarım devam edecek. Öncelikle Balat merkezli bir kitap hazırlığı içindeyim. Kuzguncuk ve Adalar olarak devam edecek. Benim bu çalışmalardan beklediğim, Türkiye’de azınlıklar üzerine yapılan gündelik hayat ve kültür temelli disiplinlerarası çalışmaların arttırılmasına katkıda bulunmaktır. Bunun da ötesinde azınlık gruplarının kamusal alanda görünürlüğünün sağlanmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Farklı kültürlerin birbirini tanıması, mevcut sorunların tartışılması ve çözüm zemininin hazırlanması böyle olur.

 Narod Siranuş Minasyan / duvaR.

‘Berat Bey’ gitti, peki adamları ne olacak? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Zil çaldı. Ah ne heyecan! Bayrama gider gibi giydirdiğin çocuğunu okula götürüyorsun. Avcuna “kafan çalışsın” diye kuru üzümü boşaltıyorsun. Çantasına terler diye yedeklerini koyuyorsun. Koşarak gidiyor. Dönüp de ardına bakmıyor. Haliyle senin dolan gözlerini göremiyor.

Yıl sonu geliyor. Merakla karnesini eline alıyorsun. Matematik bir, Türkçe bir, Fen bir... “Oğlum müziği nasıl bir getirdin” diye söyleniyorsun. O sana cevap veriyor: “Muhterem, din kültürünü üç getirmişim ya”. Öğretmeni kişisel becerilerine de kırık vermiş ama biri öne çıkıyor: Arkadaşlarını organize etme yeteneği!

‘Berat Bey’in adamları

Atina’da çalışan bir arkadaşım var. Büyükelçilikte işi gücü oluyor. Bir gün bana sordu: Basın müşaviri bana çok tanıdık geliyor, sürekli de “Berat Bey” diye konuşuyor, kim acaba? “Allah, Allah, Dışişleri’nde de mi” dedim haliyle. Merak edip baktım. “Yok artık” dedim. A Haber’de sürekli muhalefete, liderlerine, partilerine söven meşhur sunucu, devletin büyükelçiliğinde basın müşaviri olmuş. Üstelik neredeyse savaşa giden bir kriz yaşadığımız Yunanistan’da. Bir iş bulacağız diye yıllarca okul okuyan çocuklara acıyıp söyleniyorum: Devlet mi, Berat Bey’in telefon fihristi mi?

Başsavcıya bakıyorum onun, Varlık Fonu’na bakıyorum onun, medya imparatorluğuna bakıyorum onun.

21 Haziran’da “amiral gemisi” denilen gazeteyi okudunuz mu? Ne Cumhurbaşkanı ne Meclis Başkanı... Babalar günü vesilesiyle “Berat Bey’in babası”yla özel röportaj yapılıyor. Oysa yıllardır yazdıkları, çizdikleriyle İslamcı kesimin saygı duyduğu Sadık Albayrak’ın buna ihtiyacı yok. Yapanların derdi belli, “Berat Bey” sevinsin.

Cumhuriyetten bile daha eski Hazine’nin çalışanlarıyla konuşuyorum. Artık devletin bürokratları yok, “Berat Bey’in danışmanları, Berat Bey’in yardımcıları, bir de Berat Bey’in danışmanlık aldığı şirketler var” diyerek isim isim sıralıyorlar.

Futbol kavgalarına bakıyorum. Tribünlerden hakem tartışmalarına kadar “Berat Bey” işin içinde.

Ekonomi neydi, ne oldu?

Organizasyon iyi ama hepimizin ekmeğini ilgilendiren Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda karne bir bile değil!

Daha önce birkaç kez yaptım. Yine karşılaştıralım.

10 Temmuz 2018 günü Hazine ve Maliye Bakanı oldu. 8 Kasım 2020 günü istifa etti.

2 yıl 3 ay 28 gün, yani hepsi toplamda 852 gün ekonomiyi yönetti.

Göreve başladığı gün dolar 4 lira 53 kuruştu. Görevi bıraktığı gün 8 lira 58 kuruş. Neredeyse iki katına çıktı. Yani Türk parası değerinin yüzde 47’sini kaybetti. Artık aynı parayla 2 dolar yerine 1 dolar alabiliyorsunuz.

