14 Ağustos 2021 Cumartesi

Halk, Suriyeli göçmenler hakkında neler düşünüyor? - YENİÇAĞ

 


'Suriyeli göçmenler' konusu tartışılırken Aksoy Araştırma, şimdiye kadarki en ayrıntılı araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Buna göre, Suriyeli sığınmacılarla ilgili gerekli temasların sağlanıp dönmeleri için koşulların oluşturulmasını isteyenlerin oranı yüzde 58,4 olarak çıktı.

'Suriyeli göçmenler' konusu tartışılırken Aksoy Araştırma, şimdiye kadarki en ayrıntılı araştırmanın sonuçlarını açıkladı. ‘Türkiye Monitörü’ isimli araştırmada, katılımcılara altı farklı soru yöneltildi.

Katılımcılara Cumhurbaşkanı siz olsaydınız, ‘Suriyelilerle ilgili ne yapmayı tercih ederdiniz?’ diye soruldu. Araştırmaya katılanların yüzde 58,4’ü ‘Suriye ile gerekli temasları sağlayıp, dönecek koşulların oluşmasını sağlarım’ yanıtını verirken, yüzde 34,3’ü ‘zorla da olsa ülkesine geri gönderirdim’ seçeneğini tercih etti.


'Yan dairenize Suriyeli bir aile yerleşse bu sizi ne yönde etkiler?’ sorusuna yanıt verenlerin yüzde 58,9 Suriyelilerin yan dairesinde olmasından rahatsız olacağını belirtti.

Katılımcıların yüzde 46,9’u da çocuğunun Suriyeli çocuklarla sıra arkadaşı olmasından rahatsız olabileceği seçeneğini işaretledi.

Araştırmaya katılanlara ‘Çocuğunuzun Suriyeli bir kişi evlenmesi sizi ne yönde etkiler?’ Sorusu yöneltildi. Katılımcıların yüzde 67,7’si bu durumdan rahatsız olacağı seçeneği işaretledi.
‘Evinizde temizlik, tamirat gibi işlerde Suriyeli çalışan olmasını ister misiniz?’ şeklinde yöneltilen soruya katılımcıların yüzde 56,9’u istemem yanıtını verdi.
‘Fabrikanız olsa daha ucuza çalışacak bir Suriyeli çalışan istihdam etmek ister misiniz?’ sorusuna katılanların yüzde 64,1’i istemem yanıtını verdi.
(YENİÇAĞ)




13 Ağustos 2021 Cuma

Afganistan’da kalıcı barışa giden tek yol - Vijay PRASHAD / BİRGÜN


Dış güçler, Afganistan'ı bölgesel emelleri için bir savaş alanı olarak görüyor. Vekalet savaşı veriliyor. Heela Najibullah'ın Ulusal Mutabakat Politikası'nın dikkate alınması çağrısı sadece bir kızın umudu değil. Belki de Afganistan'da barışa giden tek yol budur.

Taliban her geçen gün tüm Afganistan’ı kontrol etmeye daha da yaklaşıyor. Ağustosun ilk haftasında Taliban, Orta Asya’daki Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan eyaletlerinin sınırları boyunca bir yay oluşturan ülkenin kuzey eyaletlerini (Covcan, Kunduz ve Sar-i Pol) süpürdü. Çatışmalar nedeniyle siviller korkunç acı yaşadı. Kuvvetlerini çeken ABD, B-52 uçaklarını Şibirgan’daki hedefleri bombalamak için gönderdi. Savunma Bakanlığı’nın bombalamayı memnuniyetle karşılaması Kabil’deki hükümetin zayıflığını gösteriyor.

Eşref Gani hükümetinin Taliban’a karşı kısa süreli başarılardan daha fazla bir şeye sahip olması mümkün görünmüyor. ABD’nin bombardımanı ilerlemeyi yavaşlatacak ama gidişatı tersine çevirmeye yetmeyecek gibi. Bu nedenle Asya’daki bölgesel güçler, ülkeyi yönetmesi kaçınılmaz görünen Taliban yönetimiyle temaslarını derinleştirdi.

TALİBAN RADİKALİZMİ

Konuştuğum Heela Najibullah, “Taliban bir bütün değil. İktidara ulaşmak için cihat söylemini kullanan aşırılık yanlısı militan gruplardan oluşuyor” diyor. “Afganistan’da Uzlaşma ve Sosyal İyileşme” kitabının yazarı da olan Najibullah, 1987-1992 yılları arasında ülkeyi yöneten Muhammed Najibullah’ın kızı. Heela, 2020’deki Doha Anlaşması’ndan bu yana, “Taliban ılımlı olmadı, Afgan halkına ve devlete karşı uyguladığı şiddet daha da arttı” diyor. Taliban, barış örgütlerinin tüm ateşkes tekliflerini reddetti.

Taliban liderliğine bakıldığında, Eylül 1994’teki kuruluşundan bu yana çok az değişiklik oldu. Taliban’ın yüzü Molla Abdül Gani Baradar, Taliban’ı kurdu ve hareketin ilk emiri Molla Ömer’in yakın bir ortağıydı. ABD Ekim 2001’de Afganistan’a saldırdıktan sonra, Molla Ömer’i bir motosikletin arkasına alarak Pakistan’daki sığınma kamplarına götüren Baradar’ın kendisiydi. Pakistan istihbaratının güvendiği Baradar, Taliban’ın şu anki lideri Hibetullah Ahundzade ile iki vekili molla Yakup (Molla Ömer’in oğlu) ve Sirajuddin Haqqani (Pakistan’ın Haqqani ağının lideri) arasından su sızmıyor. Akhundzada, 1997’den 2001’e kadar Taliban’ın yargı sistemini yönetti ve infazların en iğrençlerinden sorumlu. Liderler COVID-19 olduğunda karar verme hakkı Baradar’a düştü. Mart’ta Moskova’da yapılan uluslararası barış konferansında, Baradar başkanlığındaki 10 kişilik Taliban heyetinin tamamı erkekti (Konferanstaki 200 Afgan arasında sadece 4 kadın vardı). Masadaki dört kadından biri, 2004’te Kadın İşleri Bakanı olarak atanan ve daha sonra 2005’te bir Afgan eyaletinin ilk kadın yöneticisi olan Dr. Habiba Sarabi idi. Sarabi, Taliban’ın Mart 2001’de Buda’nın altıncı yüzyıldan kalma iki heykelini havaya uçurduğu Bamyan eyaletinin yöneticisiydi.
Ekim 2020’de Dr. Sarabi, kadınların artık daha aktif olduğuna ileri sürdü, ancak Taliban kontrolündeki bölgelerde zorla evlilikler ve halka açık kadın kırbaçlamaların yapıldığına dair raporlar ortaya çıktı. Dr. Sarabi, kadınların daha fazla aktif olduğunu söylüyor, ancak ülkede güçlü bir sosyal hareket yok.
Najibullah, Afganistan’ın daha liberal ve sol sosyal güçlerinin “yeraltında aktif olduğunu ancak örgütlü bir güç olmadığını” söylüyor. Bu güçler arasında “aşırılık yanlısı grupların ülkeyi başka bir vekâlet savaşına sürüklemesini” istemeyen eğitimli kesimler de yer alıyor. Bu vekâlet savaşı Taliban, Kabil’deki ABD destekli hükümet ve Taliban veya ABD hükümetinden daha az tehlikeli olmayan diğer militan gruplar arasında olacak.

Najibullah, babasının Afgan Ulusal Mutabakat Politikası’nı sunduğu zamandan bahsediyor. Najibullah’ın 1995’te ailesine yazdığı bir mektup hala geçerliliğini koruyor: “Afganistan’da artık her biri farklı bölgesel güçler tarafından oluşturulan birden fazla hükümet var. Kabil bile küçük krallıklara ayrılmış. Tüm aktörler [bölgesel ve küresel güçler] tek bir masada oturmayı kabul etmedikçe, Afganistan’a müdahale edilmemesi konusunda gerçek bir uzlaşmaya varılmazsa ve farklılıklar bir kenara bırakılmazsa, çatışma devam edecektir.”

Heela, Ulusal Uzlaşma Politikası’nın bir dizi aktörün uluslararası ve bölgesel bir konferansa siyasi katılımını gerektireceğini söylüyor. Bu aktörler arasında Hindistan ve Pakistan gibi ülkeler bulunmalı. Najibullah, böyle bir konferansta Afganistan’ın “resmi olarak tarafsız bir devlet olarak tanınması” ve bu “tarafsız devletin” BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerektiğini öne sürüyor. Najibullah, “Bu başarıldıktan sonra, seçimler yapılana, reformlar tartışılana ve uygulanması için mekanizmalar kurulana kadar geniş kapsamlı hükümet göreve gelebilir” diyor.

VEKİL SİYASETİ

1990’larda Najibullah’ın politikası, vekil siyasetin derinleşmesiyle engellendi. Dış güçler, Abdül Resul Sayyaf, Burhaneddin Rabbani, Gulbuddin Hikmetyar ve Sibgatullah Müceddidi gibi silahlı elçileri aracılığıyla hareket ederek ülkede kargaşaya yol açtılar. Afganistan’ı süpüren Taliban’a kapıyı açtılar. Najibullah Kabil’deki BM yerleşkesine sığındı ve Eylül 1996’da Taliban tarafından bu yerleşkede öldürüldü. Ne ABD-Suudi-Pakistan destekli güçler (Rabbani’den Mojaddedi’ye) ne de Taliban herhangi bir uzlaşma politikasıyla ilgilenmiyordu.

Artık onlar gerçek bir barışa da yatırım yapamayacaklar. Taliban önemli ilerlemeler elde edebildiğini ve kazanımlarını siyasi avantaja çevirebileceğini gösterdi. Bununla birlikte, Taliban’ın pragmatik üyeleri, modern bir devleti yönetecek kaynaklara ve uzmanlığa sahip olmadıklarını söylüyorlar.
Cumhurbaşkanı Gani, ABD gücü olmadan büyük ölçüde savunmasız olan hükümetini zar zor kontrol ediyor. Her biri bir uzlaşma sürecinde masaya bir şeyler getirebilir, ancak barış olasılığı düşük. Bu arada dış güçler, Afganistan’ı bölgesel emelleri için bir savaş alanı olarak görmeye devam ediyor. Afganistan’da radikalliğin yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini geçmiş tecrübelerinden bilen ülkelerin tarihten ders çıkarması gerekir. Heela’nın Ulusal Mutabakat Politikası’nın dikkate alınması çağrısı sadece bir kızın umudu değil. Belki de Afganistan’da barışa giden tek yol budur.

Globetrotter’dan çeviren Umut Deniz AYDIN

Bu kıvılcımı siz çaktınız - BİRGÜN

 


Saray’ın politikaları göçmen krizini her geçen gün büyütüyor. Sorun yokmuş gibi davranan Erdoğan, sığınmacıları Batı’yla masaya oturduğunda hatırlıyor. Yaratılan iklim, göçmen karşıtlığını tehlikeli boyutlara taşırken suçsuz insanlara yöneltilen bu öfke asıl sorumluları aklıyor.

Suriyelilerin yanı sıra Afganistan’dan gelen göç dalgası sığınmacı krizini her geçen gün büyütüyor. Günü kurtarma derdinde olan iktidarın çözüme yönelik bir politikasının olmayışı ırkçılığı tehlikeli boyutlara taşıdı. Saray yönetimi, muhalefeti suçlayan çıkışların ötesinde ne bir açıklama ne de bir bilgi akışı sağladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, sorun yokmuş gibi davranıyor. Göçmenleri ancak Batı’yla masaya oturduğunda hatırlıyor. Yeri geldiğinde onları koz olarak kullanmaktan da çekinmiyor. Toplam sayıları beş milyona yaklaşan göçmenler, sermaye için ucuz iş gücü fırsatı olarak görülürken kentlerin demografik yapısı değişiyor. Belirsizlik ve yaratılan gerilim, göçmen karşıtlığını durmadan besliyor. Ankara’da yaşanan olayların, daha büyük çatışmaların başlangıcı olabileceği biliniyor. Her krizde ortadan kaybolan iktidar bir kez daha halkın kendi başının çaresine bakmasını istiyor. Sorunun asıl kaynağının iktidarın politikaları olduğunu görmeyen, öfkeyi suçsuz insanlara yönelten her yaklaşım bu kaosun doğal bir parçası haline geliyor.

***

VAHŞETİN ARKASINDA İKTİDAR VAR

SOL Parti, Altındağ’da yaşananlara ilişkin açıklama yaptı. Yaşanan olayların büyük bir tehlikeyi işaret ettiği belirtilen açıklamada, “Bu insanlık dışı vahşetin arkasında iktidarın biriktirdiği sorunlar, dayattığı çözümsüzlükle birlikte düzen muhalefetinin çözümsüzlüğü derinleştiren milliyetçi politikaları var” denildi.

Saray rejiminin sorumluluk almadığı vurgulanan SOL Parti açıklamasında, “Ne yurttaşların ne de mültecilerin güvenli yaşam alanını oluşturmayan, mülteci sorunuyla ilgili bütün sorumluluğu halkın omuzlarına yükleyen, saray rejiminin sorumsuzluğu, öncelikle Emirhan Yalçın’ın hayatını kaybetmesine, ardından mültecilerin evlerinin taşlanmasına, mahallelerinin basılıp dükkânların yağmalanmasına kadar varan olaylar silsilesine neden olan esas şeydir” ifadeleri yer aldı. “İktidarın basiretsiz ve aciz dış politikaları nedeniyle bugün ABD, NATO ve AB’nin maşa olarak kullanmakta olduğu Türkiye’ye düzensiz, kayıtsız, kontrolsüz bir mülteci akışı gerçekleşmektedir” denilen açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Biden’la yapılan son görüşmede, ABD’den güç alabilmek için Afganistan’da “nöbet” üstlenen, rüşvet karşılığında Geri Kabul Anlaşması imzalayan iktidar, Türkiye’yi ABD’nin ve Batı’nın “tampon bölgesi’ haline getirmektedir. İktidarın izlediği bu politikanın emek piyasasında yarattığı rekabetten gündelik hayatta tetiklediği kültürel çatışmalara kadar uzanan pek çok nedenle ortaya çıkardığı gerilim, bundan nasıl nemalanacağından, nasıl çıkar sağlayacağından gayrısını düşünmeyen egemen sınıfların ve uşaklık ettikleri emperyalistlerin işine geliyor."

SOSYAL POLİTİKA ÜRETMEKTEN UZAKTA

“AKP’li aparatlar tarafından açıkça belirtildiği gibi, bir kısım burjuva, kayıt dışı ve ucuz işgücü olarak gördüğü mültecilerin emeğine göz dikmekte, iktidar Batılı emperyalist entegrasyondan mültecileri bahane ederek para sızdırmakta, fakat mültecilerin yaşam hakkını sağlayacak sosyal politikaları üretmekten inatla uzak durmakta, ülkeye aldığı mültecilere ilişkin hiçbir sorumluluk üslenmemektedir. Düzen muhalefetinde uzanımlarını bulan başka burjuva hizipler ise örtülü ya da açık olarak nefret söylemini körüklemekte, ırkçılığa varan bir yabancı düşmanlığı yapmakta, bu sayede iktidara galebe çalacağını düşünen kolaycı bir siyasetle yangına benzin dökmekten geri durmamaktadır. AB ülkeleri ve emperyalist blok da sürekli olarak Türkiye’nin mülteciler için güvenli ülke olduğundan dem vurmakta, Türkiye’deki burjuva iktidara rüşvet vererek kendi yaratıkları savaş ortamının kefaretinden uzak durmak istemektedirler. SOL Parti olarak, mültecilere yönelen şiddetin, linç girişimlerinin, talanın, nefret söyleminin, ırkçılığın ve ayrımcılığın karşısındayız. Altındağ’da gerçekleştirilen saldırının kalabalığa karışan failleri kadar, sağcı ideolojilerle azmettiriciliğe soyunan burjuva aparatlar ile kaostan nemalanmayı huy edinmiş iktidar da aynı cürmün ortağıdır.”

***

BirGün YAZARI, SİYASET BİLİMCİ GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN:

Afganistan’da Taliban’ın ilerlemesiyle, göçmen sorununda yeni ve yakıcı bir dalga daha başladı. Biz bunun örneklerini önce Irak’ın işgali esnasında sonra da Suriye’deki iç savaşta gördük. Her biri emperyalist güçlerin ve onlarla aynı ligde oynama arzusuyla yanıp tutuşan işbirlikçilerinin yarattığı yıkımın acı birer sonucu. Bu nedenle, emperyalizmin yeni biçimlerinin göçmen sorunun ana kaynağı olduğunu teslim etmeyen ve göçmenler konusunda emperyalist ülkelerin ikiyüzlü tavrını eleştirmekten kaçınan her analiz eksiktir.

Türkiye’de iktidar kontrolsüz göçmen akınına ev sahipliği yapma misyonunu, insani nedenlerle değil de tamamen pragmatik sebeplerle üstlendi. Kâh yeni Osmanlıcı fanteziler kâh sermayenin talep ettiği ucuz işgücü arayışı kâh toplumu din eksenli dönüştürme çabaları göç meselesine damgasını vurdu. İktidar, Batı’nın göçmenleri sınırlarının dışında tutma politikasının kendine uluslararası politikada alan açtığını fark etti ve bu alanı sonuna kadar kullandı. Şimdi, iktidar bloku en zor zamanlarını yaşarken yine aynı kozu oynamaya çalışıyor. Afganistan’da yalnızca havaalanı işletmesine talip olmakla kalmıyor, göç dalgasında “tampon ülke” rolünü üstlenerek hem ABD’nin hem AB’nin nezdinde siyasi ömrünü uzatmaya çalışıyor.

İktidar ortakları, uzunca süredir nemalandığı göçmen meselesini, somut önlemler gerektiğinde sanki alelade bir konuymuş gibi geçiştirmekle meşgul.
Göçmen sorunu iktidar ortakları arasında da bir gerilim nedeni. Sorunu yadsıyarak ya da hedef saptırarak bu gerilimi soğutmayı deniyorlar. AKP de MHP de denetimsiz göçmen akınının kendi tabanlarında itirazlara neden olduğunu görüyor ancak kamuoyunu ikna etmeye yönelik gerçekçi tek bir adım atmıyor. Üstelik işsizlik almış başını gitmişken, kayıtdışı göçmen emeğinin ekonomideki “olumlu” rolüne işaret eden açıklamalarda olduğu gibi tansiyonun yükselmesine dolaylı yoldan zemin hazırlıyor.

Günlerdir sınırdan geçtiği iddia edilen Afgan göçmen videoları başta olmak üzere binlerce görüntü ortada dolaşırken, planlı olduğu izlenimi veren sahte haberler peşi sıra üretilirken, toplumun birçok farklı kesiminde homurdanmalar artarken, iktidarın sessiz kalması göçmen krizinin derinleşmesinden acaba medet mi umuyorlar, sorusunu akıllara getiriyor. Örneğin iktidarın Batı’yla yapılan pazarlıklarda içerideki gerilime işaret ederek Batı’dan daha fazla ödün koparma beklentisine girmesi ihtimal dışı değil.

Altındağ’da göz göre göre yaşananlar, iktidarın olup bitenlere seyirci kalması, toplumsal öfkenin manipüle edilmesinden aslında hiç de rahatsız olmadıkları ihtimalini düşündürtüyor. Altındağ’da işyerlerinin ve evlerinin tahribatına dek varan saldırının tesadüfi olmadığı, belirli bir organizasyonun ürünü olduğu açık. Daha önceki tecrübeler, iktidarların bu tip linç girişimlerinden demokratik muhalefeti bastırmak için yeni bahaneler devşirdiği gerçeğini bize hatırlatıyor.

Sağcılaşan muhalefet, mevcut gerilimi iktidarın ödemesi gereken bir hesap gibi görüyor. Meclis muhalefeti adına konuşanlar, kimi zaman popülist söylemlerle toplumsal öfkenin yön değiştirmesinde pay sahibi oluyorlar. Siyasi yelpazede, tıpkı Batı’da olduğu gibi, salt göçmen meselesi üzerinden kendine yer tayin etmek isteyen aktörler, çeşitli provokasyonların bilerek ya da bilmeyerek parçası oluyorlar. Liberaller, denetimsiz göçün getirdiği sorunlara işaret edenlerin hepsini “beyaz Türk” ya da “laikçi” olarak yaftalama kolaycılığına kapılarak meselenin toplumsal olarak ne denli katmanlı olduğunu es geçiyorlar. Ulusalcıların bir kısmı ise iktidarı rahatlatacak ölçüde şimşekleri şeytansı bir göçmen stereotipi üzerine çekiyorlar. Geldiğimiz aşamada bir kez daha görüyoruz ki göçmen sorununu karşısında ancak sosyalistler gerçekçi çözümler üretebilir. Yurttaşların kaygısına kulak veren ancak o korku ve kaygıları istismar etmek yerine iktidardan ve emperyalist güçlerden hesap sorulması için harekete geçirebilecek olan sosyalistlerdir.

***

TOBB ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ ÜYESİ DOÇ. DR. BAŞAK YAVCAN:

SURİYELİLERİ DEĞİL GÖÇ POLİTİKALARINI ELEŞTİRİN

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Doç. Dr. Başak Yavcan, göçmenlere yönelik artan linç kültürünü değerlendirdi.
Son dönemde sığınmacılar ve yerel halk arasında mesafenin arttığına dikkat Doç. Dr. Yavcan, “İnsanlar birbirleriyle daha az temas kurmak istiyorlar, yerli halktan insanlar sığınmacılarla komşu olmak istemiyor, çocuğu ile aynı sıralarda okusun istemiyordu. Zamanla bunların artmış olduğunu görmekteydik ve bunun temeline indiğimizdeyse de elbette birtakım gerçek anlamda realist rekabetler vardı ama büyük bir kısmı da aslında bu algıların temeli, yanlış bilgilere dayanıyordu” dedi.

Toplumda bilgi dezenformasyonu yaşandığını belirten Doç. Dr. Yavcan, “Suriyelilerin aldıkları yardımlar, bu yardımları nerden aldıkları, zaten AB’den para gelmiyor bunlar bizim vergilerimiz, sınavsız işe giriyorlar, şu kadar para alıyorlar, çalışmıyorlar, çalışsalar da bizim işlerimizi çalıyorlar gibi algılar, toplumu yanlış yönlendirdi. Ne yazık ki bu konuyu siyasallaştıran siyasiler de aynı dezenformasyonun kurbanı halinde yaptılar bunu. Yanlış bilgilerle yaptılar. Bu sadece Türkiye’de olan bir şey değil, yani popülizm bütün dünyada yükseliyor. Pandeminin yarattığı ekonomik sıkıntıları bütün dünya yaşıyor ve günah keçileri aranıyor” ifadelerini kullandı. Siyasilerin oy devşireceği bir alan gibi gördüğüne, olumsuz algıları körüklediğine dikkat çeken Doç. Dr. Yavcan, “Bu konunun siyasetle oy devşirmeye çalışılan bir konu haline getirilmemesi gerekiyor. Hükümetin doğru bilgiyi doğru kanallarla yayması konusunda bir sorumluluğu olduğu aşikâr. Ama dediğim gibi bu dezenformasyon tek başına gerçekleşmiyor” diye konuştu.

Ülkenin göç politikasını eleştiremeyenlerin Suriyelileri hedef gösterdiğini ifade eden Doç. Dr. Yavcan şöyle konuştu: “Karşı durdukları şey, hoşlanmadıkları şey aslında ülkenin göç politikası. Ama gidip de devletin göç politikasını eleştirmek yerine bunun nedeni değil sonucu olan ve burada on yıldır yaşamakta olan Suriyeliler hedef olmuş oluyor. Suriyeliler geldi ucuza çalışıyorlar, işimizi elimizden aldılar. Bunun gerçeklik payının olduğu bölgeler var ama burada acaba Suriyeli daha ucuza çalışmaya razı diye onu çalıştıran işverene hiç mi bir şey söylemeyeceğiz. Yani aslında hep hedef şaşıyor. Daha kolay hedeflere, daha gücü az, hükmedebildiğimiz hedeflerden sanki hırsımızı çıkarıyoruz gibi. Ama dediğim gibi bu kadar önyargının ve dezenformasyonun sonucunda zaten bu kaçınılmaz bir şey. Şaşırtmadı ve ne yazık ki kaygım bunların artacağı yönünde.”

(BİRGÜN)

İktidarın onuru (!) ve havalimanı bekçiliği - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet


Kâbil Havalimanı’nın Afganistan’ı terk eden ABD açısından önemi nedir? 

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price açıklıyor: 

Bir havalimanı olmanınötesinde öneme sahip. Önemi, ticari ve hava taşımacılığının ötesinde. Kâbil’de güvenli bir havalimanı olması bizim açımızdan bölgede diplomatik olarak da bulunmanın önemli bir noktası.  

Dolayısıyla bu havalimanının güvenli bir şekilde işlevini sürdürmesi bizim açımızdan son derece önemli.

Peki, havalimanı ABD açısından bu kadar önemli madem, neden kendisi korumuyor? Neden AKP hükümeti ABD için çok önemli olan bu işe talip?

ABD GÖREVİNE İSTEKLİ OLMAK!

Daha üç gün önce AKP iktidarı, yönetiminden medyadaki kalemlerine kadar esip gürlüyordu: Halk, nasıl olur da yangın nedeniyle dünyadan yardım isterdi, onurları kırılmıştı! 

Otel görevlisine “beni tercih et” maskesi takarak turizm reklamı vermeleri onura dokunmamıştı ama yangın nedeniyle yardım istenmesi onurlarını kırmıştı!

Evet, daha üç gün önce “onur” edebiyatı yapanlar, ABD adına havalimanı bekçiliğine talip olmaktan da hiç rahatsız değiller!

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price’ın “Türk ortaklarımızın Kâbil Havalimanı’nı korumak konusunda istekli olmalarından son derece memnunuz” (10.8.2021) sözleri de onurlarına dokunmuyor! Pentagon Sözcüsü John Kirby’nin “Türkiye’nin Kâbil Havalimanı konusunda istekli olmasına minnettarız” (13.7.2021) demesi de onurlarına dokunmamıştı!

ERDOĞAN’IN FIRSAT GÖRDÜĞÜ GÖREV

AKP hükümeti mevcut sorunlara rağmen, ABD ve AB desteği alabilmek adına bu göreve talip olmayı, çok önemli fırsat olarak görüyor.

Bu fırsat sayesinde S-400 basıncını azaltmayı, bu fırsat sayesinde Batı’dan borç ve kredi musluklarını açabilmeyi umuyor. Seçim kazanabilmesi için para akışını ve Batı desteğini olmazsa olmaz görüyor. 

Haliyle ABD de bunu görüyor. Nitekim Biden’ın 14 Haziran’da Erdoğan’la “havalimanı bekçiliği” konusunda “genel mutabakata” varmalarından bu yana, S-400 basıncı hafiflemiş durumda... 

KÂBİL GÖREVİNİN ALTI SORUNU

Ancak AKP hükümeti açısından altı sorun var: 

1) NATO misyonunun bittiği şartlarda Kâbil’de Türk askeri bulundurmak, mevcut tezkereyle mümkün değil. Cumhurbaşkanı kararı yetmeyeceği ve anayasaya aykırı olacağı için yeni bir TBMM tezkeresi şart. 

2) ABD’nin kendi işbirlikçisi Afganlar için Türkiye’yi “bekleme istasyonu” gibi işaret etmesi ve hızla artan Afgan göçü, bunun kamuoyunda doğurduğu tepki, AKP hükümetine kendi tabanından bile basınç oluşturuyor. 

3) Kâbil Havalimanı bekçiliği, her ne kadar AKP buna “işletmecilik” dese de, başladığı anda Türk askerini havalimanından Batı büyükelçiliklerine kadar olan bölgeyi koruma göreviyle karşı karşıya getirecek.

4) Taliban, pek çok kez Türkiye’nin Kâbil Havalimanı’nda bulunmasını kabul etmediklerini, ABD’yle anlaşmanın gereği olarak Türk askerlerinin de çekilmesi gerektiğini açıkladı. 

5) AKP hükümeti, ABD adına görevini sahada kolaylaştırabilmek için Pakistan’ı, AB desteğini alabilmek için de Macaristan’ı görevine ortak etmeye çalışıyor ancak henüz istediği sonucu alamadı. 

6) AKP hükümeti, görevin zorluğu ve Taliban’la karşı karşıya gelme riskinin yüksekliği nedeniyle, ABD’den hava desteği başta askeri destek istiyor. Mali ve lojistik destek istediklerini de zaten açıklamışlardı.

İşte bu altı madde nedeniyle 14 Haziran’dan bu yana Washington ile Ankara arasında, ağırlıkla savunma bakanları üzerinden müzakere/pazarlık sürüyor. 

KAMUOYU TEPKİSİ 

AKP hükümeti, oldukça sıkışmış durumda: Bir yanda iktidarını koruyabilmek için Batı’nın siyasi ve ekonomik desteğine ihtiyaç duyuyor ama bir yandan da o desteğin karşılığında talip olduğu havalimanı bekçiliği görevinin doğurduğu göç krizi sorunları nedeniyle içeride tepki görüyor ve kan kaybediyor. 

Türkiye kamuoyunun bu tepkiyi sürdürmesi; hem Mehmetçiğine reva görülen havalimanı bekçiliğinin engellenmesi için hem de ABD’nin Türkiye’yi işaret etmesiyle yoğunlaşan Afgan göçünün kesilebilmesi için hayati önemde... 

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

12 Ağustos 2021 Perşembe

Kokainden önce işlenen suç - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Önce özet: 

Brezilya polisi, Türk tescilli bir özel uçakta 1304 kilo kokain ele geçirdi. 

İçinde uyuşturucu bulunan o uçak bir zamanlar devletindi. Turgut Özal döneminde alınmış ve ülkeyi yönetenlerin hizmetinde kullanılmıştı. 

15 Temmuz darbe girişimi sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı İstanbul’a götüren de oydu. 

Eski adıyla TC-ATA uçağının yeni sahibi 2017 yılında Affan Yatırım Holding bünyesindeki ACM Havayolları oldu.  

Şimdi... 

Uyuşturucunun bulunduğu bavulların sahibi İspanya vatandaşıydı. 

Uçağın sahibi ACM Havayolları, kendilerinin ve tutuklanan Türk pilotun “kokainden haberinin olmadığını” iddia etti. 

Brezilya polisi ise yaptığı açıklamada, 48 yaşındaki Türk pilotun, uçaktaki uyuşturucuyu bildiğini öne sürdü. 

Kim haklı, zamanla göreceğiz. 

Ben ise farklı bir noktaya dikkat çekeceğim. 

Açıyorum Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) 9 Haziran 2016 tarihli kararını okuyorum... 

Bir şirket, 2013’te Tüpraş’tan 27 D 3729 plakalı araçla akaryakıt aldı. Aldığı akaryakıtı Antalya Havalimanı’ndaki uçaklara yükleyeceği sanılıyordu. Lisanslı o şirket resmi kâğıda böyle yazdırdı. 

Ancak sonradan öğrenildi ki; bu bir yalandı. Alınan yakıt uçaklara aktarılmadı. Bir nevi akaryakıt kaçakçılığı yapıldı. 

Neyse ki işlenen suç üzerine EPDK inceleme başlattı. Üç yıldan fazla süren soruşturma sonrasında da hüküm kuruldu. 350 bin lira para cezası verildi ve şirketin akaryakıt teslimi lisansı iptal edildi. 

Doğru tahmin ettiniz... İşte devletin kurumu tarafından akaryakıt suçu ortaya çıkarılan o şirketin adı Affan Havacılık Akaryakıt’tı. 

O şirket, 2018’de devlete en fazla vergi borcu olanların listesinde birinci sıradaydı. 

Sona geliyorum. Yani... 

Yanisi şu: 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, cumhurbaşkanlarını, başbakanlarını taşıyan uçağını... 

Akaryakıt üzerinden suç işlediği devlet tarafından tespit edilen kişilerin bir başka şirketine sattı. 

Ardından da akaryakıt teslimi lisansını iptal ettiği o insanlara bu kez de uçak işletme lisansı verdi. 

Ve bugün o yeni lisans ile havalanan eski devlet uçağında yüzlerce kilo uyuşturucu bulundu. 

Nereden tutsanız elinizde kalıyor. 

BAKANLIĞA SALDIRIDAN HELA ÇIKTI 

Tarım ve Orman Bakanlığı, kendisine yapılan siber saldırıyı üzerinden 10 gün geçtikten sonra resmi olarak doğruladı. O açıklamadaki en önemli nokta ise sondaydı: “Sistemler veri kaybı olmadan ayağa kaldırılmıştır.” 

Doğru muydu bu? 

Keşke! Bir çiftçi gibi e-Devlet üzerinden bakanlığın sayfasına girip işlem yapmak istediğinizde şu mesajla karşılaşıyorsunuz: 

Sistemde yaşanan bir teknik aksaklık nedeni ile işleminiz tamamlanamadı.

Keza, bakanlığın ilaç takip sistemini kullanan veterinerler de benzer şeyler söylüyor. 

İstanbul Veteriner Hekimler Odası Başkanı Prof. Dr. Murat Arslan’ı aradım. Kendisine “Sistem veri kaybı olmadan ayağa kalktı mı” diye sordum. Yanıtı şu oldu: 

Biz başından beri sistemin güvenli olmadığını, teknik olarak da bir hekimin uygulamasının zor olduğunu ifade ettik. Yaptığımız görüşmeler sonuç vermeyince dava konusu yaptık. Gelinen noktada sorunlar halen devam ediyor. Üyelerimiz daha önce kullandıkları ve stoklarından düştükleri tıbbi ürünlerin geri yüklendiğini, hiç almadıkları ürünlerin de kendilerinde göründüğünü bildiriyor. Sadece 1 rakamının olduğu T.C. kimlik numaralarıyla, bazı ilaçların bize aitmiş gibi gösterildiğine şahit oluyoruz. Belli bölgelerde ise sisteme hiç girilemiyor. Bir ilacın eksikliğinin bile cezalandırıldığı bu sistemde, hiçbir sorumluluğumuz olmadığı halde meslektaşlarımızın çok ciddi cezalarla karşı karşıya kalacağı kaygısını yaşıyoruz. Zira stokların hatalı girilmesinden dolayı yaklaşık 14 bin lira ceza veriliyor.” 

Özetle bakanlık yine doğruyu söylemiyordu. 

Bununla birlikte... 

Saldırıyı yapan hacker grubunun adının “Ragnarok” olduğunu öğrendim. 

Grubun Rus menşeili olduğu düşünülüyor. Ragnarok’un kendi ürettiği ve bakanlığa saldırıda kullandığı fidyeci virüs varyantının adı ise “Hela”. Hacker grubu bir Marvel filmi olan Ragnarok’tan, fidyeci virüs varyantı ise o filmdeki ölüm tanrıçası Hela’dan alıyor adını. 

SOYLU VİDEOSUNDAKİ HABER BAŞKA 

Bir video onlarca haber sitesinde manşetlere taşındı. Buna göre, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile vatandaşlar arasında “Suriyeliler” tartışması çıkmıştı. Videoda bir vatandaş, Türkiye’deki Suriyelileri kastederek “Bakanım, bayram ziyaretlerine gidiyorlar” diyordu. Bakan Soylu da “Ben gönderiyorum, sebebini de anlatayım. Bir milyon insan şehit oldu Suriye’de” diye yanıt veriyordu. 

Ve özetle şöyle devam ediyordu: 

Biz Suriyelileri, Afganları, Pakistanlıları gönderdiğimizde ağır işlerde kimler çalışacak?” 

Öncelikle şunu yazmak gerek: Sosyal medyada yoğun paylaşım alınca gündeme gelen bu video yeni değildi. Tam iki yıl öncesine, 14 Haziran 2019 tarihine aitti. Bakan Soylu’nun seçim çalışmaları için gittiği İstanbul Gaziosmanpaşa’da çekildi. 

Bana kalırsa o videodaki asıl haber değeri de başkaydı. 

Hatırlayın, MHP lideri Devlet Bahçeli daha kısa süre önce Türkgün gazetesine konuştu. Ne diyordu orada Bahçeli, Suriyelilere dair:  

Bayram münasebetiyle kendi ülkelerine gidebilenlerin, bu gidişlerinde sorun yaşamayanların geri dönüşlerine de lüzum yoktur.” 

Anlaşıldı sanırım gelmek istediğim nokta. 

Bahçeli’nin en kritik konularda arkasında durduğu Soylu ile “Suriyeliler” konusunda fikir ayrılığı var gibiydi.

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

‘Gardırop Erdoğancılığı’ ve ‘reisçilik putu’ - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Peygamber, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza... Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı.

Ardında elif ve vav harfli tablo. Önünde ay yıldızlı bayrak. Solunda kimsenin okumadığı ama “çok kazandıran” bir dergi. Yorulduğunda AKP logolu bardağa uzanıp dudağına götürüyor. “La ilahe illallah” demiyor ama devrin anahtar kelimelerini sıralıyor: “Reis sevdalısıyım, teşkilattan yetişmiş bir insanım”.

Kim olduğunu bilmediğimiz ama adını sürekli mafyayla, uyuşturucu baronlarıyla, AKP’li siyasetçilerle, cinsellik öyküleriyle andığımız Aliye Uzun; Sedat Peker’e yanıtına böyle başladı. Peker, Roya Abidini isimli bir kadının kayıt dışı parasını kurtarmak için, Burhan Kuzu’nun kendisinden yardım istediğini söylemişti. Dediğine göre Kuzu ile Abidini’yi, Aliye Uzun tanıştırmıştı. Kuzu’yu, uyuşturucu baronu Zindaşti ile de Aliye Uzun’un tanıştırdığını hatırlattı. Uzun’un verdiği yanıtın öyküsü de böylece başlamış oldu.

GÖRÜNÜR SEBEP VATANDAŞLIK

Gerçekten de Uzun, daha önce söylediği bir şeyi tekrar etti. “Zindaşti’nin ülkemize yatırım yapacağını düşündüğüm için Burhan Hoca ile tanıştırdım” ifadeleriyle bağlantının kendisini olduğunu kabul etti.

Geçen yıl İsmail Saymaz’a verdiği röportaj sayesinde ilişkinin bu kadar olmadığını da anlıyorduk. Zindaşti’yle gönül ilişkisi sorulduğunda “öyle bir şey oldu” demiş, “flörtleşme gibi” diye devam etmişti. 

Teşkilattan Aliye Hanım”ın Zindaşti’yle daha derine inmesi sadece “duygusal” değil...

Uyuşturucu Baronu Zindaşti’yi, Aliye Uzun üzerinden Burhan Kuzu ile buluşturan görünür rica “vatandaşlık”tı. Şimdi çarşıda pazarda dağıtılan Türk vatandaşlığı, Zindaşti’ye verilmiyordu. Sebebi de sır değil. Tonlarca uyuşturucu ile yakalanan, Ergenekon kumpasında Zekeriya Öz’ün gizli tanığı olan, adı bir dizi cinayetle anılan adama neyse ki devletin güvenlik bürokrasisi vatandaşlığı uygun bulmamıştı! İşte bu durumda Burhan Kuzu devreye girmiş, aldığı ihale mafyanın pençesine düşmesiyle sonlanmıştı.

MAFYANIN AĞINDAKİ KUZU

Bedava sanmayın. Bu iş farklı bir yolla oluyor. “Okunmayan ama çok kazandıran dergi” dedik ya. Zindaşti, Aliye Uzun’un vatandaşlık işi için 650 bin lira istediğini, Uzun’un dergisine 100 bin lira verdiğini söylüyordu. “İş takibi ve danışmanlık yapıyorum” diyen ve bunu da para karşılığı yaptığını söyleyen Uzun, hem vatandaşlık işini hem de dergiye verilen parayı kabul etti. 

Burhan Kuzu, “iş takibi” yapan Uzun için kritik bir istasyondu. Zira Cumhurbaşkanlığı hattından açtığı telefonlarla bir dediği ikiletilmiyordu. Bunları da aslında hem Burhan Kuzu hem muhatapları kabul etti. Zindaşti’yi bırakan hâkim de  bırakmayan hâkimler de, kendilerini Burhan Kuzu’nun aradığını açıkladı. Burhan Kuzu Zindaşti’nin vatandaşlığı için aracılık ettiğini de hâkimleri aradığını da itiraf etti. Sedat Peker’in videolarından sonra, gazetemizde, Zehra Özdilek’in haberinden öğrendik ki, Burhan Kuzu yalnız Zindaşti’nin değil, onun kanlısı Orhan Ünğan’ın da işlerini görmüştü.

Peki Burhan Kuzu, bu illetin pençesine nasıl düştü? Onu da öğrendik. Zehra Özdilek’in haberi, “Naci bana kumpas kurdu” diyen Burhan Kuzu’nun özel hayatına dair bir kaset çekildiğini ve kendisine bununla şantaj yapıldığını ortaya çıkarıyordu. Görüntüler, polisin operasyonuyla Zindaşti’nin telefonundan çıkmıştı.

ZİNDAŞTİ’NİN KUCAĞINDAKİ FOTOĞRAF

Aliye Uzun’a tekrar dönelim. Peker’e verdiği cevapta, Zindaşti’den şikâyetçi olduğunu söyledi. Tutanağını da gösterdi. Gerçekten de 26 Mart 2016 tarihinde, Sarıyer Asayiş Büro Amirliği’ne, Zindaşti’yi şikâyet etmişti.

Neden mi? Sebebi o gün yaşanan bir silahlı çatışma.

Uzun ile Zindaşti, al-verli ilişki kurarken, o günlerde sahiden birbirine düştü. Zindaşti, taahhüt ettiği parayı vermeyince, Aliye Uzun ondan ilginç bir şekilde intikam aldı. Zindaşti, iki gün sonra, 28 Mart 2016 günü, polise verdiği ifadede kopuşlarını şöyle anlattı:

Yeğenime Aliye Uzun’u arattım. Kimliğin henüz çıkmadığını, kimlik çıkmadan da herhangi bir ödeme yapmayacağımızı söylettim. Aliye Uzun da kucağıma oturduğu fotoğrafı internete koyacağını söyledi. Bir süre sonra yeğenim olan Emel D. aradı. ‘Dayı Aliye senin uygunsuz fotoğraflarını yayımlamış’ dedi. Aliye’yi arattım. Aliye ‘Beni ve partimi karşınıza almayın, benim dergimin vergisini ödeyin’ dedi.

Zindaşti’nin yeğeni de bunu doğruladı. Yalan söylüyorlar diyebilirsiniz. Ancak Aliye Uzun tarafı da hikâyeyi doğruluyor. Uzun ile aynı gün ifade veren, “iş arkadaşı” Ömer Erdal Akkartal da şantaj olayını şöyle anlatıyor:

Aliye Uzun aradı. Telefonu açtığımda Aliye ağlıyordu. İranlı olduğunu bildiğim Naci (Zindaşti) isimli şahsın kendisini aradığını, Naci ile çekilmiş fotoğrafını Twitter’da paylaştığı için hakaretler ettiğini, tehdit ettiğini söyledi. Bunun üzerine Naci’nin kullandığı telefonu aradım.”

Aliye Uzun’un kucak fotoğrafıyla Zindaşti’ye şantaj yapmasının ardından, telefonda iki erkek kavga etti. Ardından Sarıyer’de silahlı çatışmaya girdiler. İşte Aliye Uzun’un “Zindaşti’den şikâyetçi oldum” dediği hadise buydu. Yani artık olmak zorundaydı!

‘KULE’DE TOPLU SEKS BULUŞMASI

Bu kadar değil...

Zindaşti, kucağındaki Uzun ile tanışıklığını da anlattı:

Arkadaşlarımla haftada bir iki defa âlem yaparız. (...) Aliye’yi aradım ve 6-7 kız için kendisiyle kız başına 500 Avro’dan anlaştık. Aliye kızlarla birlikte daireme geldi. Misafirlerim Aliye’nin getirdiği kızları seçip odalarına geçti. Bana da Aliye Uzun kaldığı için onunla ilişkiye girdim. Aliye Uzun ile bu şekilde tanıştım.

Türkiye’nin ünlü “kuleleri”nden birinde, haftada 1-2 yaşanan partide, hangi siyasetçiler hangi zavallı kadınlar vardı bilmiyoruz. Ancak tüm parçalar yan yana gelince, “iş takipçileri”nin olağanüstü ricaları için Cumhurbaşkanlığı hattını bile kullanan Burhan Kuzu’nun, içinde bulunduğu şartları daha iyi anlıyoruz.

KUZU’NUN ŞÜPHELİ ÖLÜMÜNÜN KAYNAĞI

Seks partileri, şantaj, mafya, uyuşturucu, çatışmalar, cinayet ile örülü hikâyenin özeti Aliye Uzun’un anlattığı pankartta gizli. Türkiye, “iş takipçisi” olan, “partimi karşınıza almayın” diyerek iş gören Uzun’u, 15 Temmuz’un 2. yıldönümünde Trump Towers’tan sallandırdığı “1. Başkan Erdoğan” pankartıyla tanıdı. Erdoğan’ın resmi, “Reis sloganları”, “din-iman-vatan-millet” edebiyatı bu çürümenin örtüsü olmuştu. 

Ölümünüzdeki şüphenin kaynağı genellikle yaşamınızdaki şüphedir. Şüpheli bir hayat süren Kuzu’nun “ecel saati”ne doğal olarak kimse inanmadı. Hele Kuzu ile neredeyse aynı gün, onunla fotoğraflarıyla gündeme gelen Fatma Mavi isminde bir kadın öldürülüp cinayete yangın süsü verilince, işler daha da karmaşıklaştı. 

Bir zamanlar putlara savaş açtıklarını söyledikleri bir “dava”ları vardı. İktidarda olmak, o davanın yerine; gücün, paranın, makamın putlarını koydu. Kaçınılmaz; “dava” denilen içi boşalmış hikâye, artık “gardırop Erdoğancılığı”na dönüştü.  

Mana”; yerini Aliye Uzun’un başkan pankartına, masasındaki AKP logolu bardağa, anahtarlığındaki maskota bıraktı. Tapılan “Reisçilik putu”, “maneviyat” dedikleri değerlerin çekici oldu. “CeHaPe zihniyeti reisimizi öldürmeye çalışıyor” diyen Aliye Uzun’un çekici de videosundaki “Arabama binip Ankara’ya gidiyorum, bakanlıklara giriyorum” diyen sözlerinin içinde, devletin zirvesindeki fotoğraflarının ucundaydı.

Siz bakmayın heybetlerine. Safa Tepesi’ne dikilen “İsaf” ile Merve Tepesi’ne dikilen “Naile”nin mitolojisini Diyanet Ansiklopedisi şöyle anlatıyor: “Kabileleri hac için Mekke’ye geldiğinde bu ikisi Kâbe’ye girmiş, orada baş başa kaldıkları bir sırada cinsel ilişkide bulunmuş ve hemen ikisi de taş haline gelmiştir.” Aslında ibret olsun diye dikilen putlarının önünde, bir süre sonra tapınanlar o kadar çoktu ki, onları yıkmak işin aslını anlatmaktan daha kolay hale gelmişti.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

10 Ağustos 2021 Salı

THK Kayyumları çift maaşlı çıktı - İsmail Arı / BİRGÜN

 


THK’yi yöneten üç kişilik Kayyum Heyeti üyelerinin de en az iki maaş aldığı açığa çıktı. BirGün’ün ulaştığı Kayyum Heyeti Üyesi Kaya, tüm kayyum heyeti üyelerinin çift maaşlı olduğunu kabul etti.

Birçok kentte etkili olan ve günlerce süren orman yangınlarında kullanılmayan söndürme uçaklarıyla gündeme oturan Türk Hava Kurumu’nu (THK) yöneten kayyum heyeti de çift maaşlı çıktı. 2019 yılında Ankara 9. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin kararıyla THK’ye atanan üç kişilik kayyum heyeti üyeleri, kamudan en az iki maaş alıyor.

THK’den 7 Ağustos tarihinden yapılan açıklamaya göre, "THK’ye kayyum atayan mahkeme, kayyum heyeti üyelerinin aylık 4’er bin TL ücret almasına" karar verdi.

THK Kayyum Heyeti Başkan Vekili Hacı Abdullah Kaya aynı zamanda Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan müsteşar maaşı alıyor. Kaya yaklaşık 10 bin TL’lik müsteşar maaşının yanı sıra bir de THK’den 4 bin TL’lik kayyumluk ücreti aldığı için aylık geliri 14 bin TL’yi buluyor. Aynı zamanda Yükseköğretim Kurulu (YÖK) üyesi de olan Kaya, buradan bir ücret almadığını iddia etti. YÖK üyelerinin ise ayda 37 bin 796 TL ücret aldığı biliniyor.

HEM KAYYUM HEM DAİRE BAŞKANI

Bir diğer THK Kayyum Heyeti Üyesi Adnan Zengin de en az iki maaş alıyor. Zengin, THK kayyum heyeti üyeliği dışında bir de İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü’nde İşlemler ve Mevzuat Daire Başkanlığı görevini yürütüyor. Daire başkanlığı görevinden yaklaşık 13 bin 500 TL maaş aldığı tahmin edilen Zengin, THK Kayyum Heyeti Üyeliği’nden de aylık 4 bin TL ücret alıyor. Zengin’in aylık ücreti 17 bin TL’yi geçiyor.

Yurttaşlar orman yangınlarıyla boğuşurken düğüne gittiğini açıklayarak bir skandala imza atan
THK Kayyum Heyeti Başkanı Cenap Aşcı da çift maaşlı çıktı. 63’üncü AKP Hükümeti’nde Gümrük ve Ticaret Bakanı olarak görev yapan Aşcı, THK kayyumluk ücretinin dışında kamudan bir de müsteşar maaşı alıyor. Aşcı’nın da aldığı maaşlarının toplamı Hacı Abdullah Kaya’nınki gibi 14 bin TL’yi buluyor.

                                                  ***


Kayyum kabul etti: Herkes alıyor

BirGün, THK Kayyum Heyeti Başkanvekili Hacı Abdullah Kaya’ya ulaştı. THK kayyum heyeti üyelerinin tamamının da çift maaşlı olduğunu söyleyen Kaya, “Sadece ben değil Kayyum Heyeti Başkanı Cenap Bey de ayrıca müsteşar maaşı alıyor. Adnan Zengin de bizden farklı olarak daire başkanı maaşı alıyor” ifadelerini kullandı. Kaya, “Maaş konusunda net olarak doğru olan şu; halen müsteşar kadrosundayım ve müsteşar maaşı alıyorum. YÖK'ten herhangi bir para almıyorum ve orada ücretsiz çalışıyorum. YÖK'ten maaş veya ücret almıyorum. Türk Hava Kurumu Üniversitesi’nden de bir ücret almıyoruz. Sadece mahkemenin takdir ettiği 4 bin TL ücreti alıyoruz. Kayyumluk ücretimizin de artması için bir talepte bulunmadık” dedi. Kaya, “THK şubelerine neden AKP’lileri atıyorsunuz ve THK’yi genel kurulu götürecek misiniz?” sorularını ise yanıtsız bıraktı.

İsmail Arı / BİRGÜN