15 Ocak 2021 Cuma

‘Darbe’yi açıkça konuşmak(I-II-III) - Ali Sirmen / Cumhuriyet

(I)

Bir süredir, yine “darbe” ile oturup darbe ile kalkıyoruz. 

Son günlerde yine darbeci avı başladı. Olay bir ölçüde müstebit takımının, kendilerini mazur gösterecekleri ortamı yaratma ve yeni darbelerine gerekçe bulma çabalarından, bir ölçüde de kendi aralarında da yaygınlaşan “bu işin sonu darbeye varır” düşüncesinin bu kesimde yarattığı bilinçaltı korkudan kaynaklanıyor.

Siyasi yaşamımızda “sivil darbeci” bir kesim, darbe fobisini çokça kullanmıştır. Bu kez de olduğu gibi amaçları sivil darbelerle onların ürünleri sivil diktaları koruyup, kollayıp, yutturmaktır.

Bu amaca yönelik olarak ilk başvurulan yöntem, siyasal bünyenin bozukluğunun sonucu olan darbe musibetinin sivil bölümünü tümden gizlerken, salt askeri kesimini öne çıkarmaktır. Meydana geliş koşulları doğru dürüst incelenmeden üstün körü bir şekilde ortaya atılan 27 Mayıs darbesi kullanılarak bu yönteme çokça başvurulmuştur.

Demokrasi sahtecilerinin (ya da dilerseniz sahte demokrasiciler diyebilirsiniz) oyunlarını boş çıkarmak için darbeler konusunu açıklıkla enine boyuna konuşmalıyız.

***

Her şeyden önce namuslu olabilmek için askeri veya sivil her türlü darbeye aynı ölçüde karşı olmalıyız. Çünkü tarih göstermiştir ki askeri darbe de sivil darbe de özünde aynı derecede zararlı ve yıkıcıdır. Unutmayalım Mussollini ve Hitler iktidara askeri darbe yoluyla gelmiş değillerdir.

Sivil darbelerin saptanmasındaki güçlük, darbenin oluşması için elzem olan güç kullanma (cebir-şiddet) öğesidir.

Bir siyasal iktidarın güç kullanarak devrilmesi veya bir anayasal düzenin işleyişinin yine cebir-şiddet yoluyla engellenmesi olarak tanımlayacağımız darbe olayında kullanılacak cebir-şiddetin, hedeflenen amaca uygun olması gerekir. Buna öğretide “elverişli vasıtalar” denir.

Yasalarda belirlenmiş olan darbe suçunun unsurlarının gerçekleşmesi için kullanılacak vasıtaların elverişle olması gerekir. Öyle ya herhangi bir grubun ellerine yemek bıçakları alarak başkenti basıp, devletin iktidarını devirmeleri veya engellemeleri mümkün olamaz. Ancak caydırıcı ölçüde tank, tüfek, uçak, kolordu, ordu veya o çapta, etkin olacak bir örgütün oluşmasıyla darbe gerçekleştirilebilir. Bu yüzdendir ki askeri darbenin algılanması daha kolaydır.

Ama bu durum kimseyi, tarihte kolay kaçınılamamış bir yanılıgaya da yöneltmemelidir.

O yanılgı da şudur: Devletin iktidarına silahlı kuvvetlerin katkısı olmadan karşı çıkmak imkânsızdır. Böyle olunca da darbe denince akla askeri darbe gelmelidir. Gerçek öyle değildir. Tarihte, top tüfekle, kolordu orduyla değil, devletin erkini şu ya da bu şekilde ele geçirmiş olan sivil güçlerin de onları kullanarak demokratik düzeni engelleyip devirebildiklerinin en parlak örneği Adolf Hitler’dir.

Hatta Münih “birahane ayaklanması” sonunda gülünç olan ve yakalanıp, içeri tıkılan Hitler’in, elindeki tabancalarla değil, seçimle ve siyasal manevrayla ele geçirilmiş devlet erkinin kullanılması -ki buna manevi cebir unsuru deniyorhalinde daha da etkili olduğunu göstermiştir.

Demek ki bir darbenin oluşması için cebir ve şiddet unsuru şart ama bunun illa top tüfek olması gerekmiyor, aynı zamanda, sivil güçler, şu ya da bu biçimde ellerine geçirdikleri devlet erkini kullanarak da devletin demokratik işleyişini değiştirip, anayasal ilkeleri ve yurttaşın temel hak ve özgürlüklerini ayaklar altına alabiliyor.

İşte buna sivil darbe deniyor. Tarihin gördüğü en yıkıcı ve öldürücü (50 milyon insanın ölümüne yol açtı) Nazi İmparatorluğu da kanıtlamaktadır ki sivil darbeler askeri darbeler kadar, hatta kimi zaman onlardan da daha kahredici olabiliyor.

O yüzdendir ki sivil darbelerin de askeri darbeler kadar yıkıcı olduğu gerçeğini unutmamak zorundayız.

(II)

Cuma, bu köşede, son günlerde yeniden alevlenen darbe tartışmalarına, bu çerçeve içinde askeri ve sivil darbelere değinmiş, bizde sivil darbecilerin niyetlerini gizlemek için askeri darbe korkusunu alabildiğine kışkırtıp kendi sivil darbelerini çaktırmadan hayata geçirdiklerini anlatmaya çalışmıştık. Siyasi iktidarı devirmek için güç kullanmak olan cebir şiddet unsurunun tank, top, tüfek, kolordu ordu değil de şu ya bu şekilde, ele geçirilmiş devlet erkinin kullanılmasıyla, “manevi cebir” olarak, tezahür ettiği sivil darbelerin en tehlikeli tür olduğunu Hitler örneğini de vererek anlatmaya çalışmış, tam Cumhuriyet tarihinin darbeler döneminin başlangıcı olarak gösterilen “27 Mayıs”a geldiğimizde yer darlığından durmuştuk.