Başladığı gün Avro 5 lira 34 kuruştu. Görevi bıraktığı gün 10 lira 19 kuruş. O da neredeyse iki katına çıktı.

Bakan olduğunda borsa 99 bin 252 puanda idi. Görevi bıraktığında ise 124 bin 300. Pek az şey değişti gibi duruyor. Ancak dolar bazında incelerseniz durumu anlayabilirsiniz. Başladığı gün 19.39 dolar olan borsa, görevi bıraktığı gün 14.48 dolar seviyesindeydi.

Bir ülke çalışırsa üretir. Berat Albayrak ülkenin çalışmasını zorlaştırdı. Göreve geldiği ay işsizlik oranı devletin resmi rakamlarına göre yüzde 10.8’di. İki gün önce açıklanan TÜİK rakamlarına inanırsanız işsizlik yüzde 13.2. Kafanızı kaldırıp bakarsanız geniş tanımlı işsizlik yüzde 29.3. En çok gençler, genel olarak işgücüne katılmaya hazır yurttaşlar iş bulamıyor.

Berat Albayrak göreve geldiği gün açıklanan 2017 büyümesi yüzde 7.4’tü. 2018 büyümesi yüzde 2.6, 2019 büyümesi yüzde 0.9. Koronadan sonra olanı biliyorsunuz. Sadece 2020’nin ikinci çeyreğinde ekonomi yüzde 9.9 daraldı. Ekonominin korona öncesindeki büyümesinin bile nüfus artış hızının altında kaldığı hatırlanırsa Türkiye, koronalı da koronasız da her durumda yoksullaştı.

Türk insanı köle oldu

Sürpriz değil...

Albayrak göreve gelmeden, 2017 yılında dolar bazında kişi başına düşen milli gelir (GSYİH) 10 bin 597 dolardı. 2019 yılında daha da azalarak 9 bin 127 dolara kadar indi. Rakam, Erdoğan’ın yıllardır övündüğü 10 bin doların altında kaldı. Bir ara 9 bin doların altına düşse de Albayrak giderken son verilen rakam 9 bin 193 dolar.

Berat Albayrak göreve başladığında asgari ücretli net 1603 lira alıyordu. Görevi bıraktığında 2 bin 324 lira. Rakamın hayatın gerçeklerinde nasıl ezildiğini şöyle anlatalım: Asgari ücret 340 dolardan 274 dolara düştü. Türk insanı 300 doların altındaki ücretle bir ay çalışan kölelere dönüştü.

İstifasında etkili olduğu söylenen Merkez Bankası rezervleri, yani ülkenin kasasındaki para, trajik şekilde azaldı. Göreve geldiğinde bankanın net rezervi 36 milyar dolardı. Bugün kimse açıkça söyleyemese de eksi 40-50 milyar dolar bandında olduğu sanılıyor. Örneğin Mahfi Eğilmez kasanın net durumunun eksi 39.6 milyar dolar olduğunu yazarken, bazı ekonomistler 50 milyar doları aşan eksi rakamlardan söz ediyor.

Eski bürokrat olan CHP’li Aykut Erdoğdu, dün yaptığı açıklamada Albayrak döneminin yarattığı borç krizini şöyle anlattı:

“Merkezi yönetim dış borcunu 700 milyar lira, iç borcu 200 milyar lira, faiz giderlerini yıllık 60 milyar lira artırdı, Merkez Bankası borcunu 10 katına çıkardı”.

Kendisini ülkeye taşıttı

Uzatmayayım...

Normal şartlarda bir ekonomi bakanının Türkiye’yi taşıması gerekiyordu. Berat Albayrak kendisini Türkiye’ye taşıttı. Ülke yoksullaşırken, işsizleşirken, üretimsizleşirken, borçlanırken, parası değersizleşirken o kendi kadrolarını, gücünü, etkisini büyüttü.

İktisatçı olmak gerekmez. Ekonomiyi genel kültür düzeyinde bilen biri bile enerjisiyle, ara mallarıyla ithalata bağlı bir ekonomide döviz artışının halkın cebine yansıyacağını bilir. Simit fiyatı dahi dövizle bağlantılıdır. Albayrak gülerek “size ne döviz artışından” diyerek ekonomiyle bağlarının koptuğunu da gösterdi.

