7 Mayıs 2021 Cuma

Pamuk üretiminde dramatik düşüş-Dr. Necdet Oral/BİRGÜN

17. yüzyıldan bu yana pamuk üretiminin merkezi olan Çukurova’da son yirmi yılda pamuk ekilen alanlar yarı yarıya azaldı. Pamukta ithalata bağımlılık giderek artıyor. 2000 yılında 577 bin ton olan pamuk ithalatı 2020 yılında 1 milyon 81 bin tona yükseldi.

Tekstil sektörünün en önemli doğal hammaddesi olan pamuk, tohumu ile yağ, küspesi ile yem 

sanayinin önemli hammaddesini oluşturmaktadır. Pamuğun ekonomiye katkısı yalnızca 

tarımla sınırlı olmayıp, asıl ve yan ürünleriyle 30 kadar sanayiye hammadde sağlamaktadır.

ÜRETİMİNDE 7’NCİ, TÜKETİMDE İSE 4’ÜNCÜ

2020 yılı itibariyle dünyada en çok pamuk üreten ilk beş ülke sırasıyla Hindistan, Çin, ABD, 

Brezilya ve Pakistan olmuştur. Kullanımda ilk beş sırayı Çin, Hindistan, Pakistan, Türkiye ve 

Bangladeş almıştır. En çok pamuk ithalatı yapan ilk beş ülke ise Çin, Bangladeş, Vietnam, 

Pakistan ve Türkiye’dir.


GÜNEYDOĞU ANADOLU'DA YÜZDE 60'I ÜRETİLİYOR

Türkiye’de pamuk üretiminin hemen hemen tümü Ege ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile Çukurova ve Antalya yörelerinde yapılmaktadır. 2019 yılı itibariyle ekim alanları içerisinde Güneydoğu Anadolu Bölgesinin payı yüzde 60, Ege Bölgesinin payı yüzde 19, Çukurova yöresinin payı yüzde 20, Antalya yöresinin payı ise yüzde 1 olmuştur. Pamuk üretiminin yüzde 85’ini 6 il (sırasıyla Şanlıurfa, Aydın, Diyarbakır, Hatay, İzmir ve Adana) karşılamaktadır.

EKİM ALANLARI DARALIYOR

Pamuk üretiminde fahiş girdi fiyatlarından dolayı maliyetlerin yüksekliği, Ege ve Çukurova’da çiftçinin üretim yapabileceği alternatif ürün çeşidinin fazla oluşu ve özellikle ABD’nin uyguladığı politikaların sonucunda ekim alanları giderek daralmaktadır. 2000-2020 yıllarını kapsayan son 20 yıllık dönemde pamuk ekim alanları yüzde 45 oranında azalarak 654 bin hektardan 359 bin hektara düşmüştür. Ekim alanlarındaki daralma Güneydoğu Anadolu’da yüzde 40, Ege ve Çukurova’da yüzde 50, Antalya’da ise yüzde 60 olmuştur. Aynı dönemde lif pamuk üretimindeki düşüş yüzde 34 olup, 2000 yılında 880 bin ton olan üretim 2020 yılında 656 bin tona gerilemiştir. Tüketimdeki artış ve üretimdeki gerilemeye bağlı olarak ithalat artmaktadır. Nitekim 2000 yılında 577 bin ton olan ithalat yüzde 87 oranında artarak 2020 yılında 1 milyon 81 bin tona yükselmiştir.

pamuk-uretiminde-dramatik-dusus-873140-1.

İTHALATTA ASLAN PAYI ABD'NİN

2020 yılında pamuk ithalatının yüzde 34’ü (371 bin ton) ABD’den yapılmış, bu ülkeyi yüzde 21 payla (227 bin ton) Brezilya, yüzde 14 payla (147 bin ton) Yunanistan ve yüzde 9 payla (93 bin ton) Azerbaycan izlemiştir. ABD’den yapılan pamuk ithalatında İhracat Kredi Garanti Programı çerçevesinde GSM (ucuz ihracat) kredileri oldukça etkili olmuştur. ABD kökenli tarım ürünlerinin yabancı ülkelere teşvikli ihracatını öngören bu program kapsamında 1999 yılından bu yana Türkiye’ye verilen kredilerin üçte biri pamuk ithalatı için kullanılmıştır.

pamuk-uretiminde-dramatik-dusus-873141-1.

pamuk-uretiminde-dramatik-dusus-873142-1.



PAMUK GÜMRÜK VERGİSİ İLE KORUNMUYOR

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Tarım Anlaşması’nda pamuk ithalatına yönelik koruma önlemi bulunmamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin AB ile imzaladığı Gümrük Birliği Anlaşması’nda sanayi ürünü olarak işlem görmekte olan pamuk serbest dolaşıma tabi olmakta ve herhangi bir gümrük vergisi ile korunmamaktadır. Pamukta yerli üretimin ve üreticinin korunması için uygun dış ticaret araçlarının kullanılması gereklidir. Bu çerçevede 2014 yılında ABD’den gerçekleştirilen pamuk ithalatına yönelik olarak başlatılan damping soruşturması sonucunda, damping nedeniyle yerli üreticinin zarara uğradığı belirlenmiş ve oluşan zararı ortadan kaldırmak için pamuk ithalatında CIF bedelin yüzde 3’ü oranında dampinge karşı önlem yürürlüğe konmuştur.

ÜRETİMDEKİ MALİYET BÜYÜK SORUN

Türkiye’de verimliliğin oldukça yüksek olmasına karşılık, gübre, ilaç, mazot ve elektrik gibi tarımsal girdi fiyatlarının yüksekliği pamuk üreticisinin rekabet gücünü olumsuz etkilemekte ve sürdürülebilirliği tehdit etmektedir. Son bir yılda kimyasal gübre ve tarım ilaçlarının fiyatlarında son bir yılda yüzde 90’lara varan artışlar olmuştur. Pamukta ürün/girdi paritesi düşmekte, yani üretici sattığı 1 kg pamuk ile zaman içerisinde daha az miktarda girdi satın alabilmektedir. Öte yandan sübvansiyonlu ithalatın da etkisiyle özellikle son yıllarda iç piyasa fiyatları maliyetin oldukça altında kalmaktadır.

ÜRETİCİ ÖRGÜTLERİ ZAYIFLATILDI

Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerini çökertmek ve tasfiye etmek amacıyla 16 Haziran 2000 tarihli ve 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkında Kanun çıkarıldı. Üretici örgütlerinin zayıflatılması pamuk üretimindeki düşüşün ve istikrarsızlığının önemli bir nedenidir. Pamukta uzmanlaşmış kooperatif birlikleri olan Tariş Pamuk Birliği, Çukobirlik ve Antbirlik’78in pamuk piyasasındaki ağırlıkları finansman sorunları nedeniyle azalmıştır. Bu kooperatifler ekonomik güçlerini kaybettikleri için çok düşük miktarlarda alım yapabilmekte, bu nedenle fiyatlar özellikle hasat döneminde olağanüstü düşmektedir.

DIŞA BAĞIMLILIĞI AZALTMALIYIZ

Pamuk gümrüksüz olarak ithal edilebiliyor, buna karşılık mısır, ayçiçeği gibi alternatif ürünler gümrük vergisi ile korunuyor. Pamuk ithal etmek üretmekten daha kârlı hale geldi. Bu koşullarda çiftçinin pamuk üretimini sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle destekleme en az üç yıllık süre için duyurularak uygulanmalı, tüm fiyat desteklemeleri girdi maliyetlerine göre endekslenmelidir.

Kütlü pamuk maliyeti ve fiyatı (TL/kg)

pamuk-uretiminde-dramatik-dusus-873143-1.


Dr. Necdet Oral/BİRGÜN

Dünya Bankası’na göre 2020’de Türkiye - Korkut Boratav / SOL

 DB Raporu’ndan aktardığım tespitler, 2020’de 'milyonlarca insanın yoksullaşmasına' yol açan 'bölüşüm şoku'na ışık tutuyor

Dünya Bankası (DB), Nisan 2021’de Türkiye ekonomisi üzerine bir rapor yayımladı. Rapor’un dalgalı denizde kaptanlık… anlamına gelebilecek bir alt-başlığı da (“navigating the waves”) var. Korona salgını ve onun yol açtığı ekonomik sorunlar dalgalı bir denize benzetilmiş. 

Rapor, 2020 fırtınası içinde gemiyi yöneten siyasal iktidarı (“kaptanı”) değerlendiriyor; sorunları belirliyor; “kaptan”a öneriler getiriyor. 

Önemli gördüğüm bazı tespitlerini aktarmak, tartışmak istedim. 


Ekonomisi büyüyen, halkı yoksullaşan Türkiye… Nasıl?  

DB Raporu, salgın ortamında Türkiye ekonomisine ilişkin ilginç bir tespitle başlıyor: “Türkiye’nin 2020’deki büyüme bilançosu diğer ülkelerle karşılaştırılırsa güçlüdür; ama yoksulluk ve işsizlik yaygınlaşmıştır” (s.i). 

Rapor, korona salgınının yaygınlaştığı, dünya ekonomisinin %4,3 oranında küçüldüğü  2020’de Türkiye’nin 1,8 oranında büyüdüğünü; G20 ülkeleri içinde Çin’le birlikte büyüyen iki ekonomiden biri olduğunu vurguluyor. 

Rapor’daki bir tablo, 2020’de Türkiye nüfusunun 2020’de 82,6 milyonda 83,6 milyona çıktığını; dolayısıyla yüzde 1 arttığını da gösteriyor (s.79). Buna göre Türkiye ekonomisinde kişi başına millî gelir, geçen yıl binde 8 büyümüştür. Ilımlı, ama benzer ülkelerle karşılaştırılırsa istisnaî bir büyüme…

Ne var ki, DB Raporu’nun 2020 Türkiye bilançosunu çıkaran bölümünün ikinci kesimi (ss. 34-44), bu olumlu tespitle uyuşmayan bir başlık taşıyor: “Bir kargaşa (“turmoil”) yılı sonunda milyonlarca insan geride bırakıldı”.  Daha önce “yaygınlaşan yoksulluk ve işsizlik” olarak özetlenen durumun milyonları kapsadığı ifade ediliyor. 

Ortalama (kişi başına) millî gelirin arttığı bir yılda “milyonlarca insanın yoksullaşması” nasıl mümkün olur? Tek yanıt var: Gelir dağılımının “yoksullaşan milyonların dışında kalan” bazı katmanların (“sermaye çevreleri” diyelim) lehine önemli boyutta düzelmesi sayesinde… Farklı ifade edebiliriz: 2020’de milyonlara ulaşan emekçi, yoksul insanların aleyhine  ağır bir bölüşüm şoku söz konusu olmuştur. 

2020’nin bir salgın yılı olduğunu unutmayalım. Sözü geçen “bölüşüm şoku”, salgının yoksul sınıfları daha fazla etkilemesinden kaynaklanabilir. 

O zaman, siyasî iktidarın tepkileri izlenmeli; benzer ülkelerle karşılaştırılmalıdır: 2020 Türkiye’sindeki gibi büyüyen bir ekonomide, siyasî iktidarın olanakları daha geniştir. Salgının yol açtığı gelir kayıpları telafi edildi mi? Bu kayıpları daha da ağırlaştıran politikalar var mıydı? Son verildi mi?   

DB Raporu bu sorulara ışık tutacak bilgiler de içeriyor. 

Kimler, nasıl yoksullaştı?

Dünya Bankası, salgının 2020’deki toplumsal yansımalarının bir bilançosunu çıkarıyor. TOBB ile işbirliği içinde işletmelere uyguladığı bir anket sonuçlarından yararlanıyor.  2020’de “arkada bırakılan milyonlarca insanın” dökümünü çıkarıyor. 

Rapor’daki sonuçlar, salgının ve AKP politikalarının sosyo-ekonomik sonuçlarını araştıran çok sayıda meslektaşımızın bulgularını fazla zenginleştirmiyor. Bunlar, DB yayımladığı için ayrıca önem taşıyor. 

DB’nin araştırma gündeminde yoksulluk öncelik taşır. Kullandığı yoksulluk tanımı, ölçümü, bana göre arızalıdır. Zararı yok; 2020 Türkiye’sinin toplumsal sorunlarına DB kavramları ile de göz atalım. 

Rapor, artan yoksullaşmanın öncelikle işçi sınıfında yoğunlaştığını belirliyor. 2020’de salgın, işgücü piyasasından büyük boyutlu çıkışlara yol açmıştır. DİSK-AR’ın zengin bulgularının bir bölümü tekrarlanıyor: Kadın, genç, 15-24 arası yaş grubunda yer alan, kayıt-dışı ve niteliksiz emekçiler özellikle etkilenmiştir. 

Rapor, artan enflasyon ortamında nominal ücretlerin ve istihdamın (farklı uygulamalar içinde) kısıldığını belirliyor. DB uzmanları, tüketici enflasyonundaki artışın farklı gelir gruplarına yansımasını araştırmış. Alt gelir grupları (yoksullar) ortalamanın çok daha üstünde bir enflasyonla yüzleşmek zorunda kalmıştır (s.42, Şekil 125). 

Salgın sonrasında kapanan işletmelerin sayısı, benzer ülkelerin çok daha üstündedir. Kapananların içinde kadınlara ait ve küçük işletmeler (esnaf) ağırlık taşımaktadır. 

Bu etkenlerin bileşimi, DB ölçütlerine göre Türkiye’deki yoksulluk oranını 2019-2020 arasında iki puan (%10,2 → %12,2) artırmıştır. 2012’den bu yana ulaşılan en yüksek oran budur. 

Büyüme koşullarında bu boyutta yoksullaşmanın tek bir açıklaması olabilir. Yukarıda değindim; tekrarlayayım: Bölüşüm ilişkilerinin ve gelir dağılımının 2020’de çarpıcı boyutta emekçi sınıfların aleyhine dönüşmesi… 

Makro-ekonomik bölüşüm istatistikleri, bu bozulmanın sadece bir bölümünü yansıtıyor: 2019-2020 arasında toplam ücretlerin millî gelirdeki payının iki puan (%31,4 → %29,4) erimesi gibi… 

Toplumsal bunalımın sınıfsal çözümlenmesi için çok daha ayrıntılı bilgilere muhtacız. 

Politikalar, destek, kurtarma “paketleri”…

Kapitalist bir dünyada salgının emekçileri daha sert etkileyeceği beklenmelidir. Bu ön-bilgi, emperyalizmin merkez ülkelerinde neoliberal kemer sıkma ilkelerinin terk edilmesine yol açtı. Salgına karşı yoksul katmanların gelir kayıplarını da telafi eden astronomik “kurtarma paketleri” uygulandı. Üstelik hepsinde ekonomiler küçülürken… 

Örneğin Biden’ın Nisan sonunda Kongre’den geçirdiği son destek paketinin federal bütçeye taşıdığı ek harcamaların toplamı ABD millî gelirinin yüzde 9’una ulaşmaktadır. 

Türkiye’de Saray iktidarının bilançosu nasıldır? DB Raporu’ndaki bilgileri kullanalım. 