Bugün kaldığığmız yerden konuyu irdelemeye, Emre Kongar’ın başlığı bile çok kez dile getirilmiş bir gerçeği en isabetli şekilde özetleyen, 8 Ocak tarihli yazısıyla devam edelim. Emre Hoca o yazısında şunları belirtiyordu: “Dünyada eşi görülmemiş bir biçimde İsmet İnönü tarafından Çok Partili Rejim’e geçilip, iktidar seçimi kazanan Demokrat Parti’ye barışçı yolla devredildikten sonra yapılan ilk darbe Menderes’in sivil ‘Tahkikat Encümen’i darbesidir.

Mutlaka okunması gerekli 8 Ocak tarihli yazıda parlamenter sisteminin nasıl 27 Nisan 1960’ta kurulan Tahkikat Encümeni ile sona erdiğini etraflıca anlatılıyor. Bu yazıyı okuduğunuzda da anlaşılacağı üzere, tarih, darbe olayına çağdaş açıdan bakan bir bakış açısıyla yazıldığında konumuzla ilgili bölüm başlığı “27 Mayıs darbesi” değil ama “27 Nisan 1960 darbesi” olacaktır belki de. Ve o zaman 27 Mayıs darbesinin demokratik parlamenter sisteme karşı yapılmış olduğu yalanı bir kez daha çökecektir. Öyle ya Demokrat Partililerin oylarıyla 15 iktidar milletvekiline, idam cezaları da dahil olmak üzere temyizi mümkün olmayan yargı kararı niteliğinde kararlar verme yetkisini tanıyan yasanın kabul edildiği 27 Nisan 1960’ta yıkılmış olan parlamenter rejim darbe yapıldığı zaman yoktu ki darbeyle yıkılmış olabilsin! Daha önce muhtelif vesilelerle belirttiğimiz gibi bu duruma hukukta işlenemez suç denir, tıpkı daha önce kalp krizinden ölmüş birini tabancayla ateş edip öldürmek gibi...

Türkiye’de darbelere doğru bakmaz, süreçteki sivil darbe olayını iyi görmezseniz, 1960’ta yaşananlardan esas 27 Nisan sivil darbesini ıskalar, sonra da 27 Mayıs’ı da yanlış değerlendirir, “27 Mayıs olmasaydı, parlamenter sisteme karşı suç işlenemezdi” gibi afaki ve yanlış hükümlere varabilirsiniz.

Oysa olay çok nettir. Sivil darbe, askerlerin müdahalesinden bir ay önce 27 Nisan 1960’ta yapılmıştır. Nokta!

Bu gerçeğin ilan edilmesi ne Yassıada yargısını aklama anlamını taşır ne de askeri darbelerin çözüm olmadığı gerçeğinin yadsınmasını amaçlar. Amaç yalnızca sivil darbe mekanizmasını açıklamak ve bu konudaki gerçeklerinin üstünün örtülmesini engellemektir.

Buna şiddetle ihtiyaç vardır, çünkü darbeler konusunda sürekli yanlış algıya itilmektedir toplum.

***

Böylelikle sapla saman birbirine karıştırılmakta, yasamanın yok mertebesine indirgendiği, yargının bir yandan kendi içinde egemen ve diğerlerini rakip gören küçük küçük feodal egemenlik parsellerine bölündüğü ama genelde son irdelemede hepsinin yürütmeye daha doğrusu bir kişiye bağlı olduğu, tek adamın devletin tüm erklerini elinde tuttuğu bir vesayet rejimine saplanmış bulunmaktayız.

Bu vesayet cenderesine de “vesayete son veriyoruz!” avazesiyle, gerçek yüzü ustaca gizlenmiş sivil darbelerle itelendik. Şu anda egemen olan rejim de 12 Eylül’ün devamı ve devletin erkini manevi cebir unsuru olarak kullanmış, sivil darbenin ürünüdür.

Sivil darbenin tuzaklarından kaçınamaz örneğin. 15 Temmuz’un, gerçek sivil darbe 20 Temmuz’un hazırlayıcısı olduğunu göremezsek, sivil darbecilerin cenderesinden de kurtulamayız.

(III)

Sivil darbecilerin başlattıkları darbe tartışmasını bitirirken “Hangi darbe meşrudur, hangisi değildir” sorusuna yanıt arayarak noktalamadan önce sivil darbeler ile demokratik tepkileri karıştırma olayına değinmek istiyorum.

Ülkemizde manevi cebir unsurlu sivil darbe olayının gerçek yüzü görülemediğinden zaman zaman kimin eli kimin darbesinde bilinmeyen ortamda, aynı amaca yönelik ama ayrı leyhtarların tezgâhladıkları birbirlerinin darbelerini yürütüp, üstüne oturma eylemlerine tanık olunmaktadır.

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile 20 Temmuz 2016 sivil darbesi bu olayın tipik bir örneğidir. Bu gerçeği görürsek, 20 Temmuz’un 15 Temmuz’da akim kalan darbeye karşı halkımızın sivil demokratik tepkisinin şanlı göstergesi kabul edilerek, demokrasi bayramı olarak algılanmasındaki tuhaflığı daha kolaylıkla kavrarız.

***

Seçimle işbaşına gelip bu yolla ele geçirdiği devlet erkini kullanarak, anayasanın laiklik ilkesini ayaklar altına alan, (AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu kişisel bir saptamanın ötesinde Anayasa Mahkemesi’nin Haşim Kılıç dışında kalan üyelerinden onunun oylarıyla kesinleşmiş, 30 Temmuz 2008 tarihli kararında belirtilmiş bir husustur) bir iktidarın, bir zamanlar “beraber yürüdük biz bu yollarda...” diye kol kola sürdürdükleri iktidar yürüyüşündeki ortağının üleş paylaşımı yüzünden anlaşmazlığa düşüp de birbirlerine girmeleri üzerine, 15 Temmuz 2016’da iktidarın nankör ortağının, sivil darbesine, aceleye getirilmiş bir askeri darbe ile kısa devre yaptırtma amacıyla giriştiği askeri darbe, halkın ve TSK’nin çoğunun katılmamasıyla bastırılıverdi.

Darbenin bastırılmış olması sevinçle karşılandı. İktidar ise yoluna 20 Temmuz olağanüstü hal (OHAL) ilanı kararıyla, kanun hükmündeki kararnameleriyle devam ederken, bir yandan da 15 Temmuz, Demokrasi Bayramı ilan edilmişti.

