Batı kapitalizmi ve pek kârlı salgın yönetimi - Gökçe Başbuğ* / duvaR.

 Pandeminin başlarında Asya ülkelerinin bağlantı takibi yöntemini uygulamadaki başarısı daha önceden MERS ve SARS salgınları deneyimlerine sahip olmalarına bağlandı. Batı’da benzer deneyimler olmadığı için Avrupa ülkeleri ve ABD hazırlıksız yakalandı denildi. Peki salgının ilk dalgası özellikle Avrupa’da sönümlendikten sonra, neden kendi birinci dalga deneyimlerinden ya da Asya ülkelerinin uygulamalarından ders çıkararak etkili bir bağlantı takibi sistemiyle ikinci dalgaya hazırlanılmadı?



Pandemiyle mücadelede gerek politika yapıcıları gerek bazı bilim insanları tarafından sürekli öne çıkarılan yöntemler maske-mesafe ve aşı-ilaçtır. Maske takmak ve sosyal mesafeyi korumak virüsün yayılmasını azaltır ancak onlarca yıllık davranış bilimleri çalışmalarının sağlam kanıtlarla gösterdiği gibi insanların tümü her zaman önlemlere uymamaktadır. Etkili bir aşı ve ilacın bulunması çok önemlidir ancak bunların geniş kitlelere ne zaman ve ne şekilde sunulabileceği şimdilik bir muammadır. Halihazırda bildiğimiz, salgınla mücadelede en etkili olan yöntem bağlantı takibidir (contact tracing). Pandemiyi başarılı bir şekilde yöneten Asya ülkelerinin hepsi bu yöntemi hakkıyla uyguladıkları için başarılı olmuştur.

Batılı kapitalist ülkelerin bağlantı takibini etkili bir şekilde hayata geçirmeyip maske-mesafe ve aşı-ilacı öne çıkarması bilinçli bir tercihtir ve kapitalist/neoliberal sistemin karakteristik özelliklerini açığa vurmaktadır. Bu sistem maske-mesafeyi vurgulayarak sorumluluğu bireylere atar, aşı-ilacı öne çıkararak bir yandan halka umut dağıtır, diğer yandan azami kârı hedefler.

Neden-sonuç ilişkisini kurabildiğimiz problemler basit problemlerdir. (1) Sonucun ortaya çıkmasını istemiyorsak neden-sonuç bağlantısını sekteye uğratırız. Bunu da halihazırda işe yararlılığı kanıtlanmış yöntemlerle yaparsak başarıya ulaşırız. Salgını kontrol altına almanın halihazırda bilinen tek bir etkili yöntemi var. Bu da vaka bağlantılarının izini sürmek. Yani artık hepimizin bildiği prosedür; test ile pozitif vakanın tespiti, bu vakanın bağlantılarının ortaya çıkarılması ve bu bağlantılardan pozitif olanların karantinaya alınması. Şu anda dünyada Covid-19 ile başarıyla mücadele eden Güney Kore, Çin, Tayvan ve Vietnam gibi ülkeler bu yöntemi uygulamaktadır. Hem anekdota dayalı yerel çalışmaların (2) hem de bizim ülkelerarası çalışmamızın (3) gösterdiği üzere, bu ülkeler bağlantı takibi yöntemiyle başarılı olmuşlardır. Ne bir aşı ne mucizevi bir ilaç ne de başka bir yöntemle.

Vaka bağlantılarının izini sürme yönteminin etkili olabilmesi için salgının erken dönemlerinde yürürlüğe konması gerekir. Amaç virüsten daha hızlı hareket ederek olası yayılım yollarının kapatılmasıdır. Ancak salgın toplumda çok yayılmış ve baş edilemez bir hal almışsa yapılması gereken yerleşim yerini toptan kapatmak, böylelikle virüsün daha fazla yayılmasını durdurmak, salgının kontrol altına alınmasının ardından bağlantı takibi yöntemiyle birlikte yerleşim yerini tekrar açmaktır.

Pandeminin başlarında Asya ülkelerinin bağlantı takibi yöntemini uygulamadaki başarısı daha önceden MERS ve SARS salgınları deneyimlerine sahip olmalarına bağlandı. Batı’da benzer deneyimler olmadığı için Avrupa ülkeleri ve ABD hazırlıksız yakalandı denildi. Peki salgının ilk dalgası özellikle Avrupa’da sönümlendikten sonra, neden kendi birinci dalga deneyimlerinden ya da Asya ülkelerinin uygulamalarından ders çıkararak etkili bir bağlantı takibi sistemiyle ikinci dalgaya hazırlanılmadı? Örneğin Güney Kore salgının başından bu yana ülkeye dışarıdan giren herkesi test edip, karantinaya alırken, neden gelişmiş Avrupa ülkeleri bütün bir yaz boyunca kıtada seyahatlere ve ülkelere giriş çıkışlara testsiz, karantinasız izin verdi?

Çünkü bağlantı takibi yöntemi kâr getirici bir yöntem değildir. Bu nedenle Batı kapitalizmi için makbul de değildir. Batı kapitalizmi için her kriz bir fırsattır. Pandemi de öyle. Neden devasa bir ilaç ve aşı piyasası oluşturmak varken, milyar dolarlık uluslararası aşı ticareti anlaşmaları yapmak varken, hiçbir kâr getirmeyecek olan bağlantı takibi yöntemi seçilsin ki? Bu arada bahsetmeden geçmemek gerekir. İngiltere hükümeti bağlantı takibi işini de fırsata çevirme arzusuyla, bu işi, geçmişte işçi ölümlerinden sorumlu tutulan yandaş taşeron firma Serco’ya ihale etti. Ancak bunun tahmin edilebileceği üzere epey olumsuz sonuçları oldu; pozitif vakaların tespiti bu özelleştirmeyle birlikte yarı yarıya düştü. (4)

Aşı ve ilaç konusuna dönecek olursak, devletler halktan topladıkları vergileri ilaç şirketlerine aktardı ve bu şirketlerin ürünlerini nasıl fiyatlandıracakları, ihtiyacı olan kitlelere ve ülkelere ulaştırıp ulaştırmayacakları halen meçhul. Zengin ülkeler 3 milyar 400 milyon doz aşıyı satın almak için şimdiden anlaşmalar imzaladı. (5) Aşının dağıtımının ve muhafazasının nasıl yapılacağının yanında insanların aşılanmak isteyip istemeyeceği de önemli bir mesele. Vatandaşların, pandemiyle mücadelede en temel önlemleri almayarak sınıfta kalan ülkelerin ürettiği ya da dağıttığı bir aşıya neden güveneyim diye sorması makul bir soru değil mi? Salgın sürecindeki uygulamalarıyla kurum ve politikalarına duyulabilecek güveni en küçük zerresine kadar yok eden bir sistem nasıl aşı ve ilaç konusunda güven oluşturabilir? Nitekim yapılan yeni bir araştırma diğer halk sağlığı önlemlerinin de başarılı bir şekilde yürütüldüğü durumda aşıya olan güvenin arttığını gösteriyor. (6)

İlaç tekelleri kâr amacı güden kapitalist işletmelerdir. Halk sağlığı değil kendi kârları onlar için elzemdir. Bu şirketler pandemiyle birlikte büyük bir pazar görmeseler ve hükümetlerden milyar dolarlık destek almasalar Covid-19’a karşı aşı üretme yarışına girmezler. Çünkü öncesindeki pratikleri bu argümanımızı destekler niteliktedir. Bu şirketler uzunca bir zamandır araştırma ve geliştirmeye bütçelerinden çok az pay ayırmakta, pazarda yüksek kâr getirecek ürünlerin üretimine odaklanmaktadır. Ürünlerine fahiş fiyatlar biçmelerini yargı ve yasama kurumlarına sundukları savunmalarında araştırma ve geliştirme faaliyetleri için bunun gerekli olduğu şeklinde açıklamalarına rağmen, bu, gerçeği yansıtmamaktadır. Elde edilen gelir araştırma-geliştirmeye değil üst düzey yöneticilere ve şirket hissedarlarına gitmektedir. (7) Örneğin, 2017 yılı raporlarına göre iki büyük ilaç tekeli Pfizer ve Johnson and Johnson’un piyasaya sürdükleri ürünlerin sadece beşte biri kendi araştırma-geliştirme bölümlerinde geliştirilmiştir.(8) Bu şirketlerin uzunca bir süredir benimsedikleri strateji, araştırma-geliştirmeye yatırım yapmayıp, piyasa için umut vaat eden ürünleri geliştiren küçük biyoteknoloji şirketlerini satın alarak tekel güçlerini pekiştirmektir. Bundan dolayı Dünya Sağlık Örgütü’nün dünyada ihtiyacı duyulan antibiyotiklerin geliştirilmesi için yaptığı çağrılar karşılıksız kalmaktadır. (9) Şunu da belirtmeden geçmemek gerekir ki, bir aşı ya da ilaç geliştirirken birbirleriyle kıyasıya rekabete giren ve şu anda adeta bir açık arttırmayı anımsatırcasına peş peşe ürün etkililiği yüzdeleri açıklayan bu şirketler kendi çıkarları söz konusu olduğunda beraber hareket edebilmektedir. Örneğin gerektiğinde kolayca bir araya gelerek ülkedeki ilaç fiyatlarını düşürmeye çalışan Güney Afrika hükümetine karşı dava açabilmektedirler. (10)