Rapor’a göre 2019-2020 arasında merkezî bütçe harcamalarının millî gelire oranı sadece 0,7 puan (%23,1 → %23,8) artmıştır. Bu artışın, genel bütçe açığına yansıması da (yüzde olarak) 0,5 puanla (-2,9 → -3,4) sınırlı kalacaktır (s.28, Tablo 1)1

Bütçe harcamalarındaki “sembolik” diyebileceğimiz bu artışa, torba yasalar yoluyla şirketlere, bankalara dönük garantiler, teşvikler, muafiyetlerden oluşan tüm “olası yükümlülükler” eklenirse, toplam artıyor; millî gelirin yüzde 12’sine ulaşıyor. Bu toplam, (kamu bankaları, TCMB dahil) finansal sistemin sermaye çevrelerine ek kaynak aktarımlarının bir bölümüdür. 

“Bölüşüm şoku”: Halktan esirgenen kaynaklar şirketlere akıyor.

Kısacası, Türkiye’de salgın sonrasında devlet desteklerinin ezici çoğunluğu şirketlere akıtılan kaynaklardan oluşmaktadır.  DB Raporu’na göre “2020’de dünya çapında en geniş kredi genişlemesi Türkiye’de gerçekleşmiştir” (s.i, Şekil 2). Bir bölümü, sözü geçen bütçe destekleriyle beslenerek… 

Rapor’un diğer kesimleri bu finansal genişlemenin Türkiye ekonomisinde yol açtığı kırılganlıkları inceleyecek; Kasım 2019-Mart 2020 tarihlerindeki TCMB yönetim değişikliklerini değerlendirecek; neoliberal enflasyon hedeflemesine dönüşü önerecektir. Bunları bu yazıda tartışmıyorum. 

DB Raporu’ndan aktardığım tespitler, 2020’de “milyonlarca insanın yoksullaşmasına” yol açan “bölüşüm şoku”na ışık tutuyor: Saray iktidarı, salgın koşullarında bütçe kaynaklarını halktan esirgemiş; büyük şirketlere finansal sistem aracılığıyla kaynak aktarmıştır. Sonuç, gelir dağılımının geniş anlamıyla emekçi (işçi ve küçük üretici) sınıfların aleyhine, büyük sermayenin lehine değişmesi olmuştu. 

Finansal genişlemenin burjuvazinin servetine, gelir akımlarına dönüşmesi ayrıca, nicel olarak da çözümlenmelidir. Batı ekonomilerini sarsan 2008-2009 krizinde uygulanan  astronomik finansal genişlemenin servet ve gelir eşitsizliklerini artıran sonuçları  ayrıntılarıyla incelendi; belirlendi. 2020’de tekrarlanamazdı; bütçe musluklarını açtılar. 

Türkiye’de ise on bir yıl önce Batı’da yaşanan sürecin bir benzerini bir toplumsal bunalıma sürüklenerek yaşamaktayız. 

Korkut Boratav / SOL

  • 1.IMF’nin Nisan 2021 tarihli Fiscal Montor Database’i 2020’de sağlık sektörüne yapılan ek harcamaları da içererek Türkiye’de salgının yol açtığı ek malî yük millî gelirin yüzde 1,5’i olarak veriliyor. Bu oran, G20’de yer alan “yükselen piyasa ekonomileri” içinde Türkiye’yi en sona yerleştirmektedir.


Kanadalı altın firması 1,5 milyon doları kimlere verdi?-(Yusuf Yavuz - SOL)

 2021 yılının ilk üç ayında ruhsatı bulunmayan Alamos Gold’un 1,5 milyon dolarlık harcama yapıldığını açıklaması tartışma yarattı…

Çanakkale Kirazlı’da altın madeni projesi bulunan Kanadalı Alamos Gold şirketi geçtiğimiz hafta yayınladığı bir raporda, 2021’in ilk çeyreğinde şirket giderlerinin yanında hükümete ve halkla ilişkiler girişimleri için 1,5 milyon Dolar harcama yapıldığını duyurdu. Kaz Dağları Ekoloji Platformu ise Alamos Gold’un resmi raporunun yayınlanmasının ardından yaptığı basın açıklamasında, “Alamos’un 2021 ilk çeyreğinde hükumete ödediğini beyan ettiği 1,5 Milyon Doların ne kadarı hükumete, hangi kuruma, ne amaçla ödenmiştir? 2019 Ekim ayından bu yana ruhsatı olmayan ve faaliyetlerini durduran şirket bu harcamayı nereye yaptı? Bu süreçte şirketin devlete ödemekle yükümlü olduğu herhangi bir resmi borcu var mıdır?” sorularına yanıt verilmesini istedi.  

Çanakkale Kirazlı'daki altın madeni sahasında yapılan ağaç katliamı tepki çekmişti













Kanadalı altın şirketi Alamos Gold 2021 yılının ilk çeyreğindeki faaliyetlerine ilişkin hazırladığı raporu 28 Nisan’da yayımladı. Raporda, şirketin Çanakkale Kirazlı’daki altın madeni projesine de yer veriliyor.

Alamos Gold'dan 'Tüm izinler halkın onayıyla alındı' iddiası

Raporda, Türk Hükümetinin 13 Ekim 2019’da süresi dolan Kirazlı Altın Madeni İşletme Ruhsatını yenilemediği, ayrıca Ekim 2020’de şirketin Orman İzinlerini de yenilemeyi reddettiği belirtiliyor. Şirketin Kirazlı’da altın madeni açmak için gerekli olan ÇED, Çalışma İzni ve Gayri Sıhhi Müessese İznini aldığına değinilen raporda, Ağı Dağı ve Çamyurt Projeleri ile ilgili temel izinlere de sahip olunduğu kaydedilerek tüm bu izinlerin yerel halkın desteği ve uzun süreli ÇED süreçleri ve halkın onayı sonrası alındığı görüşü savunuluyor.

Türkiye'den 1 milyar dolar tazminat talebi

Ruhsatının yenilenmemesinin haksız ve adaletsiz olduğu iddiasına yer verilen Alamos Gold’un raporunda konunun Uluslararası Tahkim Kuruluna taşınacağı ve Türkiye’den 1 milyar dolar tutarında tazminat talep edileceği kaydediliyor.

Altın şirketinin paraları nereye harcadığı sorusu gündemde

Raporun en çarpıcı bölümünde ise Alamos Gold’un Türkiye’de yaptığı harcamalara yer veriliyor. Alamos Gold’un Türkiye’de 2010 yılından bu yana 250 milyon dolar harcama yaptığı, bunun 20 milyon dolarının ise ruhsat harcı, orman izinleri vb. için hükumete ödediği belirtilen raporda, halkla ilişkiler ve sosyal girişimler için ise bugüne kadar toplam 25 milyon dolar ödeme yapıldığı bilgisine yer veriliyor. Raporda, 2021 yılının ilk çeyreğinde de yatırımı sürdürmeye, hükümete, halka ve halkla ilişkilere 1,5 milyon dolar ödediği belirtiliyor.

 Kirazlı altın madeni sahasından görünüm













Alamos Gold firmasının raporunun yayınlanmasının ardından Kaz Dağları Ekoloji Platformu’ndan yapılan basın açıklamasında ise raporda yer verilen paraların nereye ve kimlere harcandığı sorularına yanıt verilmesi istendi.

Alamos Gold ve iktidardan yanıt isteniyor

Açıklamada, Alamos Gold firmasının “Halkla ilişkilere ve sosyal girişimlere bugüne kadar ödediğinizi beyan ettiğiniz 25 milyon Dolar ve 2021 ilk çeyreğinde projenizi sürdürme giderlerine, hükumete, halka ve halkla ilişkilere ödediğinizi beyan ettiğiniz 1,5 milyon Dolar kime, nasıl, ne amaçla ödenmiştir?” sorularına yanıt vermesi talep edilirken iktidarın ise yanıtlaması gereken sorular ise şöyle sıralandı:

'1,5 milyon doların ne kadarı hükümete ödendi?'

“Alamos’un 2021 ilk çeyreğinde hükumete ödediğini beyan ettiği 1,5 milyon doların ne kadarı hükumete, hangi kuruma, ne amaçla ödenmiştir? 2019 Ekim ayından bu yana ruhsatı olmayan ve faaliyetlerini durduran şirket bu harcamayı nereye yaptı? Bu süreçte şirketin devlete ödemekle yükümlü olduğu herhangi bir resmi borcu var mıdır? Alamos Gold ve yerli iştiraki Doğu Biga Madencilik şirketi, Kirazlı Altın madeni projesi kapsamındaki yatırımlarında teşvik imkânlarından faydalanmış mıdır?  Faydalanmış ise bu teşviklerin maddi karşılığı ne kadardır?”

'Cami duvarı, yol ve çeşme 1,5 milyon dolar eder mi?'

“Sayın halkımız, Alamos Gold firması sizi ve ülkemizi borçlu ilan etmektedir” ifadelerine yer verilen Kaz Dağları Ekoloji Platformu’nun açıklamasında, “Kamunun yapması gereken, ama kendilerinin yaptığını söyledikleri; çöp konteyneri temini, cami duvarı yapımı, yol, çeşme, köy sosyal tesisi gibi işler için 1,5 milyon dolar harcadığını söylemektedir. Harcandığı iddia edilen bu para şirketin madencilik faaliyetlerinin yaratacağı yıkımı gizlemek içindir. Tüm bunlar 1,5 milyon dolar eder mi?

'Ruhsatın olmadığı dönemde 1,5 milyon dolar nereye harcandı?'

"Şirketin beyanları oldukça tutarsız ve şaibelidir ve akla rüşvet gibi iddiaları getirmektedir. Rüşvet ise hem alan hem de veren açısından suçtur ve yargılanmayı gerektirir. Kurdun, kuşun, sincapların, köklerinden sökülen ağaçların hakkı için bir kez daha herkese soruyoruz: 2021 yılı ilk üç ayında ruhsatı olmayan ve tüm faaliyetleri durmuş olan şirket, iddia ettiği 1,5 milyon doları nereye harcadı?”

Yusuf Yavuz - SOL

Sessiz sedasız yüzde 20 zam geldi. Kapanma sonrası gidenin cebi yanacak- YENİÇAĞ

 

İzmir Tabip Odası Üyesi Ergün Demir, Sağlık Uygulama Tebliği’nde (SUT) 28 Nisan’da yapılan değişiklikle, sağlık hizmetlerinde yüzde 20’ye varan zam yapıldığını açıkladı. Zammın, özel hastanelerin talebi doğrultusunda yapıldığı ifade edildi.

ANKA'dan Tamer Arda Erşin’in haberine göre, tüm dünyayı etkisi altına korona virüs salgını sürerken, sağlık hizmetlerine sessiz sedasız zam geldi. İzmir Tabip Odası Üyesi Ergün Demir, özel hastanelerin de talebiyle sağlık hizmetlerine yüzde 20’ye varan zam yapıldığını açıkladı.

BİR GÜNLÜK TUTAR 2 BİN 982 LİRA

Buna göre 3. basamak bir hastanede yoğun bakım ünitesinde yatan korona virüs tanılı hastanın SGK’ya bir günlük paket fiyat faturası 2 bin 982 liraya yükseldi.

İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Güray Kılıç ise bu zammın “özel hastanelerin talebi doğrultusunda yapıldığını” belirterek, ANKA Haber Ajansı’na şu açıklamayı yaptı:

"Özel hastaneler özellikle pandemi sürecinde sağlık hizmetlerini sunarken sıkıntı içine girdiklerini ifade ediyorlardı. Oysa uzun zamandır kamuoyuna yansıyan durum böyle değil. Özellikle özel hastanelere yatan korona virüs hastalarında hem yataklı servislerde hem yoğun bakım hizmetlerinde ilave ücret alındığı bilgisi yaygın dolaşmaktaydı. Bilindiği gibi korona virüs hastalarından hiçbir şekilde pandemi süresi içerisinde ilave ücret almak mümkün değil."

"İKİ DEFA ÜCRET ARTTI"

Demir, Türkiye’de sağlık hizmetlerinde yoğun bakımın “özel sektörün insafına bırakıldığını” belirterek, “Şu anda toplam yoğun bakım yatak sayısının yüzde 40,9’u, yetişkin yoğun bakımın ise yüzde 35,7’si özel sektörünün elindedir. Pandemi süresince de yapılan SUT değişikliği ile iki defa yoğun bakım ücretleri arttırılmıştır” diye konuştu.

"218 LİRA İLAVE ÜCRET"

Demir, yeni zamla “kardiyoloji polikliniğine müracaat eden bir hasta için sadece muayene parası olarak SGK’nın özel hastaneye 109 lira ödediğini” bildirerek, “Vatandaş ayrıca doğrudan hastaneye 218 lira ilave ücret ödemektedir. Zamdan önce bu ilave ücret miktarı 190 liraydı” dedi.

Demir SUT artışı sonrasında, vatandaşın devlet hastaneleri dışında başka bir hastanede yaptıracağı cerrahi işlemlerde vatandaşın ödeyeceği ücretleri şöyle sıraladı:

- Bademcik ameliyatı (tonsillektomi) 2 bin 216 lira 80 kuruş.

- Greftli inguinal herni (kasık fıtığı) 3 bin 293 lira 60 kuruş.

- Kolesistektomi laparoskopik (Safra kesesinin çıkartılması işlemi) 3 bin 681 20 kuruş.

- Büyük kemik kırıkları açık 6 bin 903 lira.

- Kalça eklem total protezleri 9 bin 493 lira 80 kuruş.

- Histerektomi (rahmin vücuttan çıkarılması) 4 bin 150 lira 80 kuruş.

- Prostatektomi açık (prostat bezinin tamamının veya bir kısmının cerrahi olarak çıkarılması) 6 bin 138 lira 50 kuruş.

Demir’in aktarımına göre SUT ile özel, vakıf ve üniversite hastanelerindeki sağlık hizmetlerinde ortalama yapılan zam oranları şöyle:

- Vaka başı poliklinik hizmetlerinde yüzde 15,

- Radyoloji MR, BT, ultrason, grafi ve tetkiklerde yüzde 10,

- Kan bileşenlerinde yüzde 20,

- Tıbbi malzeme fiyatlarında yüzde 10 ve bunların haricindeki bütün hizmetlerde ise yüzde 15 artış oldu.

- 3. basamak üniversite hastaneleri ile eğitim ve araştırma hastanelerinde tanıya dayalı bazı işlemlere, ödenen yüzde 20’lik ilave oran yüzde 30’a çıkarıldı.

- 3. basamak üniversite hastaneleri ile eğitim ve araştırma hastaneleri fiyatlandırmasında ilave oran uygulanacak işlemlere yüzde 10 ilave edildi.

6 Mayıs 2021 Perşembe

Çöplük - Alpaslan Savaş / SOL

Birileri çöpten kazanıyor, birileri çöpten topladıklarıyla karın doyuruyor. Sorsan memleketi yönetene, bak işte herkesin rızkı çıkıyor.

Ona “Akbaba” lakabını takmışlar.

Akbaba Cengiz!

Lakabı olmayan yoktur bizim oralarda. Ama kuştan lakap olacaksa genelde atmaca tercih edilir. Çok severler atmacayı. Ona akbabayı uygun görmüşler.

"O inatsa, biz de inadız" deyip, kepçenin önünde, ellerinde sopa bellerinde peştamal bekliyorlar günlerdir. İkizdere’de taşocağı nöbeti devam ediyor.

Neye bu inat diye düşünürken ortaya çıkıyor meselenin aslı. Salı günkü Boyun Eğme gazetesinde tafsilatlı yer alıyor. Taş ocağından çıkarılacak malzeme ilçede yapılacak lojistik merkezi-liman inşaatında kullanılacak. Metrelerce dalgakıran, onlarca futbol sahası büyüklüğünde deniz dolgu alanı yapılacak. Akbaba’nın bu işten kazanacağı para da 1,4 milyar lira olacak.

Ormanı yok edip taş ocağı kuruyoruz, doğadan çöp yapıp denize döküyoruz.

İkizdere’de şu sıralar kuş yavrularının ağaçlardan düşüverdiğini anlatıyorlar. Tozdan.

Karadeniz bir çöp yığınına dönüşmüş. Betondan çöplük. Denizi beton çöple dolu, kentleri çöpten beton kulelerle. Beton kokar mı yürürken şehir. Kokuyor işte.

Çöpü seviyor bu iktidar.

O kadar seviyor ki bizdeki yetmiyor Avrupa’dan ithal ediyor.

Rakamı AB İstatistik Ofisi Eurostat açıklıyor, dünkü soL Haber’den öğreniyoruz. Geçen yıl AB ülkelerinden 14 milyon ton çöp ithal etmişiz. En çok da Adana’ya getirmişiz.

Plastik çöpler dönüşüme gidecek, önemli bir kısmı ise imha edilecek.

İmha işlemi zahmetli. Yakıyorsun duman, is… Bir de maliyetli.

İkizdere’deki gibi çözüm bulmuş buranın da akbabaları. Hoop açık araziye, tarla dibine. Bir kamyon hafriyat fiyatına maliyetle.

Adana eski milletvekili, soL yazarı Turgay Develi aynı haberde çöplerin Mersin gümrüğünden girdiğini söylüyor. "Adana, İngiliz ve Almanların çöplüğüne döndürüldü" diyor.

Ne de olsa Çukurova verimli arazi. Pamuğa, domatese de yeter, ithal çöpe de…

Çöpü çok seviyor bu iktidar.

Tarlaya çöp döküyor, tarladan çıkanı da çöpe.

“Tam kapanma” nedeniyle kapalı mekân marketler açık, açık hava semt pazarları kapalı ya… Antalyalı çiftçi iki gündür traktör kasasında getirdiği sebzesini toptancı halinde alacak kabzımal arıyor. Bulamayınca Vali’ye gidiyor. Kontrollü semt pazarı olsa eldekileri ucuzdan burada satsak diyor. İzin çıkmıyor. Çaresiz, şehrin çöplüğünde kasayı boşaltıyor.

Şu sıralar çöpten sebze toplayan vatandaşa sıkça rastlanıyor. Çoğunlukla tam kapanma nedeniyle işsiz, gündeliksiz ve gelirsiz kalmış oluyor.

Birileri çöpten kazanıyor, birileri çöpten topladıklarıyla karın doyuruyor.

Sorsan memleketi yönetene, bak işte herkesin rızkı çıkıyor. 

Alpaslan Savaş / SOL



5 Mayıs 2021 Çarşamba

Yeni Osmanlı rüyasının sonu - Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

 

Ankara, yeni Osmanlıcı dış politikanın sonuna geldi. Libya’dan Mısır’a, Suriye’den Arabistan’a uzanan bir U dönüşü yaşanıyor. ABD seçimleri ise Saray’ı emperyal uykulardan uyandırdı.

Libya, Türkiye ve Mısır hattında hareketlilik artıyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavışoğlu, beraberindeki heyetle Libya’ya giderken, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal başkanlığındaki heyetin de resmi temaslarda bulunmak üzere Mısır’a gittiği iddi edildi. İddia Dışişleri Bakanlığı tarafından yalanlandı. Türkiye dış politikası ‘Yeni Osmanlıcılık’ hayallerinin batışı sonrası yeniden şekilleniyor. 2011’deki ‘Arap Baharı’nın ardından, bütün dış politikasını Türkiye’nin lideri olacağı bir Sünni orta doğu hayaline odaklayan Saray rejimi, ardı ardına çöken ÖSO ve İhvan projelerinin peşinde ülkeyi kaosa sürükledi. Mısır ile ilişkilerin de sıfırlandığı sürecin ardından Türkiye, ABD seçimleriyle rüyadan uyandı. Biden’ın doğrudan müdahaleci dış politikasına uyum sağlamak için eski hayallerini bir yana bırakan iktidar, şimdi restleştiği Körfez ülkeleri ve Mısır ile barışmanın yollarını arıyor.

HER BÖLGEDE KAYBEDİLDİ

2011 sonrasında bölgede Suriye, Mısır ve Tunus’ta yaşanan iç çatışmalarda Sünni ittifakını devreye sokan AKP dış politikası, sırasıyla tüm bu ülkelerde başarısız olmuştu. Suriye’de dış müdahaleye karşı Esad yönetiminin ayakta kalması, Tunus’ta halkın İhvan’a karşı duruşu ve Mısır’da gerçekleşen askeri darbe ile Mursi iktidarının düşüşü, üç ülkede de Sarayın ittifak kurmak istediği güçleri iktidardan düşürdü. AKP mevcut dış politikasını sürdürürken İstanbul’da İhvan yanlılarının Sisi karşıtı propaganda yapabilmesi için olanak sağlamış, Suriye’de yaptığı operasyonlar ve ÖSO üzerinden ülkede bir Sünni bölge yaratma hayaliyle ciddi yatırım yapmıştı.

ARAP ÜÇGENİNDE TÜRKİYE

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Katar arasındaki anlaşmazlık, Türkiye’yi bölgedeki çatışmalarda kendi çıkarına göre hareket etme konusunda fırsat çıktığını düşündürdü. Bir süredir Saray açısından sorunsuz giden bu ortaklık, son dönemde Katar’ın uzun süredir anlaşamadığı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile tekrardan görüşme ve uzlaşma yollarını açmasıyla yeni bir krize girdi.

ABD’nin Körfezdeki gerilime yönelik tavrı ise Trump döneminin sonlarında müdahaleci bir tarza dönüştü. Trump’ın damadı ve Orta Doğu’daki aktif diplomatlarından olan Kushner, başkanlığın son döneminde önce Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni İsrail ile yan yana getirmiş, ardından da Katar’ı bu barışa eklemeye çalışmıştı. Bu çabaların bir sonucu olarak İsrail ile körfezin barışı, bir proje olarak ilerleme kat ediyor. Bunun yanında Katar’ın da tekrardan iki körfez ülkesiyle yan yana gelmesi ve ABD’nin Biden ile birlikte daha müdahaleci bir çizgiye gelişi, Türkiye’yi dış politikasını sil baştan düzenlemeye götürdü.

BIDEN SONRASI DEĞİŞİM

Son bir aydır Türkiye’nin dış politika hamleleri, bölgedeki kümelenmenin dışında kalmanın paniğiyle ilerliyor. Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan projesi unutularak, sadece Mısır değil aynı zamanda Yunanistan ile de masaya oturuldu. Gerilimli geçen görüşmeler, Türkiye’nin önümüzdeki süreçte bölgede AB ile de çatışma yaşamaktan kaçındığını gösteriyor. AB de çeşitli açıklamalarla Türkiye iç işleriyle ilgilenmeyeceğinin işaretini verdi.

Gelinen noktada Türkiye, hem yeni emperyal planın dışında kalmamak hem de ABD’den de aynı garantiyi alabilmek için Mısır ve Suudi Arabistan ile barışmanın yollarını arıyor. Pentagon da Türkiye ile alakalı olarak soğuk savaş dönemini hatırlatarak, müttefiklerinin iç işleriyle değil, dışarıda sağladıkları yararla ilgilendiklerini söylemişti. Ardı ardına gelen Kanal İstanbul ve Montrö gündemleri de Saray’ın, ABD’nin emperyal politikalarına yaranabilmek için bütün sınırları zorlayacağını gösteriyor.

HER ŞEY SİL BAŞTAN

Geçtiğimiz haftalarda kapatılan İhvan yayın organları da Mısır ile normalleşmenin bir işareti olmuştu. Fakat Mısır tarafı doğrudan iade edilmelerini talep ediyor. Türkiye’nin bugüne kadar yaptığı jestlere karşı da aynı samimiyetle cevap vermiş değil. Yine Suudi Arabistan da mesafesini koruyarak Türkiye’den daha fazlasını talep ediyor. İbrahim Kalın’ın Kaşıkçı cinayeti konusunda Suudi Arabistan’ın soruşturmasına saygı duydukları açıklamasının hemen ardından ülkedeki Türk okullarının kapatıldığının açıklanması, olası bir ortaklık için daha fazlasını talep ettiklerini gösteriyor.

Son olarak Libya’da da Türkiye güçlerinin çekilmesine yönelik talep, ‘daha fazlanın’ ne olduğunu gösterir nitelikte. Türkiye, eğer bu ortaklık içine dahil olmak istiyorsa, Osmanlıcılık hayallerinden bütünüyle vazgeçmek zorunda. Biden liderliğindeki yeni Amerikan stratejisi de ABD’nin daha müdahaleci olacağı ve Trump dönemine kıyasla müttefiklerine daha az serbestlik tanıyacağına işaret ediyor. Yaptırımlar, S-400, insan hakları ve ülkenin kırılgan ekonomisi de düşünüldüğünde, Saray rejiminin dış politikadaki sil baştan değişimindeki acele anlaşılabiliyor.

Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

Deprem bölgesine 26 katlı bina diktiler - Evren DEMİRDAŞ / SÖZCÜ



Geçen yıl 6,8’lik deprem yaşayan Elazığ’da AKP ve MHP ortaklığında alışveriş merkezi inşaatı sürüyor. Arazi önce Köy Hizmetleri’ne aitti. Ancak kapatıldı.


Elazığ, 24 Ocak 2020'de 6,8 büyüklüğünde depremle sarsıldı. Depremde 41 kişiyi hayatını kaybetti. 50 bina yerle bir oldu.

Binlerce bina ise ağır hasarlı hale geldi. Kentte deprem konutları yapılıyor ancak yanlış ve tehlikeli projelere de imza atıldığı ortaya çıktı. Elazığ İl Özel İdaresi ile AKP Elazığ İl Yöneticisi Mustafa Tetik ve MHP Elazığ İl Başkanı Semih Işıkver'in ortaklığında Elysium Alışveriş ve Yaşam Kompleksi inşaatı sürüyor. Deprem bölgesindeki bu projenin 26 katlı olması endişe yarattı.

SOSYAL TESİS, SPA MERKEZİ, KAPALI YÜZME HAVUZU Bu yıl sonu bitmesi planlanan projenin içerisinde sosyal tesis, SPA merkezi, kapalı yüzme havuzu var. İnşaat alanı 71 bin metrekare…

2019'da inşaatına başlanan Alışveriş ve Yaşam Kompleksi'nin alanı daha önce Köy Hizmetleri binası olarak hizmet veriyordu. Köy Hizmetleri kapanınca Elazığ İl Özel İdaresine devredildi. Yüksek binanın yapımına nasıl izin verildiği konusunda bir yetkili, “Projenin imardaki onayı haşmak serbest olarak belirtilmiş. Yani yükseklik sınırı yok” dedi.

Bakan Kurum katları tek tek saydı, yüksek buldu.

Elazığ'a geçtiğimiz cumartesi günü giden Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, depremden bu yana yapılan çalışmaları inceledi. Kurum, 26 katlı AVM inşaatını görünce şaşırdı. Parmaklarıyla tek tek kat sayısını tespit etmeye çalıştı. Kurum'un o bina için yüksek kat çıkıldığı iddiasıyla inşaat çalışmasının durdurulması talimatını verdiğinin bilgisi geldi. Ancak söz konusu bölgede inşaat kat izni ile ilgili belirli bir sayı olmadığı için inşaat durdurulamadı…

Evren DEMİRDAŞ / SÖZCÜ

4 Mayıs 2021 Salı

İmamoğlu’nun Suçlanan Elleri - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Bugünlerde nereye baksak benzer sözleri duyuyoruz: Kanunsuz emir, hukuksuz talimat, suç olmayan fiil... 

Her gün garipsiyor, baskılanıyor, öfkeleniyoruz. 

Ama çıta yükselmeye devam ediyor. O halde, sorayım: 

Elleriniz arkanızda bağlı bir şekilde gezindiniz diye hakkınızda soruşturma açılır mı? Açılmışı var. 

Bundan tam bir yıl önceydi.  

İstanbul’un Fethi’nin 567. yıldönümüydü. Fatih Sultan Mehmet Türbesi’nde bir anma töreni düzenlendi. İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu da katılımcılar arasındaydı. 

Bilmeyenler olabilir; Fatih’in eşi Gülbahar Hatun’un türbesi de aynı avludaydı. 

İşte, hazır olun... 

İmamoğlu’nun o türbenin dışında yürürken ellerini arkasından bağlaması İçişleri Bakanlığı’nı harekete geçirdi. 

İnsan inanmakta zorlanıyor ama bakanlığın onayıyla Mülkiye Başmüfettişi görevlendirildi. Ve geçen hafta şu suçlamayla Ekrem İmamoğlu’nun ifadesi istendi: 

“2020 yılında gerçekleştirilen bir program kapsamında ziyaret ettiğiniz Fatih Sultan Mehmet’e ait türbede elleriniz arkanızda bağlı bir şekilde gezinmek suretiyle saygısızlık yaptığınız iddiası...” 

Sahi, yürürken bağlanan eller mi suçluydu, onlara suç yazan bağlı eller mi? 

                                                                          ***

KASAYA ÖDEME YALAN ÇIKTI

İmamoğlu’nu, dahası CHP’yi ilgilendiren çok kritik bir karar daha var masamda. 

Hatırlayın... 

Erkan Karaarslan kimdi? Birçok devlet kurumuna ve belediyelere danışmanlık yapan isimdi. FETÖ üyeliğinden yargılanıyordu. Aksi belgeler olmasına rağmen,  “örgütün belediyeler imamı” olarak anılıyordu. 

İşte o Karaarslan’ın Beylikdüzü Belediyesi’nden usulsüz ihaleler aldığı öne sürüldü. O dönem Beylikdüzü Belediye Başkanlığı koltuğunda İmamoğlu vardı. O halde, Sabah’ın manşetine göre “İmamoğlu FETÖ’nün kasasına 2 milyon lira ödeme yapmıştı!” Doğru muydu bu iddialar? 

Sanıkları arasında Karaarslan’ın ve belediye çalışanlarının da olduğu bir dava açıldı. Yedi duruşma yapıldı. Savcı sonunda “kamu zararı oluşmadı, suç da yok” dedi. 

Ve Büyükçekmece 5. Asliye Ceza Mahkemesi birkaç gün önce karar verdi. Erkan Karaarslan da dahil olmak üzere herkes beraat etti. Duydum ki Ekrem İmamoğlu hakkında da takipsizlik kararı çıktı.

Acaba Sabah gazetesi fikri takip yapıp, sonuçlanan bu mahkeme kararını da okuruna duyuracak mı? Göreceğiz. 

                                                                        ***

YENİ AŞIDA İRAN SIRRI

Türkiye, koronavirüse karşı üçüncü aşı için Rusya ile anlaştı. Buna göre Sputnik V’nin üretimi Türkiye’de de yapılacak. Aracı firma, AKP’nin eski Ümraniye İlçe Başkanı Öztürk Oran’ın başında olduğu Viscoran şirketi. Üretimi yapacak ise CinnaGen İlaç. 

Normal, günlerdir Rus aşısını üretecek CinnaGen’in haberleri yapılıyor. Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesindeki üretim tesisinden özel söyleşiler yayımlanıyor. Nasıl büyük bir firma olduğu anlatılıyor. İyi, güzel, hepsi tamam. 

Ama bana garip gelen bir şey var. Sanki ağız birliği etmişçesine CinnaGen’in bir İran firması olduğu saklanıyor. Şirketi İranlı bilim insanlarının kurduğu söylenmiyor. Halbuki arşivlerde var; fabrikasını bile 2019’da İran’ın Türkiye Büyükelçisi açtı. 

O dönemlerde çıkan haberlerde “İran’a uygulanan ambargo nedeniyle Türkiye’deki yatırımın Tahran’daki şirket merkezi açısından önemsendiği” vurgulanıyordu.

Acaba bu konu akla gelecek diye mi çekiniliyor? Anlamadım gitti.

                                                                            *** 

SARSINTI ÜSTÜNE SARSINTI

Hani hep “CHP’nin yıkılmayan kalesi İzmir” denir ya... 

İşte o kalede, CHP’ye gönül verenlere “neler oluyor” diye sordurtan sarsıntılar ardı ardına yaşanıyor. 

Her şey Urla Belediyesi’ne kayyum atanmasıyla başladı. Çünkü Başkan Burak Oğuz FETÖ’den tutuklandı, ceza aldı. 

Sonra, ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edilen Menemen Belediye Başkanı Serdar Aksoy istifa etti, ardından tutuklandı. Beklenen, partinin koltuğu korumasıydı. Öyle ya il meclisinde CHP çoğunluktaydı. Gelin görün ki önce fireler yüzünden, sonra kura sonucu belediye AKP’ye geçti. Sözün özü, CHP sandıkta kazandığını masada kaybediyordu. 

Bu olayın parti içindeki soruşturması tamamlanmadan İzmir’de yeni bir sandık daha CHP’lilerin önüne kondu. Zira, Torbalı Belediye Başkanı İsmail Uygur vefat etti. 

Parti İzmir’de güven tazelemek istiyordu ama yine olmadı. 

Evet, CHP belediyeyi aldı ama ilk turda üç, ikinci ve üçüncü turlarda ise iki fire verdi. Bitti mi, bitmedi. Çünkü daha bu firelerin sebebi sorgulanmadan, CHP’li meclis üyesi Mustafa Akbıyık da AKP’ye geçti. 

Haliyle, bu durum parti içinde öfkelerin artmasına neden oldu. 

Öğrendim ki şimdi CHP’de şu sorular yankılanıyor: 

Bu meclis üyeleri nasıl belirleniyor? 

Ya da fireye neden olan bu adaylar nasıl belirleniyor? 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet



Gemi azıya almak - Oğuz Oyan / SOL

Gemi azıya almak, toplumun tercihlerini ve taleplerini hiç dikkate almaksızın iktidar olmaksa, bu konuda dünyada hiçbir siyasi yönetim AKP iktidarının eline su dökemez herhalde. 

"Gemi azıya almak" deyiminin düz anlamı, atın gemini azı dişleri arasına alıp binicisinin kontrolünden çıkmasıdır. Ama yaygın kullanımı mecazi anlamıdır; "kontrolden çıkmak, iyice azgınlaşmak" anlamıyla insan davranışları betimlenir. İnsan derken, insanların oluşturduğu gruplar, siyasi hareketler/partiler, ülke yönetimleri, hatta birçok ülkeyi ilgilendirebilen emperyalist müdahaleler vs. de kastedilebilir.

Türkiye'de konuya uygun düşen örnek, toplumsal ve anayasal yükümlülüklerinin denetimi/sınırları dışına çıkan iktidar blokunun gemi azıya almasıdır. Bu daha ziyade içe karşıdır; Anayasayı takmayan fiili bir istibdat rejimi oluşturmanın bütün öğelerini içermektedir. Dışa karşı, Suriye ve Libya gibi zora düşmüş küçük ülkeler dışındaki büyük güçlere karşı ise tam bir rahvan at uysallığı söz konusudur. Doğu Akdeniz ve Karadeniz'e, Suriye'de ABD korumasındaki PYD devleti örneklerine bakmak yeterlidir.

İçteki güncel örnekler ise her gün gündemi işgal etmektedir. Rize İkizdere'de cennet gibi bir vadide iktidarın adeta ortağı gibi davranan Cengiz İnşaat'ın taş ocağı açma inadı ve İçişleri Bakanlığı emrindeki Jandarmanın direnen yöre sakinlerine şiddet uygulaması, bunun son örneklerindendir. İktidarın sermayesever niteliğinin -her ne kadar halkın bilincine tam yansımamış olsa da- aslında haber değeri bile yoktur ama bu örnek iktidarın ve yandaş sermayenin birlikte gemi azıya almalarının son pervasızlıklarındandır. Karadeniz bölgesinden devam edersek, Artvin'de çevreye ve Artvinlilere karşı çok daha büyük bir meydan okumanın gene Cengiz-iktidar ortaklığı üzerinden yıllardır fütursuzca sürdürüldüğünü görürüz. Köylü tepkilerine rağmen durdurulmayan Karadeniz Yeşil Yol Projesi; Sinopluların yoğun tepkilerine rağmen vazgeçilmeyen nükleer santral projesi; Çanakkale Kirazlı'da yüzbinlerce ağacın kesimiyle sonuçlanan Alamos Gold şirketi çevre katliamı, iktidarın doğayı ve toplumu hiçe sayan azgınlaşmış hallerinin sadece bir bölümüdür. Yargının iyice etkisizleştirildiği bir süreçte sistemin kâr hırsının tatmini için her yol mübahtır. 

Sözde kapanma günlerinde, imalat sanayi, inşaat, madencilik, enerji, tarım işçilerinin, ulaştırma ve sağlık hizmetlerinde, kamu yönetimi ve savunmada çalışanların, topluca 16,4 milyon ücretlinin kapanmadan tamamen muaf yani kapsam dışı tutulmaları tam bir ikiyüzlülüktür. Kısmen kapsam dışı tutulanların sayısının da 6 milyonu bulduğu dikkate alınırsa, toplam istihdamın yüzde 83'ünün kapanma kapsamına alınmadığı anlaşılır. Kapanma günlerinde bile çalışmaya zorlanan bu kesimlerin pandeminin yayıcısı olması gibi temel bir sağlık sorununun yanında, onlara karşı devletin başta aşılama önceliği olmak üzere yeterli sağlık hizmetini sunma yükümlülüğü vardır. Anayasanın 2. maddesindeki "sosyal devlet" ile 56. maddesindeki "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir" gibi hükümler bunları iktidarın tercihine veya keyfine bırakmamaktadır; ama iktidar bir kere gemi azıya almıştır, ne Anayasayı ne yasaları bağlayıcı kabul etmektedir.

Daha önemlisi, işsizliğe, dükkan kapamaya, ücretsiz izin ve KÇÖ uygulamasına mahkum edilenlere, devletin anlamlı bir gelir desteği yapma yükümlülüğünü hissetmemesidir. OECD ülkeleri arasında gelir kaybına uğrayan kesimlere milli gelire kıyasla en düşük sosyal/ekonomik desteği veren ülkeler içinde başa güreşen bir ülke konumunda olmak az "başarı" değildir. Bu kesimlere milli gelire oranla yüzde 1,5 dolayında (IMF'ye göre yüzde 1,9) bir destek sağlayan, üstelik bunun önemli bölümünü işçilerin kazanılmış işsizlik sigortası hakları üzerinden karşılayan Türkiye yönetici sınıfı, sosyal devleti askıya almış demektir. IMF'nin yüzde 2,5'luk desteğin altında kalan en anti-sosyal ülkeler kategorisine soktuğu Türkiye, sermayeye verilen ve esas olarak kredi biçimindeki destekler bakımından ise ortalamalara daha yakındır. 

Her durumda iktidar, pandemik kriz ve krize karşı alınan kendi idari tedbirleri nedeniyle gelir kayıplarına uğrayan kitlelere karşı sorumluluklarından kaçmış, bütçe olanaklarını devreye sokmayı ise hiç gündemine almamıştır. Bu vurdumduymazlığın arkasında, bugüne kadar geliştirip defalarca sınadığı "toplumu aldatma ve oyalama kapasitesi" kadar toplumun örgütlü tepkisizliğine olan güveni; "emekçi kesimleri kontrol altında tutma örgütleri" olarak işlev gören Türk-İş, Hak-İş, TESK, TZO, Memur-Sen ve benzeri yapıların biat etmiş yöneticilerinin sadakatini garantiye aldığına inanması bulunmaktadır.

İktidarın diğer bir hesabı da muhtemelen şu olmuştur: Millet kirli çıkıdır; halkın her zaman kara günler için bir ihtiyat akçesi, altını bileziği vardır. Olmadı, arazisini, arabasını satar ayakta kalır. Bütçeyi zorlamaya gerek yoktur, halk kendini bir zorlasın önce. Bu, önemli ölçüde gerçekleşmiştir de; ama artık sınıra gelinmiştir. Bu imkanları başından beri olmayanlar ise bir-iki ay bile dayanma gücüne sahip olamamış, açlığın pençesine düşmüşlerdir. İntihar olaylarındaki patlama, AKP devrinde sosyal devletin tamamen iflas etmesinin acı bir sonucudur. Milletin sorunlarını zerrece umursamamak, ancak toplumun ve anayasanın kontrolü dışına çıkmış iktidarlar için geçerli olabilir.

Gazeteci dövenler, anamuhalefet liderine linç girişiminde bulunanlar, vb. özel olarak kollanıyorlarsa, burada da gemi azıya almış yani pervasızlaşmış bir iktidar etme biçimi söz konusudur.

Gemi azıya almak ile cehalet birleşince, 30 Nisan "şakası" olarak 10 AKP milletvekilinin önergesiyle geçen bir yasa maddesiyle, "Mayıs ayı boyunca çeklerin ibraz edilemeyeceğine" dair bir düzenleme yapılabilmiştir. Böylece devlet vatandaşın kamu borcuna erteleme getirmezken vatandaşlar arasındaki özel hukuk ilişkilerine müdahale etmeyi, borçlunun borcunu ödemesini ertelemeyi marifet sayabilmiştir. Bu madde o kadar ayaklarına dolanmıştır ki, Ticaret Bakanlığı'nın bir tebliğiyle kanunu değiştirmeye kalkışmışlar, "çekin karşılığının bulunması kaydıyla, çek bedelinin ödenmesi gerekmektedir" "hükmünü" getirerek (tebliğle kanun maddesi yazarak!) yeni hukuki ihtilafların kapısını da aralamışlardır. Kimlerin çıkarları düşünülerek bu garabetin yapıldığı ayrı konudur; buradaki meselemiz bakımından iktidarın piyasayı düzenleyici rolünün dahi artık sorgulanır duruma gelmiş olmasıdır. Kontrol dışı bir yasama sürecinin tipik bir örneğidir.

Gemi azıya almak, toplumun tercihlerini ve taleplerini hiç dikkate almaksızın iktidar olmaksa, bu konuda dünyada hiçbir siyasi yönetim AKP iktidarının eline su dökemez herhalde. Bu özellik bir de yağmacı/talancı bir rant anlayışıyla birleşirse, o zaman hiçbir toplum tepkisinin, hiçbir rasyonel bilimsel açıklamanın, hiçbir doğal afet riskinin, örneğin iktidarın Kanal İstanbul gibi akla ziyan projelerdeki iştahını dizginlemesi beklenemez. Toplumun tepkisinin mutlaka birleşmesi ve siyasete tahvil edilmesi şarttır.

Sonuç: Nedenler

İktidarın böylesine kontrolden çıkmasının birkaç nedeni vardır: Birincisi, toplumsal tepkiler yetersiz kalmıştır. Her ne kadar AKP 2015'ten sonra tek başına Meclis çoğunluğunu alamayacak noktaya geriletilebilmişse de, yeni ittifaklarla ve seçim hileleriyle bunu aşabilmiştir. Toplumsal tepkiler daha erkenden ve daha güçlü bir biçimde çıkabilmeliydi. Toplumun din sömürüsüne ve faşist baskılara bu kadar kolay teslim olmaması da gerekirdi. Burada, toplumun demokratik reflekslerinin olgunlaşamamış bir hali söz konusudur.

İkincisi, iktidarın aşırılıklarına karşı muhalefet toplumu örgütleme, alternatif bir toplum projesi, neoliberalizme alternatif bir  ekonomik model sunma irade ve kapasitesini geliştirmemiştir. Geliştirebilmiş olsaydı, bu iktidarın bugüne kadar yerini koruması mümkün olmazdı. Bugün artık tek umut iktidarın seçmen tabanının daralması ve eğer yapılırsa seçimlerle devrilebilecek kıvama gelmiş olmasıdır. Ama iktidarı bırakmamak için onlarca gerekçeye sahip bir iktidarın, üstelik bu kadar faşizan bir baskı rejimi kurmuşken, kaybedebileceği bir seçime kurbanlık koyun gibi kafasını uzatacağını düşünebilmek epey bir iyimserlik veya saflık gerektirir.

Üçüncüsü, iktidar yargıyı ve özellikle yüksek yargıyı, bu arada TSK'yı da tamamen Saray'a bağlayarak, rejiminin devamını sağlayabilmenin çeşitli senaryolarını hazırlayabilme potansiyeline sahip olmuştur. Zaafları büyüyen ve asıl hedefine ulaşmakta güçlük çeken siyasal İslamcı hareketin, iktidarının bekası için genel oy hakkını erteleyen bir açık faşizme yöneliş tasavvurunu, dış güçlere verebileceği ödünleri katlayarak aşma hesapları içinde olabileceğini dahi dikkate almak gerekecektir.

Bütün bunlar, olağan/sıradan bir siyasi iktidar türüyle karşı karşıya olunmadığının belki artık bilinen örnekleridir. Ama muhalefetin de olağan bir muhalefet anlayışıyla yetinemeyeceğini göstermesi bakımından ne kadar üzerinde durulsa azdır. Muhalefetin, örgütlenmesinin tüm kılcal damarlarıyla birlikte, bir strateji zenginliğine sahip olması ve toplumla arasındaki dolaysız bağları hiç olmadığı kadar güçlendirmesi zorunluluğu ile karşı karşıyayız. 

Sosyalist solun, sistemin gerçek alternatiflerini topluma gösterme mücadelesinin bugün hiç olmadığı kadar değerli olduğu bir aşamada bulunulmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL