Bazı farklı ülkeler… - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Bana 5 dönüm arazi verin, KKTC’de Cumhurbaşkanlığı makamını inşa edelim. Zira bu tür makamlar farklı ülkelerin bakışını değiştirir… Çünkü biliyorsunuz bir yerde makam varsa makam arabası da vardır. Araba konusunda çok ilerideyiz biliyorsunuz. Yerli ve milli aracımız TOGG %51 yerli bileşenlerle, %1 farkla ful kontak yerli olacak. Umarım bu değerler zamanla daha da artar. Aslında aracın içinde bana 2 metrekare alan verseler oraya Lego’dan bir makam inşa ederim. Zira bu makamlar farklı ülkelerin bakışını değiştirir.

Mesela bir ülke gelip “Ya bu makamın aracın içinde ne işi var?” diyebilirken, faklı bir ülke “Vay canına, oh may gad! Bir aracın içine bunu yapan, koskoca memlekette neler yapar?” diye düşünüp şaşırabilir.

Bir başkası da “Ya kimsenin tanımadığı bir ülkeye makam kurmuşlar, demek ki diplomatik hamlelere filan gerek yok, direkt makamla bu iş çözülüyormuş, hemen şurayı tanıyalım” diyebilir.

Ülkeler farklı farklı sonuçta. Bazı ülkelerde halkın yani kamunun yararı düşünülür ve ön planda tutulurken, bazı ülkelerde sadece beş, bilemediniz altı kaşalot inşaat firmasının yararı ve karı ön planda tutulabilir. Bu beş, bilemediniz altı şirkete memleketin tüm ihaleleri itinayla verilir. Hatta ihalelerin çoğuna bir de geçiş garantisi, hasta garantisi, kazanç garantisi filan verilir. 

eee kaşalotları mutlu etmek kolay değil haliyle. Ne yapacaklar? 

Vatandaşı mı memnun edecekler ya? 

İşte farklı ülkelerde böyle acayip şeyler de oluyor nedense. Nedense vatandaşının hayatını, hayat kalitesini filan ön planda tutuyor bazı farklı ülkeler. Bazı farklı ülkeler cari açığı oradan buradan ambargo delerek çözmeye çalışmıyor. Efendi gibi üretiyor. Üreticisini kolluyor. Bazı farklı ülkeler her şeyi, her hammedeyi, her tarım ürününü yurt dışından getirip ülkesindeki tarımı, üretimi boğmuyor. Bazı farklı ülkeler cari açık veriyor, “Bunu vatandaşlarımız için nasıl değerlendiririz?” diye düşünüyor… Bazı farklı ülkelerde makam arabası bile kullanılmıyor. İnanır mısınız, bu gariban ülkelerde insanlar bisiklete biniyor…

Bazı farklı ülkelerde ise içişleri bakanları “Sokağa çıkabilir misiniz bisikletle?” diyerek kendi görev tanımını baştan aşağıya başarısızlık eksenine ve kalitesine oturtuyor. Sanki o ülkelerde sokaktaki asayişi başka ülkelr sağlıyor… Değişik tabii.

Bazı farklı ülkelerde saçma sapan projeler, çevre katliamları, inanılmaz masraflar, toplanan deprem vergileri filan kimseler tarafından sorgulanamıyor neredeyse. Bazı farklı deprem ülkelerinde vatandaşının kaldığı binaları güçlendirmek yerine “Ya sağlam binalarda oturun” diyen bakanlar ortaya çıkabiliyor. Bazı farklı ülkelerede ise gayet temiz şekilde çalışan havalimanlarının pistleri üzerine gerek var mı yok mu demeden binalar kuruluyor, milyonlarca dolarlık emek çöpe atılıyor.

Bazı farklı ülkelerde sayıştay raporuna göre 2014-2019 yılları hazine garantili projelere 61 milyar 719 milyon 332 bin lira kur farkı ödeniyor... Bu miktardaki canlıyla 14 adet Avrasya tüneli, 12 adet Osmangazi Köprüsü, 8 adet Çanakkale Köprüsü, 6 adet Yavuz Sultan Selim Köprüsü yapılabilirdi… Olsundu yapılmasına ne gerek var. Bazı farklı ülkelerde çünkü vatandaş değil, kaşalotlar, balinalar, dev ahtopotlar, milletin en güzel yerlerine en güzel değerleri yerleştirmeyi düşünen güzel insanlar korunuyor. Vatandaş zaten devlet için var bazı farklı ülkelerde.

Bazı farklı ülkelerde ise devlet vatandaş için.

İşte fark bu. 

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Ekonomide yalancı bahar - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Erdoğan’ın ‘Acı reçete’ mesajına gelelim; eğer bundan kasıt kamu-özel işbirliği projeleri bedellerinin TL’ye çevrilmesi, Kanal İstanbul’dan vazgeçildiğinin açıklanması, bürokratların lüks makam otolarının elden çıkarılması vb. ise haliyle itiraz etmeyiz.

Perde Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal’ın görevden alınmasıyla açıldı. Merkez Bankası başkanlarının bir yolsuzluk, bir usulsüzlük söz konusu olmaksızın süreleri dolmadan azledilmeleri zaten teamüllere aykırıdır. Bir ülkede peş peşe iki başkanın aynı akıbete uğraması ise kurumsal yapıların çökmekte olduğunun açık bir belirtisi sayılmalıdır.

Ardından Merkez Bankası Başkanlığı’na Naci Ağbal’ın atandığı açıklandı. Ağbal’ın teknokratik donanımı ve deneyimi yeterli sayılsa bile, bir kere kendisi AKP’den milletvekili seçilmiş, bakanlık yapmış siyasi bir figür. Bu tercih şu ana kadar Merkez Bankası Başkanlığı’na doğrudan siyasi kadrolar arasından yapılmış ilk atama özelliği taşıyor. Kaldı ki Ağbal maliye kökenli bir isim. Hazinecilik ve merkez bankacılığı tamamen farklı bir uzmanlık alanıdır.

8 Kasım Pazar akşamı da Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasından, kendisinin Instagram hesabındaki veda mesajıyla haberdar olduk. Sis perdesi biraz aralanmaya başlayınca, sabık bakanın kardeşi Serhat Albayrak’ın başında bulunduğu Sabah grubu da dahil hiçbir mecrada sesini duyuramayınca acze düşüp sosyal medyaya başvurmak zorunda kaldığını anladık. Aslında rejimin “totaliter” niteliğini kavramak için belki de bundan daha açık bir kanıt bulunamaz. Öyle bir an geliyor ki, rejimin ikinci en güçlü kabul edilen kişisinin bile anında sesi kesilebiliyor. O da çaresizlikle, mensubu bulunduğu hükümetin susturmak için yeni yasal düzenlemelere gittiği sosyal medya zeminlerinden birine sığınmak zorunda kalıyor.

Öfori Haftası

9 Kasım Pazartesi günü piyasaların açılmasıyla birlikte döviz kurları gerilemeye, borsa yükselmeye, gösterge faiz kabul edilen 2 yıllık devlet tahvili faiz oranı düşmeye başladı. Nitekim bu coşku 13 Kasım Cuma gününe kadar sürdü. 5 günde dolar 8.58 liradan 7.65 liraya düşerek 93 kuruş değer kaybetti. 2 yıllık kağıdın faizinde yüzde 15,32’den yüzde 13,82’ye 150 baz puan gevşeme yaşandı. BIST 100 borsa endeksi de 1180’den 1291’e yüzde 9,4’lük bir artış gösterdi. CDS denilen kredi risk primi 3 Kasım’daki 560 baz puandan 393 baz puana çekildi.

Açıkçası yeni Başkan Naci Ağbal’ın fiyat istikrarı, Merkez Bankası bağımsızlığı doğrultusunda yaptığı açıklamaların finansal piyasalara egemen olan “öfori” tabir edilen aşırı mutluluk ikliminde önemli bir etkisi bulunduğunu düşünmüyorum. Yüksek olasılıkla, Ağbal 8 Kasım günü banka genel müdürleriyle yaptığı toplantıda, “malum makamın” da onayıyla keskin bir faiz artışı teminatı verdi. Bu “müjde“ piyasaları uçurdu.

“Hafta içi ekonomi kanallarındaki yorumlarda adaletinden ve doğruluğundan sual olunmayan “piyasa” güzellemelerine çokça rastlanıyordu. Piyasalara demokratik ve çoğulcu bir kişilik atfedilerek, ekranlarda “piyasalar biziz, hepimiziz; piyasalar Ayşe Teyzedir, Osman Amcadır” mealinde bir temize çıkarma havası egemendi. Doğru; “finansallaşma” sürecinin toplumun tüm dokularına nüfuz etmesiyle birlikte topladığı günlük bahşişi anında 2 avroya çeviren çıraklara, dayısının verdiği 20 dolar bayram harçlığını kurlar biraz yükselince bozdurmak için döviz büfesine koşan öğrencilere çokça rastlıyoruz. Çevremizde gözü ekranda, döviz kurlarını, hisse senedi dalgalanmalarını profesyonel bir edayla izleyerek tam gün mesai yapan emekliler de tanıyoruz. Ancak bu demokratikleşme yanılsaması, piyasaların herkesin parası kadar konuştuğu, 1 doların 1 oya tekabül ettiği bir güçlüler arenası olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Piyasaları her zamanki gibi büyük oyuncuların aşırı kazanç dürtüsü ve spekülasyon arayışı biçimlendiriyor. Anlaşılan “finans kapital” bir kez daha Türkiye’de bir kâr kokusu aldı ve literatürde “bottom fishing” denilen, fiyatlar aşırı düştükten sonra alıma geçme stratejisini devreye soktu.

Merkez Bankası Bağımsızlığı Mutlaka Gerekli mi?

Aslında sözünü ettiğimiz gelişmeler Merkez Bankası bağımsızlığı kavramını kimsenin kale almadığının kanıtı gibi. Neden mi? Çünkü Merkez Bankası’nda faiz kararları PPK diye kısaltılan Para Politikası Kurulu tarafından alınıyor. Kurulun 7 üyesi var. Ağbal bu üyelerden sadece bir tanesi. 22 Ekim’deki toplantıda faizler sabit tutulduğuna göre, Murat Uysal dışındaki 6 üyenin tutumunun faiz artırma yönünde değiştiğine nasıl bu kadar emin olunabiliyor? Belli ki bu üyelerin hiçbir inisiyatifi bulunmadığı, konu mankeni olmaktan öteye gidemedikleri varsayılıyor.

Bu noktada “Merkez Bankası bağımsızlığı” kavramını kısaca tartışmak yararlı olabilir. Çünkü Merkez Bankası bağımsızlığı neoliberalizmin ana direklerinden biridir. Toplumun üretim, istihdam, geçim kaygılarından uzaklaşmış, finansal piyasaların egemenliğine boyun eğmiş bir kurguyu simgeler. Zaten Naci Ağbal’ın da telaffuz ettiği enflasyon hedeflemesi, sermaye hareketlerinin serbestliği ve dalgalı kur rejimi veri alındığında faiz kararlarına hapsolmuş bir merkez bankası anlamına gelir. Eğer faizler yeterince artırılıp, kredi daralması göze alınırsa sıcak para çekilebilir. Ne zaman ki talep edilen faizi vermekten kaçınılırsa, o zaman geçtiğimiz aylarda gözlemlediğimiz gibi sıcak paranın ülkeyi terk etmesiyle cezalandırılır. Ne var ki gerekli yasal değişiklik yapılana kadar, başıboşluk yerine merkez bankası bağımsızlığına sahip çıkmak daha doğrudur bu ayrı…

Tüm Vebal Berat Albayrak’ta mı?

Berat Albayrak, tüm dünyanın bizi kıskandığı fantezisini diline doladığı, ekonomide çığır açıcı büyük atılımların eşiğinde olduğumuz tarzı uçuk iddiaları dillendirdiği, ekonomi yönetiminde yaşanan sorunları halkla içtenlikle paylaşmadığı için toplumun güvenini iyice yitirmişti. En son da rekabetçi kur tezini ortaya atması, “döviz kurlarına hiç bakmıyorum’! “incisini dökmesi bardağı taşıran” damla oldu. Yılbaşından beri brüt döviz rezervlerinin 40 milyar dolar düşüşünde, kamu bankaları satışları da göz önüne alınırsa 100 milyar dolar civarında bir döviz kaybı yaşanmasında kendisinin ağır vebali bulunduğu açık. Gelgelelim tüm bu yanlışlara kayınpederinin “ne yapıp edin de faizleri artırmayın” talimatını yerine getirmekle düştüğü de ortada. AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un geçtiğimiz hafta sonu “Türkiye’nin önlenemeyen yükselişini yaşıyoruz; yedi düvel karşımıza geçmiş Türkiye’yi yolundan çevirmeye çalışıyor” sözleri Albayrak’ın özel bir vaka değil, AKP’nin genetik kodlarının bir taşıyıcısı olduğunun kanıtı gibiydi.

TL’yi Yukarı Taşıyan Dinamikler

TL’nin 1 haftada yüzde 10’un üzerinde değer kazanmasında dünyadaki olumlu havanın da etkisi olduğu açık. Joe Biden’ın net bir biçimde ABD başkanlığını kazandığının anlaşılmasıyla, “güvenli liman” kabul edilen başta Amerikan hazine bonoları, düşük riskli varlıklardan bir çıkış, Türkiye benzeri ülkelere bir sermaye akımı yaşandı. Benzer şekilde aşı geliştirme çalışmalarında mesafe alındığına ilişkin haberler de iyimser bir hava estirdi. Hindistan borsası rekor kırarken, Brezilya, Güney Afrika varlıkları daha cazip hale gelirken, Türkiye de bu pembe rüzgârdan nasibini aldı.

Ayrıca döviz piyasalarında “overshooting” denilen, bir kere kur ekonominin makro temellerinden koptuktan sonra aşırı noktalara sürüklenmesini ifade eden bir olgu vardır. Bir para birimi bir kez değer kaybetmeye başlayıp serbest düşüşe geçince, her dövize yönelen para kazanmaya, her döviz satan pişman olmaya başlar. Yerel paradan kaçış kendini doğrulayan bir kehanete dönüşür. Ta ki düzeltme yapmak, kârları realize etmek için bir fırsat doğana kadar. 1994, 2001, 2018 kur ataklarında hep böyle süreçlere tanık olduk. Katara en son atlayan çaylakların ellerinin cız etmesiyle sonuçlanan bir kurgu defalarca yinelendi. Bu kez de bir anda olumlu algının güçlenmesiyle piyasalarda ibre lira alımına döndü. Ancak unutmayalım ki, 7,65 lira dolar kuru bile 15 Haziran-30 Temmuz arasında sabit tutulmaya çalışılan 6,85 lira düzeyine göre yüzde 11,7 bir devalüasyona işaret ediyor.

Türkiye’ye Yeni Bir Kredi mi Açıldı ?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Acı Reçeteyi Uygulayacağız” sözlerinin önümüzdeki dönem ekonomi politikalarına damga vuracağı anlaşılıyor. Öncelikle, 19 Kasım’da keskin bir faiz artışıyla finans kapitale bir diyet ödemek gerekiyor. Şu anda politika faizi kabul edilen bir haftalık repo oranı kağıt üzerinde yüzde 10,25. Ancak “Geç Likidite Penceresi” yoluyla yüzde 14,75’ten yapılan fonlamayı da dikkate alınca ağırlıklı ortalama fonlama maliyeti yüzde 14’ü aşmış bulunuyor. Eğer politika faizinin fiili faiz oranını yakalaması planlanıyorsa, 19 Kasım’da 400 ila 500 puan arasında bir faiz artışı bekleniyor.

Covid-19’un yarattığı ekonomik durgunluk ortamında, Türkiye gibi orta büyüklükte, uluslararası piyasalara entegre bir ekonominin dış borç krizine sürüklenmesi domino etkisiyle tüm küresel ekonomiyi sarsabilirdi. Üstelik Türkiye’nin dış borçları başta İspanya, Fransa, İngiltere ve Almanya gelmek üzere ağırlıkla Batı bankalarına. Bu endişenin de etkisiyle Türkiye’ye yeni bir kredi açıldığı izlenimi uyanıyor. Erdoğan’ın geç de olsa, Macar Orban, Brezilyalı Bolsonaro gibi benzer otoriter liderlerin aksine Biden’ı tebrik etmesi, son bir haftada dış politikada görece ılımlı mesajlar vermesi de tekrar Atlantik İttifakı’na yanaşma manevraları olarak görülebilir. Berat Albayrak’ın gözden çıkarılmasında, Trump’ın damadı Kushner ile kurduğu özel ilişkinin artık bir anlamı kalmamasının rolü bulunduğu bile düşünülebilir. Biden’ın tarzına uygun olarak ABD ile kişisel hukukun yerine diplomasinin öne çıktığı bir döneme adım atılabilir.

Nitekim Batı basınında bir anda ekonomide atılan son adımlara prim veren yorumlara rastlanmaya başlandı. Örneğin bunlardan biri, büyük bankaların üst kuruluşu Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) baş ekonomisti Robin Brooks’un eğer Merkez Bankası yeterli ölçüde faizleri artırırsa piyasaların Türkiye’ye sıcak bakacağı, ihracat potansiyelinin ülkeyi ileriye taşıyabileceği yolundaki yazısıydı. (Robin Brooks, Time for Turkey to send a positive signal with rates, Financial Times, 12 Kasım 2020).Sonunda Türk bankalarının sendikasyon kredilerinin yenilenmesine karar verecekler IIF üyesi bankalar.

‘Acı Reçete’ Kimin İçin Yazılıyor ?

Gelelim Erdoğan’ın “acı reçete” mesajına; eğer bundan kasıt kamu-özel işbirliği projeleri bedellerinin TL’ye çevrilmesi, Suriye-Irak-Libya-Azerbaycan derken bütçeye aşırı yük getiren askeri maceralardan geri adım atılması, Kanal İstanbul’dan vazgeçildiğinin açıklanması, bürokratların lüks makam otolarının elden çıkarılması vb. ise haliyle itiraz etmeyiz. Benzer biçimde gelir ve kurumlar vergisi oranlarının yükseltilmesi, böyle zor bir dönemde büyük servet sahiplerinden vergi alınması uygulamalarının da arkasında dururuz. Ancak acı reçeteden anlaşılan elektrik, doğalgaz fiyatlarına zam yapılması, halkın sırtına yüklenen dolaylı vergilerin artırılması, bütçeden yapılan sınırlı sosyal harcamaların budanması, kamu çalışanı ve emeklilerin maaşlarının dondurulması ise bunun emekçi kesimlere bedeli çok ağır olur.

Daha geçen hafta açıklanan iş gücü verileri 1 yılda çalışma yaşındaki nüfus 1 milyon 139 bin artarken, işgücünün 1 milyon 431 bin azaldığını gösterdi. Bu işgücüne katılma cesaretini bile yitirmiş nüfusun 2 milyon 570 bine sıçraması anlamına geliyor. Böyle bir ortamda kemer sıkma önlemleri yatırımları durdurur, işsizliği daha da artırır, halkın zaten gerileyen yaşam standartlarını iyice aşağı çeker. Bunun sonu da tam bir ekonomik, sosyal ve psikolojik yıkım olur.

Böyle bir süreçte toplumsal desteğinizin iyice zayıflaması, oy oranlarınızın düşmesi sizin sorununuz. Yurttaşlarımızın pandemi ortamında, üstelik de kış bastırırken iyice yoksulluğa, sefalete, giderek açlığa sürüklenmesi çok vahim bir tablo yaratır. O da toplumsal muhalefetin sorunu olmalı…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Karabağ savaşı Rusya'ya yaradı -YİĞİT ÇOBANOĞLU VE BEKİRCAN DURUKAN(ÇEVİRİ) - SOL

 Asia Times'ta yayınlanan Richard Giragosian imzalı makale, Azerbaycan ve Ermenistan arasında kısa süreli savaş durumuna neden olan Karabağ çatışmasında kazanan tarafın Rusya olduğunu söylüyor.

Rusya, savaş sonrası Güney Kafkasya'da üstünlüğü ele geçirdi

Richard Giragosian

40 gün 40 gece süren yoğun çatışmalardan sonra Dağlık Karabağ’da savaş, 10 Kasım'da bir gece yarısı Facebook gönderisiyle sonlandı. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, “tarif edilemeyecek kadar acı verici” olarak itiraf ederken, Azerbaycan'a kayda değer büyüklükte toprak devredecek yeni bir anlaşmayı kabul ettiğini açıkladı. 

Ermenilerin elindeki Karabağ bölgesini koparan, Ermeni nüfusunu ilerleyen Azerbaycan güçlerinden kurtaran ve savaşı sonlandıran bu anlaşma, bölgenin statüsü ve güvenliği hakkında yalnızca daha fazla soru ortaya çıkarıyor.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan tarafından imzalanan Rus yapımı bu plan çok yönlü. Anlaşmanın şartlarına göre, yaklaşık 2.000 kişilik bir Rus barış gücü Karabağ'a konuşlandırıldı ve Dağlık Karabağ'ı Ermenistan'a bağlanan hayati önemdeki Laçin Koridorunu korumak ve savunmak için bir hat oluşturdu.

Aşamalı bir geri çekilmede, bu hat 20 Kasım’a dek Kelbecer ve Ağdam’ın iki bölgesinin, 1 Aralık’a dek ise Laçin bölgesinin Ermenilerce boşaltılması anlamına gelecek. O güne dek Rus kuvvetleri Ermeni ordusunun beş kilometre genişliğindeki bir koridoru kullanmasını sağlamış olacak.

Azerbaycan'ı Ermenistan, İran ve Türkiye sınırındaki toprağı Nahçıvan’a bağlamak için benzer ama çok daha belirsiz bir “koridor” da öngörülüyor. 

Anlaşmanın son noktası olan Ermeni topraklarından geçecek Azerbaycan hattı, belirsiz ve tanımsız kaldığından egemenlik, yasal statü ve devriye gibi konular, tehlikeli sorular oluşturma potansiyeli taşıyor.

Anlaşmada belirtilmeyen veya vurgulanmayan şeylerden kaynaklanan bir endişe de var. Örneğin, Dağlık Karabağ'ın geri kalan kısımlarının “statüsü” konusuna da daha önceki müzakerelerin dahil edilmediği bir belirsizlik hâkim. Açık bir şekilde dolaysız bir müzakereye ve diğer birçok başlık üzerinde daha fazla anlaşmaya ihtiyaç var. 

Gerçekleşecek diplomatik süreç, Dağlık Karabağ'dan demokratik olarak seçilmiş temsilciler de dahil olmak üzere çatışmanın tüm taraflarını da kapsamalıdır. Aksi takdirde, Karabağ'ın dışarıda tutulmasına devam edilirse bu, anlaşmanın dayanıklılığını ve sürdürülebilirliğini zayıflatacaktır.

Zorlama altında anlaşma

Her ne kadar tüm taraflar, farklı derecelerde baskı altında Rusya tarafından hazırlanmış anlaşmayı kabul etmiş gibi görünse de Ermenistan ve Dağlık Karabağ liderleri için çok fazla seçenek ve alternatif yoktu. Karabağ'ın en büyük ikinci şehri ve stratejik önemde olan Şuşa şehrini Azerbaycan'ın ele geçirmesi önemli bir dönüm noktasıydı. Karabağ Ermenileri şehri kaybederken felaketin boyutu belli oldu.

Karabağ’ın başkenti Hankendi’ye geri çekilen Karabağ ve Ermenistan liderleri, kalan sivilleri ve Karabağ'dan kalanları kurtarmak için durumu acı içinde idrak etti. Moskova tarafından dayatılan anlaşmanın şartlarını kabul etmekten başka bir alternatif yoktu.

Çoğu silahlı çatışma ve savaş, eninde sonunda kendi temposunu izleyerek, sürekli kuvvet ve askıya alınmış savaş şeklinde uzun süreli bir çatışma döngüsüne girer. Ve tıpkı bir yangın gibi, bu tür çatışmalar kendi gerilimini sönümlenmeden önce belirler ve hızlarını keserler. Dağlık Karabağ için devam eden savaş da farklı değil ve şimdi nihai ve kapsamlı bir sona ulaşmaya hazır görünüyor.

Dağlık- Karabağ bölgesinde çözülememiş sorunlar, Azerbaycan’ın 27 Eylül’de askeri bir harekât başlatmasıyla birlikte ani bir savaşa dönüştü. Saldırılar aracılığıyla Azerbaycan’ın günbegün büyük oranda ilerlemesi, Ermenistan’ın saldırının büyüklüğünden etkilenmesine neden oldu.

Türkiye’nin doğrudan askeri ve operasyonel desteği ile Azerbaycan’ın saldırısı, topyekûn bir savaşa dönüşürken; hedeflenen topraklarda genişlemeyi sağladı. Askeri olarak bu savaş ise, birkaç yönden son otuz yılda gerçekleşen çatışmalardan oldukça farklıydı.

İlk olarak, Türkiye’nin askeri desteği ve doğrudan angajmanı Azerbaycan kuvvetlerini güçlendirdi ve cesaretlendirdi, güneyde geniş bir toprak parçasını ve Dağlık Karabağ’ın kuzey ve doğusundaki daha küçük bir alanı ele geçirmeye yardım etti.

Aynı zamanda Karabağ’daki Ermeni kuvvetleri, Türkiye ve İsrail’in insansız hava araçlarının, eskimiş hava savunma sistemlerini alt üst eden müdahalesi sonucunda, ciddi bir ekipman kaybına uğradı.

Türkiye’nin beklenmedik angajmanı vesilesiyle gerçekleşen baskının ötesinde, bu savaşı belirleyen bir diğer faktör ise Rusya’nın tepkisiydi.

Rusya hakimiyetini yeniden sağlıyor

Tam ateşkesin ardından saldırıların kısmi veya geçici olarak durmaması Rusya için utanç verici bir haberken, hemen ardından aniden açıklanan Rus destekli Dağlık Karabağ “barış anlaşması”, Moskova adına birkaç sebeple gerçek bir zafer anlamına geliyor.

İlk olarak anlaşma, Moskova’yı en önemli hedefine ulaştırıyor: sahada dominant bir askeri varlık. Dağlık Karabağ bölgesinde ordunun doğudan bulunamayışı, Karabağ çatışmasının en ayırt edici yönlerinden biriydi ve bu durum, eski Sovyetler Birliği örneklerinin tamamıyla tezatlık taşıyordu.

Varlığının olmaması Moskova için uzun süredir sıkıntılı bir durumdu ve bu durum Rusya’nın gücünü yansıtma konusundaki sınırlarını gösteriyordu. Ancak, bu hedef gerçekleştiğinde, Rus barış kuvvetleri yeni barış antlaşmasının güvenirliği ve sürdürülebilirliği için merkezi bir konuma erişti. Bu sayede Moskova bölgede daha belirleyici bir role sahip oldu.

Rusya için ikinci kazanım noktası, Ermenistan hükümeti üzerinde kurmuş olduğu baskıdır. Ermenistan’ın 2018’deki ‘Kadife Devrim’ine pasif tepkisine rağmen, Moskova zamanını bekledi; ve Ermenistan Başbakanı Paşinyan ve hükümeti üzerindeki baskıyı arttırmak için bir fırsat yakaladı.

Kuvvetlenmiş Rusya, Ermenistan’ı sadece Moskova'nın yörüngesinde tutmak ile kalmadı; aynı zamanda Ermenistan’ın seçeneklerini ve Batı ile yakınlaşma çabasını da sınırlandırdı.

Bu bağlamda Erivan’ın bağımsızlığı ve egemenliği tehlikedeyken Moskova Ermenistan’ın teslimiyetini arttırmaya çalışacaktır.

Üçüncü olarak ise Dağlık-Karabağ anlaşması yalnızca Rusya’nın girişimleri sayesinde oluştu, idaresi Amerika, Fransa ve Rusya tarafından yapılan OSCE Minsk Grup sayesinde gerçekleştirilmedi.

Bu, Minsk Grubu’nun formatının ve yapısının Rusya önderliğindeki bu en son gelişmelerden zarar gördüğünü gösteriyor. Karabağ sorununun askeri aşaması sona ermesine rağmen diplomatik yarışma daha yeni başlıyor.

YİĞİT ÇOBANOĞLU VE BEKİRCAN DURUKAN(ÇEVİRİ) - SOL

https://asiatimes.com/2020/11/russia-seizes-primacy-in-post-war-south-caucasus/?mc_cid=3d2ef78c39&mc_eid=a702e9b4d3

Küresel salgın, ekonomik kriz ve ardından 3. dünya savaşı gelebilir - Çağdaş Gökbel / SOL

 Kritik bir dönüşümün eşiğindeyiz, emperyalizmin en yetkili kurumlarının sözcüleri bu değişimin kaçınılmazlığını artık açık açık ifade ediyor.

3. Dünya savaşı denildiğinde akıllara doğal olarak komplo teorileri ya da Hollywood filmleri geliyor. 

Kültür endüstrisinin hiçbir işe yaramaz içerikleriyle doldurulan zihinlerimizin birer manipülasyon çöplüğüne dönüştüğü çağımızda, gerçeği ve yalanı ayırt edemez durumdayız. 

Bu yüzden komplo teorilerini, kıyamet senaryolu, bol tsunamili filmleri bir kenara itip sakince düşünmeyi ve yavaşlamayı öğrenmek zorundayız. 

İletişim alanında akademik çalışmalar yürüten ve bu alanda emek sarf eden biri olarak, okuruma doğru bilgiye ulaşabilmenin yolunu göstermek isterim. Bunun tek bir yolu var: ‘Yavaşlamak’. Bu yavaşlama bizleri enformasyon bombardımanından ve propagandanın olumsuz etkisinden etkin bir biçimde koruyabilir. 

İngiltere Genel Kurmay Başkanı Nick Carter, İngiliz ordusunda görev yaparken hayatını kaybeden askerler için yapılan 'Remembrance Sunday' etkinliklerinde çarpıcı açıklamalarda bulundu. İlk kez bu düzeyde bir yetkili, küresel salgının neden olduğu ekonomik yıkımın ardından küresel bir savaşın yaşanabileceğini söyledi.1 Hayallerle yaşamak yerine sınıfsal gerçekliklerin farkında olan insanların şaşırmayacakları bir beyanattı. Kapitalizmin sıkıştığı noktalarda karşılaştığı krizleri aşabilmesi için elinde çok fazla bir seçeneği yok. Küresel şirketlerin İrlanda Temsilcisi Maliye Bakanı Paschal Donohoe, ekonomide yaşanan kırılmaları aylar öncesinde net bir biçimde ortaya koymuştu. Ekonominin toparlanması 2022’yi bulabilirdi. Kişisel olarak bunun iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Ayrıca sorun sadece ekonomik krizden ibaret değil; bu krizden çıkış yolları da önemli bir tartışma konusu. Maliye bakanının sözlerini sık sık hatırlatmaya devam edeceğim. İngiltere Genel Kurmay Başkanına geri dönelim. Nick Carter, sansasyonel açıklamalar yapmaya devam etti. Sky News’e yaptığı açıklamada Carter, İngiliz ordusunun modernleştirileceğini ve 30 bin robotun 2030 yılında orduda görev yapabileceğini söyledi.2

Kritik bir dönüşümün eşiğindeyiz, emperyalizmin en yetkili kurumlarının sözcüleri bu değişimin kaçınılmazlığını artık açık açık ifade ediyor. Nükleer silahların caydırıcı etkisine güvenerek bu düzenin aynı şekilde devam edeceğini iddia edenler için Nick Carter, kötü haberleri ardı ardına sıraladı. Sömürü düzeninin devam edebilmesi için karşılaşılan zorlu engellerin aşılması gerekiyor. Teknolojinin, ilaç üretiminin ve kitle iletişimin şirketlerin elinde olduğunu düşünürsek, geçen her dakikanın aleyhimize işlediğini söyleyebilirim. İngiltere Genel Kurmay Başkanının açıklamaları bize 1914 yılının fırtınalı dönemlerini hatırlatıyor. Tam bu noktada Kemal Okuyan’ın kaleme aldığı ‘Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920’ adlı kitap önemli bir yere denk düşüyor. İnsanlığın bir kez daha karşısına çıkan fırsatları kaçırma lüksü olmayabilir. Olası bir 3. Dünya savaşında ülkelerdeki muhalif görünen yapılara güvenemeyiz. Birinci Dünya savaşında sosyal demokratların ve diğer grupların nasıl konumlandığını akıldan çıkarmamakta fayda var. Komünistler, işçi sınıfının kardeşliği için mücadele etmeye dün olduğu gibi bugün de devam edecekler…

Koronavirüs Neden Çıktı?

Bu soruya en iyi yanıtı David Harvey’in verdiğini düşünüyorum. Ortalama 40 yıldan fazla bir süredir dizginlerinden boşanan kapitalist-emperyalist yağmacılar, dünyayı kemirmeye devam ediyordu. Salgının Çin’de ortaya çıkması oldukça ironikti; 2008 krizinin kurtarıcı ‘eli’ Çin, bu sefer ekonomiyi geri dönüşü olmayan bir girdabın içine sürüklenmesinin ana nedenlerinden biri olmuştu. Kapitalist sistem, yinelenen periotlardaki ekonomik buhranlara karşı deneyim ve bağışıklık kazanmıştı. Bunları bir şekilde kendi içinde soğurabiliyordu. Sistem için hafif atlatılan bu krizler, milyarlarca emekçinin yaşamına mal oluyordu. Sistem, küresel bir salgına karşı savunmasızdı. Doğal olarak bu ihtimallerin arasında küresel bir pandemi yoktu. “Kamu yetkilileri ve sağlık sistemleri hemen hemen her yerde hazırlıksız yakalandı. Önceki SARS ve Ebola salgınları ne yapılması gerektiğine dair önemli dersler ve uyarılar bırakmış olmasına rağmen, Kuzey ve Güney Amerika ve Avrupa’daki kırk yıllık neo-liberalizm, halkı böyle bir sağlık krizine karşı korunmasız ve hazırlıksız bıraktı. Sözde “uygar” dünyanın birçok yerinde, bu tür halk sağlığı ve güvenliği acil durumlarında her zaman savunmanın ön cephesini oluşturan yerel yönetimler ve bölgesel / devlet kurumları, şirketlere ve zenginlere vergi indirimleri ve sübvansiyonlar sağlamak için uygulanan kemer sıkma uygulamaları yüzünden gerekli bütçeleri bulamadı. Korporatist Büyük İlaç Firmaları, bulaşıcı hastalıklar için (1960’lardan beri bilinen tüm koronavirüs sınıfı virüsler gibi) kâr getirisi olmayan araştırmalara çok az ilgi duyuyor veya hiç ilgisi yok. Bu şirketler nadiren önleyici tedbirlere yatırım yapar. Bir halk sağlığı krizine hazırlıklı olmak onların çıkarına değil. Onlar tedavi bulmayı sever. Ne kadar çok hasta olursa o kadar kazanırlar. Önleyici tedaviler hisse senedi değerine katkıda bulunmaz. Halk sağlığı hizmetine uygulanan iş modeli, acil bir durumda ihtiyaç duyulacak fazla kapasiteleri de ortadan kaldırdı. Önleyici tedbirler, kamu-özel sektör ortaklıkları gerektiren çekici bir sektör bile değildi. Başkan Trump, Hastalık Kontrol Merkezleri’nin bütçesini kesti ve iklim değişikliği de dahil olmak üzere tüm araştırma fonlarını kestiği için Milli Güvenlik Konseyi’nde salgın çalışma grubunu dağıttı. Bu konuda antropomorfik ve mecazi olmak istersem, COVID-19’un 40 yıldan fazladır süren şiddetli ve düzensiz neoliberal yağmacılığa karşı doğanın bir intikamı olduğu sonucuna varabilirim”.3 Endüstriyel eylemlerimiz ve yağma üzerine kurulu sistemimiz küresel salgının tek sorumlusu. İklim krizinin dönüşü olmayan bir yola girmesi, hepimize bu günleri dahi aratabilir. Sistemin yüzleşmek zorunda kaldığı en büyük problemlerden biri olan mülteci problemi katlanarak artacak. Koronavirüs sonrası, sadece küresel savaş değil küresel bir çıldırma haliyle karşı karşıya kalabiliriz. Küresel ekonomik kriz, hali hazırda açlıkla mücadele eden milyarlarca insanın yanına yenilerini eklememize neden olacak. Covid-19 salgını geçecek, aşı bulunursa bu belki daha hızlı olacak. Peki, sıkı bir şekilde küresel bir savaşa hazırlanan emperyalistlere ve teknolojinin yardımıyla üretilecek olan robot askerlere karşı bizi hangi aşı koruyacak?

Aşı gerçekten bulundu mu?

Türkiye’deki medya büyük bir histeri krizi yaşıyor. Azerbaycan savaşı, Suriye’nin fethi (gerçekte tam tersi) gibi konuların artık toplum üzerinde yönlendirici bir etkisi kalmadı. İyi Parti’nin (Faşist Parti) bazı aklı evvel vekilleri içeride biriken öfkenin yönünü Suriyeli mültecilere doğru yönlendirmeye çalıştığını açık açık görüyoruz. Suç işliyorlar, zamanı geldiğinde işledikleri suçun hesabını nasırlı ellerin avuçlarında inşa edilen adil yargı karşısında verecekler. Mülteci düşmanlığı, bu parti aracılığıyla kısmen toplum nezdinde karşılığını bulsa bile insanlar atölyede yaşamını yitiren ve bir yol kenarına bırakılan o Suriyeli mültecinin yaşadıklarını çok iyi biliyor. Türkiye’deki propaganda krizinin ayyuka çıktığı olay Covid-19 aşısının bulunduğuna ilişkin haberlerdi. Almanya’da faaliyet yürüten BioNTech şirketinin Türk kökenli patronları Uğur Şahin ve eşi Dr. Özlem Türeci’nin verdiği müjde iletişim histerisini çılgın boyutlara taşıdı. İrlanda’da ücretsiz grip aşısı oldum. Türkiye’deki insanların bu sene parayla dahi grip aşısı olamadıklarını hepimiz biliyoruz. Bu gerçeğin yanına Pfizer firmasının sabıkalı geçmişini de ekleyelim. Tam bu noktada Mehmet Kuzulugil’in konuya ilişkin kaleme aldığı makaleye dipnotlar bölümünden ulaşmanızı öneriyorum. soL Haber, propagandanın ardındaki sis perdesini fedakârca aralamaya çalıştı.4

Aşının bir Amerikan ilaç şirketi ve onun ortağı tarafından bulunuyor olması (ihtimali dahi) iyi bir haber olarak nitelendirilemez. Şirket aşıyı bulduğunda bunu tüm dünyaya ücretsiz olarak temin edeceğini açıklarsa, belki o zaman fikrim bir nebze olsun değiştirebilir. Kâr amacıyla kurulan kapitalist şirketlerden böyle adımlar beklemek ham hayalcilik. Aşı ortaya çıktığında bu nimetten öncelikle zengin ülkeler faydalanacak. Temiz suya, gıdaya ve temel yaşam olanaklarına dahi erişimi olmayan Afrika ülkelerinde yaşayan insanlar bu aşıya belki sonsuza dek erişemeyecekler. Anlayacağınız aşıyı bulduklarını iddia edenlerin etnik kökenlerine vurgu yaparak propaganda yapanları ve bununla böbürlenen yitip gitmiş zihinleri zor zamanlar bekliyor. “Pfizer'in ve yöneticilerinin koronavirüs aşısından ekstra kâr olmaksızın halihazırda fazlaca parası bulunuyor. Bourla, yalnızca geçen yıl 16 milyon dolar tazminat geliri elde etti. Young'sa 7,6 milyon dolardan fazla kazandı. Yine 2019 yılında, şirketin yönetim kurulu başkanı 15,3 milyon dolar gelir elde etti, finans direktörüyse yaklaşık 9,5 milyon dolar gelir sağladı. Pfizer'in geçen yıl toplam şirket geliri 51,8 milyar dolara dayandı”.5 Milyarlarca dolarlık kazançlarına yeni kazançlar ekleyeceği belli olan bu şirketlerin bulacağı aşıdan dünyanın hangi kesimlerinin faydalanabileceğini zaman içinde göreceğiz. Türkiye’nin grip aşısını dahi halka temin edemediğini düşünürsek, Covid-19 aşısını bulanların etnik kimliğine bakarak sevinenleri biran evvel uyanmaya davet etmek zorundayız. Bu uykunun adı: Ölüm uykusudur.

Türkiye’de ilk defa açlık görülecek

Kemal Okuyan, Tele1 televizyonunda katıldığı bir programda Türkiye’de ilk defa açlık görüleceğini söylemişti. Bu uyarıyı bir adım öteye taşımak gerekiyor. Okuyan’nın konu gereği durumu sadece Türkiye ile sınırlı tuttuğunu düşünüyorum. Salgın sonrası yaşanan ekonomik çöküşte sadece Türkiye değil, dünyanın her köşesinde açlık çeken insanların acılarına şahit olabiliriz. Hali hazırda Akdeniz’de yaşanan mülteci soykırımının başka bir açıklaması olamaz. İngiltere Genel Kurmay Başkanı Nick Carter, 3. Dünya savaşı ihtimalini yeniden hatırlattı. Bu sadece bir hatırlatma değildi, İngiliz ordusunun buna göre konumlandığını ve hazırlık yaptığını söyleyebiliriz. Bu ihtimali bir kenara bırakırsak, milyarlarca emekçi hali hazırda bir küresel savaşla karşı karşıya. Salgın ve çalışma koşulları nedeniyle İngiltere’de 462 insanın bir gecede öldüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.6 Adım adım küresel bir kırılmanın eşiğine doğru ilerliyoruz, bu kırılmanın yönünü işçi sınıfı belirleyecek. Ya geçmişte olduğu gibi kardeşlerimizi boğazlayacağız ya da sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratacağız.

Çağdaş Gökbel / SOL

‘Acı reçete’ neyin semptomu? - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı, realitenin duvarına çarpınca sarsıldı, yön değiştirmeye çalışıyor: 

“Dünyanın en güçlü ve zengin ülkelerinin dahi bir sonbahar yaprağı gibi savrulduğu böyle bir dönemde, Türkiye’nin maslahata uygun tedbirlerle yoluna devam etmesi gayet tabiidir. Bunun için yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız.” 

Yerli yabancı piyasa ekonomistleri sevindi. “Yeni dönem”, “normalleşme”, “adımlar korkusuz ve gerçek olmalı” gibi laflar havalarda uçuşmaya başladı. Bu tipler, “ne pahasına”, “kimin için” ya da “dönemin ruhuna gerçekten uygun mu” gibi soruları sormuyorlar ya da umurlarında değil.

Zamanın ruhu o değil!

Cumhurbaşkanı (kim bilgilendiriyor acaba), “en zengin ve güçlü ülkelerin sonbahar yaprağı gibi savrulduğu” dönemin, “ruhu” konusunda yanılıyor. “En zengin ve güçlü ülkeler”, neo-liberal ekonomik modelin, bütçe dengelerine ilişkin kaygılarını çoktan “rüzgâra savurup”, pandemi ortamında, çalışanların ve tüketicinin (kapitalizm bunlar olmadan işlemez) sağlığını, tüketim gücünü korumak, iflasları önlemek için adeta sınır tanımadan borçlanarak, harcamaya başladılar. IMF, Dünya Bankası, neo-liberal düzenleme modelini terk etmeye, finans sermayesinin gereksinimlerini arka plana iterek devletleri, sanayi politikalarına, iç pazarı güçlendirmeye (üretimi, yatırımı ve tüketimi planlamaya) yönlendirmeye başladı.

Peki, yeri geldiğinde “büyük ve güçlü” ülke olduğunu iddia eden Türkiye’ye neden “acı reçete” alıyor? Sakın Türkiye, kendi ekonomisini (sermaye birikim sürecini) yabancı kaynak girişi olmadan yönetemeyen ya da uluslararası sermayeye değerlenme ortamı sunmaya devam ettiği sürece “yönetmesine izin verilen” bir “bağımlı ülke” olmasın?

‘Acı reçete’

Acı reçete” (neo-liberal kemer sıkma politikaları) esas olarak borç ödeme krizine giren ya da girmekte olan “bağımlı” ülkelere, kaynakları, ekonomik büyümeden, halkın refahından (tüketim kapasitesinden) alarak uluslararası mali sermayenin alacaklarını karşılamaya yönlendirmenin adıdır. Bir önceki dönemde, uluslararası sermaye verdiği kredilerle ülke ekonomisinde değerlenirken, tüketim, ithalat, enflasyon giderek artmış, ekonomi “ısınmaya” başlamıştır. Uluslararası mali sermaye ülkeyi kalkındırmaya değil, ülkede üretilen artık-değerden, faiz ve spekülatif getiriler üzerinden pay almak (değerlenmek) için gelir. Gelen yabancı sermayeden, aracıların yanı sıra, artık-değer üreten kesimler de yararlanır ama ülke içinde gerek siyasi rejim gerekse rantiye ve tüccar sınıflar, yabancı sermayeyi har vurup harman savururken, hızla servete dönüştürür, sık sık da yurtdışına park ederken, ülkenin birikim havuzu giderek uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimlerini karşılayamayacak kadar küçülür. Yeni kaynak girişi giderek azalır, kaynak çıkışı hızlanır, uluslararası mali sermaye girişinin ayakta tuttuğu tüketim ve üretim daralmaya, ekonomi durma noktasına gelmeye başlar.

Bu sırada, birileri ekonomi bilimi adına, “piyasalara güven vermeniz”, “kemer sıkmanız”, “gerçekçi” politikalar uygulamanız lazım demeye başlar. Tüm bu çok bilmiş ifadeler, “ülke içindeki kaynakları, toplumsal maliyetine bakmadan -popülizme düşmeden(!)- borç ödemeye yönlendireceksiniz” anlamına gelir. “Acı reçete” de bu noktada (pandemi ekonomiyi zaten daraltırken), borç tahsilatı adına, halkın yalnızca refahını değil, canını ve malını da hedef alan bir finansal şiddet aracından başka bir şey değildir.

Sonuç olarak, “acı reçete” her şeyden önce, emperyalizme bağımlı bir ekonomiyi yönetmeye çalışanların beceriksizliğinin ve de acımasızlığının (kötülüğünün) bir semptomudur. Türkiye özelinde, “acı reçete”, ekonomik realite ile siyasal İslamın fantezilerinin çatışması, siyasal İslamın aklının karanlığında (faiz-enflasyon ilişkisinde olduğu gibi) atla arabanın, neden ile sonucun birbirine karışmasının bir semptomudur. Bu karışıklık da rant geliriyle beslenen kesimin birikiminin, sanayi ve finans sermayelerinin değerlenme süreçlerine bağlı olduğunu bir türlü kabul edemeyen ucuz krediyle gelen kaynakları talan etmeye alışmış (450 milyar doları ne yaptınız?) aklın istikrarsızlığından kaynaklanıyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Sadık Albayrak neden istifa etmedi? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


“Valizimde boş yer vardı, saman dolduruyorum oraya. Yaşam valizimiz de öyledir işte; içinde boş yer kalmaması için eline ne geçerse dolduracaksın.”

Turgenyev, gelenekçi babalarla yenilikçi oğullar arasındaki kuşak çatışmasını anlattığı Babalar ve Oğulları’nda böyle söylüyordu.

Berat Albayrak’ın istifasının ardından babası Sadık Albayrak’ın da AKP’den ayrıldığı asparagasını duyunca aklıma geldi. “Bu zaten mümkün değildi” dedim. Yakınları Trabzon’da gözlerden uzak bir yaşamı tercih ettiğini, bahçeyle hayvanlarla ilgilendiğini anlatıyordu. Sabah namazından sonra öğlene kadar uyuyor, siyasi kavgaların uzağında sakin bir hayat sürüyordu.

Ama sadece bu inziva yaşamı değil…

Turgenyev’in yolundan gidersek “hep babalar oğullarını doğurur sanırız, oysa oğullar da babaları yeniden yaratır” dedim.

Nasıl mı?

İkisi de İslamcı hareketten gelmekle, yakın dost ve tabii dünür olmakla birlikte Erdoğan ve Sadık Albayrak tartışmasız iki farklı eğilimi, iki farklı yolu, iki farklı kaderi temsil ediyor.

İlk akla gelen malum…

Sadık Albayrak, bütün siyasi denemelerinde başarısız oldu. 1977 yılında MSP’nin Trabzon, 1991 ve 1995 seçimlerinde ise Refah Partisi’nin İstanbul adayı olsa da kazanamadı. 1999’da Fazilet Partisi’nden aday oldu ama partisine kızıp çekildi. Öte yandan Erdoğan ise onun aksine bir siyasetçinin ulaşabileceği tartışmasız en yüksek noktalara ulaştı.

Buna karşın Sadık Albayrak, fikir hayatına Erdoğan’dan çok daha derin izler bıraktı. Geçen yıl çıkan “41 Belge Işığında Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre” 46. kitabıydı. Erdoğan ise kitap yazmak bir yana, zamansızlıktan ancak kitap özetleri okuyabildiğini söylemişti.

Sadık Albayrak, 22 yaşında Sultanahmet Camii’nde vaaz veriyordu. Osmanlı arşivlerinde ya da sahaflarda belge karıştırıyordu. Tayyip Erdoğan ise okuldan arta kalan zamanda ya futbolla ya da teşkilatçıkla vaktini geçiriyordu.

Sadık Albayrak uzun yıllar kendisini yalnız “İslamcı” olarak konumlandırdı. 1971’de çıkan ilk kitabının adı “Sömürüye karşı İslam”dı. Erdoğan ise aktif siyasetin içinde İslamcılıktan muhafazakar demokratlığa, milliyetçilikten küreselciliğe kadar değişik tonlar taşıdı.

Silivri cezaevinde yattı

Ortak noktaları da var. İkisi de hapis yattı. Ama farklı nedenlerden, farklı şekillerde. Sadık Albayrak “Hilafet ve Halifesiz Müslümanlar” kitabında şeriat propagandası yaptığı gerekçesiyle 1981 yılında 163. Maddeden ceza aldı. Darbe sonrasıydı ama o dönem fikir suçları bugünkü kadar uzun değildi. Silivri Cezaevi’nde 9 ay kaldı. Erdoğan onu yalnız bırakmadı. “Tayyip Bey her gelişinde mutlaka birkaç paket Silahlı Kuvvetler sigarası getirirdi” diye anlatıyor Albayrak o günleri. Erdoğan ise 1997’deki miting konuşması nedeniyle “halkı kin ve tahrik” suçundan Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. O dönem de siyasi suçlar da uzun değildi, 4 ay kaldı.

Koşulları da farklıydı. Erdoğan’ın koltuk takımından beyaz eşyasına, mektuplarını yazan sekreterinden işlerini gören yardımcısına kadar her şeyi vardı. Sadık Albayrak ise iki küçük çocuğu dışarıda, eşi üzüntüden tüberküloz, ekonomik olarak zor şartlarda altında hapis yattı.

Sadık Albayrak Milli Gazete’ye kökten bağlıydı. 1979’dan başlayan köşe yazarlığı, uzun yıllar, yöneticilik dahil sürdü. Erdoğan ise Milli Gazete’yi dağıtıyordu. Ama aklındaki projenin Milli Gazete ile olmayacağını biliyordu.

İki isim iki eğilimi temsil etti

Erdoğan’la farklı yollar, farklı yöntemler izledi. Yazı yazmayı, fikir kavgası vermeyi, doktrin savunmayı, kürsüde bağırmayı biliyordu. Ama pragmatizmi bilmiyordu. Bu nedenle iki isim Erdoğan’ı iktidara götüren 90’lı yıllarda karşı karşıya geldi.

İstanbul’da Belediye Başkanlığı’na hazırlanan Erdoğan, “Yenilikçiler” adıyla anılan hareketin tohumlarını atar şekilde partinin vitrinine Gülay Pınarbaşı gibi mankenleri ya da Filiz Ergun gibi magazinel isimleri koymuştu. Sadık Albayrak, 1994’te Ruşen Çakır’a verdiği röportajda, “Televizyondaki öpüşme sahnelerinden bile rahatsız olan aile yapımız nedeniyle bu kişilerin geçmişleri toplumu rahatsız eder” dedi, “Tabanın bütün beklentisi İslamdır, bunların bu görüntüsü İslam değil ki” sözleriyle Erdoğan’ın açılımına tepkisini dile getirdi. Öyle ya, Şule Yüksel Şenler gibi genç kızlara tesettür modeli olmuş radikal bir ismi, İsmailağa Cemaati şeyhi Mahmut Hoca’dan izin alarak gazeteye getiren oydu. “Sarı papatyalar”la verilen fotoğraf ona göre değildi. Erdoğan ona küsmedi. Aksine alttan alan, yumuşak bir üslupla yanıt verdi.

Orada kalmadı…

Bu Yenilikçi-Gelenekçi gerilimi Erdoğan-Gül-Arınç’ın Milli Görüş’ü böldüğü dönemde de sürdü. Albayrak, Yenilikçileri zaman zaman “davanın şuurunda olmamakla” eleştiriyordu.

“Gelenekçi kanatta” denilen Albayrak’ın köktenciliği Erbakan’a göre bile arkaikti. Hayatın gerçekleri ile örtüşmüyordu. Belki de bu yüzden fikir adamı olarak hep önde, siyaset adamı olarak hep arkada tutuldu.

Ancak Erdoğan bütün fikir ayrılıklarına rağmen Albayrak’ı hep yanına aldı.

Erdoğan, “Kendisinin Mercan’da cuma cemaatindendim. Onun çabaları, onun araştırmaları, onun eserleri sayesinde, geçmişin aslını, geleceğin tasavvurunu idrak ettik” diye anlatıyordu Albayrak’ın hayatındaki yerini. Elbette İmar Müdürü yapamaz, İSKİ’nin başına getiremezdi. Albayrak’ı İBB’de kültür danışmanı yaptı. Söylemini, yöntemini, tarzını farklı kıldığı ama hiç kopmadığı Sadık Albayrak ile 2004 yılında nihayetinde dünür oldu.

Dünür olunca çekildi

Peki Sadık Albayrak’ın “çekilmesi” nasıl oldu?

Onu oğlunun yönettiği Sabah’ta yayımlanan biyografisi aktarsın:

 “Sadık Albayrak, oğlu Berat Albayrak'ın Başbakan Erdoğan'ın kızı Esra Erdoğan'la evlenmesinin öncesinde Milli Gazete'deki yazılarına son vererek yalnızca Yeni Şafak'ta yazmaya başladı.”

Milli Gazete muhalif, Yeni Şafak iktidar yanlısıydı. Milli Gazete’nin lideri Erbakan, Erdoğan’ın lideri olduğu hareketin ne Siyonistliğini ne işbirlikçiliğini bırakıyordu. Yeni Şafak ise Erdoğan’ın girdiği yola erkenden uyum sağlamıştı. İki gazeteye de yazan Albayrak, Yeni Şafak’ı seçmişti.

Devamını yine Sabah’tan aktarayım:

“Albayrak, ‘Başbakan dünürü’ olmasının ardından çok kısa bir süre daha köşe yazarlığını sürdürdükten sonra Yeni Şafak'tan da istifa etti. Albayrak, köşe yazarlığının yanı sıra dünürü olan Başbakan Tayyip Erdoğan'ın başkanı olduğu dönemde başladığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki danışmanlık görevini de bıraktı. Usta kalem, istifaların ardından köşesine çekilerek zamanını kitap yazmaya ayırdı.”

Sadık Albayrak’ın "çekilme" hikayesi böyle.

Elbette zaman zaman onu yine kavga ederken gördük. 2010’da polis tarafından durdurulup tartaklandığında Sözcü’ye konuşmuş, Türkiye’de baskı ortamı oluştuğunu, telefonlarının dinlendiğini söylemişti. Sözcü muhabiri “AKP dönemi deyince” “Ne dönemi,  herkes araziye yatmış durumda” diye mevcut yönetime de giydirmişti. Balyoz kumpasında Erdoğan, yandaş-liberal-FETÖ’cü yazarlara “bizi gaza getirmeyin” derken, o bir ekiple birlikte gaza basıp, kumpasa uğrayan askerlerden şikayetçi oldu.  Oğlunun kanalına 2013’te verdiği söyleşide 28 Şubat süreci için “Sadece asker kabahatli değil, sivillerde de kabahat var. Hele dindarlarda daha kabahat var” demiş, tartışma yaratmıştı. 2017’de Trabzonspor Divan Kurulu’nda kürsüye çıkıp “oğlum olmasa sizi boğarlar” diye Trabzonspor yöneticilerine bağırdı.

40 yıl önce olsa

Uzatmayayım…

40 yıl önceki radikal Sadık Albayrak olsa kalemi eline alır, önce oğullarının medyasını kadın programlarından, dizilerinden başlayıp yerden yere vurur, ardından iktidarın gittiği yolla kavga ederdi. Ama o, 2004’ten beri başka bir yolu seçti.

23 Kasım 1982’de, Silivri Cezaevi’nde, yatsı namazından sonra iki oğluna şöyle yazmıştı:

“Kiradan kurtulamayacak, el-alem yanınızdan gazlayıp, geçerken, sizler çamurlu yollardan ıslak ayakkabılarla eve koşacaksınız.”

Tam tersi oldu. Dev medyasıyla, bankalarıyla, o zenginliği yönetmek, belki de Sadık Albayrak’ın “çekilmesinin” sonucuydu.

O gün belki sözlerinin ne manaya geldiğini anlamayan çocuklarına hapiste oluşunu anlatmaya çalışmıştı:

“Okumanın, kitap yazmanın ve fikir çilesi çekmenin babanızı zindana tıkadığına aldırmayınız. İnsanlar hapisten korkarlar. ‘Babamız hapiste’ demenin zor olduğunu biliyorum. Amma siz bunun ne büyük bir şeref, ne yüce bir hizmet olduğunu büyüyünce daha iyi anlayacaksınız.”

Babalarının yaşadıklarının aksine, çocukları, yıllar sonra önce ellerindeki medyayla karalayan, ardından ellerinin altındaki yargı üyeleriyle tutuklayan dev bir mekanizma yarattı.

Kuşkusuz bu da onun “çekilmesi”nin bedeliydi.

Sadık Albayrak’ın, Sabah’ın tabiriyle “dünürlüğün ardından” çizdiği yol, “istifa” kelimesini bile anlamsız kılıyordu.

Turgenyev’in romanda söylediği gibi:

"Zaman bazen kuş gibi uçar gider, bazen sümüklü böcek gibi ilerler; ama insanın en çok hoşlandığı, onun çabuk mu yavaş mı geçtiğini fark etmemesidir."

Zaman; yavaş ya da hızlı, çoktan geçti, gitti.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Gizli dünyamız - Ekin Şen / SOL

 

İnsanlar içinde yaşadıkları düzende utançlarını, dertlerini, kendisini güçsüz gösterecek şeyleri saklama eğilimlerini artırmışlar. 

Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de bir araştırma yapılmış. Araştırmaya göre yaklaşık her 10 insandan 4’ü birikimlerini, borçlarını yani maddi durumunu yakın çevresinden saklıyormuş. Yargılanmaktan çekinme, durumunu olduğundan iyi gösterme, beklenmedik durumlara hazırlanma gibi gerekçelerden bahsetmişler. 25-34 yaş grubundakiler, mali durumunu en çok gizleyenlermiş ve her 5 kişiden 3’ünün mali durumuna ait sırlar sakladığı görülmüş.

Bir açıklama şu olabilir. Ortalama 80’li 90’lı yıllarda doğmuş bu insanlar. Demek ki dünyada bir şeyler değişmiş ve insanlar içinde yaşadıkları düzende utançlarını, dertlerini, kendisini güçsüz gösterecek şeyleri saklama eğilimlerini artırmışlar. 

Bir anda en yakınlarına güvenmemeye mi başlamış bu insanlar yoksa başka nesnel koşullar ortaya çıkmış ve davranış örüntüsü bu yönde şekillenmeye mi başlamış? 

Mesela Nisan ayında yalnızca Türkiye’de 920 bin kişi ilk defa ihtiyaç kredisi kullanmış…

Herkes bankalara az ya da çok borçlu olsa da hemen yanındaki ile kıyas bayağı önemli bir dert anlaşılan. Esas derdin oluşmasına sebep olan kaynaktan daha çok hatta. Yani neredeyse hemen hemen herkesin bugünü ve geleceği ipotek altına alınmışken.

Alıştığımız, öğrendiğimiz yaşam biçimi, davranışlarımız ilişkiler içerisinde şekilleniyor. Borçların içinde büyürken öylece yaşamı tanımaya başlıyoruz. Sadece anne babadan öğrenilenlerle değil, etkileşimlerle. 

Büyükler debelenip küçüklerin elini sıcak sudan soğuk suya sokmamaya çalışsalar da hayat öyle akmıyor işte. Gerçekler bir şekilde çıkıyor sağda solda karşımıza. Örnek olsun daha 15 yıl borcunu ödeyecekleri evleri depremde yıkıldığında, dünya nasıl bir yer olduğunu anlatıyor. Çocuklarına bir güvence bırakabilmek için emekli oldukları halde çalışmaya devam edenler gösteriyor. 

Ya da reklamlarla, özendirmeyle, öğretilenlerle o sistemin doğal bir parçası oluyoruz. Yalnızca emirlere itaat ediyoruz.

O sırada öğreniveriyoruz işte biz de saklamayı, içimizde tutmayı. Birilerinin ellerine bir koz daha vermemeyi. Gece yatağa yattığımızda dönüp dursak da sabah hiçbir şey olmamış gibi sus pus bir biçimde kahvaltıda buluşmayı görerek öğreniyoruz. 

Sonra bir de bu dünyada bu sıkıntıları yalnız biz yaşadığımızı sanıyoruz. Aradığımız çözüm yolları da yalnız başımıza çözebileceğimiz şekillerde oluyor. İşte bazen maneviyatta arıyoruz, bazen içsel dünyamıza dönerek, bazen hacı hocada, bazen bir yola çıkarak, bazen de psikolojik destek almaya karar veriyoruz. 

Yalnızca maddi sıkıntılarımızda değil, yaşananların karşısında bir başımıza olduğumuzu düşünüyoruz. Sanki yalnızca ‘ben istediğim hayatı yaşayamıyorum’ gibi bir yanılgının içine giriyoruz. 

Bir de toplumu ekranlarımıza taşıyan dizileri, filmleri izliyoruz. Bazen beğeniyor, hayatımızından kesitler buluyoruz. Bazense hayatımızla kesiştiremediğimiz ölçüde inandırıcılığını yitirdiğini düşünüyoruz ya da neden o hayatları yaşamadığımızı düşünerek hayıflanıyoruz. 

Bazen de bize sunulan bir ülkenin fotoğrafını ondan ibaretmiş gibi kabul ediyoruz. O fotoğraftaki insanların toplumu anlatmak için yeterli olduğunu sanıyoruz, gerçeği ne kadar temsil ettiğini, geçerliliğini unutuveriyoruz. 

Sanki sadece beyazdan ve siyahtan ibaret panoramada gri alanlar yokmuş gibi. Neyse… 

Ne kadar dünyada her insan biricik olsa da ve dertleri farklı olsa da ton farkı bulunuyor yalnızca. Hepimiz o bütünün içinde, değişen derecelerde etkileniyoruz ama etkileniyoruz; değişen dünyadan, yeni ürünün satış politikasından, işsizlikten, borçlanmadan. 

Ekin Şen / SOL

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...