Cumhurbaşkanı’nın dünkü açıklamaları Berat Albayrak döneminin en azından bir süre bittiğini gösteriyor. Asıl konuşacağımız ise yeni başlıyor. Cumhuriyet döneminin belki de en başarısız Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, Cumhurbaşkanı’nın damadı olma avantajını da kullanarak medyadan diplomasiye, adliyeden bürokrasiye kadar yarattığı yönetim şeklini nasıl bitireceğiz? Devlet bürokratı yerine “Albayrak’ın adamı” olarak ülkeye saçılmış unsurlardan devleti nasıl arındıracağız?

Dersler bitti. Karneler dağıtıldı. “Okul benim” diyen cüsseli çocuk sınıfta kaldı. Onun gidecek yeri çok. Geride kalanlar için ise meselenin bir kişi değil, bir düzen olduğunu anlama zamanı.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Hikmet abi, affedersin…- H. AYHAN TİNİN(Sanat da var / Toplum)-DİKEN

 

Seni ben hiç yazmadım Hikmet abi, affedersin.

Oysa ilk gençliğimden bu yana sevdiğim sayısız tiyatro oyununda, filmde, dizide, sahnede ve perdede hep sen vardın.

Senin hayat verdiğin onlarca karakteri sevdim de gözüm hep afişlerde en yukarıda yazan isimlere takılı kaldı.

Senin suluboya resim yaptığını, sergiler açan bir ressam olduğunu bile, sen bu dünyayı yalnız bıraktıktan sonra öğrendim.

Seni ben hiç yazmadım Hikmet abi, affedersin.

Belki usta yazarlar yazmıştır. Seni, içinde sanat ve insanlık ateşi olan gençlere örnek olarak göstermiştir.

Ben beceremedim.

Henüz daha tek katlı evimizin bahçesinde oynarken, sen Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda profesyonel olup sahneye çıkmışsın. Ama Faize Hücum filmini hatırlıyorum. Tokat gibi çarpan o filmde içimde oluşan soruların ve acıların bir parçası da sana aitmiş. Fark edememişim.

Bir kez Bodrum sokaklarında karşılaşmıştık. Hafifçe biraz da çekinerek verdiğim selamı, o içten ve naif gözlerinle, tebessüm ederek almıştın. Cesaretlendim. Bir kez daha karşılaştığımızda kırk yıllık tanışmışız gibi gülümsedim. Sen de…

İşte hepsi bu kadar. Yanına gelip konuşamadım.

Özlemek için yeteri kadar tanışıklığımız yok.

Ama öldüğünü duyunca özledim birden. Özlediğimi anladım.

Tatar Ramazan’dan Gönül Yarası’na, Hoşçakal Yarın’dan Çıplak Vatandaş’a elliden fazla filmde plastik değil, yaşayan karakterlerle hayatımıza değer katmıştın. Senin ardında kalan boşluk aslında ne kadar büyükmüş, senin olmadığın haberini öğrenene kadar fark etmedim.

O pos bıyıklarının, beyaz sakalının ardında sakladığın aydınlık suretin değerini bilemedim.

Bizimkiler dizisinin Abbas’ı, Yazlıkçılar’ın çapkın ressamı olarak ilk gençliğimi biçimlendirdin de ben manşetlerdeki düğünlere, ihanetlere, şatafatlı doğum günü partilerinin boy boy fotoğraflarına bakakaldım.

Oysa gölgede gerçekleşen upuzun bir yürüyüştü senin sanat hayatın. Sanatçıydın. Sanatından ödün vermemek, sistemin çarklarına kapılmamak için tabelacılık bile yapmıştın. Bilemedim.

Seni ben hiç yazmadım Hikmet abi affedersin.

Ölüm haberini aldım. Bir şey kırıldı içimde. Bir alev yandı. Senin resim sergine hiç gelmemiştim. Seninle ilgili bir anım yok, affedersin.

Sanatçılar Yaşam Evi’inde hayatını sürdürmeni; bu topluma sanatıyla, insanlığıyla duruşuyla hiç ihanet etmemiş mütevazı bir insanın, bu kadar da değeri teslim edilmeden, hak ettiği alkışları alamadan, hayattan alacaklı olarak, sonbaharın yaprakları arasında çekip gitmesini içime sindiremedim.

Ölümden kurtulmak mümkün değil, hepimizin sonu… Ama seni hayattan da kurtaramadık.

Sıradan onur ödülleriyle değil, yaşamın onuruyla da ödüllendiremedik seni, affedersin.

Altmış yılını kararlı bir şekilde sanata veren bir sanatçıya sahip çıkamadık. Televizyon programlarıyla, söyleşilerle, üretmesine olanak veren ortamlar hazırlayarak, büyük alkışlarla uğurlayamadık seni ve senin gibi nice sanatçıyı… Henüz bundan utanmayı da öğrenemedik.

Hep acemiydi kalemim, hiç yazamadım Hikmet abi, affedersin.

‘Usta sanatçı Hikmet Karagöz öldü’ başlıklarıyla verildi haberin… Ustalığının hakkını yaşarken veremedik.

Sana o çok sevdiğin tiyatro sahnelerinden bir replikle veda etmek istedim…

‘Bu yıl kış erken geldi’

H. AYHAN TİNİN(Sanat da var / Toplum)-DİKEN

İstifa değil, görevden affın kabulü! - Fatih Yaşlı / SOL

 Damat bakan, pazar akşamı “zamanın ruhuna” ve rejimin karakterine uygun bir şekilde “istifa” etti, sonrasında yaşananlar da bu ruha ve karaktere son derece uygundu. 

Yeni Türkiye’de artık istifa müessesi yoktur; bakanlar, bürokratlar, kamu görevlileri hem istifa etmezler hem de edemezler.

Etmezler, çünkü kamuculuk, halka karşı sorumluluk, hesap verme gibi değerler çoktan berhava edilmiştir. 

Pamukova’dan Çorlu’ya tren kazalarında da, Ermenek’ten Soma’ya iş cinayetlerinde de, kamusal görevi olan hiç kimse sorumluluk üstlenip istifa etmemiştir; çünkü bu rejimin doğasına aykırıdır, sözünü ettiğim değerler bu rejimin fıtratında yoktur! 

Sadece “etmezler” değil, “edemezler” de dedik. Edemezler, çünkü istifa kişisel bir irade beyanı anlamına gelir; yeni Türkiye’de ise bu “hikmetinden sual olunmaz” iradeye karşı çıkmak, ondan izinsiz iş yapmak, ona rağmen bir karar almak olarak görülür ve fiilen yasaktır.

Dolayısıyla yeni Türkiye’de istifa müessesi ortadan kalkmıştır;  ya “Başyüce” tarafından doğrudan bir gece yarısı kararnamesiyle görevden alınırsınız, ya da “Başyüce”den affınızı istersiniz, o da bir durum değerlendirmesi yaptıktan, meseleyi kendisiyle istişare ettikten sonra sizi affeder veya görevinizin başında kalma talimatı verir, bu kadar basittir. 

Geçilen aşamalar 

Durum bu kadar açıkken ve cuma günü Merkez Bankası başkanı yine bir gece yarısı kararnamesiyle ve elbette ki herhangi bir açıklama yapılmadan görevden alınmışken, günün sabahında sosyal medyadaki bir kısım kanaat önderi, bir kısım “muhalif” kalem erbabı, işi gücü bırakmış yeni atanan başkanın neler yapması gerektiğini yazmaya başlamışlardı.

“Faizleri şu kadar puan artırması gerekir”den tutun “şu isimlerle çalışması gerekir”e uzanan genişlikteki tavsiyelerin arasında unutulan veya görmezden gelinen şey ise tam da yapılan atamanın doğası gereği, atanan kişinin bunları, yapmayacağı, yapamayacağıydı. 

O da bir önceki isim gibi “hikmetinden sual olunmaz” iradenin kararıyla oraya getirilmişti ve kendisine ait bir iradesi yoktu; onu oraya getiren irade neyin doğru olduğunu, neyin kendi bekasını gerektirdiğini düşünüyorsa, o da buna uygun bir şekilde hareket edecek, kendisine verilen talimatları sorgusuz bir şekilde yerine getirecekti.

Ve elbette ki unutulan bir şey daha vardı: Türkiye, hangi kurumun başına kimin atanacağının, hangi ismin hangi kurumu yöneteceğinin tartışılacağı aşamayı çoktan geçmiş durumdaydı. Tek adamın iki dudağının arasından çıkan sözün hukuk sayıldığı, bütün kararların tek bir merkezden alındığı, kurumsallaşmış bir bürokratik yapının ve hukukun silinmeye yüz tuttuğu, gözetilenin liyakat değil rejimin ve tepesindeki kişinin bekası olduğu bir aşamada, isimler üzerinden bir tartışma yapmak da, onlara bir yol haritası çizebileceğine inanmak da, hem kendini hem toplumu kandırmaktan ötede bir anlam taşımıyordu. 

Yükseliş ve düşüş 

Damat bakan, pazar akşamı “zamanın ruhuna” ve rejimin karakterine uygun bir şekilde “istifa” etti, sonrasında yaşananlar da bu ruha ve karaktere son derece uygundu. 

Bakan, devlet teamüllerinin ve resmi prosedürün dışında, istifasını sosyal medyadan verdi. “İstifa”dan değil, “devam etmeme kararı”ndan söz etti. Gerekçe olarak sağlık sorunlarını gösterdi, başarısız olduğuna ya da sorumluluklarını yerine getiremediğine dair herhangi bir ibare ise elbette ki kullanmadı. Hamasetle bezeli mektubunu da “Allah sonumuzu hayreylesin” diye bitirdi.  

Kendisi “istifa” demediği gibi karşı taraf da “istifa” demedi; görevden affını istediği, “hikmetinden sual olunmaz” iradenin de bunu kabul ettiği yönündeki açıklama İletişim Başkanlığı adlı kurum tarafından yapıldı. 

Havuzla ana akımın birleşmesinden ortaya çıkan “ana havuz” medyası, muazzam bir oto-sansür mekanizmasıyla istifayı 24 saatten uzun bir süre göremedi, çünkü “görün” talimatı gelmemişti. Televizyonlar, gazeteler, radyolar, internet siteleri, saatlerce üç maymunu oynadı, milyonlarca kişi olan biteni ancak saatler sonra öğrenebildi.

Bakanın istifa biçimi –bakın burası çok önemli- rejimin karakteristiğine uygundu, çünkü bizatihi varlığı rejimin karakteristiğine uygundu. En tepesinde bir “baba” figürünün bulunduğu, bir “politik aile şirketi”ne dönüşmüş olan rejim ve bir “aile-devleti”ne dönüşmüş olan devlette, hazinenin anahtarının damatlardan birine verilmiş olması şaşırtıcı değildi.

Kamu ihaleleriyle semirtilen yeni bir sermaye grubu, o ihalelerin karşılığında başta medya sahipliği olmak üzere aile-devletinin finanse edilmesi, politik aile şirketinin “Varlık Fonu” adı altında resmi olarak devasa bir holdinge dönüşmesi, rant dağıtımının tek merkezden yönetilir hale gelmesi… Bunların hepsi damadın rol ve işlevinin ne olduğunu çok açık bir şekilde gösteriyordu.

Ancak, özellikle son birkaç yıldır ekonominin yeni bir kriz evresine girmesiyle birlikte, rejimin zayıf karnı da tam olarak ekonomi yönetimi ve onu şahsında cisimleştiren damat olmuştu. 

Büyük bir ekonomik kriz sonrası ve o krize verilen toplumsal tepki sayesinde iktidara gelen AKP, dünyadaki bol sıcak paranın bir kısmının Türkiye’ye gelişiyle birlikte, tüketim olanaklarına erişmede ve refah düzeyini artırmada kendi durduğu yerden belli bir başarı sağlamış olsa da, sıcak paranın kesilmesiyle birlikte Türkiye yeniden bir kriz konjonktürüne girmiş, iktidar partisini kitleler nezdinde muteber kılan şeyin de altı oyulmaya başlamıştı. Ekonomideki gidişatın iktidarın bekası üzerindeki etkisi açıktı; yoksulluk, enflasyon, işsizlik arttıkça hegemonya zayıflıyor, oylar düşüyordu. 

Bu süreçte hedef tahtasına oturtulan kişinin damat olması şaşırtıcı olmazdı ki, zaten öyle oldu. Muhalefet taktik gereği doğrudan damatlık vasfı üzerinden bakanın liyakatsizliğine ve yetersizliğine yüklenirken, ekonominin faturasını gerçek sorumlu olan “Başyüce”ye kesme idrakine ya da cesaretine sahip olmayan yandaşlarda da bir homurdanma gözlemlenebiliyordu. 

Ekonomi yönetimi üzerinden hedef haline gelmesinin yanı sıra, kendine bağlı bir siyasi klikle ve medyayla birlikte, parti ve devlet aygıtı içerisinde kendine özerk bir güç alanı inşa etmeye ve “veliahtlığa” oynamak da damada hem parti hem de devlet içinde yeni düşmanlar kazandırmıştı. Taraflar arasında, saray siyasetinin doğasına uygun bir şekilde ayak kaydırmaya ve entrikaya dayalı taht oyunları oynanıyor, bunlar da ister istemez rejimi ve tepesindeki ismi yıpratıyordu. 

Tüm bunlar üst üste eklendiğinde “kaçınılmaz son” da gelmiş oldu; “görevden affı” kabul edilen damat “şimdilik” kaydıyla ve muhtemelen bir gün geri dönmesine dair planlarla birlikte feda edildi ve oyun tahtasının dışına itildi. 

Şimdi muhtemeldir ki,  “hikmetinden sual olunmaz” irade, aslında eski ama güya yeni bir kadroyla, ekonomide toparlayıcı birtakım işlere girişecek, hiç olmazsa döviz fiyatlarını birazcık aşağıya çekmeye, bu esnada da dünya ekonomisindeki toparlanma eğiliminden faydalanarak Türkiye’ye sıcak para gelmesini sağlamaya, ucuz emek üzerinden “küçük Çin” olma yönünde adımlar atarak istihdamı artırmaya çalışacak. Ekonomide işine yarayacak ölçüde bir toparlanma eğilimi gördüğü zaman da, seçime giderek bir beş yıl daha kazanmayı önüne koyacak. 

Kucaklaşma mümkün mü? 

Yeni gelen Merkez Bankası başkanına olduğu gibi yeni gelen bakana da “şöyle yap, böyle yap, şunu yaparsan daha iyi olur” diyenler olacaktır, hatta attığı birkaç adıma bakıp övenler ve kahramanlaştıranlar da… 

Nasıl olsa ülkede “kucaklaşma” ve “barış”ın ne demek olduğu üzerine kafa yormadan kucaklaşmaya ve barışmaya hazır, “birlik beraberlik” derken ne kastedildiğine bakmadan birlik beraberlik edebiyatına teşne ciddi bir toplam var. 

Ve nasıl olsa ülkede iktidarla varoluşsal bir derdi bulunmayan, “2002-2008 günlerine dönseler keşke” diye hayıflanan, iktidarın tek bir işaretiyle yine koşup gitmeye hazır, muhalifliği kendinden menkul, soyut, şekilsiz bir toplam var. 

On sekiz yılın sonunda hala daha “iktidar bir el uzatsa da uzlaşsak” diye bekleyen, milli eğitimden sağlığa bakanlardan kahramanlar çıkarma maharetine sahip, dış politikadaki herhangi bir meselede “içerisi ayrı dışarısı ayrı” deyip hizaya geçmeye hazır, sermayenin Cumhuriyet’in yıkılışındaki rolünden bihaber bir şekilde ulusal gün ve bayramlarda holding ve banka reklamlarına ağlamaya devam eden, ancak “sahteliğiyle” var olabilen bir toplam bu.

Defalarca söyledik ama söylemeye devam etmemiz gerekiyor. Bozuk düzende sağlam çark olmaz, meselemiz tek tek kişi ve kurumların ötesindedir, bu rejimden “iyi insanlar”, “kahramanlar” çıkmaz,  bu rejim siz istesiniz de sizle uzlaşmaz, siz “kucaklaşma” dedikçe o sizi tokatlamaya, dövmeye devam eder,  çünkü doğası gereği ancak kendisine yeni düşmanlar bularak, ancak toplumun bir kesimini düşmanlaştırarak ayakta kalabilir. 

Tam da bu nedenle, topyekûn bir karakter taşıyan bu rejime karşı topyekûn bir mücadele vermeyen, onunla topyekûn bir şekilde cepheleşmeyi göze alamayan, onu reforma, tadilata tabi tutabileceğini ve onunla uzlaşabileceğini zanneden bir muhalefet tarzının geçmişte olmadığı gibi gelecekte de herhangi bir şansı olmayacaktır.    

Fatih Yaşlı / SOL


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...