Yasama tümüyle işlevsizleştirilirken, yargı da yürütmenin başına bağlı olarak bağımsızlık ve tarfsızlığını yitirmeye doğru itilirken, demokratik tepki harekete geçerek bunu engellemiş miydi?

Bütün demokratik denge ve denetleme unsurları tahrip edilirken, tek adam rejimine doğru gitmek üzerine devletin gücü kullanılmak istenirken, demokratik güçler dur “arkadaş!” diye göğsünü siper ederek istibdada gidişin önüne mi geçmişlerdi de Demokrasi Bayramı ilan edilmişti?

Ne gezer...

Tam tersine 15 Temmuz’u yapanlar eğer başarılı olsalardı ne olacak idiyse aynı şeyler OHAL KHK’leri aracılığıyla yapıldı, tek fark şımarık ortağın artık tasfiyesi oldu.

Eskilerin kime niyet kime kısmet dedikleri gibi 15 Temmuz’da akseri darbe ile demokrasinin tüm kurallarını çiğneyerek, tek söz sahibi olmak isteyenlerin amacına iktidar 20 Temmuz’da sivil darbe ile ulaşıyordu.

Kimi gözlemciler, olay ile Hitler’in 1933 Reishtag yangını sonrasında tüm dizginleri ele alması arasındaki çarpıcı benzerliğin altını çizdi.

***

Neyse biz şimdi gelelim hangi darbenin meşru olduğuna:

Bunun yanıtı açıktır: İster sivil olsun ister askeri, darbenin meşrusu yoktur.

Darbeler çözüm de getirmezler ama yine de emekli bir asker ve ilginç bir yazar olan merhum Ertuğrul Alatlı’nın bu konuda ilginç bir tezine değinmeden geçmeyelim.

Kenan Evren’in bir zamanlar saygı duyduğu bir kişi olarak 12 Eylül’de Kurucu Meclis üyeliğine atadığı, Ertuğrul Alatlı, “Bir darbe işbaşına geldiğinde bulduğundan daha fazla özgürlük, demokrasi, refah ve dayanışma bırakıyorsa giderken, o darbe meşrudur ama aksi oluyorsa gayri meşrudur, 27 Mayıs bunun için meşruydu, 12 Eylül de bunun için meşru değilmiş” dedi, kurucu Meclis’te Evren Anayasası’na olumlu oy vermedi, diktatörün de elini sıkmadı.

Ertuğrul Alatlı’yı saygıyla anarken, bu görüşün kabulünün de bizi sonunda “gaye araçları meşru kılar” çıkmazına saplayacağını da vurgulayalım.

Ali Sirmen / Cumhuriyet

Trump’ın darbe girişiminde son perde - Korkut Boratav / SOL

 Yeni faşizm, ABD’de Trump’la son bulamaz; 2024 seçimlerinde güçlenerek iktidara dönebilir.

Trump’ın darbe girişimi üzerine Sol Portal’da iki yazım yayımlandı (Trump’ın Anayasal Darbe Girişimi, 2 Ekim ve Trump’ın Yenilgisi ve “Yeni Faşizm”, 11 Kasım 2020). 

İlk yazıda Trump’ın, olası seçim yenilgisini izleyecek darbe girişimi hazırlığını, çeşitli öğeleriyle açıklıyordum.

İkinci yazı ise seçim sonuçları belli olunca yayımlanmıştı. Biden, eyaletlerde ve toplam oylarda öylesine açık farkla öndeydi ki, darbe girişimini sürdürmek fiilen imkansız  görünüyordu. 


Ben de “anayasal darbe girişimi tutmamıştır” tespitini yapıyordum. Yanılmışım. Trump pes etmedi; darbe girişimini 6 Ocak 2021’ye kadar sürdürdü. 

Bu yazıda bu girişimin sonraki aşamalarını değerlendireceğim. 

Niçin bir 'darbe'? 

Türkiye’de Saray iktidarı ve yandaşları, bugünlerde bir “darbe psikozu” içinde… 6 Ocak’ta Washington’daki Kongre Binası’nın (“The Capitol’un) Trump taraftarlarınca işgalinden de (nedense) tedirgin oldular. Tuhaf bir itirazları da var: “Bu nasıl darbe; asker nerede?” 

Eski Sovyet blokunda, Latin Amerika’da emperyalizm tarafından desteklenen, sivil, hatta anayasal darbeleri göz ardı ediyorlar.  

Trump’ın son darbe girişimi de, “anayasal darbeler türü”ne bir katkı olacaktı: Yasal, meşru bir seçimi açıkça yitiren bir başkan, devlet aygıtını ve faşist kalabalıkları kullanarak anayasal kurallar içinde iktidarını korumaya çalıştı; başaramadı.

Devlet aygıtı nasıl kullanıldı? Cumhuriyetçi Parti’nin yönetimde olduğu eyalet valileri seçimleri yürütecek; sonuçların denetimini ise ve Trump’ın atadığı yüzlerce federal yargıç, sağcı üyelerin (6 / 3 farkla) çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme üstlenecektir. 

Ne var ki, sayısız itiraza rağmen seçimin yürütülmesinde, oy sayımlarında Turmp’ın atadığı yargıçlar dahi hiçbir usulsüzlük belirleyemedi. Oylar tekrar, tekrar sayıldı; mahkemeler tüm itirazları geçersiz buldu. ABD Yüksek Mahkemesi de iki başvuruyu reddetti. Seçmen Kurulları belirlendi; Cumhuriyetçi valiler tarafından da onaylandı; kesinleşti. 

Anayasal darbe girişimi başarısız oldu.

Anayasal, yasal sınırlar aşılıyor

Trump yenilgiyi kabul edemezdi. Darbe girişimini anayasal sınırları da açıkça çiğneyerek sürdürdü. 

