9 Mayıs 2021 Pazar

Denizlerin dalgasıyım(I-II-III-IV) - Miyase İlknur / CUMHURİYET

 (I)-Bir lider doğuyor(6 Mayıs 2021)

İdam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan ise 23 yaşındaydı. Sağ siyaset, Menderes ve arkadaşlarının rövanşını üç yurtsever genci idam sehpasına çıkararak almış oldu. Öyle ki idam sayısı bile “Üç sizden üç bizden” denilerek denkleştirildi.



BAŞLARKEN

Sağ siyaset, Menderes ve arkadaşlarının rövanşını üç yurtsever genci idam sehpasına çıkararak almış oldu. Öyle ki, idam sayısı bile “Üç sizden üç bizden” denilerek denkleştirildi. Yargılamalar sadece usulü yerine getirmek için yapıldı. Yoksa kalemleri çoktan kırılmıştı. TBMM’deki sağ partiler 27 Mayıs’ın intikamını almış, 12 Mart cuntası da sola gözdağı vermişti kendince. Bugün, bu üç fidanın yaşamdan koparılmasının 49. yıldönümü.  

İdam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan ise 23 yaşındaydı. Deniz öğretmen, Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan ise köylü çocuklarıydı. Hüseyin İnan ile Deniz Gezmiş’in aileleri ve içinde yetiştiği koşullar nedeniyle “Devrimci” olmalarını doğal karşılamak mümkün. Yusuf Aslan muhafazakâr ve anti-komünist bir aileye mensuptu. Bu üç genç ve diğer yoldaşlarını buluşturan temel motivasyon, “Tam bağımsız Türkiye’nin ve sosyalist bir düzen”in inşasıydı. 

Gençlerin karşısına o dönem güvenlik güçlerinin yanında yardımcı kol olarak da ABD güdümündeki “Kömünizmle Mücadele Dernekleri” ile iktidarın yardımıyla ele geçirilen MTTB gibi siyasal İslamcıların yuvalandığı örgütler çıkarıldı. Bu örgütlerin bütün eylemlerine göz yuman güvenlik güçleri, sol gençliğin eylemlerinde ise bu örgütlere mensup gençlerle birlikte saldırılar düzenledi.

Sol gençliğe karşı satır ve palalarla saldıran siyasal İslamcıların polis ve yargıdaki uzantıları da kumpas davalarıyla cezalandırma yöntemini seçmişlerdir. Aradan geçen yarım asırlık süreçte bu devletin güvenlik ve yargı bürokrasisinde benzer tutumları görmek Türkiye’ye özgü bir durum olsa gerek.

BUGÜNLE BENZERLİKLER

Bu dizide darağacına gönderilen üç fidanın, kendilerini Türkiye kamuoyuna tanıtan ilk eylemlerini konu alacağız. 

Deniz Gezmiş’in ilk tutuklandığı dava olan “AİSEC Protestosu” eyleminde yaşanan hukuk garabetinin bugün tartıştığımız siyasal öç alma davalarıyla ne kadar da benzediğini göreceksiniz. O davaya bakan mahkeme başkanı Sıtkı Karabel’in FETÖ’nün kumpas davalarına bakan yargıçlarla benzerliğini de...

ARŞİVDEN ÇIKAN BELGELER

Değerli ağabeyim merhum Metin Kumbasar’ın bana bıraktığı arşivindeki “AİSEC Davası”na ait dosyasında ilginç anekdotlar var. Dosyada sadece anekdotlar değil, dava dosyaları arasından çıkan Sultanahmet Cezaevi Kütüphanesi’nde savunma hazırlamak için toplanan Deniz Gezmiş, Raif Ertem, Bozkurt Nuhoğlu ve Mustafa İlker Gürkan’ın çektirdikleri ve arkalarını kurşun kalemle imzaladıkları orijinal fotoğraf da çıktı. 

Dizi, o dönemi yaşamış kuşaklar için bellek tazeleme, bugünün gençliğine, özellikle de günlerdir ağır baskılar altında direnen Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine de ağabeylerinin 49 yıl önce başlattığı yürüyüşü ayrıntılarıyla öğrenmeleri için yazıldı.

DENİZ GEZMİŞ, TÜM ÜLKE TARAFINDAN TANINIR OLMAYA BAŞLIYOR

Deniz Gezmiş, ilk olarak TMTF’nin sağcılar tarafından kumpasla ele geçirilmesine karşı yapılan eylemlerde karakol ve nezarethanelerle tanıştı. İlk tutuklanışı da İstanbul Üniversitesi’nde AİSEC toplantısında Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ün öğrenciler tarafından protesto edilmesi eyleminden dolayı oldu. Gerçi bu eylemde tutuklanan öğrenciler hakkında hiçbir kanıt yoktur ama “Ben sadece Allah’ın adaletine inanırım” diye basına demeç veren siyasal İslamcı Mahkeme Başkanı Sıtkı Karabel, solcu öğrencileri tutuklamaya peşin hükmünü çoktan vermiştir. Savunma avukatlarının sözlü savunma yapmasına izin vermeyen, avukatlar hakkında suç duyurusunda bulunan, sanık lehine tanıkların dinlenmesini gereksiz bulan yargıç daha sonra RP’den siyasete atılacaktır.

27 Mayıs öncesinde olduğu gibi sonrasında da Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) dahil fakültelerin talebe cemiyetleri CHP’li gençlerin kontrolündeydi.

AP iktidarı döneminde önce MTTB, CHP’li gençlerin katılmadığı Bursa’da düzenlenen çakma kongre ile ele geçirildi. MTTB’nin ele geçirilme yöntemi daha sonra Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) üzerinde de denenecekti. 1968’lere gelindiğinde Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) ve TMTF CHP’li gençlerin yanında sosyalist soldan gelen gençlerin de katılımıyla sol grupların belirleyici olduğu bir gençlik örgütlenmesi haline gelmişti.

MTTB’yi ele geçirme yöntemi bu kez de TMTF’de sahnelenmiştir. Bindirilmiş kıtalarla basılan TMTF kongresinde çıkartılan kargaşa bahane edilerek mahkeme kararıyla TMTF’ye kayyum atandı. Kayyum olarak atanan kişi MTTB yöneticileri ile aynı ideolojiye mensup Doç.Dr. Nevzat Yalçıntaş’tı.

19 Ocak 1967 günü 8. İcra memuru 5 otobüs dolusu toplum polisi eşliğinde federasyon binasına el koymak istemiş, ancak içerideki öğrenciler de binayı teslim etmemek için polise karşı direnmişlerdir.

Federasyon avukatlarından Kemal Kumkumoğlu ile Federasyon Başkanı Sencer Güneşsoy da polis coplarından nasibini almıştır.

Polise mukavemet suçundan Deniz Gezmiş, Bülent Yardımcı ve Atilla Özdemiroğlu nezarete alınırlar. Geceyi nezarette geçiren üç öğrenci ertesi gün serbest bırakılır. Bu arada federasyonu teslim almaya gelen kayyum Nevzat Yalçıntaş ise öğrencilerin direnişini görünce, “Bu şartlar altında devir teslim mümkün görünmüyor” diyerek sessizce olay yerinden uzaklaşır.

ŞARKILI TÜRKÜLÜ EYLEM

Yediemine teslimine kadar icra memurluğu tarafından mühürlenen TMTF binası önünde ertesi gün de toplanan 150 kadar öğrenci, polisle çatışır ve 7 öğrenci gözaltına alınır. Polis tarafından ablukaya alınan TMTF binası önünde toplanan gençler, kendilerini “Kökü dışarıda” olmakla suçlayan Başbakan Demirel ile polisi güftelerini değiştirdikleri “Kızılcıklar Oldu mu?”, “Ali Baba’nın Bir Çiftliği Var” ve “Köroğlu” türkülerini söyleyerek protesto ederler. 

Gençlerin omuzlarına aldığı TMTF II. Başkanı Faruk Yalnız’ın okuduğu Atatürk’ün “Bursa Nutku”na koro halinde eşlik ederler. 25 Ocak 1967’de yediemin Nevzat Yalçıntaş, TMTF binasını teslim alarak koltuğuna oturur. 

22 Kasım 1967 tarihinde İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği’nin düzenlediği Kıbrıs mitinginde ABD bayrağını yırttığı iddiasıyla hakkında dava açılan Deniz Gezmiş, Uğur Büke, Nail Güller, Kemal Gençer, Mehmet Özlüer, Nusret Lekesiz, Hilmi Özcaner ve Aşık İhsani’nin davası 30 Mayıs 1968’de sonuçlanır. Sanıkların tümü beraat eder. 

AİESEC PROTESTOSU

7 Mart 1968 günü AİESEC kongresinin İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Konferans Salonu’nda yapılan açılış töreninde Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü öğrenciler “yuh” çekerek protesto ederler.

Gözaltına alınan 10 öğrenci hakkında “Görevi başında devlet bakanını ve hükümeti tahkir” suçundan dava açılır.

Eylem sonrasında Deniz Gezmiş, Bozkurt Nuhoğlu (Hukuk Fakültesi öğrencisi), Mehmet Mehdi Beşpınar (İktisat Fakültesi öğrencisi), Mustafa Lütfü Kıyıcı (Hukuk Fakültesi öğrencisi), Rıfat Çaldırık (Hukuk Fakültesi öğrencisi), Raif Ertem (Stajyer Avukat), Sait Bübül, Hayri Eroğlu, Mustafa İlker Gürkan ve Rahmi Aydın adlı öğrenciler gözaltına alınır.

Gözaltına alınan Deniz Gezmiş, Mustafa Gürkan, Seyit Bülbül, Rahmi Aydın ve Hayri Eroğlu sorguları yapıldıktan sonra serbest bırakılır. Ancak bir gün sonra savcılığın üst mahkemeye itirazı sonucu yeniden tutuklanırlar.

AİSEC’in 20. Genel Kurul açılış töreninde gençlerin Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ün aleyhinde yaptıkları protestoya ilişkin AİSEC Türk Komitesi Sözcüsü Hasan Saydam, protestoların üniversitenin özerkliğinden yararlanarak Devlet Bakanı Öztürk’ü protesto eden kişilerin bu hareketlerinin Türk AİSEC’ine dolayısıyla Türkiye’nin milli haysiyet ve menfaatine tecavüz olarak kabul ettiklerini açıkladı.

ÖĞRENCİLER TUTUKLANDI

Devlet Bakanı Seyfi Öztürk ise öğrencilerin eylemlerini “Türkiye’de olmadığı söylenen demokrasinin açık kanıtıdır” demesine rağmen öğrenciler hakkında kamu davası açılır. Devletin kurum ve organlarını aşağılama suçundan dava açılır. TCK 266/3 maddesine göre açılan davanın alt sınırda cezası 3 ay olmasına karşın öğrenciler 1.5 ay Sultanahmet Cezaevi’nde tutuklu kalmıştır. Duruşmalar sırasında avukatların sözlü savunmalarına izin vermeyen yargıç Karabel, savunmalarını yazılı vermeleri halinde kabul edeceğini söyler. Tahliye talepleri için söz almalarına bile izin verilmeyen avukatlar hakkında yüksek sesle konuştukları için salondan çıkarma cezası verilir.

Kamu tanıkları dinlenirken savunma tarafının önerdiği tanıkların “Dinlenmesine gerek yoktur” kararı veren mahkemede gerek tanıkların gerekse avukatların itirazı zabıtlara tahrif edilerek ya da eksik bir şekilde geçirilir.

Gençlerin savunmasını yapan 14 avukat, üç ay hapis cezası olan bir suç için öğrenciler hakkında tevkif kararı veren ve bir aya yakın zamandan beri tutuklu kalmalarına neden olan 4. Asliye Ceza Yargıcı Sıtkı Karlıbel’in davadan çekilmesini istediler.

Yargıç Karlıbel, bunun üzerine 28 yıllık görevi sırasında “Allah’a inanan bir insan olarak kararından kendisinin Allah’a karşı sorumlu olduğunu” öne sürerek çekilme istemini kabul etmemiştir.

Avukatlardan Ziya Nur Erim, Nazi Almanyası hariç Avrupa’nın hiçbir ülkesinde fikir suçlularının duruşmaları sırasında tutuklu bulunmadıklarına dikkat çeker. Karabel o günlerin Taraf gazetesi işlevi gören Bugün gazetesine verdiği demeçte de kendisinin sadece “Allah’ın kanunlarına karşı sorumlu olduğu”nu açıklar.

(II)-Delil, konuşan fotoğraf( 7 Mayıs 2021)

İdam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan ise 23 yaşındaydı. Sağ siyaset, Menderes ve arkadaşlarının rövanşını üç yurtsever genci idam sehpasına çıkararak almış oldu. Öyle ki idam sayısı bile “Üç sizden üç bizden” denilerek denkleştirildi.


Türkiye tarihinde her dönem emniyet çekmecelerinde hazır tutulan fişlenmiş “sakıncalı mühim şahsiyetler”in listeleri, failleri tespit edilemeyen her olayda kurtarıcı işlevi gördü. AIESEC Davası’nda da salonun alt katında görevli polisleri üst katta slogan atan öğrencileri tespit edemeyince yine çekmeceden çıkarılan kataloglarda ismi yer alan öğrenciler toplandı. 

Tanık polisler ifadelerinde hangi öğrencinin hangi sloganı attığını ayrıntılı olarak aktarınca savunma avukatları “Siz alt katta iken hangi öğrencinin hangi sloganı attığını nasıl anladınız” diye sorduğunda ifade verirken bayılan tanık polis Necdet Bato, “Fotoğraflarından anladık” yanıtı verdi. Böylece konuşan fotoğrafı da ilk kez bizim emniyetimiz icat etmiş oldu.

Haklarında dava açılan öğrencilerle ilgili gösterilen tek delil, olaylar sırasından polis taraından çekilen bir resimdir. Öğrenciler aleyhine ifade veren tanık polislerin tamamı alt salonda görevlidir. Üst balkonda slogan atan öğrencileri nasıl teşhis ettikleri sorulduğunda fotoğraftan demelerine karşın her birinin ne slogan attığını da ayrıntılı bir şekilde belirtirler. Ancak öğrencilere eyleme teşvik eden Bozkurt Nuhoğlu ile Raif Ertem çekilen polis fotosunda yoktur. Raif Ertem’in alt salonda oturan fotoğrafı ile Nuhoğlu’nun da eylem bittikten sonra Fen Fakültesi’nin arka bahçesinde öğrencilerle çekilen fotoğrafı mahkemeye sunulmasına rağmen tutuklulukları devam eder. Tanık polisler ve öğrenciler Bozkurt Nuhoğlu’nun bahçede öğrencilere “artık herkes okullarına dönüp derslerine girsin” uyarısı dışında suç unsuru olabilecek bir sözü olmadığını da belirtirler.

Tutuklu sanıklardan gazetemiz eski yazarı Raif Ertem ise o sırada stajyer avukattır ve AIESEC toplantısına davetlidir. Ertem, davetlililerin oturduğu alt kat salonda oturmasına ve alt salonda oturduğu tanıklar tarafından doğrulanmasına rağmen polislere göre o da üst kat salonda slogan atan eylemciler arasındadır.

Dava sırasında durumu Raif Ertem gibi tartışmalı öğrencilerden biri de tutuklu yargılanan Sait Bülbül’dür. Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi olan Bülbül o gün salonda değil kendi okulundadır ve eylemin olduğu saatte kendi fakültesinin sekreterinin odasında bir görüşme yapmıştır. Bülbül’ün tutuklanmasının nedeni polislerin o gün salonda çektikleri fotoğrafta sakallı bir öğrenciyi ona benzetmeleridir. Duruşmada Sait Bülbül’ün söz konusu sakallı öğrenci ile hiçbir benzerliğinin bulunmadığı açıklanmasına ve eski resimleri de mahkemeye sunulmasına rağmen Bülbül’ün tutukluğu sürmüştür.

Polislerin ifadelerinde öğrencilerin attıkları sloganlar bile birbirini tutmaz. Sanık avukatlarının sanıklardan hangisinin hangi sloganı attığını nasıl ayırt ettiklerini sorduklarında ise  “Fotoğraflarından” diye yanıt vermesi duruşma salonunda gülüşmelere neden olmuştur. 

Tanık polislerden Necdet Bato, kendisine ezberletilmiş ifadelerini söyledikten sonra tutuklu öğrenciler ve savunma avukatları tarafından sıkıştırılınca duruşma salonunda bayılır. Dışarı çıkarıldıktan sonra kendisine gelen Bato’nun yeniden dinlenmesini isteyen savunma tarafının talebini mahkeme tahmin edeceğiniz gibi reddeder.

Fotoğrafta olmayan öğrencileri hem de kendileri alt kat salonda iken nasıl teşhis ettikleri sorulduğunda ise tanık polislerden birinin “Biz bu öğrencileri tanırız, emniyette fişleri vardır” diye yanıt vermesi ise durumun özetidir. Emniyette kaydı olan öğrenciler ister eyleme katılsın ister katılmasın, ister o gün o salonda olsun ya da olmasın gelen emir üzerine toplanmıştır.

MTTB’LİLER İÇERİ SOLCULAR DIŞARI

4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam eden duruşmanın başında sanık avukatlarının söz talepleri yargıç tarafından reddedilince avukatlarla yargıç arasında sert tartışmalar yaşanır. Duruşma açıldığında sanık avukatları dördüncü kez Ağır Cesa Mahkemesi’nin dosyayı incelemek için istediğini anımsatmasına rağmen Yargıç Sıtkı Karlıbel sanıklara son sözlerini sormaya başlamıştır. Avukatlar, “Şimdiye kadar hiç savunma yapmadıklarını” belirterek savunma hakkı istemişlerse de yargıç kendilerinden daha önce yazılı savunma istendiğini ama yazılı savunma verilmediğini söyleyerek avukatlara söz hakkı vermez.

Avukatlardan M.Kemal Kumkumoğlu’na mahkemece ihtar cezası verilir. Ayrıca  Avukat Kemal Kumkumoğlu’nun 14.4.1968 tarihli celsede savunma hakkı ile ilgili yaptığı talebi mahkemeye hakaret sayan yargıç, Kumkumoğlu hakkında soruşturma yapılması için İstanbul C.Savcılığı’na başvurur. Yargıç Karabel hızını alamayıp diğer avukatlar için de soruşturma açılmasını ister. 17.4.1968 tarihli duruşmaya katılan avukatlar Ziya Nur Erün, Yılmaz Halkacı, Kemal Okvuran, Ali Turgan, Alp Kuran, Mahiru Akdoğan haklarında yine mahkeme ve yargıca hakaret ettikleri gerekçesi ile hâkim Sıtkı Karabel, duruşma savcısı Sayın Mehmet Hulusi Yazıcıoğlu ve mahkeme mübaşiri ve mahkemenin iki zabıt kâtibinin imzaları ile adliyede görevli iki polisle mahkeme salonuna nasıl ve niçin geldikleri anlaşılamayan ve adları anılan tutanağın altında bulunan polis memurlarının imzasıyla tutulan bir tutanak ve bir mahkeme müzekkeresi ile birleştirilerek İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na başvurur. 

Duruşma salonuna sanıkların arkadaşları alınmazken sağcı MTTB’li gençler kartlarını göstererek girmeyi başarmışır. Duruşmayı izlemeye gelen gençler salonun darlığı gerekçe gösterilerek içeri alınmayınca koridorlarda marşlar söylemeye başlar ve duruşma sonrasında da Nuhoğlu, Gezmiş ile Ertem’in jandarmalar arasında salondan dışarı çıkarılırken tezahüratta bulunarak arkadaşlarına destek verirler. 

2 Mayıs 1968 günü yapılan 3. duruşmada son sözleri sorulan sanıklar ise yargıcın sorusuna “Sizi reddediyorum” diye yanıt verir. Bunun üzerine mahkeme kararı açıklanır. Sanıklardan Sait Bülbül’ün beraatına, Raif Ertem, Bozkurt Nuhoğlu, Deniz Gezmiş, Mustafa Gürkan, Rahmi Aydın, Mehmet Mehdi Beşpınar, M.Lütfü Kıyıcı ve Mustafa Çaldırık’ın temyiz yolu kapalı olmak üzere 6’şar ay hapis ve 600 lira da para cezasına çarptırılır. Gerekçeli kararın sonradan yazılacağını belirten Karlıbel cezaları tecil etmez.

Duruşma sonrasında sanık avukatları Alp Kuran, Ali Yaşar, Metin Kumbasar, Yılmaz Halkacı, Kemal Okvuran, Ali Turgaün ve Ziya Nur Erün zabıt tutarak Yargıç Karlıbel’i Yüksek Hâkim Kurulu’na ve Baroya şikâyet ederler ama bu şikâyetlerden bir sonuç çıkmaz. Yargıç Karlıbel emekli olduktan yıllar sonra RP’nin Kartal Belediye Başkan adayı olarak karşımıza çıkacaktır.

(III) - İşgal eylemlerinin de lideri (8 Mayıs 2021)

İdam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan ise 23 yaşındaydı. Sağ siyaset, Menderes ve arkadaşlarının rövanşını üç yurtsever genci idam sehpasına çıkararak almış oldu. Öyle ki idam sayısı bile “Üç sizden üç bizden” denilerek denkleştirildi.


Üniversitede “Haziran boykotu” eylemlerini başlatan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, boykotların Türkiye’nin tüm üniversitelerinde yayılması, “Üniversitede reform” taleplerinin sadece üniversite senatolarında değil, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamında bile kabul görmesi üzerine Devrimci Öğrenci Birliği’ni kurdular. DÖB daha sonra Samsun’dan başlayıp Ankara’da Anıtkabir’de sonlanacak olan “Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü”nü düzenleyen örgütler arasında yer aldı.

12 Haziran 1968 günü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri “Üniversitede reform” talebiyle boykota başladı. Bir gün önce üniversitenin Talebe Birliği Başkanı Ufuk Şehri birlik lokalinde açıkladığı reform talebini dile getirmiş ve hazırladıkları 12 maddelik reform talebini içeren dilekçeyi rektörlüğe vermişti. Dilekçede sınav kâğıtlarında isim köşelerinin kapalı olması, asistanların kâğıt okumaması, sınava girilecek kitapların önceden saptanması, ders ve disiplin yönetmeliğinin değiştirilmesi, teksirlerin fahiş fiyatla satışının önlenmesi, yazılıdan geçenlere üç sözlü hakkı verilmesi, sınav notlarına itiraz hakkı tanınması, edebiyat fakültesinde test sınavlarının kaldırılması, Talebe Birliği tarafından hazırlanan broşürde söz konusu edilen haksızlık ve yolsuzlukların önlenmesi konusunda adım atılmasını istemişti.

Hukuk fakültesinde öğrenciler, sınavların yapılmasına engel olurken rektör binasını, profesörler evini ve fakülte binasını işgal edip büyük demir kapıları kapatarak merkez binasına el koydular. Öğrenciler, Rektör Ekrem Şerif Egeli’yi istifaya çağrırak otomobiline binmesini engelledi. Otomobilinin lastikleri öğrenciler tarafından indirilen Rektör Egeli, yaya olarak yan kapıdan üniversite bahçesini terk etmek zorunda kalır.

DALGA DALGA YAYILDI

Hukuk fakültesi öğrencilerinin boykotu başka fakültelere de sıçradı. İstanbul Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti de eylem yapan arkadaşlarına destek vermek için boykota başladı. Bir gün sonra da Ankara DTCF (Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi) öğrencileri reform talebiyle boykot kararı aldı. Ardından dalga dalga Türkiye’nin diğer üniversitelerine yayılan boykotların karşısında yer alan sağcıların elindeki MTTB eleştirirken TMTF üniversite senatosu ile görüşmeler yapınca boykotçular öfkelendi. MTTB’nin o zamanki başkanı İsmail Kahraman’dı.

Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) Genel Başkanı Kazım Kolcuoğlu ile yöneticileri düzenledikleri basın toplantısında boykot olayları ile ilgili üniversite senatosu üyelerinin MTTB ve TMTF yöneticileriyle pazarlık yapmalarını eleştirerek bu kuruluşların boykotçu öğrencileri temsil etmediğini ve bu iki kuruluşun yöneticilerinin evlerinden alınarak boykotçu öğrenciler tarafından üniversitede kurulacak mahkemece yargılanacaklarını açıkladı. 

MTTB Başkanı İsmail Kahraman da düzenlediği basın toplantısında, boykot hareketinin anarşiye ve sokağa dökülme amacıyla başlatıldığını ve “Fransa’dan üç ihtilalci de gelerek İstanbul Üniversitesi merkez binasında olduğunu” öne sürdü.

TBMM’DE GÖRÜŞME YAPILDI

Artık Türkiye’nin tüm üniversitelerine bağlı tüm fakültelerinde eylem vardı. Sonunda bu konuda TBMM’de genel görüşme açıldı. TBMM’de 48 üyenin söz aldığı genel görüşmede CHP Grubu adına konuşan Nihat Erim, öğrencilerin reform taleplerinin haklı ve yerinde olduğunu belirtti. GP adına konuşan Turhan Feyzioğlu, “Üniversitede ıslahat ihtiyacı vardır; anarşiye yer yoktur” diye başladığı konuşmasını “Üniversitede unvan ve kitap ticaretine son verilmelidir. Üniversite öğretim üyelerinin çoğu zamanlarını özel bankalarda, yazıhanelerde, ticarethanelerde, özel okullarda geçirmeleri sonucunu doğuran kanun dışı tatbikata devam edemez” diye sürdürdü. Sınavlarda keyfilik ve sadizm unsuru olduğunu da belirten Feyzioğlu, adliye koridorlarında cüppelerini savurarak dolaşan profesörlerden yakındı.

ÜNİVERSİTEYİ KAPATTILAR

TİP Grubu adına konuşan Genel Başkan Behice Boran ise kapkaççı bir düzen içinde kolayca paraların vurulduğu ortamda, eğitim sisteminin de bozulmaya mahkûm olduğunu dile getirdi. Bu arada İstanbul Üniversitesi’ne mensup 121 asistan da yayımladığı bildiri ile boykotçu öğrencilere destek verdi. Bir destek de boykot eylemine başlangıçta mesafeli yaklaşan FKF’den (Fikir Kulüpleri Federasyonu) geldi. FKF yayımladığı bildiri ile öğrencilerin reform taleplerini desteklediğini açıkladı.

Boykotun 12. gününde, yani 24 Haziran 1968 günü İstanbul Üniversitesi kapatıldı.

TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE İÇİN MUSTAFA KEMAL YÜRÜYÜŞÜ

Aralarında DÖB, TMGT, ODTÜ, İTÜ, Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi talebe birliklerinin bulunduğu kuruluşlar 30 Ekim 1968 günüSamsun’da Atatürk Heykeli önünden başlayıp Ankara’da Anıtkabir’de bitecek olan “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” yapma kararı aldı.

Yürüyüşü düzenleyen öğrenci örgütleri yaptıkları basın açıklamasında 1919’da başlayan “Mustafa Kemal Devrimi”nin kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırıldığını, Cumhuriyetin bütün kurumlarının yozlaştırıldığını belirterek şu görüşleri dile getirdiler:

“Bugün Türkiyemiz dünyada ilk anti-emperyalist ve antikapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşı devrimcilerin etki alanına girmiştir. Biz, Mustafa Kemal gençliği olarak saptırılan devrimi rayına oturtmaya azimliyiz, kararılıyız. Bugün başlayacak yürüyüşün amacı budur.”

POLİS ENGELİ

30 Ekim sabahı saat 10.00’da Samsun’dan başlayan yürüyüş şehrin 14 kilometre dışında polis tarafından durduruldu. Yürüyüşe katılan gençlerden Bozkurt Nuhoğlu, TMTG Başkanı Kazım Kolcuoğlu ile Özgür Nas, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten gözaltına alınınca diğer arkadaşları da Samsun’a geri döndüler.

Polis daha sonra aralarında Deniz Gezmiş’in de bulunduğu 12 öğrenciyi daha gözaltına alarak adliyeye sevk etti. Ağır Ceza’da yargılanan gençler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Tanıkların dinlenmesi için duruşmaları 28 Kasım’a ertelenen ve serbest bırakılan gençler, Samsun’dan yeniden yürüyüşe başladı. Düzenleme komitesi Milli Mücadele Kahramanı olması nedeniyle İsmet İnönü’ye de telgraf göndererek yürüyüşe katılma çağrısında bulundu. FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) de sonradan yürüyüşe katıldı ve tüm devrimci kuruluşları yürüyüş için başlatılan bağış kampanyasına katkı vermeye çağırdı.

Yürüyüş korteji 4 Kasım günü Çorum’a vardı. Alaca ilçesine geçen öğrenciler yapımı süren Atatürk heykeline taş taşıyarak katkı verdi.

‘YÜRÜMEKLE YOLLAR AŞINMAZ’

“Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü”ne ilişkin daha önce “Atatürk’ün himayeye ihtiyacı yoktur” diyen Demirel, partisinin Ankara il kongresindeki konuşmasında da aynı konuya değinerek, “Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir” dedi.

Çorum’dan Ankara’ya doğru yeniden yürüyüşe geçen öğrencilere diğer üniversiteler ve fakültelerin talebe cemiyetleri de katılacaklarını açıkladı.

O günlerde kışkırtıcı yayınlarıyla solcu öğrencileri hedef alan Bugün gazetesi, “Tam Bağımsız Türkiye” yürüyüşünü de pas geçmedi. Gazetenin kurumsal kimliği adına devlet büyüklerine ve orduya seslenerek “anarşist” ve “Moskof uşağı” olarak tanımladığı yürüyüşçü gençlere karşı önlem alınmasını istedi. “İpleri Moskova’nın elinde olan kızıl anarşistlere karşı en sert tedbirlerin alınmasını bekliyoruz” diyen Bugün gazetesi, mübarek Türkiye topraklarının Moskof uşağı komünistlere mezar oluncaya kadar halkın da gerekirse ordu ve güvenlik güçlerinin yanında savaşacağını yazdı.

Bugün gazetesinin kışkırtıcı yayınları üzerine Anıtkabir’de olay çıkmasından endişe eden TMG, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği, ODTÜ Öğrenci Birliği ve Ankara Yüksek Okullar Talebe Birliği bir bildiri yayımlayarak yürüyüşten çekildiğini açıkladı.

Ankara il sınırına giren yürüyüş korteji arasında atılacak sloganlar konusunda görüş ayrılığı çıkınca bazı öğrenci birlikleri, Anıtkabir’e kadar yürüme izni için verdikleri dilekçeyi geri aldılar. Diğer öğrenciler ise yeni dilekçe verme süresi geçmiş olduğundan yürüyüş Kayaş’ta son buldu.

‘VİETNAM KASABI’ COMMER’E PROTESTO

ABD’nin Ankara’ya atadığı yeni Büyükelçi Robert W. Commer’in CIA’de çalıştığı ve Türkiye’de CIA’nin temsilcisi olarak çalışmalar yapacağı gerekçesiyle İstanbul ve Ankara’da eylemler yaptılar.

Fikir Kulüpleri Federasyonu SBF Fakültesi Öğrenci Derneği, Commer’in sunacağı güven mektubunun Cumhurbaşkanı Sunay tarafından kabul edilmemesi ve Vietnam’da sindirme hareketinin mimarı olan Commer’in “İstenmeyen şahıs” ilan edilmesi için kampanya açtı. Dernek ayrıca yayımladığı bildiriyle tüm devrimci güçleri kampanyayı desteklemeye çağırdı. Vietnam devrimcilerinin Honço (kasap) adını verdikleri Commer’in “Non-grata (İstenmeyen adam)” ilan edilmesini isteyen FKF’nin bu çağrısı diğer illerdeki öğrenciler arasında da yankı buldu.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri, üniversite bahçesindeki Atatürk Anıtı önünde protesto eylemi gerçekleştirdiler. Cumhurbaşkanı Sunay’ın Komer’in niyet mektubunu reddetmesini isteyen öğrenciler Sunay’a gönderdikleri telgrafta şu görüşleri savundu:

“Vietnam’da emperyalist ABD’nin uşaklığını yapan CIA ajanı Komer yeni bir Vietnam denemesi için Türkiye’ye geldi. İtimatnamesini kabul etmeyiniz.”

İktisat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı Sıtkı Coşkun da “CIA’de çalışmış olan kişinin Vietnam’da da görev yapmış olması Tükiye ile Vietnam’ı bir görmesinin ifadesidir” dedi.


                          Commer protestolarına ilişkin yargılanan öğrenciler...

28 Kasım1968 tarihinde öğleden sonra DÖB’lü ve FKF’li öğrenciler TMGT binasında sohbet ederken Yeşilköy Havaalanı Danışma Bürosu’ndan teşkilata telefon edilmiş; saat 16.30’da Amerikan Büyükelçisi Commer’in Yeşilköy’e ineceği haber verilmişti. O sırada TMGT’de bulunan öğrenciler süratle İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültelerinin amfilerine dağıldılar. Deniz Gezmiş’in yaptığı konuşmalarla 80 kişilik bir öğrenci grubu derhal Yeşilköy’e hareket etti. Yeşilköy’de polisle karşılaşan gençler, Commer’in uçağı sanılarak başka bir PAN Amerikan uçağına hücum etmiş, taş ve çürük yağmuruna tutmuştu. 1968 günü Yeşilköy Havaalanı’nda büyükelçiyi protesto için toplanan gençler Toplum Polisleri ile çatıştı. Polis tarafından otobüslere doldurulan Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Kemal Soysal, Cemal Erdi Uyar, Hilmi Pekoğlu, Münir Polat, Haşmet Atahan, Mustafa Zülkadiroğlu, Akın Çıtakoğlu, Rahmi Aydın, Yücel Özbek, Toygun Eraslan, Tamer Bulbay, Selahattin Okur, Alpay Yalçın, Şevket Toker, Mustafa Gükan gözaltına alındı.

Ankara’da ise Commer’i karşılamaya gelen Amerikan Yardım Heyeti Başkanı General Lynn’in kafasına bardak fırlatarak yaraladılar. Commer aprona getirilen araçla alandan gizlice ayrıldı. 

Kendisine yöneltilen “ajan” suçlamalarına yanıt veren Commer, CIA’de çalıştığını kabul ederek “12 yıl CIA’de çalıştım, fakat her CIA mensubu ajan değildir” dedi.

Commer’i İstanbul’da protesto eden öğrencilerin karar duruşmasında yargıcın, “Son sözünüz var mı” sorusuna gençler, “Son sözümüz kahrolsun Amerika’dır,” karşılığını verdi. Öğrenciler, duruşmadan çıktıktan sonra, “Bağımsız Türkiye Marşı”nı söyledi.

(IV)-Commer’i gönderen eylem - (9 Mayıs 2021)

Türkiye’ye gelişinde protestolarla karşılaşan “Vietnam Kasabı” lakabıyla anılan ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Commer’in ODTÜ ziyaretinde arabası yakıldı. Yusuf Aslan, Ulaş Bardakçı, Seçkin İnceefe ve İrfan Uçar’ın da aralarında bulunduğu 18 öğrenci gözaltına alındı.


6 Ocak 1969 Pazartesi günü ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer, ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’ı ziyaret amacıyla siyah renkli Cadillac marka aracıyla ODTÜ’ye geldi. Rektörlük binasının karşısına park edilen aracı önce kantindeki öğrenciler fark etti ve yurtlara, amfileri dolaşarak “Commer üniversiteye geldi” diye haber ulaştırdı. Ankara’ya ilk geldiğinde protesto için Esenboğa’ya giden, ancak aprona yanaşan otomobille alandan gizlice uzaklaşan Commer 39 gün sonra kendiliğinden ayaklarına kadar gelmişti.

Commer’in geldiğini haber alan öğrenciler amfilerden, yurtlardan Rektörlük binasına akın etti. Rektörün arabasının başında toplanan öğrencileri camdan gören Rektör Kurdaş, öğrencileri engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Rektör Kurdaş’ın uzaklaşmasından sonra Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Akın Atauz, İbrahim Seven, Halil Çelimli, İrfan Uçar, Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Mustafa Taylan Özgür, Ahmet Sönmez, Comer’in otomobilini sallamaya ve sarsmaya başladı. Ancak hayli ağır olan Caddilac’ı devirmek o kadar da kolay değildi. Sonunda İbrahim Seven’in bulup getirdiği çelik bir boru yardımıyla otomobili yan yatırmayı başardılar. Yan yatan arabayı da hep birlikte yüklenerek ters çevirmek zor olmadı. 

Ters çevrilen otomobilin benzin deposundan benzin akmaya başladı. Hüseyin İnan, Sinan Cemgil’in boynundaki atkıyı alarak otomobilin benzin deposuna sokup benzine buladı ve otomobilin dört bir yanına sürdükten sonra çakmakla otomobili tutuşturdu. Alevi gören başka öğrenciler de otomobilin başında birikti. Yangını pencereden seyreden rektör itfaiyeye haber verdi. Olay yerine kısa sürede gelen itfaiye aracının önünde barikat kuran öğrenciler ateşin söndürülmesini engelledi.

 Yanan otomobil artık bir enkaz yığını haline gelmişti. Öğrencilerden Cemal Selmanpakoğlu, Şule Albayraktaroğlu, Ahmet Sönmez ve Ahmet Börüban’ın aralarında bulunduğu bazı öğrenciler otomobilden söktükleri parçaları hatıra olarak aldı.

 

                                                                       Hüseyin İnan

Öğrenciler gözaltında

Commer’in arabasını yakmak suçundan Yusuf Aslan, Ulaş Bardakçı, İbrahim Seven, Tuncay Çelen, Mustafa Akgül, Seçkin İnceefe, Halit Çelimli, İrfan Uçar, Coşkun Eroğlu, Reşat Oğuz, Saim Çalış, Sait Bik, Mustafa Bozoğlu, Koray Doğan, Dilşad Çelik, Bayram Köklü, Bayram Yaşar ve Kasım Çelik gözaltına alındı.

Aranan öğrencileri bulmak için ODTÜ yurtlarına gece yarısı baskın düzenlendi. ODTÜ bir ay süreyle kapatıldı. ABD Büyükelçisi Commer, “böyle bir olayın bizzat ABD’nin desteğiyle kurulmuş bir okulda geçmesinin üzüntü verici” olduğunu söyledi. Commer’in arabasının ODTÜ’de yakılması hem Türkiye’de hem de yurtdışında yankı buldu. 

ABD Büyükelçilik Başkâtibi Andrew, Dışişleri Bakanlığı Batı Dairesi’ne giderek, olayla ilgili ve ayrıca tazminat isteyen büyükelçilik muhtırasını verdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Oktay İşcen, Commer’in yakılan otomobilinin zararının Türkiye tarafından ödeneceğini açıkladı. 

Olay, TBMM’de ve Senato’da özel gündem maddesi olarak tartışıldı. Mecliste AP Grubu adına konuşan İhsan Ataöv, ODTÜ’lüleri “Üniversiteyi Koçero Meydanı haline getirenler, başıbozuk eşkıya hareketi. Zibidiler” diye suçladıktan sonra Orman Fakültesi’nde öğrencilere saldıran ülkücüler için de komandoların nefsi müdafaa için ortaya çıktığını söyleyince CHP’lilerin protestolarına neden oldu. 

Senato’da ise Kontenjan Senatörü Tayfur Sökmen, CIA’nın savunuculuğuna soyunmuş, CIA’nın komünizm afetinin mazaratlarını önlemek için çalıştığını belirterek, “CIA’da çalışmış bir büyükelçiyi istememek Sovyet emellerine hizmettir” dedi.

Washington Daily News gazetesi de başyazısında olayla ilgili olarak Vietnam ile Türkiye’yi kıyaslayarak, “Commer, 1.5 yıl Vietnam’da Vietkong teşkilatının oluşumu için çaba sarf etmiş olmasına karşın herhangi bir tehditle karşılaşmadı. Ama NATO’da müttefik olduğunu sandığımız Türkiye’ye gittiği ilk günden itibaren ‘Katil evine dön’ nidalarıyla karşılanmış ve sonunda arabası yakılmıştır. Commer, ülkeye döndüğünde bu konu masaya yatırılmalıdır” yorumunu yapmıştı.

Fakat Robert W. Commer, Türkiye’de fazla kalamadı. Türkiye’deki görevinden alındı, yerine William Handley atandı. “Honç-ho (Kasap-işkenceci)” olarak adlandırılan Vietnam pasifikasyon uzmanı ve CIA ajanı Comer de 28 Kasım 1968 Perşembe günü olaylı olarak geldiği Türkiye’den 7 Mayıs 1969 Çarşamba günü ayrılmak zorunda kaldı.

Hüseyin İnan’a silah kaçakçılığı suçlaması

Ankara Emniyet Müdürü İbrahim Ural, 3 Ekim 1969 günü düzenlediği basın toplantısında Hüseyin İnan ve Tahsin Akpek adındaki ODTÜ öğrencilerini silah kaçakçılığı yapmakla suçladı. Ural’a göre, Gaziantep’ten Ankara’ya gelirken bindikleri otobüste unuttukları mavi renkte bir çanta, otobüste temizlik yapan muavin tarafından bulundu. Muavin, ağırlığından şüphelendiği çantayı açtığında üç adet tabanca ile çok sayıda mermi buldu. Muavin çantayı polise vermek için giderken çantayı otobüste unutan İnan ve Akpek adlı öğrencilerin geri gelerek çantayı almak istediklerinde yaşanan tartışma sırasında Hüseyin İnan’ın çantayı alıp kaçtığını belirten Emniyet Müdürü Ural, Tahsin Akpek ile Fehmi Erbaş’ın yakalandığını açıkladı.

ODTÜ Öğrenci Birliği, ertesi gün düzenlediği basın toplantısı ile Emniyet Müdürü Ural’a cevap verdi. Basın toplantısında konuşan öğrenci liderleri, olayın bir polis tertibi olduğunu belirttiler.

Toplantıda polis tarafından silah kaçakçılığı ile suçlanan ve aranan Hüseyin İnan da hazır bulunarak kendisine yönelik suçlamalara ilişkin şunları söyledi: “Her zamanki gibi halkla ilişkiler kurmak için Gaziantep’e gitmiştim. Arkadaşım Tahsin Akpek ile Ankara’ya dönerken şehre 100 km kala indiğimiz mola yerinde otobüsü kaçırdık. İçinde çamaşırlarımın bulunduğu çanta otobüste kalmıştı. Terminale gelince kaçırdığımız otobüsteki çantamı almaya gittik. Ancak etrafta dolaşan sivil şahıslardan şüphelendim ve Taylan Özgür gibi vurulmamak için hemen okula geldim. Bu arada arkadaşım Tahsin Akpek’i almışlar.”

Filistin dönüşü yakalandı

1968’de, TİP ve daha sonra MDD (Milli Demokratik Devrim) içindeki ayrılıklardan sonra Hüseyin İnan’da, silahlı mücadele fikri ağırlık kazanmıştı. ODTÜ’den arkadaşı Sinan Cemgil ile birlikte sosyalist solun ilk silahlı örgütü olma özelliğini taşıyan THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu)  çekirdek kadrosunu oluşturdu. Öğrencisi olduğu İdari Bilimler Fakültesi’nden çıkartılan Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş’in de kaldığı ODTÜ yurdunun 201-202 numaralı odasına yerleşir. 14 Ekim 1969 tarihinde, THKO’nun bu nüvesini oluşturan grup ile birlikte Filistin’de El-Fetih kamplarında gerilla eğitimi almaya gider. Kendilerinden önce El-Fetih kampına giden Abdülkadir Yaşargil ve arkadaşları, bu yolu açmışlardı. 

El-Fetih kamplarında yaptıkları yirmi günlük bir eğitimden sonra Hüseyin ve 15 arkadaşı, 1 Şubat 1970 Pazar günü, Suriye sınırından gizlice Türkiye’ye girer. Birkaç gruba ayrılan THKO’lulardan İnan, Alpaslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner’le birlikte, yanlarında getirdikleri silahları Diyarbakır surlarına gömer. Sözleştikleri gibi Diyarbakır Tıp Fakültesi önünde diğerleriyle buluşmak için gittiklerinde fakültenin çevresinin polis tarafından sarıldığını görürler. Zira fakültenin önüne ilk gelen Kadir Manga’yı hareketlerinden şüphelenen polis gözaltına almıştı. Manga’dan sonra Tuncer Sümer, Ercan Enç ve ODTÜ öğrencisi İranlı Hamit Yakup kısa sürede yakalandı. 

Polisleri gören Hüseyin İnan, Alpaslan Özüdoğru ve Mustafa Yalçıner,  Diyarbakır dışından bir benzin istasyonundan Adana’ya gitmekte olan bir otobüse biner. Hüseyin ile Alpaslan, yan yana koltuklara, Yalçıner tek başına oturur. Otobüs, Gaziantep yakınlarında jandarmalar tarafından durdurularak aranır. Hüseyin İnan ile Alpaslan Özüdoğru yan yana koltuklarda oturduğu için gözaltına alınır. Tuncer Sümer, Ercan Enç ve ODTÜ öğrencisi İranlı Hamit Yakup polis tarafından yakalanır. Mustafa Yalçıner, şans eseri kurtulur ve Adana’ya gelir. Yalçıner, daha sonra Ankara’ya gider. Müfit Özdeş, Teoman Ermete ve Atilla Keskin ise Malatya’da tren garında yakalanır. Sonuçta, yakalananlardan Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Teoman Ermete, Müfit Özdeş, Ercan Enç, Alpaslan Özüdoğru, Hamit Yakup, Ahmet Tuncer Sümer, Kadir Manga, Ali Tenk, Bahtiyar Emanet tutuklanır. Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan ve diğer 3 kişi yakalanamadığı giçin gıyabi tutuklama kararı ile aranır.

Mahkemenin Dışişleri Bakanlığı’ndan talep ettiği, konu ile ilgili bilirkişi raporunda, Bakanlığın, El-Fetih örgütü hakkında sosyalist bir örgüt olarak değil, “Milliyetçi bir Arap örgütü” olarak görüş bildirmesi sayesinde aynı yılın Ekim ayında serbest bırakılırlar. 

Yusuf Aslan köylülerle mitingde

THKO’nun doğu illerinde ilk örgütlendiği il Elazığ’dır. Özellikle Elazığ’ın Sün köyüne hemen hemen gelmeyen THKO önderi kalmamıştır. Halen kullanılan köyün çeşmesi de aralarında Sinan Cemgil, Mustafa Yalçıner ve Cemal Kandemir de yapımında çalışmıştır. ZAP Köprüsü’nün aksine Sün köyünün çeşmesinin devrimciler tarafından yapıldığı pek az bilinir.

Deniz, Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın köye gelişleri köyün yaşlıları tarafından bugün de hatırlanıyor. 1969 yılında Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan köye geldiklerinde Keban Barajı nedeniyle toprakları kamulaştırılan köylülerin istimlak bedeli ödenmeyişi nedeniyle hükümete öfkeli olduklarını öğrenirler. Köylülerle birlikte miting düzenlemek için çalışmalara başlarlar. Miting için köylülerle toplanılır. Mitinge Yusuf Aslan da katılır. Halktan da büyük destek gören miting, THKO 2. Davası’nın sanığı olan Elazığlı devrimcilerin örgütlenme çalışmalarını kolaylaştırır. 

İdama giden yol

29 Aralık 1970’te, Dev-Genç üyelerinden İlker Mansuroğlu’nun öldürülmesi üzerine, THKO’nun örgüt olarak ilk kez ismini kullandığı Kavaklıdere Polis Karakolu’nun kurşunlanması olayıdır.  1 Ocak 1971’de İş Bankası Emek Şubesi soygununu gerçekleştiren THKO, Amerikan askeri tesislerinin basılarak önce bir, daha sonra dört Amerikalı askerin kaçırılmasıyla artık THKO’nun lideri Hüseyin Aslan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Nurhak’ta katledilen Sinan Cemgil ve diğer THKO’lular hiçbir cana kıymamasına karşın iktidarın karizmasını yerle bir ettiği için hedefe kondular. Cemgil ve arkadaşları Nurhak’ta katledilirken birkaç gün arayla yakalanan Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan da göstermelik bir mahkme kararı ile idama mahkûm edildiler. TBMM oylamasında eller iştahla kalkıp indi ve üç genç 6 Mayıs 1972 günü infaz edildiler. Yan yana gömülme arzuları bile yerine getirilmeyerek aralıklı gömüldüler. Sanki yan yana gömülürlerse mezardan kalkıp eylem yapacaklarmış gibi ölülerinden bile korktular. 

Mehdi Beşpınar anlatıyor

Önceki gün arayan ve dizide yer alan olaylarla ilgili önemli ayrıntılar açıklayan Mehmet Mehdi Beşpınar, AISEC olayında eylemi yapan öğrenciler olarak çok acemi olduklarını, polis resim çekerken yüzlerini kapatmak yerine pankart asmaya çalıştıkları için yakalandıklarını söyledi. Protesto eyleminde Sait Bülbül’ün gerçekten de olay esnasında orda olmadığını, ancak 1973’te Filistin’de İsrail komandolarının baskınıyla katledilen 8 devrimciden biri olan Yücel Özbek’in de AISEC eyleminde olmasına karşın polis tarafından tespit edilemediğini belirten Beşpınar, “Yücel’i polis tespit edememişti. Biz de sakladık. Salona MTTB’lilerin alındığı bilgisi yanlış. Bizim olduğumuz yere MTTB’liler gelemezdi. MTTB Başkanı Ismail Kahraman korkusundan 10 yıl sınavlara bile giremedi” dedi.

Tanıklık yaparken bayılan polis Necdet Bato’nun daha sonra polistikten istifa ettiği bilgisini de veren Beşpınar, yıllar sonra Beyazıt’ta hediyelik eşya satıcısı olarak karşılarına çıkan Bato’nun çok korktuğunu söyledi. TMGT ve TMTF gibi örgütlerin öğrenci hareketlerinin başladığı yıllarda artık CHP’lilerin değil sosyalistlerin toplandığı örgütler olduğuna dikkat çeken Beşpınar, “ Alp Kuran’ın TMGT başkanlığı sırasında sosyalist gençliğin başlıca toplanma yeri TMGT olmuştu” diye konuştu. 

-BİTTİ-

Miyase İlknur / CUMHURİYET


 

 




8 Mayıs 2021 Cumartesi

Bağımsızlık, uğruna mücadele gerektirir - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972’de son sözlerini söylerken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Kahrolsun emperyalizm” vurgusunu öne çıkarmıştı. Ne kadar haklı olduğunu anlamak uzun sürmeyecekti; 8 yıl sonra ABD güdümündeki 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin bağımsızlığına -izleri bugün bile süren- kalıcı darbeler indirecekti. Evren-Özal iktidarları, Türkiye’nin o zamana kadar gördüğü en bağımlı iktidar tipini oluşturacaklardı.

Bağımsızlık denilince akla gelen ilk iki konu, siyasi ve iktisadi bağımsızlıktır. Bunların birbirinin tamamlayıcısı olduğu genellikle geniş kitlelerin bilincine yansımıştır. Ama ayrıntılara girmeye kalkılınca zihinler karışır. Son model kişiselleştirilmiş teknolojiye (mobil telefon, notebook, bilgisayar, televizyon, otomobil vb.) ulaşanlar, ancak bu teknolojilerin üretilmesinde söz sahibi olunduğunda bağımsızlığın gerçek anlamda kazanılabileceğini idrak etme aşamasına kolayca varamazlar. Ekonomik güce (kişi veya ülke düzeyinde) sahip olunduğu her durumda teknolojiye ulaşılabileceğini düşünme kolaycılığına kapılabilirler. Oysa nihai ürüne içkin olan teknolojik temel, piyasada serbestçe alınır satılır bir mal değildir. Bağımsızlığın iktisadi temeli, bilim ve teknoloji üretebilme kapasitesinden ayrı düşünülemez.

Bugünlerde pandemik krizin bir kez daha kafalara çaktığı bir konu da, aşıda ve ilaçta üretici ülke olamadan -üstelik önlem alma kapasitesini de geliştirememişken- küresel salgınlardan korunma olanaklarınız sınırlı veya tamamen dışa bağımlı olacaktır. Aynı süreçte, tarımsal ürünlerde kendine yeterlilik düzeyinin yükselmesinin, gıda egemenliğine sahip olunmasının kritik önemi de görülmüştür.

Yeterince geniş bir iç pazara sahip olmakla birlikte sanayileşme sürecinde geriden gelen ülkelerin, bağımsızlıklarını kazanmaları daha uzun ve kararlı bir mücadeleyi gerektirir. Ciddi bir kalkınma planlaması anlayışına sahip olmadan, varsa ithalat bağımlılığından kurtulmadan, bağımsızlığın kazanılması ve korunması mümkün olmayacaktır.

PEKİ, YA ULUSÜSTÜ ENTEGRASYONLAR?

AB gibi ulusüstü iktisadi/siyasi entegrasyonların, üye ülkelerin herbiri açısından “bağımsızlık” meselesini gündemden düşürmüş olduğu/olacağı söylenemez mi? Yoksa artık, bu tür üst birlikler içinde yer alan ülkeler açısından “bağımsızlık” geçmişin bir kavramı mıdır?

AB türü üst hegemonik yapılar kuşkusuz siyasi ve iktisadi bağımsızlığı törpüler. Parasal birliğe girmişseniz daha fazla törpüler. Bununla birlikte, Birliğin lokomotif ülkelerini daha az sınırlar; onların ulusal oluşumlarını daha az zayıflatır. “eşitler” arasında eşitsizlik hüküm sürer. Üstelik bu, aralarındaki ekonomik ilişkilere de yansır; örneğin “parasal birlik” Almanya lehine çalışır. Kaldı ki lokomotif ülkeler arasında da AB’nin desantralizasyon yönündeki kararları ve baskıları farklı yansır: Tarihsel olarak federatif yapıda olan Almanya için sorun olmaz ama Fransa’yı olumsuz etkiler. AB’nin ikinci ve üçüncü halka genişlemeleri ise AB içinde büyüyen sömürü ilişkilerinin adeta özeti gibidir. Ama orada dahi, Polonya ve Macaristan gibi otoriter yönetim örneklerinde AB siyasi projesine daha fazla direnç görülür. Her durumda, AB’nin siyasi bütünleşme hedefi bugün artık gerçekleşmesi zor bir ütopyadır. En önemli nedeni, AB’yi oluşturan ülkelerin halklarının ortak talebine dönüşememiş olması ve gözden düşen bu talebin yönetici siyasi sınıflar arasında dahi giderek zayıflamasıdır.

1991’de Maastricht Anlaşması, 1999’da İstikrar ve Büyüme Anlaşması, 2005’te Avrupa Anayasal Anlaşması, 2009’da Lizbon Anlaşması... hepsi de ulus devletlerin istikrar önceliği olmayan kalkınmacı politikalar izlemesini yasaklar. Bu “Ekonomik Anayasa” dayatmaları, finansal sermayenin veya Troyka’nın (AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) direktifleri doğrultusunda, ülke halklarının egemenliğine keyfi bir biçimde (açıkça Kuzey ülkeleri lehine) sınırlar koyar. 2009 krizi ve sonrasındaki ekonomik daralma yıllarında bile sıkı maliye politikaları dayatmaya kalkışmak, tam da bu anlayışın uzantısındadır. (Les Economistes Attérrés, L’Europe Mal-Traitée, 2012).

Bunun AB’nin çevre ekonomileri için, hatta İspanya ve İtalya için ne denli ağır bir boyunduruk oluşturduğu açıktır. AB 10’da (Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri) doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 2009’dan itibaren çöküş yaşaması ve kamu açıklarının GSYH’ya oranının 2010-11’de birçok ülkede Maastricht kriterinin (yüzde -3) iki katını aşması, yaşanılan şokun sadece bir bölümüdür. (Deniz Bingöl, “Orta ve Doğu Avrupa’da Küresel Ekonomik Kriz: Dışa Bağımlı Kalkınma Modellerinin Sorgulanması”, Şenses, Öniş, Bakır (der.) Küresel Kriz ve Yeni Ekonomik Düzen, içinde, İletişim, 2013, s.241-55). Dolayısıyla bağımsızlık konusu AB’nin çevre ekonomileri için dahi güncel bir meseledir.

KORUMACILIK NEDEN HEDEFTE?

Çünkü neoliberalizm denilen kapitalist düzenleme rejiminin, 1980’ler sonrasındaki üçüncü küreselleşme dalgasıyla birlikte dayandığı temel, serbest değişimcilikten başkası değildi. Bu yüzden yaklaşık 30 yıl boyunca neoliberal dayatmalar dünyanın farklı gelişme düzeylerindeki bütün ülkelerini hedef aldı. Pinochet Şilisi’nden sonra 1980’de kervana katılmaya zorlanan Türkiye de erken örneklerden biriydi. 1979/80’de İngiltere ve ABD’de uygulanmasıysa, hegemonik sermayenin başı çekme projesi olarak farklı bir anlam taşımaktaydı.

Sistemin bundan çeyrek yüzyıl sonra derin 2008/2009 kriziyle ve onu takiben yeniden “korumacılık” tartışmalarıyla sarsılması, yeni bir ideolojik kapışmayı da beraberinde getirecektir. 2009’da IMF Başkanı Strauss-Kahn, “korumacılığın geri dönüşünden çekindiğini” söylerken, o sırada Fransa Maliye-Ekonomi-Sanayi Bakanı olan Christine Lagarde (ki izleyen IMF Başkanı ve şimdinin AMB başkanıdır), “Güncel durum iki risk taşıyor: Sosyal çalkantılar ve korumacılık” tespitini yapabiliyordu. “Korumacılık tehdidi”nin bu denli yaygarasının yapılması aslında anlamlı da değildi. Bir kere korumacılık hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmış değildi ki geri gelsin! (Frédéric Lordon, “La ‘menace protectionniste’, ce concept vide de sens”, Le protectionnisme et ses ennemis, içinde, 2012, s.12-13). İkincisi, Fransa’da “ekonomik yurtseverlik” kavramının kullanımını 2008 krizinin epey öncesine gitmekteydi; birçok ülkede (AB ülkeleri arasında bile) stratejik sektörlerin tamamen yabancıların eline geçmesine karşı koruyucu düzenekler çalışmaktaydı.

Üçüncüsü, “rekabetin çarpıtılması” kaygısı üzerinden “anti-korumacılık” önlemlerinin geliştirilmesine kafa yoran AB Komisyonu da, gene Lordon’a göre (s. 14-17), AB üyeleri arasında “değişimi başlangıçtan itibaren eşitsiz kılan tüm yapısal korumaları görmezden geliyordu”. Gerçekten de AB ülkelerinde çok farklı ücret, sosyal sigorta, sosyal koruma rejimleri uygulanmakta, çevre koruyucu yaptırımlar çok faklı düzeylerde olabilmekte, vs., hatta vergi oranlarında bile uyum sağlanamamış bulunmaktaydı ve bunlar, serbest değişimi zaten çarpıtabilmekteydi.

Fakat 2016 sonrasında yeni-korumacı davranışlar beklenmeyen bir yerden, Trump ABD’sinden gelecekti. Gene ilginç bir yerden bu defa Çin üzerinden, korumacılık-karşıtı veya serbest değişimci radikal çıkışlar sahneye çıkacaktı. Ama bakmayın Çin’in son yıllarda uluslararası ekonomik ilişkilerde serbest değişimin sözcülüğünü yapıyor olmasına; Çin bunu kendi dış pazarlarını geliştirmek adına yapıyor; kendi iç pazarını çeşitli dolaylı yöntemlerle korumayı da ihmal etmeksizin...

Şunlar elbette hep hatırlanmak zorundadır: Hiçbir ileri kapitalist ülke, sanayileşme sürecini korumacılık yapmadan başarabilmiş değildir. Korumacılık olmadan ne sanayileşme ne kalkınma olabilirdi; bunlar olmadan da bağımsızlık olmazdı. Bağımsızlığın salt askeri güçle kazanılabilecek bir düzey olmadığını bugünkü AKP Türkiyesi’nden daha iyi anlatan bir örnek de bulunamaz esasen.

ÇEVRE ÜLKELERİNİN FARKI NE?

Gelişmiş kapitalist ülkelerde (GÜ) emekçilerin sendikal ve siyasi örgütleri, mücadele hedeflerini daha çok küreselleşmenin anti-sosyal dayatmalarına karşı çıkmakla sınırlandırdılar. Kapitalist devletin özelleştirme faaliyetlerini, kamu iktisadi girişimciliğinden çekilmesini, hatta kollektif tüketime yönelik faaliyetlerinden çekilmesini veya özele devretmesini düşük düzeyli tepkilerle karşıladılar, taleplerini iş güvencesini korumaya indirgediler. Bunun, bu ülkelerde dahi solun güç kaybının önemli nedenlerinden olduğunu biliyoruz. Ama bizim gibi çevre ülkelerinde, sınai altyapının tahrip edilmesine, kamunun üretimden ve toplumsal harcama alanlarından çekilmesine emekçilerin bu denli yetersiz mücadelelerle karşılık vermesinin çok daha vahim sonuçlar doğuracağını kabul etmek gerekir. (Burada şu makalemizden de yararlanıyoruz: “Devleti yeniden biçimlendirme çabaları ve sendikal tavır”, Türk-İş Yıllığı 1999, C.2, s.13-28).

Devletin küçültülerek yeniden yapılandırılması meselesi (ki GÜ’lerde bunun tersi sonuçlar verecektir), Türkiye gibi devletin boyutlarının zaten GÜ’lerdekinden daha küçük olduğu ülkelerde, iki farklı sonuç daha doğurur. Birincisi bu devletler, “düşük regülasyon maliyetli devletler”dir; başka deyişle, sermayeden talep edilen kamu finansmanı bedeli daha düşük olduğu gibi topluma sunulan kamu hizmetleri de daha yetersizdir. Bu da, hem emekçiler üzerindeki vergi baskısının inanılmaz artışına hem de emekçilere yapılan ücret dışı sosyal transferlerin düşük tutulmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin düşük standartlı olmasına ve giderek piyasalaştırılmasına yol açar.

İkincisi, konuyu KİT’lerle sınırlandırarak ele alırsak, çevre ülkelerinde devletin doğrudan iktisadi girişimcilik alanından çekilmesi, sahip olunan göreli bağımsızlık alanının da aşındırılması anlamına gelecektir. Bu ülkelerde KİT’ler, ulusötesi tekellerin basınçlarına karşı direnebilecek cesamete en fazla sahip olan ve stratejik alanlarda kümelenmiş olmaları bakımından bunu daha da başarıyla gerçekleştirebilecek olanlardır. Tam da bu nedenle, emperyalizmin ve onun Truva atlarının en fazla hedefe koydukları, çevre ülkelerdeki KİT’lerdir. Hatta AB’nin güçlü ülkeleri, kendi çevre ülkelerini özelleştirmelerle talan ederken gene aynı perspektifle hareket etmişlerdir. Gene tam da bu nedenle AKP dönemi Türkiye’si, görülmemiş hızda ve kapsamda gerçekleştirdiği özelleştirmelerle uzun süre ABD ve AB’nin gözdesi olabilmiştir.

TÜRKİYE’DE BAĞIMSIZLIK KAYIPLARI

Türkiye iktisat tarihinin 1930’lardaki özgün sanayileşme ve kalkınma modelinin, izleyen on yıllara sarkan ve 1970’ler de dahil olmak üzere giderek genişleyen yansıması, gelişkin bir KİT sektörünün oluşma süreciydi. Bugünkü AKP zihniyeti özellikle erken Cumhuriyet dönemini istisna parantezine alırken aslında çok da haksız sayılmaz: Bu dönem, neredeyse iki yüzyıldır ilk kez, iç dinamiklerin ülkenin geleceğini/kaderini belirleyecek bir yaratıcı özgünlüğe sahip olması bakımından ayırdedilebilir. (Bu dönem için bkz. Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Üni., 2011; Serdar Şahinkaya, Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi, Telgrafhane, 2019).

1945’ten itibaren bu belirleyicilik dış dinamikler lehine yer değiştirmeye başlayacaktır. Demokrat Parti, AKP’yi aratmayacak hızda, tüm döviz ve altın rezervlerini üç yılda tüketecek ve sekizinci yılında mali iflasını (moratoryum) ilan edecektir. 1961-79 arasında planlı kalkınmaya yeniden geçiş döneminde, iç ve dış dinamikler belirli ölçülerde dengelenmektedir. 1980 sonrasını ise dış güçlerin güdümündeki 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül rejimi belirleyecektir. 1980 sonrasındaki küreselleşme girdabının çekim gücüne kapılan yerel burjuvazinin de, zaten kendi dönemsel çıkarlarını korumak dışında hiçbir zaman tam angaje olmadığı korumacı politikalardan kolayca vazgeçmesi 1980’ler Türkiye’sinde erkenden sınanmış olacaktır.

Bağımsızlık kayıpları, izleyen dönemlerin de kanıksanan bir özelliği olacaktır. Ekonomi üst bürokrasisinin ve “siyaset sınıfının”, çevre ekonomilerde olduğu gibi Türkiye’de de 1990’lardan itibaren iyice uluslarüstü düzenleme kuruluşlarının, uluslarüstü sermaye aklının veya “uluslarüstü sermaye sınıfının” (Hayri Kozanoğlu, Küreselleşme Heyulası, İthaki, 2003, s.168-81) denetimine girmesi sağlanacaktır. 7. ve 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı deneyimleri (1996-2005) bunun, hâlâ gereği varsa, nihai kanıtlarıdır. Her zaman örtük bir göreli bağımsızlık hedefi olabilen planlı kalkınma stratejilerinin ülke perspektifinden kolayca silinmesinden sonra, 1998-2008 döneminde uygulanan IMF programları, tam bir siyasi teslimiyetçilik altyapısını da oluşturarak, istediği yapısal düzenlemeleri kolayca gerçekleştirecektir. (1945-2009 dönemi için bkz. Oktar Türel, Küresel Tarihçe, 1945-79 ile Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009, Yordam, 2017 ve 2021).

SOSYALİSTLERİN MÜCADELESİ ESASTIR

Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972’de son sözlerini söylerken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Kahrolsun emperyalizm” vurgusunu öne çıkarmıştı. Ne kadar haklı olduğunu anlamak uzun sürmeyecekti; 8 yıl sonra ABD güdümündeki 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin bağımsızlığına -izleri bugün bile süren- kalıcı darbeler indirecekti. Evren-Özal iktidarları, Türkiye’nin o zamana kadar gördüğü en bağımlı iktidar tipini oluşturacaklardı. Bu uğursuz şampiyonluğu devralarak aşabilen ise 19 yıldır Türkiye’yi yöneten tarikatlar koalisyonu olacaktı. O kadar ki, bu koalisyonun içinden çıkan gene ABD güdümündeki hain bir hareket, TBMM’yi bombalama cüretine kadar işi vardıracaktı. Kurtuluş Savaşı’nda bile Büyük Millet Meclisi böyle bir tehdit altında kalmamıştı.

1970’lerin başında devrimci gençliğin antiemperyalist mücadelesi öne çıkmakla birlikte, sosyalizm mücadelesini de içermekteydi. Nitekim Deniz’in son sözlerinde “Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!” haykırışı, hedefin tam bağımsızlıkla sınırlanamayacağı veya sosyalizm kurulmadan bağımsızlık hedefine de zaten ulaşılamayacağı imasını taşımaktaydı.

Bugün içinde bulunduğumuz toplu durum, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinin birlikte yürütülmesi zorunluluğunu gene adeta haykırmaktadır. Başka açıdan, bugün Türkiye’de bağımsızlık mücadelesini hakkıyla verebilecek siyasi oluşumlar, sosyalist hareketlerdir. NATO’dan çıkılmasını, askeri üslerin lağvedilmesini, ülkenin ve bölgenin barışa ve huzura kavuşmasını sağlayacak adımlar atılmasını; ekonomik bağımsızlığın ve gıda egemenliğinin yeniden kazanılmasını ancak ve ancak sosyalistlerin mücadeleleri belirleyebilecektir.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

ABD İran ile neden uzlaşma eğilimi gösteriyor? - Erhan Nalçacı / SOL

Şimdi ne oldu, yoksa liberallerin Biden hakkında söyledikleri doğru muydu? Yoksa Biden, ABD tekellerinin bir araççığı değil de ilkeleri olan gerçek bir 'demokrat' mıydı? 


ABD ile İran arasında nükleer anlaşma ile ilgili görüşmelerde bir uzlaşma eğilimi belirdi. Viyana’da halen süren görüşmelerde ABD ile İran heyetinin bir araya geldiği sanılmasın. Görüşme İran ile önceki anlaşmanın tarafları olan Fransa, İngiltere, Rusya, Çin ve Almanya tarafından yürütülüyor. ABD heyeti yandaki otelde kalıyor(!) ve mekik diplomasisi aracılığı ile görüşmeler ağır aksak ilerliyor. 

2015’te ABD’nin de içinde olduğu heyet uzun bir baskı ve restleşme dönemi sonrası İran ile anlaşmayı imzalamıştı. Anlaşmanın esas amacı, İran’ın nükleer enerjiden yararlanması ama nükleer silah üretmesinin engelleyecek önlemlerin alınmasıydı. Anlaşmanın bu yazıya sığmayacak birçok maddesi var ama en önemlisi uranyumun zenginleştirilmesinin %3,67’yi geçmemesiydi. Nükleer silah için uranyumun %90 civarında zenginleştirilmesi gerekiyor.

Bu tipik bir emperyalist barış anlaşmasıydı. Batı sermayesi yaptırımların kaldırılmasından sonra İran pazarına girebilecek, İsrail’in güvenliği sağlanacak, İran’ın uluslararası pazara erişim mümkün olacaktı.

İran nükleer araştırma tesisleri

Yeşil olanlar uranyum madenlerini, atom işaretleri uranyum zenginleştirme tesislerini (Natanz bunların başında geliyor), kırmızılar uranyum işleme tesislerini, sarılar ise araştırma reaktörlerini gösteriyor.















Ancak Trump 2017’de yönetime gelir gelmez tek taraflı olarak anlaşmadan çekildi. Tekrar çok ağır bir ambargo uygulamaya başladılar. İran ekonomik olarak kıstırıldı ve muhtemelen iç çelişkiler kışkırtıldı, buradan bir kaos üretilmeye çalışıldı. Öyle oldu ki pandeminin en ağır koşularında ilaç ve solunum cihazı gibi insani gereksinimler için bile ambargo gevşetilmedi.

İran diğer ülkeleri sıkıştırmak için uranyumu zenginleştirme işlemlerine yeniden başladı ve söylendiğine göre %60’a kadar ulaştı. Buna karşılık İsrail’in suikast ve sabotajları ile karşılaştı. En son Natanz kentindeki Uranyum Zenginleştirme Tesisine bir siber sabotaj yapıldı.

İşte şimdi bu koşullarda Biden yönetimi tekrar bir anlaşma olanağı arıyor ve bazı iyi niyet gösterileri yapıyor. Örneğin, İran’ın haydutça bloke edilmiş 7 milyar dolarının parça parça ve koşullu olarak serbest bırakılması söz konusu.

Şimdi ne oldu, yoksa liberallerin Biden hakkında söyledikleri doğru muydu?

Yoksa Biden, ABD tekellerinin bir araççığı değil de ilkeleri olan gerçek bir “demokrat” mıydı?

Bu yüzden kısa yazının izin verdiği kadar sürece bakalım. İran’ın nükleer programı etrafında gerilim ekseni hep değişti ve birbirine eklemlendi.

1953’te ABD yanlısı bir darbe ile iktidara gelen Şah döneminde ilk kez İran’ın nükleer programı başlatıldı. Bu şekilde Sovyetler Birliği etrafında nükleer yetenekleri olan bir çember örmeye çalışıyorlardı. 1979’daki İran Devrimine kadar nükleer araştırma reaktörleri kuruldu, uranyum zenginleştirme programı işledi.

İran Devriminden sonra ise eksen değişti, bu kez İsrail’in güvenliği ve emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarları söz konusuydu ve programdan destek çekildi.

İran-Irak savaşı esnasında Mollalar işçi sınıfını bastırarak İran sermayesinin temsiliyetini ele geçirdiler. Açıkça hiçbir zaman telaffuz edilmedi ama İsrail’in nükleer silahları varken durumu eşitlemek için nükleer silah sahibi olmayı arzulamış olmalılar. Bu nedenle sürekli baskı ve düşmanca bir kuşatma altında kaldı İran.

Ancak 2008 çöküşü sonrasında eksen tekrar değişti. Çin Rusya’nın da müttefikliği ile ABD hegemonyasına açıkça karşı çıkmaya ve kendi stratejisi ile davranmaya başladı.

Çin için İran kısa bir sürede çok stratejik bir ülke haline geldi. Çin’in dev petrol ihtiyacına karşın Batı emperyalizmi tarafından itilen bu ülke dünya petrolünün %10’una, doğal gazının %20’sine sahipti. Ayrıca Yeni İpek Yolunun tam üzerinde kalıyordu.

Yeni İpek Yolu içinde İran’ın kritik yeri görülüyor.  Haritada gözükmemekle birlikte İran’ın Basra Körfezindeki ve Hint okyanusundaki limanlarının da stratejik önemine değinmek gerekir.














2015 Anlaşması muhtemelen İran’ın tamamen Çin yörüngesine girmemesi için yapılmıştı.

Trump’ın züccaciye dükkânına girmiş fil gibi davranması ile İran’ın çok daha fazla Çin ve Rusya’ya yanaştığı görüldü.

27 Mart’ta Çin ve İran arasında 25 yıllık ortak strateji anlaşması imzalandı. İçeriği içeriye, dışarıya açıklanmayan bu anlaşma sonucunda Çin’in 400 milyar dolarlık yatırım yapacağı söylentisi çıkmıştı. Yirmi beş yıl düşünülürse çok da abartılı bir rakam olmadığı söylenebilir.

Anlaşmanın içeriği bilinmemekle birlikte, İran’ın petrokimya tesislerinin modernizasyonu, Yeni İpek yoluna dâhil olan gelişkin demiryolu ulaşımı ve limanlar, serbest ticaret bölgelerinin kuruluşu, ortak silah üretiminin planlanmasını içerdiği tahmin ediliyor. Hatta askeri üsler ve Çin’in İran’da asker bulundurmasının söz konusu olduğu söyleniyor. İran’ın içinden de “Ülkeyi Çin’e bağımlı hale getirdiniz” eleştirisi yükseliyor.

İşte bu koşullarda Biden ekibi uzlaşma masasına dönmüş gözüküyor. Neyse ki liberaller haklı çıkmadılar.

Bir de özlemle beklediğimiz bağımsız sınıf tavrı İran’da kendini gösterse İran yazıları daha zevkli hale gelecek.

Erhan Nalçacı / SOL

Neo-Osmanlı’nın türbe önü cenkleri - Orhan Gökdemir / SOL

 

Türbe önü cenklerinin esası yıkılmış bir cumhuriyetin üstünde tepişmeden ibarettir. Savaşanların dini var gibi görünse de imanı yoktur.

Neo-Osmanlıcılık, Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun dini, kültürel ve politik mirasını sahiplenmesi gerektiğini savunan emperyalist bir ideoloji. Ancak hamdır, ideolojiden çok bir proje görünümünde olması hamlığındandır. ABD hazırladı, bizdeki sağcı-islamcı unsurlar gönüllü olarak yürütücülüğünü üstlendi, Turgut Özal ile başladı, Tayyip Erdoğan ile devam etti. Pratisyeni Ahmet Davutoğlu’dur, kıt kaynaklarla hayata geçirmeye çalıştı. Sonucu kan ve gözyaşıdır. 

Ancak ideolojik yanı, askeri operasyonları kadar belirgin değil. İlk atakları Süleyman Şah Türbesini sınıra kaçırma ile son buldu. O sırada türbe ile ilgili bilgilerin bulanıklığı da ortaya çıktı. Türbede yatan fani inanıldığı gibi Süleyman Şah olmayabilirdi. Ancak önemli olan içinde yatan değil, türbedir. Marmaris'in Turgut köyünde halkın yıllardır dua ettiği "Çağ Baba" türbesinin gerçekte M.Ö. ikinci yüzyılda yaşamış gladyatör Diagoras ve karısı Aristomakha için yapılan piramit mezar olduğu ortaya çıkmıştı hatırlayacaksınız. Türbeler içinde yatanlardan bağımsız olarak işlev üstlenirler. İçindekini kim saymaya niyet ettiğimiz önemlidir. Definden sonra yapıldıklarını unutuyoruz, türbelerini, varlıklarına bir kanıt sayıyoruz. Bir de belli ki türbeyi İslami sayıyoruz. Halbuki IŞİD pagan sayıp yıkıyor, “meal”de farklılıklar var.

Bütün bunlar Neo-Osmanlıcılık ideolojisinin handikaplarıdır. Handikap türbelerin önemini bir kez daha ortaya çıkarıyor. İdeolojik formasyon için daha çok türbeye ihtiyaç var. Kutsal türbeler arıyoruz, buluyoruz. Bulamazsak icat ediyoruz. Süleyman Şah o icatlardandır. Gülbahar Hatun türbesi sonuncudur. Fütuhattan önce türbe dolaşma şartı var. Türbe önü cenklerindeyiz.

***

Arada portre savaşları var. Türbe savaşlarına giden yolda önemli birer duraktır. Portre savaşlarını Konstantiniye Şehremini Ekrem İmamoğlu başlattı. Ordusu yoktur, fethe çıkamamaktadır. O da çareyi müzayedeye çıkmakta bulmuştur. Özel bir koleksiyonda bulunan Fatih Mehmet'in portresi, geçen yılın Haziran’ında açık arttırmaya çıkarıldı. Tablo İmamoğlu'nun talimatıyla 7 milyon 923 bin liraya satın alındı. Sonra adını bilmediğimiz bir zengin kişi İngiltere’de müzayededen aldığı Kanuni Süleyman tablosunu İBB’ye bağışladı. Neo-Osmanlı portre savaşlarıdır. 

Yalnız İmamoğlu’nun tarih merakına veya koleksiyon bilgisine vakıf değiliz. Vakıf olduğumuz ülkenin en zengin ailesine çok yakın olduğudur. Ailenin prenslerinden biri “Osmanlı koleksiyoneri” olarak ün yaptı. İmamoğlu başkan seçilince ailenin eski CEO’larını işe aldı, müzayede seferlerinde küçük yardımlar aldığını tahmin edebiliriz. Her neyse, Mehmet ve Süleyman portreleri İmamoğlu’nun AKP’ye fırlattığı iki top güllesidir. 

Savaşsa karşı atak da olur. Geçen yılın Aralık ayında “ihbarlar üzerine” İstanbul Valiliği, Büyükşehir Belediyesi'ne yazı gönderdi. Yazıda Bellini tablosunun sahte olup olmadığının incelenmesi isteniyordu. İmamoğlu, "Bellini atölyesine ait olan Fatih Sultan Han'ın tablosuyla ilgili, 'sahte' diye bir soruşturma düzeni başlatılmış. Bizden cevaplar isteniyor. Bu, kıskanılacak bir şey değil” diye yakınıyordu. Halbuki mesele kıskançlık değil Osmanlı mirasına sahip çıkma meselesidir. 

Çok hoş, “ihbarları” yapanın “İstanbul Suriçi Derneği” olduğu anlaşıldı. İhbar için çok sembolik bir dernek seçilmişti anlayacağınız. Şehr-i İstanbul, sur içi, İmamoğlu’na karşı savunuluyordu. Derneğin başkanlarından Nedim Abi, AKP’den milletvekili aday adayı olmuş ancak neden bilinmez, uygun görülmemişti. Abi, sivil toplum kuruluşlarının AKP’nin iktidara gelmesiyle yeniden doğduğunu inanıyordu. Akit Gazetesinin haberine göre bu önemli derneğin en önemli etkinliği kahvaltılı toplantılar yapmaktı. Toplantılara katılanlar arasında Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan, Emine Erdoğan, Korkut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, İdris Güllüce, Mehmet Görmez gibi önemli şahsiyetler vardı. Hep birlikte Fatih Mehmet’i Ekrem İmamoğlu’nun şerrinden korumaya çalışıyorlardı.

***

Ancak “ihbarlarla” karşıdan gelen Neo-Osmanlıcı atakları savuşturmak mümkün olmadı. Ekrem İmamoğlu’na Fatih Sultan Mehmet’in eşi Gülbahar Hatun’un türbesinde “elleri arkasına bağlı bir şekilde gezinmek suretiyle saygısızlık yaptığı” iddiasıyla soruşturma açılmasının esbab-ı mucibesi de budur. Portre savaşlarından türbe savaşlarına böylece ulaşmış oluyoruz. 

Görev hep “Suriçi Derneği”ne verilecek değil ya, bu kez Tokatspor Başkanını buldular. CİMER’e şikâyet ettirdiler. Şikâyet savcıya ulaştı, “ceza yasamızda türbeye saygısızlık diye bir suç yok ne yapsak” diye tereddüt etmedi, soruşturma açtı. 
Şikayetçi Tokatspor başkanı ama aslında birkaç yıllık Tokatlı. Tokat'la ilişkisi burada “Beykent Okulları”nın bir şubesini açmaktan ibaret. Girişimci anlayacağınız. Tokatspor’un borçlarını üstlenerek kulübü dernek statüsünden çıkarıp anonim şirkete dönüştürmüş. Küme atlatma sözü vermesine rağmen kulüp küme düşmüş ama olsun. O da son çare Bilal Erdoğan’ı ziyaret edip forma hediye etmiş. Fotoğraf çektirmiş şehzadeyle, o fotoğrafları paylaşarak güç devşirmiş. Öğretmenleri ve velileri dolandırdığı yönünde de iddialar var gerçi. Bu arada bütün hikâyenin yalan olma ihtimali var. AKP’li olmanın fıtratındandır.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İmamoğlu'na başlatılan “eli arkada türbe gezme” incelemesi için "Bu görüntüleri gördükten sonra ben de saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Bana göre suçtur. Böyle bir görüntü olamaz" diyor. Padişahımız efendimiz cevaz vermemiş olmalı, "ben buna soruşturma izni vermem" diye ekliyor. İmamoğlu da kellesi de ucuz kurtulmuştur!

***

Gelelim türbesi kutsal ilan edilen Gülbahar Hatun’a… Hatunun belgelere resmi eş olarak geçmesinin nedeni II. Bayezid’i doğurmuş olması. Padişahın öldürmeyip, başka bir ilde ikamet etmesine karar verdiği şehzadeye bir küçük saray dolusu hizmetçi ile birlikte onlarca genç kız ve kadın verilirdi. Bu kız ve kadınların ya tutsak olarak elde edilmiş ya da para ile satın alınmış yabancı soylu olmaları Osmanlı Saray geleneğiydi. Bunlara “cariye, odalık ya da gözde” deniliyordu. Resmi eş değillerdir, her biri birer köle metrestir. Gülbahar Hatun kod adıyla bildiğimiz Kornelya o kölelerden biriydi. Mehmet’in ilk karısıydı ve Rum Zağanos Paşa’nın kızıydı. Sultan II. Murat, Rum Zağanos’un kızını oğlu Mehmet’e karı olarak almıştı. Mehmet’in kız kardeşi Hatice Sultan’ı da Rum Zağanos’a karı olarak vererek dönemin ruhuna uygun bir akrabalık ilişkisi kurmuştu. Mehmet’in annesi de Sırp Prensi Despina’ydı. Etrafta bu kadar Hıristiyan olunca Fatih Mehmet’in de Hıristiyan olduğu dedikodusu yayıldı. Gerçekten öyle mi, bilemiyoruz. Ama dinlere yaklaşımının bugünkü varislerinden çok farklı olduğunu biliyoruz.

Fatih Mehmet 1481 yılında henüz 51 yaşındayken öldü. Ardında Kornelya’dan doğan Bayezid’le, Trabzon İmparatoru Davit Momnen’in kızı Anna’dan doğan Cem adındaki oğullarını ve adı kayda düşmeye gerek duyulmayan iki kız bıraktı. Sanırım bunlar kayıtlara geçenlerdi. Tahtını Cem’e bırakmak istediği yönünde işaretler var ama talih kuşu Bayezid’in omuzlarına konmuştu. Bayezid, babasından nefret ediyordu, büyük olasılık ölümünde de payı vardı. Türbenin gerçeğidir…

Gülbahar Hatun’un kocası çürümüş, kokuşmuş Bizans düzenine son vermiş, yepyeni bir saltanat için yolu açmıştı. Ancak tuhaf bir biçimde kendi sarayı da kokuşuyordu. Yağmaya, işgale dayalı bir düzen çıkmıştı ortaya. Saltanatı ayakta tutmak, kadın, oğlan ve içki tutkularını tatmin etmek için kesintisiz bir savaşı sürdürmek gerekiyordu. Fethedilen topraklardaki her değerli şey Osmanlı sarayına taşınıyordu. Buna o topraklardaki yakışıklı genç oğlanlar ve güzel kızlar da dahildi. Esas olan saltanatı korumaktı. Din, kültür, öteki aidiyetler, her şey bundan sonra geliyordu.

Haliyle Fatih Mehmet’in de pek çok kişiliği vardı. Osmanlı, İran, İslam ve Roma hükümdarlık geleneklerini kendine göre sentezlemişti. Hıristiyanlığa özel bir ilgisi vardı. Doğan Avcıoğlu’nun yakında yayımlanan Osmanlı notlarına göre Hıristiyanlık ile İslamlık arasında esaslı bir fark olmadığına, bu iki dini birleştirerek bütün milletleri idaresinde toplayacağına inanıyordu. Floransalı, Cenevizli danışmanları vardı, Galata’da Floransalılara şenlik yaptırır ve zengin Carlo Martelli’nin evinde yiyip, içip eğlenirdi. Bellini’nin portresini yapması o dönemlerine denk geliyor. Yenilikleri seviyordu, açık görüşlüydü. Pek çok temel kaynağı çevirtti, bir dünya haritası yaptırdı. Pek çok dile vakıftı, Akropolis’i ziyaret edecek kadar meraklıydı.

Yalçın Küçük’e göre hızla ilerlemesinde rastlantıların, tabii özellikle vebanın rolü büyüktür. Bütün dinlerin gevşediği bir dönemde yaşadı. Veba Hıristiyan inancını erozyona uğratmıştı. Anadolu çoktan beri uçlardan esen hoşgörü rüzgarlarının etkisi altındaydı. Bedreddini isyan hareketi pek çok inançtan insanı bayrağı altında toplamayı başarmıştı. Dinleri her zaman ciddiye alamayız. Bazen gevşerler ve sınırları belirsizleşir. Hoşgörü ve geçiş dönemleridir. Öyle olsa bile tarihte üstlendiği rol önemlidir. Abartmıyoruz ve küçümsemiyoruz. Ama sonuçta bir Osmanlı Padişahıdır, sınırları burada biter. Tarihe saygı gösterme gereği var ama türbeleri saygıdeğer değildir.

Diyeceğim, Fatih Mehmet bir Rönesans hükümdarı değildir ama AKP’nin hayallerine sığması da imkansızdır. 

*** 

ABD’nin ülkeye biçtiği oyunda baş rolü kapmak için yapılan bir kayıkçı kavgasının zoraki tanıklarıyız. Bununla birlikte türbe ve portre savaşını İslami sayamayız. İkisi de bu dinin temel kurallarına aykırıdır. 

Türbe önü cenklerinin esası yıkılmış bir cumhuriyetin üstünde tepişmeden ibarettir. Savaşanların dini var gibi görünse de imanı yoktur.

Orhan Gökdemir / SOL