Yukarıda saydığımız ve zaten bildiğimiz gerçeklerin üstüne bir de pandemiyle birlikte ortaya çıkan basın açıklaması yoluyla bilimsel gelişmeleri aktarma yöntemi eklenince manzara daha da vahim bir hal alıyor. Bilimsel iletişimde yer almayan böyle bir yöntem sadece şirketlerin borsadaki hisselerinin yükselmesine ve politikacıların bakınız hükümetimizin desteğiyle aşı çalışmaları başarıyla devam ediyor diyerek imaj tazelemesine hizmet ediyor. Bilim insanlarının da herhangi bir bilimsel makale ya da veri görmeden bu açıklamalara dayanarak bu ürünlerin promosyonunu yapmaları maalesef bilime duyulan güveni zedeleme riski taşıyor. Bir örnek vermek gerekirse, Remdevisir adlı ilacın Covid-19’a karşı etkili olduğu bahar aylarında bir basın açıklamasıyla duyurulmuştu. Ancak yapılan çalışmalar halen bu ilacın etkili olup olmadığına dair bilimsel bir kanıt sunamamakta.

Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser demiş büyük usta 150 yıl kadar önce. O günden bu yana daha da hırçınlaştı, pervasızlaştı kapitalizm. Bu kadar hırçınlaşan kapitalizmin azami kâr elde etmeden salgını bitirmesini beklemek safça olmaz mı? Aslında yüzyıllardır yaptığı, en iyi bildiği işi yapmakla meşgul Batı kapitalizmi. Vergisini ödeyen halka karşı sorumluluklarını yerine getirmeyip, bir yandan belirsiz bir geleceğe dair umut satarken, diğer yandan kârına kâr katmak.

Gökçe Başbuğ* / duvaR.

(1) Snowden, D. (2003). Complex acts of knowing: Paradox and descriptive self‐awareness. Bulletin of the American Society for Information Science and Technology, 29(4), 23-28.

(2) https://www.sciencemag.org/news/2020/03/coronavirus-cases-have-dropped-sharply-south-korea-whats-secret-its-success

(3) https://www.researchsquare.com/article/rs-61325/v1

(4) https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/jul/31/outsourcing-england-test-trace-nhs-private

(5) https://launchandscalefaster.org/COVID-19

(6) https://voxeu.org/article/vaccine-challenges

(7) http://www.theairnet.org/v3/backbone/uploads/2019/02/Tulum-Lazonick.FCINIS-20190215.pdf

(8) https://www.statnews.com/2019/12/10/large-pharma-companies-provide-little-new-drug-development-innovation/

(9) https://www.who.int/news/item/17-01-2020-lack-of-new-antibiotics-threatens-global-efforts-to-contain-drug-resistant-infections

(10) https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1119675/

 

* Yrd. Doç. Dr., Sungkyunkwan Üniversitesi


Çinli Prensesler Tarih Kuramı (ÇPTK) - Serdal Bahçe / SOL

Oğlum eski sistemle orta bire, AKP’nin yeni ve harika sistemiyle 6. sınıfa, yani orta ikiye gidiyor. Arada bir her sorumlu veli gibi ödevlerine yardım ederim. 

Matematik ve Fen derslerine yardım etmek benim için keyifli bir deneyimdir, unuttuğum pek çok şeyi hatırlayıveririm. 

Ancak asıl olağanüstü deneyimi oğlumun sosyal bilgiler dersi ödevlerine yardım ederken yaşarım. Öğrenmiş bir kere sosyal bilimciyiz ya en çok yardımı bu derste sağlayabileceğimi düşünür oğlum. 

Ancak her defasında sükut-u hayale uğrar. Aslında oğlum benden daha iyi bilir konuları. 

Ben ise her defasında şaşırırım. Yeni olduklarından dolayı değil, tam tersine 40 yıl öncekiyle aynı fantastik tarih anlayışıdır sunulan. Şaşırdığım hatırlayamamamdır. Hafızayı bir yerde bilinçli bir şekilde temizlemişiz diye düşünürüm. 

Bu sene sosyal bilgilerde anladığım kadarıyla Orta Asya Türk ve Müslüman Türk Devletleri tarihini etüt etmekteler. Üstelik şimdi uzun süreli pandemik bir hapislik dönemindeler, ödev kapsamında sürekli test çözmekteler. Öyle ya; küçük taylar yarışa şimdiden hazırlanmalı değil mi? Sosyal bilgilerde artık standartlaşmış sorulardan biri de şudur: 

“Aşağıdakilerden hangisi Orta Asya Türk devletlerinin çözülüş nedenlerinden bir değildir?”. 

Cevaplar arasında pek çok şey sunulur, format ve cevaplar değişir ama soru hiç değişmez. Bir soru değişmez, bir de cevaplardan biri: “Türk saraylarına gelin gelen Çinli prenseslerin kardeşi kardeşe karşı kışkırtarak düzeni, dirliği bozmaları”. 

Ve doğru cevap kesinlikle bu şık değildir, yani Çinli prensesler gerçekten Türk devletlerinde kardeş kavgasını ve hatta iç savaşı kışkırtarak onların tarih sahnesinden silinmelerine yol açmışlardır. Buna gerçekten inanılır. Tam da bu noktada kendimi tutamayarak gülümserim, hatta kıkırdarım. Oğlum nedenini sorduğunda ise bunun yanlış olabileceğini ima eden birkaç cümle sarf ederim. Öyle çok derinlere de inmem hani. Oğluma bir tarih semineri sunacak değilim ya. İleride kendisi karar versin isterim. 

Neyse 40 yıl önce bana, tahminen benden öncekilere de bunlar anlatıldı. 40 yıl geçmiş ve anlaşılan tedrisat pek de değişmemiş. Bu nedenle ben de naçizane bir şekilde zamana karşı direnen bu bakış açısını “Çinli Prensesler Tarih Kuramı” (ÇPTK) diye adlandırmayı tercih ettim. 

Özellikle Türk-İslam sentezci tarihçiler bu tezi pek severler. Aslında bu kuramın kökeni esas olarak Çinli kroniklere dayanır. Malum gelişkin bir uygarlık olarak imparatorluk kayıtlarını neredeyse gün be gün tutarlardı Çinliler. Bizim sağcı tarihçiler hem bu kroniklerden hem de Türk siyasal yapılanmalarından kalan az sayıdaki yazıttan bu hikayeyi, daha doğrusu sözde kuramı türettiler. 

Bu sözde kuram iki anlamda gericiliği barındırır ve besler. Öncelikle söz konusu fail hem Çinlidir hem de prensestir. Dolayısıyla bu uyduruk kuram hem Sinofobiden (Çin karşıtlığı) hem de mizojiniden (kadın karşıtlığından) mustariptir. Sağcı ve İslamcı tarihçilerin neden buna sarıldığını anlamak mümkündür. Tek tanrılı dinlere göre kadının bedeni ve ruhu şeytanın yuvasıdır. Kadın şeytan karşısında erkekten daha az dirençlidir. Dolayısıyla şeytanın ve kötünün amaçlarına hizmet etmeye erkekten daha meyillidir (tarih boyunca hiçbir erkek büyücülükle suçlanıp yakılmamıştır ancak cadılıkla suçlanarak öldürülen kadın sayısı bir hayli kabarıktır). Dolayısıyla erkek egemen bir söylemden türeyen uyduruk bir kurguyu çocuklarımıza uzunca bir süredir gerçek diye anlatır dururlar. 

İkincisi, Sinofobi ise daha açıktır. ÇPTK bir yana, Çin ve Çinli düşmanlığı çok uzunca bir süredir hem kültürel hem de siyasi hayatımızın önemli unsurlarından biridir. Ancak özellikle Soğuk savaş ile birlikte giderek daha da baskın hale gelmiştir. Bu da garip değildir; Sinofobi özellikle Çin Komünist Partisi’nin 1949’da Pekin’e girerek tüm Çin’e egemen olmasıyla birlikte özellikle emperyalist merkezlerden pompalanan bir unsur olmuştur. Kültürel yaşamda efemine, bir yılan kadar zehirli ve tehlikeli Çinli kötü ve düşman figürü özellikle görsel medyadan servis edilmeye başlanmıştır. ÇPTK soğuk savaş döneminde giderek güç kazanmıştır. 

Sinofobinin pek çok açık örneği vardır. Örneğin Sezgin Burak’ın Tarkan ve Suat Yalaz’ın Karaoğlan serilerindeki Çinli figürlerine bakınız. Rüyalarınıza el koyacak kadar korkutucu figürlerdir. Ancak emperyalist kültür endüstrisi de benzer ürünleri sürekli üretmektedir. Sax Romer’in ünlü eseri Fu Manchu defalarca beyazperdeye uyarlanmıştır. Üstelik bu uyarlamaların büyük bir bölümü Soğuk Savaş dönemine aittir. Doktor Fu Manchu ele geçirme hırsı ve arzusu dinmeyen, akılların almayacağı kötülükleri tasarlayabilen bir karakterdir ve pek tabi ki Çinlidir. Amacı tüm dünyayı ele geçirmektir. Keza bu satırların yazarının da çocukluğuna pek sevdiği Flash Gordon serisinde Flash Gordon’un ezeli düşmanı Mongo İmparatoru Ming’dir, Ming Fu Manchu’dan daha büyük oynamakta ve tüm galaksiyi ele geçirmeye çalışmaktadır. Ve o da şaşırtıcı olmayacak derecede çekik gözlüdür ve adını da önemli bir Çin hanedanından almaktadır (bu arada çocukluğumdan beri bu kötülerin tüm dünyayı, ya da tüm evreni ele geçirme arzularını anlamamışımdır. Acaba ele geçirip ne yapacaklardı ki?).

ÇPTK sahip olduğu bu iki boyutla çocuklarımızın zihnine gizli bir düşünceyi ekmektedir. O da şudur: Atalarımızı er gibi, erkek gibi er meydanında yenemeyen Çinliler ancak kadınsı entrikalarla onları alt etmeyi becerebilmişlerdi. Bu kadar basit mi? Dolayısıyla bizi bu kuramı savunanlara şu soruyu sormaya iten acayip bir dürtü uyanmaktadır içimizde: Atalarımız aynı tongaya her seferinde düşecek kadar saf mıydılar? Neyse.

Bu kadar yeter, saçma sapan gerici bir bakış açısıdır. Bir taraftan da hüzünlü bir duruma işaret etmektedir. Durum Orta Asya tarihiyle ilgili belgeler ve araştırmaların sayısı çığ gibi büyürken ne yazık ki inatla aynı noktada durmayı seçtiklerini gösteriyor. 

İşin özü “göçebe feodalizmi” kavramıyla açıklanabilir.I Asya’da güney sınırını Elburz Dağları ve yüksek İran Platosu’nun, Hindikuş ve Himalaya Dağları’nın, Tien Shan platosunun, Altay Dağlarının ve Gobi Çölünün çizdiği sonsuz gibi görünen ve Altay Dağları’ndan Ural Dağları’na kadar uzanan belki de dünyanın en geniş stepleri bulunmaktadır. Bu bölge tarihinde pek çok step ve göçebe imparatorluğu görmüş, geçirmiştir. Bunların nerdeyse hepsi steplerin amansız rüzgarında kaybolup gitmişlerdir. Bu bölge belki hayvancılık için uygundur ancak tarım için hiç de uygun değildir. Sık sık kıtlık ve kuraklık hakim olmaktadır. Oysa neolitik devrimden bu yana insanlığın kaderini belirleyen ana sosyo-iktisadi işlev tarım olmuştur. Türklerinki de dahil, bu bölgede ortaya çıkan siyasi yapılanmalar tarımsal üretimin yarattığı artıktan mahrum oldukları için iki zorunlu yola yönelmişlerdir: Hayvancılık ve yağma/haraç. 

Neolitik devrim ile birlikte insanlık hem daha yüksek bir yaşam standardı hem de sonrasına egemen olacak lanetli bir unsurla, sınıflı toplumla, tanışmıştır. Tarımsal artığın giderek yükselmesi sınıflı toplumlardan bazılarını tarihsel ve bölgesel olarak güçlü ve derin uygarlıklar yaratmaya itmiştir; Çin ve Hindistan’da, ya da yüksek İran Platosunda olduğu gibi. Bu uygarlık noktalarında ortaya çıkan siyasi yapılanmalar hem daha büyük bir artık/zenginliğin verdiği itkiyle daha derinlemesine kök salmışlar, hem de özünde sömürgen ancak kalıcı olan bu yapının üstüne yüksek bir kültür, karmaşık ve etkin bir bürokrasi ve önemli bir siyasal gelenek inşa etmişlerdir. 

Diğerleri ise Asya steplerinde hayatta kalma savaşında geçici, renk ve iz bırakmayan siyasi yapılanmalar kurdular. Kentleşme aşamasına bile geçemediler. Başarılı oldukları dönemlerde Çin’i bile haraca bağladılar, ancak bu başarılar bile geçici idi. Çünkü göçebe feodalizmi üzerinde yükselen yapılar Çin’in, Hindistan’ın ya da İran’ın aksine kolay yıkılabiliyordu. Uzun süreli bir kıtlık, bir savaşın kötü neticelenmesi, göçebe feodalizminin yarattığı istikrarsız boylar ittifakının çabucak dağılması türünden olaylar söz konusu siyasi yapıyı çabucak yok olmaya itiyordu. Bazı durumlarda başarılı olan örnekler ise asimilasyona, toplumsal olarak erimeye katlanmak zorunda kalıyorlardı. Nitekim Çin’i işgal eden ve hatta kendi sülalelerini kuran Moğolların, Mançuların, Hindistan’ı işgal eden Hunların ve Moğolların, İran’ı işgal eden Türki grupların, Moğolların başına gelen tam da buydu. Fethettiklerinde zaten artığa el koyan sınıfın doğal üyesi oluyor ve bir süre sonra geleneksel sömürücü sınıflar içinde hızla eriyor, Çinlileşiyor, Hintlileşiyor ya da İranileşiyorlardı. Geriye hiçbir iz bırakmadan hem de. 

Peki Çinli prenseslerle neden evleniyorlardı? İki nedeni vardı. Birincisi köksüzlerdi; kök ve meşruiyet arıyorlardı. İkincisi ise Çin ile her zaman savaşamıyorlardı, bazen, örneğin kıtlık dönemlerinde, Çin’in her türden yardımına muhtaç hale geliyorlardı. Ayrıca bu göçebe feodalizmin tepesinde oturan kağanlar ve beyler Çin’den gelen lüks tüketim mallarına bayılıyorlardı. Bu diplomatik evlilikler aracılığıyla Çin ile hısım akraba olmayı bir tür hayatta kalma stratejisi gibi görüyorlardı.

Asya stepleri kaçını gördü kaçını geçirdi bir bilseniz. Hunlar, Avarlar, İskitler, Karluklar, Kumanlar, Alanlar, Moğollar ve diğerleri. Asya stepleri geçici siyasi yapılanmaların kadim mezarlığı gibidir. Bu mezarlıkta sessizce yatan envai türden devletin katli ise Çinli prenseslerin elinden olmamıştır. 

Ancak siz yine de dikkatli olun. Sakın ola evinize, obanıza, yurdunuza bir Çinli prenses sokmayın olur mu?

Serdal Bahçe / SOL

  • I.Bu vesileyle yorulmak bilmez devrimci ve vatansever Doğan Avcıoğlu’nu bir kere daha özlemle analım. Yazdığı ve miras bıraktığı “Türklerin Tarihi” tüm eksikliklerine rağmen hala önemli bir başyapıttır.


AKP ekonomisinde yolun sonu - Korkut Boratav / SOL

Ya açık / örtülü bir IMF programı; ya da sert sermaye denetimleri ile başlayan bir dış borç krizi… 

Türkiye ekonomisi bir ödemeler dengesi / dış borç krizinin eşiğinde yalpalamaktadır. Ana görüntüyü, belirleyici öğeleri beşe ayırabileceğimizi düşünüyorum.

1). Vadesi dolan iktidar son yıllarda ekonomiyi zorlamaktadır.

Siyasal iktidar, temsilî demokrasinin olağan koşullarında vadesinin dolduğunu 2015 sonrasında algılamaya başladı. Özellikle son üç yılda bu nedenle ekonomiyi zorladı. 

Nasıl zorladı? 2015’e kadar sadakatle uygulanan neoliberal reçete (diğer adıyla “enflasyon hedeflemesi”) ihlal edilmeye başlanarak… Politika faizleri enflasyonu altında tutuldu; bankalar (direktifler ve yaptırımlar yoluyla) abartılı kredi genişlemesine zorlandı. İç talep pompalandı.

Makro-ekonomik zorlamalar, dış dengeleri etkiledi; bunların bozulması Mart 2018’de zirveye ulaştı; zorlamaların devamı, Ağustos-Eylül 2018’de bir döviz krizini tetikledi.  Korona salgınının da katkılarıyla  ekonomi Kasım 2020’de yeniden tıkandı. 

Berat Albayrak’ın istifası gösterdi ki yolun sonuna gelinmiştir. 

2). Döviz yaratamayan, durgunlaşan bir ekonomik yapı yerleşti.

Kredilerin, iç talebin genişlemesi niçin dış dengeleri bozdu? Yanıt, 2003-2011 yıllarında; AKP’nin “uzatılmış Lale Devri”nde yatar. Bu dönemin  sonunda turizm dışında ekonominin net döviz yaratma kapasitesi yok olmuştur. Ucuzlayan döviz dönemleri, üretimin, hatta ihracatın ithalata bağımlılığını artırmıştır. Döviz kazanmayan, ama dövizle borçlanan inşaat öncelikli birikim biçiminin katkısı önemlidir. Dönüşüm, büyüme potansiyelini düşürmüş; durgunlaşmaya yol açmıştır. 

Bu ekonomik yapı nedeniyle ucuz kredilerle beslenen iç talep genişlemesi, cari işlem açığını ve enflasyonu yukarı çekti. 2018 ve 2020’de ekonomi küçülürken dahi dış açık verdi. 

Kronik dış finansman sorunu 2018’de ağırlaştı. Londra finans çevrelerinin reçetesi (geçici olarak) benimsendi. TCMB politika faizini %24’e çıkardı ve yeni Maliye Bakanı  Albayrak, istikrar öncelikli bir Yeni Ekonomi Politikası (YEP) ilan etti. 

Eylül 2018 tarihli YEP, “IMF’siz bir IMF programı”dır. IMF’nin altı ay önceki Türkiye raporunda yer alan  ana öneriler benimsenmiştir. Albayrak, YEP’in denetimini bir ABD şirketine (McKinsey  & Company’ye) vermiştir. 

Bu önlemler 2019’da dış finansman sorunlarını erteledi. Ne var ki, Cumhurbaşkanı, McKinsey denetimini veto edecek; YEP’in (“mega yatırım projelerinin durdurulması” dahil) istikrar öncelikli önlemlerini, hedeflerini uygulatmayacaktır. 

3). Çaresizlik, spekülatörleri ihya etti; seçenekleri tüketti. 

2020’ye bu ortamda, üstelik korona salgınının küresel yansımaları içinde girildi. İki yıl önceki döviz krizine yol açan (bankaların kredi pompalanmasına zorlanması, düşük faizler gibi) yöntemlere dönüldü; ama, daha da ağırlaştırılarak…  

Nasıl ağırlaştırıldı? Finans kapitalin temel kuralı olan “serbest sermaye hareketleri” ilkesini çiğneyen kaçamaklar başlatıldı. Yaratılan tedirginlik yabancı sermaye çıkışlarına yol açtı. Artan dış finansman gereksinimi, kamunun (TCMB, üç kamu bankası ve Hazine bir arada) net döviz pozisyonu “eksi”ye dönüştürülerek karşılandı. Kamu döviz kaynaklarının bir bölümü de dolar fiyatını frenlemek için kullanıldı. 

Sonuçta “sıcak para parazitleri”nin getirileri korundu; spekülatif finans kapital gözetilmiş oldu. TL’li varlıklara (hisse senetlerine, tahvillere) para bağlamış  yabancılara ucuz döviz sağlandı. Ocak-Temmuz’da borsadan çıkan 12 milyar dolarlık “kâğıt”, ortalama 6.5 TL’den dolara çevrildi. Dolar üzerinden arbitraj getirileri güvenceye alındı. 

4). “Yolun sonu”: IMF reçetesi mi? Sermaye Denetimleri mi?

Finans kapital pusudadır. Bir IMF reçetesi bekleniyor. Tercihan IMF kredileri ve denetimiyle… IMF olmazsa, sıcak para spekülatörlerinin izlediği Fitch, Moody’s,  gibi kurumların gözetiminde… Kamu maliyesinde (“faiz dışı fazla” hedeflerine dayanan) kemer sıkma ve en azından iki yıllık küçülme göze alınırsa… 

Buna karşılık finans kapital için bir de “kâbus senaryosu” gündemde. Ekonomimizde net döviz fazlası olan iki “sektör” var: Özel bankalar ve döviz tasarruf sahibi vatandaşlar… Dolarlaşmaya  son verilir; bu döviz varlıkları TL’ye çevrilir ve sermaye hareketleri sıkı denetime alınır. Yabancı alacaklılarla pazarlık başlar. Arjantin’in son iki yılda yaşadığı dış borç krizinin bir  benzeri…

2018’de ve Ocak-Ekim 2020’de izlenen yolun sonundayız. Olağan temsilî demokrasi çerçevesinde iki seçenek de iktidarın sonunu getirir. Göze alamazsa? Açık faşizm dahil olasılıklar üzerinde spekülasyon gereksizdir. 

5). Görüntünün nicel yansıması

Aşağıdaki tablo, yukarıda anlatılanların son bir yıllık (Ocak-Eylül 2019 / 2020 dönemlerinin) nicel görünümünü özetliyor. Ekonominin dış dengelerini istatistiklerle izlemeyi istemeyen okurlar bu kesimi atlayabilir. 

Tablodaki kalemlerin ek dökümüne ve meslektaşım Nilgün Erdem’in çözümlediği ayrıntılara girmiyorum. Nicel bilgileri özetlemekle yetineceğim. 

İki yılın ana kalemlerini (milyar dolar olarak) ilk iki sütun veriyor. 2019, bir önceki yılın döviz krizinin kısmen aşıldığı, geçici bir dinginlik yılıdır. İki yıl (ilk iki sütun) arasındaki fark (sütun 3) “eksi” ise, 2020’de ekonomiye o öğenin yansıttığı bir “dışsal şok” söz konusudur. Ülke dışına kaynak aktarımını yavaşlatan “yerli burjuvazi” (satır 3, sütun 3) hariç diğer beş kalem, bu tür bir şok içermektedir. En sert öğeyi, brüt döviz rezervlerindeki 47 milyar dolarlık erime  oluşturuyor.       

Ocak-Eylül 2020 döneminde hem yabancı, hem de toplam sermaye hareketlerinde “net çıkış”  söz konusudur. Bankaların %100’ün altında sendikasyon kredileri yoluyla dış kredilerde 10,2 milyarlık net ödeme yapılmış; portföy yatırımlarından 14 milyar dolarlık çıkış gerçekleşmiştir. Bu olumsuz hareketleri kısmen telafi eden iki dış kaynak akımı var:  5,1 milyar dolarlık  doğrudan yatırım girişimi ve yabancıların vadeli-vadesiz banka mevduatında 13,1 milyar dolarlık net artış… 

Bu ikinci kalem, Ocak-Temmuz 2020’de TL’li tahvil ve hisse senetlerini 6,5 TL civarında düşük kurlardan dolara çeviren spekülatörlerden kaynaklanmış olabilir. İleride doların tırmanmasını; “yerli” varlıkların yeterince “ucuzlaması”nı gözetleyen akbabalar… Doğrudan yatırım girişlerinin yüzde 60’ı (yaklaşık  3 milyar doları) gayrimenkullere yönelmiştir. Finansmanı kısmen bu “akbabalar”dan kaynaklanmış olabilir.

Dış finansman yükü, cari işlem dengesinin yüksek açığa dönüşmesi ve kayıt-dışı sermaye hareketlerinin “net çıkış” göstermesi, Ocak Eylül 2019/2020 arasında TCMB’nin brüt rezervlerinde 47 milyarlık erimeye de yol açmıştır (sütun 3, satır 5). Kamu bankalarının ve dolaylı olarak Hazine’nin dolar varlıklarını da eriten “swap” işlemleri de dikkate alınırsa, TCMB  net rezervlerinin Ekim sonunda  “eksi 40 milyar dolar”a ulaştığını Mahfi Eğilmez hesapladı.

Bu bilgiler de, AKP ekonomisinin dış dünyayla ilişkilerinde yolun sonuna gelindiğini doğruluyor: Ya açık / örtülü bir IMF programı; ya da sert sermaye denetimleri ile başlayan bir dış borç krizi… 

Korkut Boratav / SOL

Laik cumhuriyet mi, ümmetçi monokrasi mi? - İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN

 "İcra Vekilleri Büyük Millet Meclisinin ekseriyet-i mutlakası ile aralarından intihap olunur"

(TBMM İcra Vekillerinin Suret-i İntihabına Dair Kanun (2.5.20).

Bakanların BMM’nin salt çoğunluk oyu ile seçilmesi, iki özgünlüğü beraberinde getirdi:

■ Türkiye Devleti’ni, BMM Hükûmeti yönetti.

■ Türkiye Cumhuriyeti’ni, TBMM ve Hükûmeti kurdu..

■ Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve İnkılapçıdır” (1924,1937 D.-m.2).

Cumhuriyet’in üç Anayasası, yönetim biçimi olarak şu üç ilke ile nitelenebilir:

■ Hükûmetin genel siyaseti bakanlar kurulunca belirlenir.

■ Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.

■ Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükûmet birbirinden ayrıdır.

KENDİ ANAYASALARINA BİLE UYMAYANLAR

■ 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek yapılan değişiklik, bir “OHAL Anayasası”, bunun getirdiği tek kişi yönetimi (monokrasi) ise, “anayasal OHAL”dir.

■ 16 Nisan 2017 Anayasa oylaması ile Devlet belleği silindi: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir”. Dahası, Devlet ve hükûmet başkanı, Anayasa’ya aykırı olarak parti genel başkanı olunca, “tek kişi yönetimi”, “parti başkanı yoluyla Devlet yönetimi” ne dönüştürüldü; kendi ifadesiyle ülke de: “AK Parti’nin kaderi ile ülkenin kaderi adeta birbiriyle bütünleşmiştir”( RTE, 13.11.20)

■ Siyasal parti ve seçim kuralları da çiğnendi: Devleti ve yürütme yetkilerinin parti başkanında toplanmasıyla, siyasal partilerin eşit yarışma koşulları ortadan kalktığı gibi serbest seçim ilkesi de zedelendi.

■ Siyasal sorumluluk ve “hesap verebilir yönetim” yokluğu, Anayasa hükümlerinin sürekli ihlali sonucunu doğurmakta. CB’nin tam yetkili-tam sorumsuzluk şeklindeki karşıtlık statüsü, Hukuk devletinde “görev+yetki+sorumluluk” üçlüsünün inkârıyla, yasama ve yargı özerkliğini ve bağımsızlığını kaybetti.

■ Bakanlar kurulu ve kolektif siyasal karar düzenekleri kaldırıldığı için “Cumhurbaşkanlığı kabinesi” adı altındaki “fiili toplantı”lar, tam bir aldatmaca.

■ Siyasal sorumluluk yok, siyaset var: CB’nin atadığı ve görevden aldığı CB yardımcısı ve bakanların, seçilmiş olmadıkları ve TBMM önünde sorumlu olmadıkları halde parti faaliyetlerine katılması ve siyaset yapması, Anayasa dışıdır.

Özetledemokratik hukuk Devletinin asgari gereklerini yansıtmayan bir düzenlemenin Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti anayasal gelişmelerine yabancı olan 2017 değişikliği ile ortaya çıkan anayasal düzeni sürekli ihlal edenler de sahipleri. Hukuk katliamı değil sadececiddi bir ahlak sorunu da var.

1920 VE 2020 MODELİ

1920 Modeli Meclis ve anayasal kurumlar tasarımı özgündü; çünkü ulusal koşullardan kaynaklanıyordu. Atatürk ve arkadaşları, “laiklik-yurttaşlık-eşitlik” ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.

2020 için de “Türkiye modeli demokrasiyi başka yerde bulamazsınız” (24.9.ta. yazım) diyor proje sahibi. Doğru; çünkü, Türkiye kadar uzun yönetim deneyimine sahip hiçbir devlet, siyasal ve anayasal birikimini olağanüstü dönem fırsatçılığı ile 6 ayda (16.10. 2016-16.04. 2017) yok edemedi. Bu şekilde, parti başkanlığı yoluyla Devlet yönetimi, hiçbir çağdaş demokratik ülkede yok.

Her bakanın ayrı ayrı oylandığı 1920 Meclisi ile 2020 Meclisi arasında bir benzerlik var mı?

TÜRKİYE YOL AYRIMINDA…

Bir yandan, kurucu babalarının hedeflediği bir Türkiye Cumhuriyeti tasarımı; öte yandan ümmetçi monokrat ve yanlıları. İşte, bu ayrışmayı yansıtan cümleler:

“Sonuç olarak; eşitlik-yurttaşlık-özgürlük, hukuk-demokrasi-hukuk devleti vb. Cumhuriyet ile özdeşleşen kavramlar yerine, “fütüvvet ehli bir nesil”, bilim yerine, “mutlak hakikat” konuyor.” (Müslüman Kardeşler/Gannuşi/İbn Haldun ( “inancımızın mutlak hakikatleri: topyekûn bir eğitim-öğretim reformu”/ başlıklı yazım, 22.10.20).

2020’de demokratik hukuk devleti için anayasa arayış çabalarına yönelik iğrenç saldırılar ne ifade ediyor? Ülkenin anayasal ve siyasal tarihine kasteden ümmetçi monokrasi yanlıları ile Cumhuriyet’in kurucu değerlerini sahiplenen ve ileriye götürmek isteyenler arasındaki ayrışmayı.

İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN


Sarıbal, tarım krizinde çözüm yollarını anlattı: "Çiftçinin alın terini birkaç şirkete yedirmeyeceğiz" - OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 

Şu ana kadar hep tarımda yaşanan sorunlar dile getirildi. Ancak tarımda yapılması gerekenler ve çözüm önerileri konuşulmadı. CHP Ekonomi Masası’nın tarımdan sorumlu üyesi Orhan Sarıbal ile ülkenin tarım sorununun nasıl çözüleceğini konuştuk.

Esnaf, işçi, sanayici… Tüm ekonomik aktörler derin bir krizde. Ancak bu ekonomik aktörler arasında biri var ki, ülkenin geleceğini geri dönülmez bir uçuruma sürükleyecek kadar büyük bir kriz yaşıyor; Çiftçiler. Her kentte, her üründe ayrı ayrı sorunlar yaşanıyor. Zarar eden çiftçi köyleri boşaltıyor. Kentler işsiz, köyler ise ekim yapılmayan topraklarla dolmuş durumda. Sorunun konjonktürel olmadığı ortada.

CHP Bursa Milletvekili ve Ekonomi Masası üyesi Orhan Sarıbal’la CHP’nin çözüm önerilerini konuştuk. Sarıbal sorularımıza ayakları yere basan, detaylı cevaplar verdi.

► Takip edebildiğimiz kadarıyla tarım desteklerinde iki nokta öne çıkıyor, ilki desteğin kanuni tutarın dahi altında kalması, ikincisi ise desteğin doğru yere gitmemesi. Ne yapmalı sorusuna sizin verdiğiniz cevap nedir?

Bu konuda birkaç değişik yöntem uygulayacağız. Yasada yüzde 1’lik bir destek var. (2006 tarihli Tarım Kanunu’na göre tarım destek ödemesi gayrisafi milli hasılanın yüzde 1’ine denk olmalıdır) Ancak hükümet kanunen zorunlu desteği dahi vermiyor. 2021 yılı için yüzde 1 olması gereken destek yüzde 0,39.

Biz bu kanuni desteği yüzde 1’den yüzde 2’ye çıkaracağız. Bu şart. Tutar olarak söyleyelim, 2021 yılında Gayrisafi Milli Hasılayı 5,6 trilyon TL olarak değerlendirdiğimizde 112 milyar TL gibi bir parayı tarımsal desteğe ayıracağız.

► 2021’de hükümetin verdiği tutar ne peki?

22 milyar TL… 2020’nin aynısını 2021’de verecekler, 1 kuruş artırmadılar, kendi içinde değişikliğe uğrattılar. Biz bu tutarı 4-5 katına çıkarmak zorundayız. Çünkü halkın gıda egemenliğini amaçlıyorsak bu kaynağı ayırmak zorundayız. Bugün 83 milyon olan, 5 milyon sığınmacıyla ve turistlerle birlikte 90 milyon insanı doyuruyor muyuz, doyuruyoruz. 2050 yılında bu 100 milyon olacak mı? Olacak… Biz bu insanların karnını kendi topraklarımızda ürettiğimiz ürünlerle mi doyuracağız, yoksa şu anda mevcut iktidarın yaptığı gibi ithal gıdalarla mı doyuracağız? Biz diyoruz ki bizim toprağımız var, 40 milyon dönüm toprağımız boşta bekliyor, bunları ekime açacağız. Dahası hazine arazileri var. Bütün çiftçileri kayıt sisteminin içine alacağız ve bir plan yapacağız, özellikle 20-21 üründe buğday, arpa, mısır, şeker, ayçiçeği, soya, pamuk gibi temel ürünlerde üretime dayalı bir destekleme politikası uygulayacağız.

► Bir de destek ödemelerinin miktarı kadar niteliği de tartışılıyor. Destek tapu sahibine veriliyor ancak çoğu üretici toprağının sahibi değil. Burada sorun medeni kanuna kadar uzanıyor. Desteği kime vereceksiniz, tapu sahibine mi yoksa üreticiye mi?

Burada bizim için üreticinin beyanı esas olacak. Sadece miras yerlerinde aileden biri diğerlerinin ona razı olması üzerine ilgili kuruma müracaat etmesi yeterli olacak. Böylece desteği arsa sahibi değil, üreticinin kendisi alacak. Zaten sorunumuz bu, hem destek ödemesi az, hem de destekler üreticiye gitmiyor. Bu sorunu çözeceğiz.

Ama bunu nasıl yapacağız? Önemli olan bu. Biz bir kere bölgeler arası farklılıkları mutlaka hesaba katmak zorundayız. Örneğin bu ülkenin 4 milyon ton pamuk üretmesi lazım, bu kadar pamuğu her sene aynı topraktan alamayacağımıza göre bölgeler arasında farklılıklar olacak. Bu yüzden belki Urfa Bölgesi’ndeki teşvikle Ege’de Söke Bölgesi’ndeki teşvik aynı olmayacak. Şöyle ki, Çukurova’da sulu tarımda buğdayın dekarından 800 kilo 900 kilo alırken, İç Anadolu’da kuru tarımda yaptığımız teşvik aynı olursa zaten o sistemi sürdüremiyorsunuz ve sonuca da ulaşamıyorsunuz. Bizim amacımız nedir? Örneğin 4 milyon ton pamuk mu? Bunu planlayacağız, çiftçi pamuğu ekerken ne kazanacağını bilecek. Ne alacağını bilecek, önceden açıklayacağız. Bu buğdayda da böyle olacak. Ne kadar buğday üretiyoruz? 20 milyon ton. Peki ihracatla beraber ne kadar ihtiyacımız var? 30 milyon ton. Ama stoğu da dahil etseniz, Türkiye’nin her yıl 35 milyon ton buğday üretmesi gerekiyor.

► Şöyle bir bakış açısı var; “Buğdayı ithal ediyoruz ancak ithal edilen buğdayı ihraç ediyoruz. İçerideki üretim zaten iç pazara yetiyor”. Buna ne diyeceksiniz?

Şöyle söyleyeyim, eğer bu ülkede bütün tarım alanlarını değerlendirdiniz, ekimlerinizi yaptınız, hiç boş yeriniz yok ama buna rağmen makarna yapıp, un yapıp ihraç ettiğiniz buğdayda bir eksiklik varsa elbette ithalat yapalım. Ancak öyle mi şu anda? 2002’de 93 milyon dönüm buğday arazisi bugün 68,5 milyon dönüme düşmüş. Bu ne demektir? 24 milyon dönüm buğday ekim arazisi azalmış.

Peki ne ekiliyor bu 24 milyon dönümde? Buğday ekmiyor da belki başka bir şey ekiyor.

Hayır, yerine büyük ölçüde bir şey ekilmiyor. Buğday üretilen yerde başka bir şey ekilmesi için bölgenin sulu tarıma uygun olması gerekir. Suyun bulunduğu yerlerde buğdaydan mısıra döndü çiftçiler. Zaten bir tehlike de monokültüre doğru gidiyoruz. Çeşitlilik azalıyor. Mesela bu yıl buğdaydan mısıra dönülen bölgelerde yağışların azalması nedeniyle verim yarı yarıya düştü, çiftçi çok ciddi miktarda zarar etti. Dolayısıyla biz, iklimi ve yağış rejimini de göz önüne alarak, planlamayı buna göre yapacağız. Ürün planlamasını yaparken, yağmur yağma ihtimaline göre değil, yağmur yağmama ihtimaline göre planlama yapacağız. Çiftçi yağmur yağmasa da oradan bir gelir elde edecek. Bu gelir çiftçiyi ayakta tutabilecek seviyede olacak. Bunu iktidara geldiğimizde biz regüle edeceğiz, yani hükümet düzenleyecek. Bu bütün dünyada böyle.

Bunun dışında özellikle kuru tarım yapılan bölgelerde çiftçinin en büyük maliyeti mazot. Mazotta ÖTV ve KDV’yi çiftçi için kaldıracağız. Gübre desteği bir başka sorun. Bakın abartılı olmasın ama bugün toprağa dökülen gübrenin en az yüzde 40’ı boşuna kullanılıyor. Verimsiz kullanılıyor?

► Neden verimsiz kullanılıyor?

Çünkü toprak analizleri yapılmıyor, bitki analizi yapılmıyor. Alışkanlıklar üzerinden bir değerlendirme yapılıyor. Kaldı ki bugün Türkiye topraklarının en büyük problemi organik madde. Gübre organik olmayınca bunun bitki tarafından parçalanıp emilmesi de aynı şekilde verimli olmuyor.

Çiftçi diyor ki, ilaç ithal, gübre ithal, tohum ithal. Bunlar Türkiye’de üretilemez mi?

Bu çok önemli bir konu. Mutlaka tarımsa araştırma ve geliştirmeye kaynak ayırmamız lazım. Şu anda girdilerin maliyetini ne çiftçi ne iktidar kimse öngöremiyor. Çünkü direkt dışarıya bağımlısınız. İlaçta, gübrede, mazotta dışarıya bağımlısınız. Tohum artık Türkiye’de üretiliyor deniyor. Hayır efendim! Tohumda da yurtiçinde üretim yapıyoruz, ama ürettiğimiz de yabancı şirketlerin tohumu olduğu için aslında o da ithal. Her sene hibrit tohum alıyorsunuz ve bu tohumun sahibi bu ülke değil, TİGEM değil mesela. Bu tohumun sahibi dünyada 4 büyük şirket aşağı yukarı.

► Tarımda küresel şirketlerden sık sık bahsediyorsunuz. Bir büyük oyundan bahsediyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Şöyle ki, biz stoklanabilir ürünlerde dünyanın müşterisi konumuna getirilmek isteniyoruz. Temel ürünlerde, yani stoklanabilir ürünlerde üretimimiz azalıyor. Nedir o ürünler? Arpa, buğday, pamuk, soya, ayçiçeği, şeker vs. Bunları küresel gıda devleri ellerinde tutmak istiyorlar. Türkiye’ye de diyorlar ki sen yaş meyve sebze ek, stok yapma, ürettiğini hemen sat. Ben ise stoklanabilir bu temel gıda ürünlerini kendi egemenliğimde tutayım. Ellerinde tuttukları ürünler temel ürünler. Mesela soya olmazsa siz beyaz et üretimi yapamazsınız. Yaparsınız elbette ama maliyeti yüksek, verimliliği düşük olur. Bize diyorlar ki, teknolojik atılımları boşver, sen emek yoğun yaş meyve sebze üret ve sat. Temel ürünleri de ben stoklayacağım.

► Tarımda TMO, Fiskobirlik, Tariş gibi kamu kuruluşlarının etkisizleştirildiğine ilişkin bir eleştiri de var. Katılır mısınız? Katılırsanız çözümünüz nedir?

Tarımda çiftçi-devlet bağlantısı kopmuş durumda. Tekrar bu bağı sağlamak zorundayız. Tarım, piyasanın, şirketlerin ve tüccarların inisiyatifine bırakılmamalı. Bunu piyasaya bırakamyız, dolayısıyla tekrar kamucu bir yaklaşımı benimzemek zorundayız. Burada kamu kuruluşları çiftçinin ürettiğinden para kazanacak, zarar etmeyecek bir düzeneğin altyapısını oluşturacak. Bakın bu sene tarlada patates kaldı, soğan kaldı.

► Tarımda ithalatı hep konuşuyoruz da ihracatı konuşmuyoruz, ne yapmalı sizce ihracat konusunda? Öncelikleriniz arasında mı?

Öncelikle çiftçinin ürettiğinden para kazanabilecek, ürettiğini mutlaka satabileceği bir düzeneği oluşturacağız. Yani destekleme politikası çiftçiyi güvence altına almalı.

Şimdi çok önemli olan ihracata odaklanabiliriz. Üretim fazlamız olan ve katmadeğeri yüksek olan ürünlerimiz var. Örneğin, kırmızı mercimekte bir ihracatımız ithalatımızdan daha çok. Ancak bu fazlalık 800 bin tondan 300 bin tona gerilemiş. Arada 500 bin ton fark var. Biz neden kendi ürettiğimizi ihraç etmeyelim. Dolayısıyla ihracat üzerinden de bir destekleme programını hayata geçirmek zorundayız. Ancak buna Hazine Bakanlığı bakacak. Tarım Bakanlığı çiftçinin üretimiyle ilgilenecek çünkü. Yani gayrisafi milli hasılanın yüzde 2’si tarım desteği olarak verilecek ancak bu desteğin içinde ihracatçıya destek yok. İhracat desteğine Hazine Bakanlığı bakacak.

► Döviz kurlarındaki bu dalgalanma sürdüğü sürece çiftçinin maliyetini hesaplaması da zorlaşıyor. Buna ilişkin bir çözümünüz var mı?

Bizim bakış açımızda büyük bir planlama var. Döviz kurlarını kontrol edemezsek, bu sorunla sürekli karşılaşabiliriz. Dolayısıyla bizim söylediğimiz tarım politikası, ülkenin bütüncül ekonomi politikasının bir parçası. Tarımı geri kalan ekonomik sektörlerden bağımsız düşünemeyiz. Bu ekonomi politikası için de istikrar mutlaka kurda ve faizde olmalı, döviz kurlarındaki dalgalanma sorunu çözülmeli. Ancak velev ki konjonktürel dalgalanmalar yaşandı. Bu durumda destek ödemeleri çiftçinin hayati giderlerini karşılayacak fark ödemeleri biçiminde olmalı. Öyle durumlar oluyor ki çiftçinin cirosundan yüksek maliyeti çıkıyor. Bu durumda fark ödemeleri vererek çiftçinin zarar etmesini engelleyeceğiz. Yani çiftçi kazanacak mıyım, kazanamayacak mıyım diye düşünmemeli. Ne kadar kazanacağım diye düşünmeli. Kazandığı parayla, çocuğunu okuluna gönderecek, düğününü yapacak, otomobilini traktörünü alacak, insanca bir iş, insancı bir gelir yaratacağız. Çiftçiye vereceğimiz fiyatlar, AKP’nin yaptığı gibi dünya borsalarına göre değil, çiftçiyi insanca bir yaşam standardına kavuşturacak fiyatlar olacak.

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

ABD hegemonyası artık geride kaldı - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Biden yönetiminin ABD ile geleneksel müttefikleri arasındaki ilişkileri tamir ederek ABD hegemonyasını restore etmesi, böylece uluslararası alanda göreli bir istikrar sağlaması bekleniyor. Bu beklentinin gerçekleşme olasılığı çok zayıf; bu yönde çabaların büyük güçler arası rekabet ortamında bloklaşma eğilimini, dolayısıyla büyük çaplı çatışma risklerini artırma olasılığı yüksek.

Biden’ın restorasyon projesi

Biden’ın, 11 Temmuz 2019’da The Graduate Centre at CUNY, New York’ta yaptığı konuşmaya Foreign Affaires’te (Mart/Nisan 2020) yayımlanan yazısına ve Council on Foreign Relations’un 7 Kasım 2020 değerlendirmesine bakınca ABD hegemonyasını restore etmeyi planladığını görüyoruz.

Restorasyon projesi iki ayak üzerine kuruluyor. Birincisi, Biden, “iklim krizine”, küresel göçmenlik dalgalarına, bulaşıcı hastalıklara, yeni teknolojilerin getirdiği düzen bozucu etkilere karşı “örnek olmaya” dayanan bir liderlik sunacak. İkincisi, Biden, bu liderliği pratiğe, Dünya Sağlık Örgütü, Paris İklim Anlaşması gibi uluslararası kurumlara geri dönerek geleneksel müttefikleriyle, Trump döneminde bozulan ilişkilerini, yeniden güçlendirerek hayata geçirecek. Biden, bu zemin üzerinde, otoriterliğin, milliyetçiliğin yükselişine, “ABD’nin özenle kurduğu uluslararası düzenin dağılma eğilimine” karşı demokratik ülkelerden oluşan “bir cephe” oluşturmak istiyor. Biden, ABD’nin kurduğu düzeni yıkmaya çalışan, kendi ülkelerinde insan haklarını ihlal eden otoriter liderleri cezalandırmayı, o ülkelerin demokratik muhalefetlerini desteklemeyi de amaçlıyor.

Bu “restorasyon” projesinin başarılı olma şansı yok. Bugüne kadar ABD’nin hegemonyasının restorasyonu ya da yerine bir “imparatorluk projesi” koyma çabalarının sonuçsuz kalması da rastlantı değil.

Hegemonya, belli tarihsel koşulların, devletlerarası ilişkilerdeki dengelerin belli bir düzeyinin ürünüdür. O koşullar, dengeler zamanla bir daha geri gelmemek üzere değişir. ABD hegemonyasının, II. Dünya Savaşı’nın ardından şekillendiği dönemin özelliklerini burada anımsatmaya gerek yok. Ama bu dengelerin ve ilişkilerin artık geri gelmeyeceğini vurgulayabiliriz.

Bir büyük gücün, ancak küresel ölçekte işbirliği ile çözülebilecek sorunlarda önderlik etmeye, iradesini zorla dayatmak yerine diplomasiye öncelik vermeye niyetlenmesi olumlu bir gelişmedir ama ABD’nin “demokrasilerden oluşacak cephe” projesinin, esas olarak Çin ve Rusya ikilisini hedef aldığını, şekillendiği ölçüde küresel jeopolitikte bloklaşmayı teşvik edeceğini de görmek gerekiyor.

Diğer taraftan Biden’dan beklenenlerin içinde açıkça ifade edilmese de “New Deal” benzeri yeni bir ekonomik model ve yeni bir “Bretton Woods” anlaşması da var. II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, ABD’de “New Deal” gibi bir kriz yönetim modeli, Fordizm gibi yeni bir birikim rejimi vardı. ABD, dünyanın geri kalanına savaşın yarattığı yıkımın üzerinde sermaye birikimini, düzenin yeniden inşasını kolaylaştıracak boyutta kaynak sunabiliyordu. Bu momentte doğan Bretton Woods, IMF ve Dünya Bankası politikalarının bir sonucu değildi, aksine IMF ve Dünya Bankası Bretton Woods’un, ABD hegemonyasının ürünüydü.

Bugün uluslararası bir ekonomik model inşa etmek söz konusu olduğunda dünyanın (PPP ile ölçüldüğünde) en büyük ekonomisi, en büyük uluslararası kredi kaynağı, “Tek Kuşak Tek Yol” projesiyle Asya’dan Avrupa’ya, uygun koşullarda dağıttığı kredilerle Afrika’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, kendi ekonomik siyasi etki alanını yaratan, kendi gereksinimlerine uygun bir “küreselleşme süreci” inşa etmekte olan Çin’in etrafından dolaşmak olanaklı değil.

Hafta sonunda Çin’in liderliğinde, Asya bölgesinde, “dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşması” imzalandı. ABD’nin Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore gibi müttefiklerini de içeren, dünya hasılasının 1/3’ünü üreten 15 ülkeyi kapsayan anlaşma ABD’yi dışarıda bırakıyor. ABD eski gücüne sahip değil ama aynı günlerde, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian ve Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Washington Post’ta yayımladıkları ortak yorumlarında vurguladıkları gibi Biden, ABD ve AB’yi bir araya getirebilir. Gelişmeler ve beklentiler bir bloklaşma olasılığının giderek güçlendiğini düşündürüyor. 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan: Maraza çıkarılmalıdır! (SÖYLEŞİ) - SOL

 

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a dün açıklanan yeni "tedbirler"i, salgının gidişatını ve mevcut durumu parti olarak nasıl yorumladıklarını sorduk.

Türkiye Komünist Partisi bugün yayınladığı açıklamada

 pandeminin de katkısıyla 

mevcut durumun içinden 

çıkılamaz haline çözüm 

olarak, sağlık sektörünün tamamen devletleştirilmesi önerisiyle geldi. 

Biz de TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a dün açıklanan yeni "tedbirler"i, salgının gidişatını ve mevcut durumu parti olarak nasıl yorumladıklarını sorduk.

Okuyan aşı bulunana kadar hükümetin yarım yamalak adımlarla treni sallamaya devam edeceğini, yoğun bakım kapasitesini aşmamaya çalışarak piyasayı korumayı sürdüreceklerini, burada iktidarın insan sağlığı gibi bir hassasiyetinin olmadığını söyledi.

Okuyan'ın yanıtları şu şekilde: 

Bilim Kurulu’nun toplantısının ardından kabine de toplandı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan salgınla ilgili alınan yeni kararları açıkladı. Yeni kısıtlamalar içeren bu kararlar ne anlama geliyor.


Türkiye Komünist Partisi bugün yayınladığı açıklamada, pandeminin de katkısıyla mevcut durumun içinden çıkılamaz haline çözüm olarak, sağlık sektörünün tamamen devletleştirilmesi önerisiyle geldi. 

Biz de TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a dün açıklanan yeni "tedbirler"i, salgının gidişatını ve mevcut durumu parti olarak nasıl yorumladıklarını sorduk.


Okuyan'ın yanıtları şu şekilde: Okuyan aşı bulunana kadar hükümetin yarım yamalak adımlarla treni sallamaya devam edeceğini, yoğun bakım kapasitesini aşmamaya çalışarak piyasayı korumayı sürdüreceklerini, burada iktidarın insan sağlığı gibi bir hassasiyetinin olmadığını söyledi.

Bilim Kurulu’nun toplantısının ardından kabine de toplandı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan salgınla ilgili alınan yeni kararları açıkladı. Yeni kısıtlamalar içeren bu kararlar ne anlama geliyor.

Bunlara yeni karar demek mümkün değil. Hükümet bildik yöntemlerle treni sallamaya devam ediyor. Salgınla ilgili olarak başından beri iki temel kaygıları oldu, hâlâ bunda ısrar ediyorlar. İlki ve en önemlisi, sömürü düzeninin çarkları dönmeye devam etsin. Diğeri de aşı ya da ilaç bulununcaya kadar salgın yoğun bakım üniteleri iflas etmeyecek noktada tutulsun. Dün ilan edilen önlemlere baktığımızda bu iki temel hedef hemen kendini hissettiriyor. AVM’lerin açık kalması örneğin…

Peki bu önlemler işe yaramaz mı?

Sadece şu andaki artış hızını kesebilir. Dediğim gibi onlar için tek kriter, yoğun bakım ünitelerindeki doluluk. Buradaki baskıyı hafifletecek önlemler alıyorlar. Bu önlemler güçlü sermaye gruplarını, büyük şirketleri üzmeyecek, onların tepkisini çekmeyecek önlemler oluyor. Salgının yayılmasında rol oynayan mekan ve faaliyetlerden sadece bir bölümünde kısıtlamaya gidildi. 

Nedir bu mekanlar?

Virüsle ilgili sürekli yeni veriler ortaya çıkıyor ve yeni iddialar ortaya atılıyor ama bilim insanlarının en fazla üzerinde durduğu işyerleri, toplu ulaşım araçları, hastaneler, alışveriş merkezleri, restoran ve kafeler, okullar, toplu ibadet alanları, taziye evleri… Bunlar için bilim insanı olmaya da gerek yok, basit bir akıl yürütmeyle buralara odaklanılabilir. Hükümet bütün bunlar içinde en kolay olanı yaparak, kapitalist sistem içinde ağırlığı az olan, sesi daha az çıkacak alanlara kısıtlama getiriyor. Restoran ve kafeler toplamda büyük bir yer tutuyor ama bunların büyük bölümü küçük işletme. Özel okulların da bir bölümü küçük sayılabilir ve zaten birçok patronun yan yatırım ya da para aklama alanı. Üstelik okulların önemli bir bölümü kamuda ve hükümet açısından zaten eğitim bir “yük” olarak görülüyor. Yine buralardan başladı kısıtlamalar.

TKP Eylül ayında eğitim hakkının korunmasını talep ederek hükümetin okulları önlem alarak açması gerektiğini söylemişti. Ancak veriler okulların açılmasından sonra salgında artış olduğunu gösteriyor.

TKP “okulları açın” demedi, “okulların açılmasını sağlayacak önlemleri alın” dedi. Hiçbir şey yapmadan “okulları açıyoruz” dediler. Göstermelik önlemlerle olmaz bu. Zaten okulları açmadılar, açar gibi yaptılar. Bu tabloda salgının yükselişinde okulların açılmasının ne kadar etkili olduğunu saptamak çok zor. Ancak hükümet piyasa ekonomisinin ruhuna aykırı hiçbir şey yapmak istemediği sürece bunlar olacak. Ne hikmetse piyasa ekonomisinin ruhuna uygun olmayan her şey bilime, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygun oluyor. Biz eğitim hakkının korunması için derhal yeni kadrolu öğretmen ve eğitimci alın dedik. Yeni derslikler yapın dedik. Özel okullara el koyun dedik. Öğrencisi olmayan imam hatipleri kapatın dedik. Bunlar gerçekçi çözümlerdi. Aynı şey sağlık sistemi için de geçerli.

Nasıl bir ilişki kurulabilir? Sonuçta hastaneler kapatılamaz.

Evet hastaneler kapatılamaz. Ancak salgının en önemli yayılım kanallarından biri hastaneler. Sağlık emekçileri arasında ölümlerin bu kadar yaygın olması zaten çok şey açıklıyor. Buralarda durum içler acısı. TKP bugün sağlık alanında yaygın bir devletleştirme, istisnası olmayan bir kamucu müdahale çağrısı yapıyor. Bunu ekonominin bütün temel alanları için yapacağımız çağrılar izleyecek. Çağrımızı sağlık alanından başlatmamız ne anlama geliyor? Acil, yaşamsal bir konuya çözüm öneriyoruz. Bütün özel hastaneler kapatılmalı. Buradan başlanmalı. Sağlıkla ilgili bütün hizmet ve üretim alanları devletleştirilmeli. Hastaneler, ilaç üretimi, sarf malzemeleri üretim ve dağıtımı… Bu olmadan planlama yapılamaz, koordinasyon sağlanamaz, kaynaklar toplum yararına kullanılamaz. Sağlık emekçilerinin, sağlık çalışanlarının sömürülmesine son verilmeli. Yeni kadrolu hekim, hasta bakıcı alınmalı, çalışma koşulları iyileştirilmeli. Öyle döner sermaye, prim, hasta kotası, performans filan gibi saçmalıklar derhal uygulamadan kalkmalı. Koruyucu sağlık hizmetleri öne alınmalı. Devasa hastaneler dikerek sağlık hizmeti vermiyorsunuz, inşaat sektörüne ve akılsızlığa hizmet ediyorsunuz. Ve dahası da var. Toplumcu bir yaklaşımla örgütlenmeli sağlık hizmetleri. Bugün özel ya da devlet hastanelerinde salgının yayılmaması olanaksız. Her şey kafasızlık üzerine kurulu. Sağlık Bakanı vatandaşı duyarlı olmaya çağırıyor, oysa kendi sorumlu olduğu hastanelerdeki tablo içler acısı. Malzeme yok, çalışan sayısı az, kuyruklar oluşuyor, havalandırma sıfır. Organizasyon tamamen sıfır. Sokaktaki umursamazlığın aynısı, hatta daha fazlası hastanelerde var. Olan burada çalışan sağlık emekçilerine oluyor.

Peki ne yapılmalıydı?

Salgının başlangıç döneminde Türkiye ve diğer ülkelerde üretim durdurulsaydı, 15 günlüğüne, bir aylığına kapsamlı ve istisnaları çok daraltılmış bir sokağa çıkma yasağı uygulansaydı ve halkın emekçilerin bütün gereksinimleri eksiksiz bir biçimde karşılanıp kimsenin bir hak kaybına uğramaması sağalansaydı, virüsün yayılmasının önü alınırdı. Bunu engelleyen büyük patronlar oldu. Üstelik salgının başlangıcında henüz her tarafa yayılmamışken etkili karantina önlemleri ile salgın izole edilip, kontrol altına alınabilirdi. Piyasa tanrısı buna izin vermedi. Şimdi virüs çok yayıldı ve yine piyasa tanrısının eli her tarafta. Bütün dünyada salgın yönetimi bilimin ve toplumcu bir zihniyetin değil piyasa tanrısının elinde.

İş işten geçti mi?

Aşı ve ilaç bulunup bazı büyük ilaç tekelleri ihya edilinceye kadar dediğim gibi treni sallayacaklar. Zaten bugün bu ölçüde yaygın bir salgını kontrol altına almak için gerekli kapanmayı kaldırabilecek bir altyapısı yok kapitalizmin. Korkunç bir zenginlik birikmiş durumda uluslararası tekellerin elinde ama bir aylık bir “üretim durdurma”yı topluma açlık ve büyük bir yıkım olarak döndüreceklerdir. Kapitalizm bu kadar akılsız, insanlık dışı bir sistem. Bir sürü boyutu var bu dediğimin. Toplumsal çıkarlar gözetilmiyor, planlama yok, rekabet akılsızlığa sürüklüyor. Ancak iş işten geçmedi. Bir kere insanlık salgının da ortaya çıkardığı gerçekler ışığında kapitalizme son verme iradesini göstermeli. Bu en acil, en yaşamsal konu.

Bunun ertelenebilir olmadığı açık. İşte, devletçi-toplumcu bir ekonomi için mücadele etmek… Bunun yanı sıra bütün sektörlerde emekçiler salgına karşı haklarını, en önemlisi yaşama haklarını savunmalı.

Bunu nasıl yapacaklar? Üretim sürüyor, fabrikalar açık, işyerleri açık.

Siyasi iktidar ve sistem, “üretimi durduramam, aç kalırsın, işsiz kalırsın” şantajını yapıyorsa, emekçilerin “toplu ulaşım araçlarının sayısının radikal biçimde artırılmasını ve ücretsiz ulaşım hakkını istiyorum” demesi son derece doğaldır. İşyerlerinde her tür önlemin alınması, havalandırma sorununun çözülmesi… Vatandaşa “maske tak” deniyorsa, maske ve hijyen malzemesi ücretsiz ve yeterli miktarda dağıtılmalıdır. Evet bunlar mücadele konusudur ve deyim yerindeyse maraza çıkaracak taleplerdir. Ancak zaten maraza çıkarılmalıdır! Bu sistem çürümüştür, insanlarımızı öldürmektedir, yaşayanları ise köleleştirmektedir. Her fırsat ve konuda bu dünya düzeni ile, bu sistem ile kavga etmeli ve onu alt etmeliyiz.

SOL

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...