Georgia’nın Cumhuriyetçi Eyalet Sekreteri’ne açtığı telefon nereye kadar gideceğini gösterdi. Washington Post’ta yayımlanan ses kaydında Trump’ın şöyle konuşuyor: “Georgia’da kazandık; ama bana 11.780  oy gerekiyor; bizim oylardan bir fazlası…” Trump’ın tepkisi, ister istemez Mart 2019 İstanbul Belediye Başkanı seçimine, “mutlaka bir şeyler var; ama nedir, bilemiyoruz…”  gerekçesiyle itiraz eden AKP yetkilisini hatırlatıyor.

Georgia’da Cumhuriyetçilerin itirazları nedeniyle oylar iki kere tekrar sayılmış; Biden’ın 11.799 farkla eyalet seçimini kazandığı kesinleşmiştir; ama Trump eyalet yönetiminden bir fazla sayıda sahte oy istemektedir. Sonucun kesinleştiği, yasal olarak değiştirilemeyeceği anlatılır. Trump da son adımını atmaya karar verir. 

Anayasa’ya göre, eyaletlerdeki Başkanlık seçim sonuçları Kongre’nin ortak oturumunda biçimsel olarak onaylanır ve kesinleşir. Bu toplantının Başkan Yardımcısı tarafından yönetilmesi öngörülmüştür. Trump, Başkan Yardımcısı Mike Pence’i bu son aşamada anayasal ihlali yürütmekle “görevlendirir”: Pence, 6 Ocak 2021’de Kongre toplantısını yönetmeye başlayacak; ancak “seçim sonuçları şaibelidir” gerekçesi ile tamamlamayacak; oy dökümü tutanaklarını geriye (eyaletlere) yollayacaktır. 

Trump, faşist güruhları da harekete geçirecektir. Kongre toplantısıyla aynı gün, taraftarlarını Washington’da mitinge çağırır. Sloganı “stop the steal (“oyların çalınmasını önleyin”) olan miting, Kongre toplantısını baskı altına alacak; Pence “olmayan yetkisini” kullanarak toplantıyı sonuçlandırmayacak; Biden’in başkanlığı kesinleşmeyecek, Trump görevine devam edecektir. 

Mike Pence bu aşamaya kadar Trump’ı desteklemişti. Ancak, sistemin güç odakları, bu adıma onay vermedi. 

Kritik bir hamleyi ABD’nin halen hayatta olan Cumhuriyetçi ve Demokrat on eski savunma bakanı yaptı. Washington Post’ta ortak imzalı bir makale yayımladılar. Aralarında Trump’ın önceki iki bakanı (Jamie Mattis, Mark Esper) da yer aldı.

Makale ciddi bir uyarı içerdi: “Seçim sonuçlarını sorgulama zamanı geçmiş; Anayasa’nın öngördüğü aşamayı tamamlama zamanı gelmiştir. ABD silahlı kuvvetlerini seçim ihtilaflarına karıştırmak anayasa-dışıdır. Bu tür önlemlere karışan sivil ve askerî görevliler cezaî sorumluluk taşıyacak; hesap vermek zorunda kalacaktır.”

Mike Pence bu noktada tavır değiştiriyor. Kongre toplantısını anayasal olarak tamamlamak zorunda olduğunu açıklıyor.

Kongre Binası’nın işgali

Senato ve Temsilciler Meclisi’ni içeren Washington’daki Kongre Binası her türlü olasılığa karşı eğitimli, tam teçhizatlı 2300 polis tarafından korunmakta imiş. Demokrat Partili Washington Belediye Başkanı, miting günü Kongre’nin güvenliğini sağlamak için ulusal muhafızlardan destek istemiş; Pentagon kabul etmemiş. 

Trump seçmenlerinin, ırkçı, aşırı-sağ tüm örgütlerin yer aldığı; büyük bir kalabalığın katıldığı mitinge, Trump hitap eder; konuşmasının sonunda “Kongre’yi işgal” çağrısı yapar: “Zayıf kalırsak ülkemizi geri alamayız. Şimdi Kongre Binası’na yürüyeceğiz.  Ben de sizinle geleceğim. Orada kahraman senatörlerimizi, temsilcilerimizi   alkışlayacağız. Mike Pence’in yapması gereken tek şey onları [tutanakları] eyaletlere geri göndermektir. Biz de kazanmış olacağız. Yap şu işi Mike! Aşırı cesaret göster.”

Kalabalık Kongre Binası’na yürür; çok sayıda insan kolaylıkla binaya, “Pence asılmalı” sloganlarıyla girer; Demokrat Parti’den temsilcileri aramaya başlar; ofislerini talan eder.  

QAnon liderlerinden Jake Angeli, Kongre Binası işgalcileri arasında










Senato toplantı halindedir. Görevliler salona girişi kilitler; Mike Pence, senatörler, izleyiciler gizli bir geçitten güvenli bir mekâna geçirilir. Bir gazeteci, bu süreci ve üç kutudaki seçim tutanaklarının Kongre görevlileri tarafından güvenceye aldığını aktarıyor (Andrew Taylor, AP, 8 Ocak 2021). Bir hafta sonra Demokrat Parti’den üç temsilcinin korona testleri pozitif çıkacaktır. 

Çatışmalarda biri polis beş kişi ölür. Bu noktada Mike Pence devreye girer; Trump’ın yetkilerini üstlenir. Adalet ve Savunma bakanlıklarına talimat verir; federal güçler (Ulusal Muhafızlar, FBI vd) Kongre Binası’nı boşaltmaya çağrılır. Dört saat sonra işgal son bulur. Kongre toplantısı yeniden başlar. 

Sabaha doğru Mike Pence, Seçmenler Kurulu (“Electoral College”) tarafından Joe Biden’ın başkanlık seçimini kazandığını belgeleyen kararın Kongre’de onaylandığını duyurur.

'Yeni faşizm'in geleceği?

ABD sermayesi, kolektif iradesini oluşturdu; devlet aygıtı devreye girdi; Trump’ın darbe girişimi anayasal sınırları zorlamaya başlayınca önlendi.  

Beyaz Saray’dan, kabineden istifalar gerçekleşti. Sonuna kadar Trump’ı destekleyen Cumhuriyetçi Parti de büyük ölçüde “hizaya geldi”. Demokrat Parti, Trump’ın yargılanarak azil (“impeachment”) sürecini başlattı. Temsilciler Meclisi’nde on Cumhuriyetçi’nin oylarını da aldı. Cumhuriyetçi Senato Başkanı McConnell de karşı çıkmamakta; sadece gündemi 20 Ocak sonrasına taşımaktadır. 

Kongre Binası işgaline katılan “ayak takımı”nın linç çağrıları, “tüm siyasetçileri lanetleyen” şiddete dönük tepkileri, Kongre üyelerinin çoğunu ürkütmüştür. 

Farklı senaryolar tartışılabilir: Trump, Biden’a değil de sosyalist Sanders’a karşı yarışsaydı veya Biden’in seçim galibiyeti tartışmalı sınırlarda kalsaydı ne olurdu?  

Daha önemli bir sorun da var: Anketler Trump’a oy veren seçmenlerden dörtte üçünün, 50 milyonluk bir kitlenin, “seçimlerin “çalındığı”na kesinlikle inandığını ortaya koymuştur. Bu kızgın, çoğunluğuyla emekçi kalabalık, ABD siyaset kurumlarına inancını yitirmiştir. Sınıfsal kaynakları olan kızgınlığını, “elitlere, liberallere, Washington’a, devlete” yöneltmektedir.   

2020 ortamında yeni-faşizmin (Trump’ın, Cumhuriyetçi Parti’nin) sahiplendiği bir kitle… Büyük sermaye tarafından sahipsiz bırakılabilir mi? Adım adım yeşermekte olan sosyalist solun boşluğu doldurma tehlikesi önlenmelidir. 

Yeni faşizm, ABD’de Trump’la son bulamaz; 2024 seçimlerinde güçlenerek iktidara dönebilir. Temsilcisi Cumhuriyetçi Parti’dir. Herhalde Trump kadar faşist, daha dengeli bir aday bularak seçime gidecektir. ABD’deki yeni-faşist örgütlerin Avrupa’daki gibi partileşerek siyasete doğrudan ağırlığını koyması güçtür. İşlevleri, gerektiğinde (6 Ocak’taki gibi) meydanlara, kritik mekânlara hâkim olmaktır. 

Korkut Boratav / SOL 

14 Ocak 2021 Perşembe

Genlerinde var - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 Washington’da Kongre binasını basan silahlı beyaz ırkçı-dinci kalkışmadan sonra: “Biz muz cumhuriyeti miyiz?”, “Hiç beklenmedik bir şey!”. Ben de bu şaşkınlığa şaşırıyorum. Çünkü, çarşamba günü yaşananların hepsi Amerika’nın genlerinde vardı ve Trump dönemi, bu genleri daha da etkinleştirmişti.


‘SOYKIRIM’, ‘KÖLECİLİK’

ABD, kıta yerlilerinin topraklarına el konulmasıyla birlikte ilerlemiş bir soykırım ve kölecilik üzerinde şekillendi. Kölecilik, 1616’da Virginia’daki yerleşime, bir Hollanda gemisinin getirdiği 20 Afrikalı köleyle başladı. “Plymouth kayalığı” olarak anılan yerde kurulan koloninin, birinci yılını (1620) tamamlayabilmesinin anısına her yıl kutlanan “Şükran Günü” de soykırımın başlangıcı olarak görülebilir.

Yeni Kudüs”, “vaat edilmiş topraklar” olarak Amerika söylemi, o günlere kadar gider, beyaz Hıristiyan göçmen yerleşimcilerin, kendilerinden farklı olan yerlileri, “vahşi”“dinsiz” olarak betimlemelerini, ırkçı varsayımlara dayanarak imha etme, topraklarını alma hakkını Tanrı adına meşrulaştırır.

Yaklaşık 200 yıl sonra, bu geçmiş, Webster’in, ABD başkanlarının görevi devralırken yaptıkları konuşmalarda yankılanan “Plymouth Kayalığı” söyleminde, “ırk” kavramına “Tanrı’nın lütfuna” da başvurarak onaylanır, yüceltilir. Bu ırkçı ve soykırımcı anlayış, 1845’te kullanılmaya başlanan “Manifest destiny” (Amerika’nın Tanrı tarafından belirlendiği aşikâr olan egemen ülke olma kaderi) kavramıyla pekişir. Böylece Kuzey Amerika kıtasının Tanrı adına mülk edinilmesi, yerlilerin topraklarından sürülmesi, yok edilmesi kutsal bir iradeye dönüşür. Bunlar, ABD’nin emperyalist yayılmacılığının da başladığı yıllardır.

Manifest destiny”, yaklaşık 100 milyon yerlinin yok edilmesine, 300 bin Afrikalının köle olarak getirilmesine dayanan bir kapitalist yayılma süreci anlamına gelir. Boşuna mı Malcolm X, “Biz Plymouth kayasına inmedik, o kaya bizim başımıza indi” demiştir.

SİLAH VE EMPERYALİZM

Beyaz üstünlüğü”, beyaz adamın, siyah-kahverengi olanları yok etme pahasına var olma hakkı, ABD’nin genlerinde vardır. Silah “kültü” de “Vahşi Batı”ya doğru yayılan yeni yerleşimlerin, yerlilerle soykırım savaşlarının başlamasıyla ilgilidir. Vatandaşların silah taşıma hakkı, bağımsızlık savaşından sonra, 1791’de anayasaya eklenen devrimci-demokratik bir adım iken, Batı’ya doğru yayılma yerlileri yok etme döneminde, “Colt” ve “Winchester” gibi silah üreticilerinin de teşvikiyle, “kovboy” mitolojilerinin desteğiyle emperyalizmin, soykırımın aracına dönüşmüştür.

20. yüzyılın ilk yarısına gelirsek, artık karşımızda “askeri sınai kompleks” olarak tanımlanan ve savaşlardan bunu destekleyen, iç savaş (1861-65) öncesindeki köleci döneme yönelik ırkçı nostaljiden; siyahların, tüm ırkçı önyargıları yalanlayacak biçimde toplumda kendilerine yer yapmaya başlaması karşısında güçlenen “negro” nefretinden ve korkusundan beslenen bir silah taşıma hakkı saplantısı vardır.

ABD hegemonyasındaki gerilemenin başlangıcı, bir taraftan siyahların sivil haklarını elde etme mücadelesiyle, diğer taraftan Vietnam yenilgisiyle çakışır. Açımızı, günümüze doğru genişletirsek, Latin Amerika’daki askeri darbelerden, katliamlardan Ortadoğu’daki ABD operasyonlarına, daha sonra “terörizmle savaş” adına Afganistan ve Irak işgallerine, ABD’nin hegemonyasını restore etme çabalarının yüz binlerce siyah-kahverengi insanın canına mal olduğunu görüyoruz.

Artık ABD’nin “Manifest destiny” dediği şeye inanmak zordur. Bir siyah orta sınıf ve işçi sınıfı yükselmiştir. Dahası ekonomik kriz kasıp kavururken Obama gibi, adeta aristokratik, son derecede zeki, bilgili, belagat yeteneği neredeyse rakipsiz bir siyah, ABD başkanı olmuştur. Trump’ın, ABD’de doğmamıştı yalanıyla başlayan Obama saplantısı boşuna değildir.

Geçen hafta yaşanan “beyaz kalkışması” (“Turner Diaries” -1978- adlı kitaptakilerle çarpıcı benzerlikleri bir yana) şaşırtıcı değildir. Bu kalkışmanın, ABD’nin genlerindeki ırkçılığı, soykırımı, “silah kültünü”, son genel seçimlerde adeta patlama yapan “büyük yalanı” (Pedofil demokratlarla komünistler, açık farkla kazandığımız seçimleri çaldılar.) düşününce, “süreç olarak faşizmin” ABD için adeta yeni “Manifest Destiny” olduğu bile söylenebilir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Erdoğan’ın kasetle yendiği siyasetçi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Unutmak için hızlanır, hatırlamak için yavaşlarız” diyor Kundera. Zaman su gibi aktıkça daha mı kolay unutuyoruz? 

Hafızayı silmenin de bir eylem olduğunu ancak trenden inince fark ediyoruz.

Adnan Oktar cemaatine verilen binlerce yıllık cezalar açıklandığında, Zülfü Livaneli’nin yıllar sonra yeniden basılan anılarını okuyordum. (Sevdalım Hayatİnkılâp Kitabevi) Oktarcılar aylardır kendilerini, bir zamanlar Erdoğan’ın arkasında müritlerinin göründüğü fotoğrafla savunuyor, iktidara verdikleri desteği hatırlatıyordu. İlginçtir, Livaneli’nin hayatının önemli dönemeçlerinden biri de o fotoğrafa bağlanıyordu.

Gündelik siyaset benim işim değildi” diyen Livaneli’nin ilk siyaset denemesi 1994 yerel seçimleriyle oldu. 1989’da İstanbul ve Ankara belediyelerini kazanan SHP, bu kez umut vermiyordu. Murat Karayalçın, İstanbul’da yaptırdıkları ankette 5. sırada olduklarını söylerken, sözlerini şöyle tamamlıyordu: “Eğer Zülfü Livaneli’yi ikna edebilirsek, sosyal demokrat seçmeni SHP’ye çekebiliriz.

LİVANELİ’NİN POLİSTEKİ FOTOĞRAFLARI

Aslında Livaneli’yi aday olarak öne çıkaran zamanın ruhuydu. Türkiye’nin İslamcı siyasete görünür şekilde kaydığı, Sivas katliamı ve Uğur Mumcu suikastlarının yaşandığı, devlet içinde çetelerin hortladığı dönemdi. Buna karşın Livaneli’nin konserlerinde yüz binlerce insan toplanıyor, sloganlarla adeta miting havasında geçiyordu.

Oylar müthiş bir grafikle arttı” diye anlatıyor sonrasını Livaneli. Ancak karşı ittifakı da sıralıyor:

ANAP’ın kazanacağı hesabıyla daha şimdiden gökdelen izinlerini almış gözüyle bakan TV sahipleri, İstanbul’u bir ‘solcu’ya teslim etmeme kararlılığında olan, sonradan Susurluk’un baş aktörleri olarak ortaya çıkacak yetkililer...

Livaneli, Hürriyet gazetesinin 22 Mart 1994 tarihli haberini hatırlatıyor. Livaneli’nin 12 Mart sonrası İsveç’teki iltica fotoğraflarını yayımlayan gazetenin manşeti şuydu:

“Zülfü’yü üzen fotoğraflar”.

Livaneli kitapta, haberin Mehmet Ağar’ın gazeteyi ziyaretinin ardından yapılmasının altını çiziyor ve devam ediyor:

Bu fotoğraflar İsveç polisine yaptığım iltica başvurusu sırasında çekildi. Stockholm polis merkezinde muhafaza edildi. Herhangi bir kişinin ya da basın kuruluşunun bu kayıtları ele geçirmesi mümkün değildir. Ancak devlet gücü, gizli polis kayıtlarına girebilir. Bu durumun mantıklı sonucu hükümetin, bir seçim manevrası çevirmek için, yabancı bir devletten gizli belgeler istediği ve bunu basına sızdırdığıdır.

Gazeteci Sabahattin Önkibar’ın anıları da Livaneli’yi doğruluyor. Önkibar, dönemin başbakanı Tansu Çiller’le görüşmesini şöyle aktarıyor:

Bu dosyada komünist Zülfü Livaneli’nin yurtdışında yaptıkları var. Bunları manşetten yayımlamanızı istiyorum.”

Star TV’nin haberini de ekliyor Livaneli: “Sonunda ne çıktı, biliyor musunuz? Atina’da Türk bayrağı yakan protestocu bir grubun uzaktan çekilmiş bir videosu. Arkası dönük bir kişinin ben olduğumu iddia ediyorlardı. Hayatımda bu kadar aşağılık bir iftira ne duydum ne okudum.

ORTAYA ÇIKAN KASET

Uydurma haberler, fotoğraflar, videolar derken ortaya bir anda “kaset” çıktı. Livaneli, “kaset tezgâhı”nın en büyük rakibi Erdoğan’ı güçlendirmek için yapıldığını, failinin ise Adnan Oktar grubu olduğunu iddia ediyor.

Ne mi var kasedin içeriğinde? 12 Mart sonrasında Livaneli’nin devleti yönetenleri, ordunun yönetimini eleştirdiği türküler:

12 Mart döneminde cuntaya karşı çıkan ve bir kısmını halkın yaktığı ağıtlarla beni vurmaya çalışıyorlardı. Oysa ben, ömrüm boyunca, o türküleri söylemiş olmaktan onur duydum.

Devir, Adnan Oktar grubunun yükseliş devriydi. Kitlesel gücü olmayan hareket, kamuoyunun gündemine daha çok lüks yaşamla, ortaya çıkan gizli çekimlerle, İslamcı hareketin vitrinine konan mankenleriyle geliyordu. Türkiye’nin köklü tarikatları merkez sağ siyasetçilerle flörte devam ederken; şaşırtıcı şekilde Oktarcılar, Erdoğan’ın yükseliş trendine girdiği Refah Partisi’ne destek verdi. Başta sözünü ettiğim, Oktarcı Altuğ Berker’in Erdoğan’ın ardında durduğu o meşhur fotoğraf, Erdoğan’ın 1994 yılındaki kampanyasında çekilmişti.

ERDOĞAN KASETİ BİLİYOR MUYDU?

Gelelim kasete...

Livaneli, Oktar’a 21 yıl önce yapılan operasyonda gözaltına alınan Fırat Develioğlu’nun o dönem basında yer alan ifadesini hatırlatıyor: “Recep Tayyip Erdoğan aday gösterildikten sonra bize, elinde Zülfü Livaneli’yle ilgili, devlet aleyhine söylemiş olduğu sözleri içeren bir türkü kaseti olduğunu, bu kaseti Zülfü Livaneli’nin çok eski tarihlerde Almanya’da doldurduğunu, kaseti yayımlatmak istediğini, bu şekilde oy kaybettireceğini ancak hiçbir televizyon kanalının yayımlamaya yanaşmadığını söyledi. Kasetin orijinalini aldık. Bahadır da Kadir Çelik’i aradı, Kadir Çelik kaseti yayımlattı.

Livaneli, bu ağır kampanya içinde yüzde 20.3 oy aldı. Solun İstanbul’da toplamda yüzde 35 oy aldığı seçimin kazananı yüzde 26.6 ile Erdoğan oldu. Erdoğan efsanesi böylece başladı.

Şimdilerde üniversitelere fuhuş yakıştırması yapacak kadar radikal Ebubekir Sofuoğlu bile Oktar’a “Hocam” diyordu. Oktar; Akit’te yazarlık yapıyor, Harun Yahya takma adıyla yazdığı kitapları İslamcı gazeteler pazarlıyordu. Medyanın, siyasetin, bürokrasinin ünlüleri müridiydi. Dekolte kediciklerle konuşulan televizyonunun baş konukları, şimdinin yandaşlarıydı. Malezya’ya büyükelçi yapılan Merve Kavakçı’nın önünde diz çöktüğü fotoğrafla hatırlayacağınız Şeyh Nazım, son nefesini verirken yanında Oktar’ın müritleri vardı. 80’lerde üniversite çevresinde, 90’larda siyasetin göbeğinde olan cemaat; finali mahkeme salonunda yaptı. Vitrine koyacak mankene, iş görecek kasete artık gerek de kalmamıştı. Bir Türkiye klasiği, yıllarca Oktar’ı uçuranlar bu kez onu tanımazlıktan geliyordu.

Oktar’a verilen binlerce yıllık ceza, nicelik olarak da bir çağı kapatıp yenisini açacak kadar. Eminim “yavaşlık çağı”nda Oktar’ın kitabını yazanlar, kendilerine birkaç kedicikten çok daha fazla şey bulacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Erdoğan'dan Ahmet Hakan'a 'medya oscar'ı ödülü - SOL

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, yandaş isimlere 'Medya Oscar Ödülleri' verdi. 


AKP'ye yakınlığıyla bilinen Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği'nin organize ettiği Medya Oscar Ödülleri Töreni, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla düzenlendi.

Törende ödüller yandaş isimlere giderken, bunlar arasında dikkat çeken isimlerden biri Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan'a CNN Türk'te yayınlanan Tarafsız Bölge programı dolayısıyla verilen 'Yılın en iyi tartışma programı' ödülü oldu.

Programına düzenli olarak yandaş akademisyenleri davet eden, bu isimlerle yaptığı programlarla alay konusu olan Hakan'a verilen ödül şaşırtmadı.

Törende verilen diğer ödüller şöyle oldu: 

  • Yılın en iyi kuşak programı: CENGİZHAN CEVAHİROĞLU – TRT HABER
  • Nursal Tekin özel ödülü: ARKA SOKAKLAR EKİBİ -KANAL D
  • Yılın en iyi dizisi: HERCAİ - ATV
  • Yılın en iyi güncel programı: FERDA YILDIRIM- HER AÇIDAN – BEYAZ TV
  • Yılın en iyi radyosu: POLİS RADYOSU
  • Yılın en iyi belgesel/kısa belgesel programı: TOPLUMSAL HAFIZA - HAKTAN UYSAL – A HABER
  • Yılın en iyi ekonomi kuşağı - ŞAFAK TÜKLE- EKONOMİDE SABAH A PARA
  • Yılın en iyi aktüel siyasi programı: MEHMET ACET – PAZAR KULİSİ-KANAL 7
  • Yılın en iyi erkek oyuncusu: BURAK ÖZÇİVİT – KURULUŞ OSMAN -ATV
  • Yılın en iyi kadın oyuncusu: EBRU ÖZKAN –HEKİMOĞLU – KANAL -(SOL)














YILIN YARIŞMA PROGRAMI MEDYA OSCARI
KİM MİLYONER OLMAK İSTER -KENAN İMİRZALIOĞLU- ATV










YILIN ERKEK OYUNCUSU MEDYA OSCARI
BURAK ÖZÇİVİT- KURULUŞ OSMAN- ATV











YILIN SPOR PROGRAMI MEDYA OSCARI
SON SAYFA- MUSTAFA GÖKSU - A SPOR











YILIN EKONOMİ KUŞAĞI MEDYA OSCARI
ŞAFAK TÜKLE UYSAL İLE SEANS ÖNCESİ - A PARA











YILIN KISA BELGESEL PROGRAMI MEDYA OSCARI
TOPLUMSAL HAFIZA- HAKTAN UYSAL- A HABER











YILIN TV DİZİSİ MEDYA OSCARI
HERCAİ - ATV
















13 Ocak 2021 Çarşamba

Sorulamayacak sorular, sorgulanamayacak kararlar - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 Haberler yine cillop. Öncelikle Alişan aşı oldu. Burası çok önemli…

Alişan’a aşı nereden geldi bilemiyorum ama topluma örnek olma amaçlı böylesi bir sanatçımızın aşılanması gurur verici bir durum. Tabii ki daha ülkemize aşılar gelmedi, orası ayrı ama düşünün sanatçılar toplumun ne kadar ilerisinde ki, daha ülkeye gelmeyen aşıdan Alişan’a vurdular. Helal olsun koca yürekli Fahrettin Husband… İşte koronayla mücadele için elimizdeki etkili silah: Hasta olmamak… Bu cümleyi bakanımız salgının ilk günlerinde adeta virüse karşı ateşlemişti ve ne ilginçtir ki bakanımızın bu ileri görüşlü düşüncesi, bu harikuladenin bülentersoyundaki önermesi hâlâ geçerli. Çünkü hâlâ bu salgınla ilgili dişe dokunur bir adım atamadık. Her gün en az 100 kişi hayatını kaybetse -kötü bir hesapla yani- adeta bir savaş yaşanıyor derdik. Vatandaşının can güvenliğini sağlamak zorunda olan kurumlar, duygular, makamlar ise ancak “Hasta olmazsanız bir şey olmaz” diyebiliyor. Tabii koronaya KHK işlemiyor. Keşke işleseydi. Çünkü verdik yetkiyi, gördük etkiyi. KHK, kayyum ve haberin haberine basın yasağı tekniğiyle ülkedeki tüm sorunlar kısa sürede şakkadanak ve hatta lapssdanak çözülebiliyor.

Bakın şurası çok önemli. Zamanında Sülüman Ironmaiden’ın da dediği gibi “Sorunları sorun etmezseniz sorun kalmaz” atasözündekinden çok daha ileri bir noktadayız. Çünkü artık maksimum süper ileri demokrasimiz, uzay vatanımız, Avrupa’nın kıskandığı her şeylerimiz ve sorunları sorun etmediğimiz sorunlarımız, soramadığımız sorularımız, düşünmesi bile sakıncalı fikirlerimiz ve aslında hepsi terörist gazetecilerimiz, öğrencilerimiz, işçilerimiz, bombadan daha tehlikeli teknolojisiyle yazılan kitaplarımız var. Gazeteciler arasından terörist çıkması bizde çok popüler bir şey. Nedense gazetecilik ve habercilik zehrini bir kez tadan bireyler, bir noktada terörist oluyorlar ve sonları da malum, paketaj…

Adeta sigaraya başladıktan bir süre sonra haroyin bağımlısı olmak gibi bir şey bu. Bir kez gerçekleri söylemeye başlarsanız, gerçekliğin gerçekliği ve sahiciliği sizi ele geçiriyor sanırım. Oysa yalanlarla, dolanlarla, bilgisayar oyunlarından çıkartılan görüntülerle, kendini inkâr etmelerle, kandırılmalarla farklı bir yaşam ve daha güzel bir hayat mümkünken, illa da gerçeklerin peşinde koşan çaresiz bireyler sonunda mutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde bir yaşamla karşı karşıya kalıyorlar. Gerçekler soğuktur admin…

Bakın orası çok önemli. O bağlamda çok ilginç bir habere denk geldim. Boğaziçi’ndeki öğrencilerin durumu malum. Tepeden zembille inmiş bir rektör istemiyorlar. Bu net bir istek. Peki bunun üzerine en yetkili ve röportajlarından da anladığım kadarıyla gayet de kaliteli olan, caz müzikteki doğaçlamalardan filan bahseden İbrahim Bey ne diyor?

İbrahim Kalın, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki kayyum rektör protestolarına ilişkin olarak “Cumhurbaşkanının bir yetkisinin sorgulanması, bunun tartışmaya açılması noktasına getirilmesi, siyaset açısından da üniversite açısından da sağlıklı bir durum değil,” diyor…

Peki neden böyle bir durum sorgulanamıyor? 

Herhangi bir fikir, düşünce, karar ya da yasa sorgulanamaz mı? 

Gelişim, ileri gitme, kendini düzeltme, ilerleme sorgulamayla olmuyor mu?

 “Bundan önce de böyleydi, o zaman bundan sonra da ilelebet böyle olacak” demek doğru mudur? 

Tek yol bu mudur?

Sonrasında da ekliyor İbrahim Bey: Dünyanın değişik ülkelerinde seçimlerin yapıldığı sistemler bulunurken, direkt atama yöntemiyle görevlendirmelerin yapıldığı modellerin de bulunduğunu söylüyor… Eskiden ileri ülkeleri örnek verirlerdi, şimdi “Dünyada böyle şeyler de var” deniyor…

Dünyada bir sürü şey var tabii ki. E o zaman dünyanın nüfusunun çoğu açlık çekiyor. “Dünyada zaten milyarlarca insan aç” diyerek de işin içinden kurtulabiliriz.

Sorgulanamayacak neler var acaba? İbrahim Bey bir liste yaparsa biz de ona göre önümüzü görüp, yolumuza devam ederiz.

Yazımı, kula kulluk güncellemesi geldikten sonra dinlemeyi bıraktığım ama güncelleme öncesi ürettiği müziğine saygı duyduğum bir bireyin sözleriyle son veriyorum: Hatasız kul olmaz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN