Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972’de son sözlerini söylerken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Kahrolsun emperyalizm” vurgusunu öne çıkarmıştı. Ne kadar haklı olduğunu anlamak uzun sürmeyecekti; 8 yıl sonra ABD güdümündeki 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin bağımsızlığına -izleri bugün bile süren- kalıcı darbeler indirecekti. Evren-Özal iktidarları, Türkiye’nin o zamana kadar gördüğü en bağımlı iktidar tipini oluşturacaklardı.
Bağımsızlık denilince akla gelen ilk iki konu, siyasi ve iktisadi bağımsızlıktır. Bunların birbirinin tamamlayıcısı olduğu genellikle geniş kitlelerin bilincine yansımıştır. Ama ayrıntılara girmeye kalkılınca zihinler karışır. Son model kişiselleştirilmiş teknolojiye (mobil telefon, notebook, bilgisayar, televizyon, otomobil vb.) ulaşanlar, ancak bu teknolojilerin üretilmesinde söz sahibi olunduğunda bağımsızlığın gerçek anlamda kazanılabileceğini idrak etme aşamasına kolayca varamazlar. Ekonomik güce (kişi veya ülke düzeyinde) sahip olunduğu her durumda teknolojiye ulaşılabileceğini düşünme kolaycılığına kapılabilirler. Oysa nihai ürüne içkin olan teknolojik temel, piyasada serbestçe alınır satılır bir mal değildir. Bağımsızlığın iktisadi temeli, bilim ve teknoloji üretebilme kapasitesinden ayrı düşünülemez.
Bugünlerde pandemik krizin bir kez daha kafalara çaktığı bir konu da, aşıda ve ilaçta üretici ülke olamadan -üstelik önlem alma kapasitesini de geliştirememişken- küresel salgınlardan korunma olanaklarınız sınırlı veya tamamen dışa bağımlı olacaktır. Aynı süreçte, tarımsal ürünlerde kendine yeterlilik düzeyinin yükselmesinin, gıda egemenliğine sahip olunmasının kritik önemi de görülmüştür.
Yeterince geniş bir iç pazara sahip olmakla birlikte sanayileşme sürecinde geriden gelen ülkelerin, bağımsızlıklarını kazanmaları daha uzun ve kararlı bir mücadeleyi gerektirir. Ciddi bir kalkınma planlaması anlayışına sahip olmadan, varsa ithalat bağımlılığından kurtulmadan, bağımsızlığın kazanılması ve korunması mümkün olmayacaktır.
PEKİ, YA ULUSÜSTÜ ENTEGRASYONLAR?
AB gibi ulusüstü iktisadi/siyasi entegrasyonların, üye ülkelerin herbiri açısından “bağımsızlık” meselesini gündemden düşürmüş olduğu/olacağı söylenemez mi? Yoksa artık, bu tür üst birlikler içinde yer alan ülkeler açısından “bağımsızlık” geçmişin bir kavramı mıdır?
AB türü üst hegemonik yapılar kuşkusuz siyasi ve iktisadi bağımsızlığı törpüler. Parasal birliğe girmişseniz daha fazla törpüler. Bununla birlikte, Birliğin lokomotif ülkelerini daha az sınırlar; onların ulusal oluşumlarını daha az zayıflatır. “eşitler” arasında eşitsizlik hüküm sürer. Üstelik bu, aralarındaki ekonomik ilişkilere de yansır; örneğin “parasal birlik” Almanya lehine çalışır. Kaldı ki lokomotif ülkeler arasında da AB’nin desantralizasyon yönündeki kararları ve baskıları farklı yansır: Tarihsel olarak federatif yapıda olan Almanya için sorun olmaz ama Fransa’yı olumsuz etkiler. AB’nin ikinci ve üçüncü halka genişlemeleri ise AB içinde büyüyen sömürü ilişkilerinin adeta özeti gibidir. Ama orada dahi, Polonya ve Macaristan gibi otoriter yönetim örneklerinde AB siyasi projesine daha fazla direnç görülür. Her durumda, AB’nin siyasi bütünleşme hedefi bugün artık gerçekleşmesi zor bir ütopyadır. En önemli nedeni, AB’yi oluşturan ülkelerin halklarının ortak talebine dönüşememiş olması ve gözden düşen bu talebin yönetici siyasi sınıflar arasında dahi giderek zayıflamasıdır.
1991’de Maastricht Anlaşması, 1999’da İstikrar ve Büyüme Anlaşması, 2005’te Avrupa Anayasal Anlaşması, 2009’da Lizbon Anlaşması... hepsi de ulus devletlerin istikrar önceliği olmayan kalkınmacı politikalar izlemesini yasaklar. Bu “Ekonomik Anayasa” dayatmaları, finansal sermayenin veya Troyka’nın (AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) direktifleri doğrultusunda, ülke halklarının egemenliğine keyfi bir biçimde (açıkça Kuzey ülkeleri lehine) sınırlar koyar. 2009 krizi ve sonrasındaki ekonomik daralma yıllarında bile sıkı maliye politikaları dayatmaya kalkışmak, tam da bu anlayışın uzantısındadır. (Les Economistes Attérrés, L’Europe Mal-Traitée, 2012).
Bunun AB’nin çevre ekonomileri için, hatta İspanya ve İtalya için ne denli ağır bir boyunduruk oluşturduğu açıktır. AB 10’da (Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri) doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 2009’dan itibaren çöküş yaşaması ve kamu açıklarının GSYH’ya oranının 2010-11’de birçok ülkede Maastricht kriterinin (yüzde -3) iki katını aşması, yaşanılan şokun sadece bir bölümüdür. (Deniz Bingöl, “Orta ve Doğu Avrupa’da Küresel Ekonomik Kriz: Dışa Bağımlı Kalkınma Modellerinin Sorgulanması”, Şenses, Öniş, Bakır (der.) Küresel Kriz ve Yeni Ekonomik Düzen, içinde, İletişim, 2013, s.241-55). Dolayısıyla bağımsızlık konusu AB’nin çevre ekonomileri için dahi güncel bir meseledir.
KORUMACILIK NEDEN HEDEFTE?
Çünkü neoliberalizm denilen kapitalist düzenleme rejiminin, 1980’ler sonrasındaki üçüncü küreselleşme dalgasıyla birlikte dayandığı temel, serbest değişimcilikten başkası değildi. Bu yüzden yaklaşık 30 yıl boyunca neoliberal dayatmalar dünyanın farklı gelişme düzeylerindeki bütün ülkelerini hedef aldı. Pinochet Şilisi’nden sonra 1980’de kervana katılmaya zorlanan Türkiye de erken örneklerden biriydi. 1979/80’de İngiltere ve ABD’de uygulanmasıysa, hegemonik sermayenin başı çekme projesi olarak farklı bir anlam taşımaktaydı.
Sistemin bundan çeyrek yüzyıl sonra derin 2008/2009 kriziyle ve onu takiben yeniden “korumacılık” tartışmalarıyla sarsılması, yeni bir ideolojik kapışmayı da beraberinde getirecektir. 2009’da IMF Başkanı Strauss-Kahn, “korumacılığın geri dönüşünden çekindiğini” söylerken, o sırada Fransa Maliye-Ekonomi-Sanayi Bakanı olan Christine Lagarde (ki izleyen IMF Başkanı ve şimdinin AMB başkanıdır), “Güncel durum iki risk taşıyor: Sosyal çalkantılar ve korumacılık” tespitini yapabiliyordu. “Korumacılık tehdidi”nin bu denli yaygarasının yapılması aslında anlamlı da değildi. Bir kere korumacılık hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmış değildi ki geri gelsin! (Frédéric Lordon, “La ‘menace protectionniste’, ce concept vide de sens”, Le protectionnisme et ses ennemis, içinde, 2012, s.12-13). İkincisi, Fransa’da “ekonomik yurtseverlik” kavramının kullanımını 2008 krizinin epey öncesine gitmekteydi; birçok ülkede (AB ülkeleri arasında bile) stratejik sektörlerin tamamen yabancıların eline geçmesine karşı koruyucu düzenekler çalışmaktaydı.
Üçüncüsü, “rekabetin çarpıtılması” kaygısı üzerinden “anti-korumacılık” önlemlerinin geliştirilmesine kafa yoran AB Komisyonu da, gene Lordon’a göre (s. 14-17), AB üyeleri arasında “değişimi başlangıçtan itibaren eşitsiz kılan tüm yapısal korumaları görmezden geliyordu”. Gerçekten de AB ülkelerinde çok farklı ücret, sosyal sigorta, sosyal koruma rejimleri uygulanmakta, çevre koruyucu yaptırımlar çok faklı düzeylerde olabilmekte, vs., hatta vergi oranlarında bile uyum sağlanamamış bulunmaktaydı ve bunlar, serbest değişimi zaten çarpıtabilmekteydi.
Fakat 2016 sonrasında yeni-korumacı davranışlar beklenmeyen bir yerden, Trump ABD’sinden gelecekti. Gene ilginç bir yerden bu defa Çin üzerinden, korumacılık-karşıtı veya serbest değişimci radikal çıkışlar sahneye çıkacaktı. Ama bakmayın Çin’in son yıllarda uluslararası ekonomik ilişkilerde serbest değişimin sözcülüğünü yapıyor olmasına; Çin bunu kendi dış pazarlarını geliştirmek adına yapıyor; kendi iç pazarını çeşitli dolaylı yöntemlerle korumayı da ihmal etmeksizin...
Şunlar elbette hep hatırlanmak zorundadır: Hiçbir ileri kapitalist ülke, sanayileşme sürecini korumacılık yapmadan başarabilmiş değildir. Korumacılık olmadan ne sanayileşme ne kalkınma olabilirdi; bunlar olmadan da bağımsızlık olmazdı. Bağımsızlığın salt askeri güçle kazanılabilecek bir düzey olmadığını bugünkü AKP Türkiyesi’nden daha iyi anlatan bir örnek de bulunamaz esasen.
ÇEVRE ÜLKELERİNİN FARKI NE?
Gelişmiş kapitalist ülkelerde (GÜ) emekçilerin sendikal ve siyasi örgütleri, mücadele hedeflerini daha çok küreselleşmenin anti-sosyal dayatmalarına karşı çıkmakla sınırlandırdılar. Kapitalist devletin özelleştirme faaliyetlerini, kamu iktisadi girişimciliğinden çekilmesini, hatta kollektif tüketime yönelik faaliyetlerinden çekilmesini veya özele devretmesini düşük düzeyli tepkilerle karşıladılar, taleplerini iş güvencesini korumaya indirgediler. Bunun, bu ülkelerde dahi solun güç kaybının önemli nedenlerinden olduğunu biliyoruz. Ama bizim gibi çevre ülkelerinde, sınai altyapının tahrip edilmesine, kamunun üretimden ve toplumsal harcama alanlarından çekilmesine emekçilerin bu denli yetersiz mücadelelerle karşılık vermesinin çok daha vahim sonuçlar doğuracağını kabul etmek gerekir. (Burada şu makalemizden de yararlanıyoruz: “Devleti yeniden biçimlendirme çabaları ve sendikal tavır”, Türk-İş Yıllığı 1999, C.2, s.13-28).
Devletin küçültülerek yeniden yapılandırılması meselesi (ki GÜ’lerde bunun tersi sonuçlar verecektir), Türkiye gibi devletin boyutlarının zaten GÜ’lerdekinden daha küçük olduğu ülkelerde, iki farklı sonuç daha doğurur. Birincisi bu devletler, “düşük regülasyon maliyetli devletler”dir; başka deyişle, sermayeden talep edilen kamu finansmanı bedeli daha düşük olduğu gibi topluma sunulan kamu hizmetleri de daha yetersizdir. Bu da, hem emekçiler üzerindeki vergi baskısının inanılmaz artışına hem de emekçilere yapılan ücret dışı sosyal transferlerin düşük tutulmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin düşük standartlı olmasına ve giderek piyasalaştırılmasına yol açar.
İkincisi, konuyu KİT’lerle sınırlandırarak ele alırsak, çevre ülkelerinde devletin doğrudan iktisadi girişimcilik alanından çekilmesi, sahip olunan göreli bağımsızlık alanının da aşındırılması anlamına gelecektir. Bu ülkelerde KİT’ler, ulusötesi tekellerin basınçlarına karşı direnebilecek cesamete en fazla sahip olan ve stratejik alanlarda kümelenmiş olmaları bakımından bunu daha da başarıyla gerçekleştirebilecek olanlardır. Tam da bu nedenle, emperyalizmin ve onun Truva atlarının en fazla hedefe koydukları, çevre ülkelerdeki KİT’lerdir. Hatta AB’nin güçlü ülkeleri, kendi çevre ülkelerini özelleştirmelerle talan ederken gene aynı perspektifle hareket etmişlerdir. Gene tam da bu nedenle AKP dönemi Türkiye’si, görülmemiş hızda ve kapsamda gerçekleştirdiği özelleştirmelerle uzun süre ABD ve AB’nin gözdesi olabilmiştir.
TÜRKİYE’DE BAĞIMSIZLIK KAYIPLARI
Türkiye iktisat tarihinin 1930’lardaki özgün sanayileşme ve kalkınma modelinin, izleyen on yıllara sarkan ve 1970’ler de dahil olmak üzere giderek genişleyen yansıması, gelişkin bir KİT sektörünün oluşma süreciydi. Bugünkü AKP zihniyeti özellikle erken Cumhuriyet dönemini istisna parantezine alırken aslında çok da haksız sayılmaz: Bu dönem, neredeyse iki yüzyıldır ilk kez, iç dinamiklerin ülkenin geleceğini/kaderini belirleyecek bir yaratıcı özgünlüğe sahip olması bakımından ayırdedilebilir. (Bu dönem için bkz. Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Üni., 2011; Serdar Şahinkaya, Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi, Telgrafhane, 2019).
1945’ten itibaren bu belirleyicilik dış dinamikler lehine yer değiştirmeye başlayacaktır. Demokrat Parti, AKP’yi aratmayacak hızda, tüm döviz ve altın rezervlerini üç yılda tüketecek ve sekizinci yılında mali iflasını (moratoryum) ilan edecektir. 1961-79 arasında planlı kalkınmaya yeniden geçiş döneminde, iç ve dış dinamikler belirli ölçülerde dengelenmektedir. 1980 sonrasını ise dış güçlerin güdümündeki 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül rejimi belirleyecektir. 1980 sonrasındaki küreselleşme girdabının çekim gücüne kapılan yerel burjuvazinin de, zaten kendi dönemsel çıkarlarını korumak dışında hiçbir zaman tam angaje olmadığı korumacı politikalardan kolayca vazgeçmesi 1980’ler Türkiye’sinde erkenden sınanmış olacaktır.
Bağımsızlık kayıpları, izleyen dönemlerin de kanıksanan bir özelliği olacaktır. Ekonomi üst bürokrasisinin ve “siyaset sınıfının”, çevre ekonomilerde olduğu gibi Türkiye’de de 1990’lardan itibaren iyice uluslarüstü düzenleme kuruluşlarının, uluslarüstü sermaye aklının veya “uluslarüstü sermaye sınıfının” (Hayri Kozanoğlu, Küreselleşme Heyulası, İthaki, 2003, s.168-81) denetimine girmesi sağlanacaktır. 7. ve 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı deneyimleri (1996-2005) bunun, hâlâ gereği varsa, nihai kanıtlarıdır. Her zaman örtük bir göreli bağımsızlık hedefi olabilen planlı kalkınma stratejilerinin ülke perspektifinden kolayca silinmesinden sonra, 1998-2008 döneminde uygulanan IMF programları, tam bir siyasi teslimiyetçilik altyapısını da oluşturarak, istediği yapısal düzenlemeleri kolayca gerçekleştirecektir. (1945-2009 dönemi için bkz. Oktar Türel, Küresel Tarihçe, 1945-79 ile Küresel İktisadi Tarihçe, 1980-2009, Yordam, 2017 ve 2021).
SOSYALİSTLERİN MÜCADELESİ ESASTIR
Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972’de son sözlerini söylerken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Kahrolsun emperyalizm” vurgusunu öne çıkarmıştı. Ne kadar haklı olduğunu anlamak uzun sürmeyecekti; 8 yıl sonra ABD güdümündeki 12 Eylül darbesi, Türkiye’nin bağımsızlığına -izleri bugün bile süren- kalıcı darbeler indirecekti. Evren-Özal iktidarları, Türkiye’nin o zamana kadar gördüğü en bağımlı iktidar tipini oluşturacaklardı. Bu uğursuz şampiyonluğu devralarak aşabilen ise 19 yıldır Türkiye’yi yöneten tarikatlar koalisyonu olacaktı. O kadar ki, bu koalisyonun içinden çıkan gene ABD güdümündeki hain bir hareket, TBMM’yi bombalama cüretine kadar işi vardıracaktı. Kurtuluş Savaşı’nda bile Büyük Millet Meclisi böyle bir tehdit altında kalmamıştı.
1970’lerin başında devrimci gençliğin antiemperyalist mücadelesi öne çıkmakla birlikte, sosyalizm mücadelesini de içermekteydi. Nitekim Deniz’in son sözlerinde “Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!” haykırışı, hedefin tam bağımsızlıkla sınırlanamayacağı veya sosyalizm kurulmadan bağımsızlık hedefine de zaten ulaşılamayacağı imasını taşımaktaydı.
Bugün içinde bulunduğumuz toplu durum, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinin birlikte yürütülmesi zorunluluğunu gene adeta haykırmaktadır. Başka açıdan, bugün Türkiye’de bağımsızlık mücadelesini hakkıyla verebilecek siyasi oluşumlar, sosyalist hareketlerdir. NATO’dan çıkılmasını, askeri üslerin lağvedilmesini, ülkenin ve bölgenin barışa ve huzura kavuşmasını sağlayacak adımlar atılmasını; ekonomik bağımsızlığın ve gıda egemenliğinin yeniden kazanılmasını ancak ve ancak sosyalistlerin mücadeleleri belirleyebilecektir.
Oğuz Oyan / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder